ÜÇ YAZARIN HATIRALARINDA ERZURUM


Yakın tarihin önemli şahitlerinden biri olan Münevver Ayaşlı Hatıralarında Erzurum’da yaşadığı bir

olayı şöyle anlatıyor: Büyük kayınpederim, mümtaz vezirlerimizden Esad Muhlis Paşa’nın Erzurum Valiliği esnasında yaptırmış olduğu cami de bir askeri depo idi. Gidip gördüm. Depo diye kullanılan caminin içinde, eski sac sobalar, kangal halinde dikenli teller, boş tenekeler vardı. Bunlardan başka bir şey yoktu. Bir eskicinin bile satın almayacağı hurda eşya. İzzet Aksular Paşa’ya çok rica ettim: “Ne olur Paşam, zaten caminin içinde bir şeycikler yok, ne olur bu camiyi cemaate açsanız.”

Paşa, beni sevdiği ve hatırımı kırmadığı halde Esad Muhlis Paşa’nın camisinin cemaate açılmasına: “Yok, olmaz!” dedi (Ayaşlı,2003:249-250)

………..

O günkü Anadolu’nun halini en çarpıcı bir şekilde anlatan ifadelerden biri yazar%devlet adamı Samet Ağaoğlu’na aittir. Ağaoğlu, geçmişi yüzyıllara dayanan tãrihi bir şehir olan Erzurum’a kavuşmasını şöyle anlatıyor: Anadolu’da nasıl bir hayat yaşandığına gezilerimde şahit olmuştum. Bir tetkik seyahatinde bindiğim aracın şoförü ‘Erzurum’a geldik’ dediği zaman ‘Nerede?’ diye ister istemez sormuştum. Önümde sadece bir yangın yeri, toprak içine kazılmış dükkanlar, küçük kerpiç evler ve bir iki cami kubbe ve minaresi vardı. Kendimi tutamamış ve bağırarak sormuştum. ‘Erzurum bu mudur?” (Ağaoğlu,1993:40).

………………

Son yüzyılda işte bu hüzünlü hatıraların sahibi olan Erzurum’da bir başka unutulmaz olayı da yazar Nurullah Genç yaşar:

“Hocamın beni yönlendirmesi ve 20 yıllık vizyon belirlememiz o kadar faydalı oldu ki sürekli olarak gözümün önüne 1999’a dair hedeflerim geliyordu. Bütün adımlarımı dolabımın kapağındaki hayallerim için atmaya çalışıyordum.

Bir gün kütüphanede çalışırken bir arkadaş geldi yanıma.

“Aşağıda Amerikalı bir mimar var. İsmi Joshua imiş. Biz konuşamıyoruz, gel sen konuş,” dedi.

“Ben nasıl konuşacağım?” Dedi.

“Sen İngilizce çalışıyorsun ya konuşursun.”   

 “Çalışıyorum ama doğru düzgün konuşamam ki.”

“En azından bizden daha iyisindir, hadi gel,” dedi.

Meraklandım. Konuşabilirsem bir mektup arkadaşı bulmuş olurdum belki de. Heyecanla kalktım ve kantine doğru yürüdük.

O günlerde bazen, mektup arkadaşı edinmeli ve pratik İngilizce adına öğrenmeliyim diye düşünüyordum.

Bir çok üniversite öğrencisi o zamanlar eserlerin önünde turistlerle konuşup mektup arkadaşı edinmeye çalışırdı. Bugünkü gibi değildi şartlar.

Bir kitap ya da dergi siparişi bile ancak altı ayda size ulaşabiliyordu.  Bugün dil öğrenmek için kullanılabilen vasıtaların büyük bir kısmı o zamanlar yoktu. Bu nedenle İngilizce mektup yazılabilecek bir arkadaş edinmek çok önemliydi.

Kantine vardığımızda 1.70’e ulaşmamış bir boyumla karşımda dev bir Amerikalı buldum. Adamın boyu 2 metreye yakın, sarışın gözlüklü bir mimar. Amerika’da bir mimarlık bürosu varmış. Selamlaşmadan sonra birkaç cümle konuştuk. Ben çat pat bir şeyler sordum ve düşündüklerimi anlatmaya çalışıyorum. Sonra döndü ve beni işaret ederek diğer arkadaşlara dedi ki: “Bu benim işime yarar, siz gidebilirsiniz.”

Bazıları fena halde bozuldu  ve kızgınlıkla ayrıldılar  yanımızdan. Daha sonrasında kendisine neden beni seçtiğini sorduğumda “Sen istekli ve heyecanlıydın, anladım ki benimle gezmeyi gerçekten istiyorsun, o nedenle seçtim,” dedi.

Kendisi California Üniversitesi mezunu bir yüksek mimar. Erzurum’a yüksek lisans tezi hazırlamaya gelmiş. Doğu Beyazıt’taki İshak Paşa Sarayı’nın mimari özellikleri hakkında tez yapacakmış. Yedi ay kalıp gideceğini söyledi. Gitmeden önce de Ankara, İstanbul, Edirne gibi illeri gezmiş. Selçuklu ve Osmanlı mimarisi ile ilgili uzun çalışmalar yaptığından bahsetti. Erzurum’un tarihi eserlerini tanımak istiyormuş. O yüzden Erzurum’da imiş. Bir rehbere ihtiyacı varmış.

Onun için bana dedi ki: “Ücretinizi ödeme karşılığında iki saat Erzurum’u gezdirin ve bana bu şehrin mimari eserlerini anlatın.” Mektup arkadaşımı buldum diye sevindiğim için teklifi hemen kabul ettim. Hemen ardından Erzurum’un tarihi eserleri hakkında bir bilgim olmadığı, yalnızca isimlerini bildiğim aklıma gelince üzüldüm. Eserleri kim yapmıştır, mimari üslubu nedir, hiçbir şey bilmiyorum. Mektup arkadaşımı kaybedeceğim endişesi ile kafamda hemen bir çözüm buldum. Joshua’ya “İzin verirseniz iki saatlik işim var. Halledip geleyim, sonra gezmek için çıkalım,” dedim. “Tamam, ben de burada satranç oynarım, işinizi bitirip gelin,” diye karşılık verdi. Her ne kadar sık sık lütfen yavaş konusun desem de kelime hazinem yeterli olmadığı için her dediğini anlayamıyordum elbette. Ama yine de büyük çaba harcıyor ve işaret diliyle anlatmaya çalışıyordum bazılarını. Bu halimin hoşuna gittiğini hissediyordum.

Kütüphaneye geri döndüm ve tüm aramalarıma rağmen Türkçe ansiklopedi bulamadım. Birileri okumak için almış olabilirdi. Meydan Larousse’un ama Britanncia ciltleri vardı. Onları karıştırdım ve Erzurum ile ilgili maddelerden Erzurum’un tarihi eserleri ile ilgili on sayfalık  İngilizce bir metin hazırladım. Eserler, mimarları ve kısa bilgiler.

O on sayfayı ezberledim ve mağrur bir şekilde aşağı indim. Artık bütün tarihi eserleri başarıyla anlatabilirim diye düşünüyordum.

“Mr. Joshua, ücret istemiyorum. İstediğiniz kadar gezeriz ve ben size eserleri anlatabilirim,” dedim. Fakülteden ayrıldık. İki saat gezinti neredeyse iki günü buldu.

Ne yazık ki Joshua’ya hiçbir tarihi eseri anlatamadım. Çünkü ezberlediğim tüm bilgiler zaten hafızasında idi. Bana sorduğu sorulara çoğunlukla cevap veremedim. İki gün içerisinde o bana Erzurum’un tarihi eserleri anlattı… Kendi ülkemi bir Amerikalı’dan dinledim.  En sonunda kızdı bana. “Cümleleri ezberleyip gelmişsin, hiçbir şey bildiğin yok,” dedi. Yanında çocuk gibi görünüyordum. O iki metre civarında idi ben 1.70 in altında. Başımı okşuyordu bazen.

“Ulu Cami’nin köşe taşını koyarken mimar neden kurban kestirmiştir? Onu anlat. Çifte Minareli Cami’de öğrenci okuma odaları neden dar ve küçük kapılı? Bunları anlat,” dedi.

Oysa ben bunların ilk kez duyuyordum. Yapabildiğim şey ona ikramlarda bulunmak oldu. Fırında çalışıp biriktirdiğim harçlığı harcayarak Erzurum yemeklerinden ikram ettim. Her defasında cüzdanına el atıyordu ama izin vermiyordum. Kadayıf dolması ikram ettim mesela. Ama lokantalarsa yoktu. Halamı aradım yapması için. Onu halamın evine götürdüm.

Velhasılıkelam Erzurum için çıktığımız mimari gezi böylece bitti. Bazen Huzur Çayevi’nde satranç oynadı ve bizim arkadaşların hepsini yendi. Beni yendi. Adama hep yenik durumda olduk ve bu bana dokundu. “Joshua, satranç öğrenip seni bir gün yeneceğim,” diye geçirdim içimden. Satranç yarışmalarına girmemin ve Erzurum birincisi olmamın sebeplerinden birisi de budur.

En son Yakutiye Medresesi’nin önünde vedalaştık. Ayrılırken Joshua’ya “Mektup arkadaşı olalım,” dedim. “Satranç oynarken adresimi vermiştim size.  Bana mektup yazın, sorularınız olursa size cevap veririm. Ama biz mektup arkadaşı olamayız. Ve ben size yazamam!” dedi. “Neden?” diye sordum üzüntüyle.

 “İki saat demiştik ama uzunca bir zaman geldik, arkadaş olduk,” dedim.

“Hayır, siz başıma bela oldunuz ve ben vakit kaybettim. Hiçbir şey bilmediğinizi bilse idim vakit kaybetmezdim. Beni engellediniz. Sevimli birisiniz ve bu çok hoşuma gitti. Yoksa bu kadar kalmazdım. Sizinle dolaştık elbette. Ama mektup arkadaşlığını gerektirecek bir durum yok,” diye karşılık verdi.

Söyledikleri öylesine ağırıma gitti ki adeta ezildim. Ve hafif öfkeli bir sesle “Yine de yazmak zorundasınız,” dedim.

“Neden?” dedi şaşkınlıkla ve o tok sesiyle. Konuşmalar art arda sıralandı

“Amerikan kültürüne göre, bir Amerikalı gittiği yerde hürmet ve ikram görürse, döndüğünde en azından teşekkür mektubu yazar.”

“Doğru ama siz bunu nereden biliyorsunuz?”

“Amerikan romanlarında görmüştüm.”

“Siz Amerikan romanlarını nerden biliyorsunuz?”

“Okuyorum.”

“Kimi okuyorsunuz?”

“John Steinbeck, Nobel ödüllü yazarınız.”

“Kendi şehrinizin eserlerini bilmiyorsunuz ama Amerikan romanları okuyorsunuz öyle mi? Bu nasıl bir paradoks? Steinbeck’in hangi eserlerini okudunuz, söyleyin bakalım.”

“Sardalye Sokağı, Fareler ve İnsanlar, Gazap Üzümleri…”

“Fareler ve İnsanlar’ı okudunuz öyle mi?”

Evet anlamında başımı salladım. İnanmıyordu sanırım. Çünkü kendi kültüründen bihaber bir üniversite öğrencisi Amerikan romanlarından söz ediyordu.

“Öyleyse bana Fareler ve İnsanlar’ın kahramanlarını söyle.”

“Lennie Small ve George Milton. Lennie sizin gibi iri yarı ve güçlü bir adam. George ise bana benziyor,” dedim.

Lennie uzun boylu, akli dengesi zayıf ve saf biri. George ise kısa boylu, zeki ve uyanık bir adam. Böylece ona biraz laf dokundurmuş oldum.

Fakat öyle bir cevap verdi ki Yakutiye Medresesi üstüme çöküyor sandım.

“O dediğin bizim coğrafyada geçerli. Sizin coğrafyada uzunlar da Lennie, kısalar da!”

Öylesine ağırıma gitti ki bu sözler, medrese duvarının köşesinde çöktüm ve gözlerimden yaş geldi. Alındığımı ve çokça üzüldüğümü görünce kolumdan tutup kaldırdı beni.

“Bakın, şimdi size neden yazmayacağımı anlatayım,” dedi ve bana kırk beş dakika boyunca mimari bir ders verdi. Çantasını açtı. Bosna’dan başlayarak –Bosna’nın adını ilk kez ondan duydum- Balkanlar’da, Edirne’de, İstanbul’da, Bursa’da, Konya’da, Antep’te, Maraş’ta, Sivas’ta, Elazığ’da var olan tarihi eserlerimizi fotoğraflar ve mimari çizimler göstererek birer birer anlattı. Erzurum’u zaten anlattığını ifade ederek tekrar etmeyeceğini söyledi ve İshak Paşa Sarayı’ndan bahsetti. Tarihinde kalorifer teşkilatı  olan tek bina olduğunu, bu sebeple İshak Paşa Sarayı hakkında yüksek lisans tezi hazırlayacağını söyledi. Fotoğrafları ve çizimleri her gösterişinde “Bunları yapan ataların olsaydı onlara yazardım. Ama size yazmam” dedi.

Anlatımı bitince evrakı çantasına koydu. Sol bileğimden tuttu ve “Gel şimdi, neden yazmayacağımı anlatayım. O zaman daha iyi anlayacaksınız,” diyerek beni Erzurum’un sokaklarında yeniden gezmeye çıkardı. Yıkılmış tarihi evlerin binaların yanlarına götürdü. Kırılmış kapıları, pencereleri gösterdi. “İşte siz atalarınızın eserlerini bu hale getirmişsiniz, size niye yazayım. Siz yazılmaya layık bir adam değilsiniz” dedi. Sol bileğimi sıkarak müteahhitlerimizin yaptığı ve ne anlama geldiği anlaşılmayan, mimarisi belli olmayan, rengi bozuk kooperatif evlerinin yanlarına götürdü beni. Çevreleri pislik içinde, yer yer kapıları, camları kırılmış, kapı kolları yerinden çıkarılmış…

“Şunlara bakın, sizin kendi tarihinize yaptığınız muameleye bakın!” dedi. En son çeke çeke Üç Kümbetler’in yanına götürdü beni. “Flower, flower!” dedi eliyle işaret ederek. “Bak atalarınız çiçek gibi yapmışlar, taştan şiir oymuşlar. Peki siz ne yapmışsınız? Şu harika eserin çevresine bakın,” dedi. Acıyla baktım. Kanlı cam kırıkları, çocuk pislikleri, at pislikleri, çamur, kırılmış süpürge parçaları… Aklınıza gelmeyecek atıklar Üç Kümbetler’in etrafında dağ gibi kümelenmişti. O zamanlar belediyecilik zaten yetersiz. İnsanlar ise ölesiye duyarsız. “Atalarınız bunları yapmış, siz ise bunları! Onlar olsaydı yazardım ama size asla yazmam. Çünkü sizlere yazmaya layık değilsiniz!” dedi ve bileğimi bırakarak veda edip gitti.

Bir süre Üç Kümbetler’in yanında öylece kaldım. Biraz ağladım. Sonra bir kürek buldum o muhteşem eserin çevresindeki pislikleri temizlemeye çalıştım. Kendi kendime konuşup durdum: “Adam haklı, adam haklı. Erzurum’da yaşarsam tutacağım ev Üç Kümbetler’in yanında olacak Joshua’nın verdiği bu dersi asla unutmayacağım!”

1984 yılında asistan olunca tuttuğum ev bu yüzden Üç Kümbetler ile her karşılaştığımda Joshua’yı hatırladım ve kendi kendime hep şunu söyledim: “Bu ülkenin insanları atalarının ne yaptığını mutlaka öğrenmeli. Öğrenmeli ve onların yaptıklarından daha iyilerini yapmalı. Yoksa bu kara lekeyi alnımızdan asla silemeyeceğiz (Genç,2021:214-229).


KAYNAKÇA:

Ağaoğlu Samet, (1993), Siyãsî Günlük,İstanbul:İletişim Yay

Ayaşlı Münevver, (2003),Geniş Ufuklara ve Yabancı İklimlere Doğru,İstanbul:Timaş Yayınları

Genç Nurullah, (2021),Omuzlarımda Dünya Hatıralar, İstanbul: Timaş Yayınları,

 

Güncel Haberler