Samiha Ayverdi, Maarif meselelerimizi ele aldığı eserinde artık hasretle andığımız Türk insanının meziyetlerini yabancı seyyahların kaleminden şöyle anlatıyor:
Fransız seyyâhı olan De Loir, Türkiye'ye seyâhatini müteâkip neşrettiği kitabında, halkın vakar, temkin, iffet ve dürüstlüğünü uzun uzun methettikten sonra sözünü; “ Bu memlekette hemen hiçbir cinâyet vak'ası duyulmaz ” diye kesip atar.
Üçüncü Sultan Ahmed devri ki, inkırâzımızın bir can çekişme safhasına girdiği zamandır. İşte 1711'den 1725 târihine kadar Türklerin arasında kalmış olan meşhur seyyah A. De la Montray da gene Türk ahlâkına temas ederek şöyle der: “İstanbul'da hırsızlık vak'aları son derece nâdirdir. Ben Türkiye'de takrîben 14 sene kaldığım halde bu müddet zarfında hiçbir hırsızın cezâ gördüğünü işitmedim. Yol kesen haydutların cezâsı kazıktır. 14 sene içinde 6 haydutun mahkûm olduğunu duydum. Onlar da hep Rum soyundandır. Türkiye'de yankesiciliğin ne olduğu hiç bilinmez. Onun için kimse ceplerinin emniyetinden korkmaz "De Loir, Les Voyages du Sieur du Loir, Paris 1954, s.188. (Ayverdi, 2015: 78-79)
Mühim olan, Türk'ün medenî tutumunu, ahlâk ve fazîlet sâhasında benzeri yok denecek kadar üstün vasıflarını anlatanların bir çoğunda dini taassubun ve Türk düşmanlığının ileri ölçüde olmasına rağmen bu gizlenemez hakikatleri itiraf zorunda kalmış bulunmalarıdır.
Bunlardan biri de, XVII. asırda İstanbul sefiri bulunan Sir James Porter'dir. Bakınız ne diyor: “Türkiye'de yol kesme vak'aları ile ev soygunları ve hatta dolandırıcılık ve yankesicilik hâdiseleri âdeta meçhul gibidir. Harp hâlinde olsun, sulh hâlinde olsun, yollar da evler de emindir. Türkler hırsızlığı, ister insanlığa yakışmayacak kötü bir hareket sayarak bir şerefsizlik ve nâmussuzluk addetsinler, isterse kânunların şiddetinden korksunlar, Türkler tarafından işlenmiş yankesicilik, dolandırıcılık ve soygunculuk vak'aları son derece nâdirdir. İnsan bu şehirde Bulgarlardan sakınmalıdır. Çünkü onların ekserîsi hîlekâr ve dolandırıcıdır.” Sir James Porter, Observations sur la religion, les loix, le gouvernement et les moeurs de Turcs. (Ayverdi, 2015: 79)
İngiliz muharrirlerinden Charles Mac-Farlane ise, üstünde çok dikkat ve ehemmiyetle durulması gereken bir hakîkati ifâde etmektedir. " Türklerin doğrulukları ile nâmuslulukları ne kadar methedilse revâdır. Fakat şunu da söylemek lâzım gelir ki, bu fazîletler, yalnız halk tabakasındadır. Baştakiler en menfur kötülüklere bulanmışlardır. Vazîfelerini sûiistimalleri, gözleri doymaz derecede para hırsları, servet düşkünlükleri... İşte onların hayatları budur."6 Charles Mac-Farlane, Costantinople et La Turquie. (Ayverdi, 2015: 81)
Th. Thornton'nın dediği gibi: "Türk'ün ahlâki seviyesi çocukluğunda aldığı iyilik telkinleriyle değil, muhitlerinde fenâlık görmemek sûretiyle teşekkül eder." Th. Thornton. Etat actuel de la Turquie, Paris 1812, s.228 (Ayverdi, 2015: 83)
Burada, gene yabancıların şahâdetine dönerek, eski Türk cemiyetini biraz daha onların ağzından dinlemek istiyorum: A. Ubucini diyor ki: " İhtiyarlık, Türkiye'de olduğu kadar, hiçbir yerde mazhar olmadığı îtibar yüzünden, bu memlekette yaşlı Türkler günlerini pek tatlı geçirirler." (Ayverdi, 2015: 84)
III. Sultan Ahmed devrinde İngiltere sefîresi olarak Türkiye'de bulunan ve Türk cemiyetini büyük bir liyâkat ve dirâyetle inceleme imkânı bulmuş olan Madame Montagu, Türk kadınının âile içindeki otoritesine ve bir nas gibi kabul edilen buyruğuna imrenmekten kendini alamaz. (Ayverdi, 2015: 307)
Teophile Deyrole (1869), Türkiye'ye âit seyâhatnâmesinde, Türk esnafının ticârî ahlâkını ve ruh yapısını dikkat ve ısrarla gözden geçirir. Deyrole, şehrin en muhteşem ticâret merkezi olan Kapalıçarşı'nın esnafından bahsederken şöyle der. “Türk, ciddî ve sessizdir; çubuğunu içerek müşterisini bekler. Müşteri, almak istediği eşyâyı seçerek evirip çevirir, beğenirse fiyatını sorar. O zaman mal sâhibinin ağzından bir rakam çıkar, bundan sonra pazarlık etmek kâbil değildir.Rum ve Ermeni esnaf ise, büsbütün başkadır; müşteriye seslenirler, elbisesinden tutup çekerler. Öyle ki kandırmak için âdeta yalvarır, etekler; dostum, kardeşim, canım ciğerim, diye lâf yağmuruna tutarlar. Sonra da ondan malın iki misli değerini isterler. Maamâfih Ermeni, Rumdan daha ağır ve nâmusludur."
Aynı seyyah, kitabının Anadolu'ya âit kısmında kendi geçtiği yerlere yolu düşecek kimseleri îkaz ederek, dâima Türk hanlarına inmelerini tavsiye edip Türklerin Ermeni ve Rumlardan daha misâfirperver ve nâmuslu olduklarını söyler. (Ayverdi, 2015: 309-310)
Kezâ Mustafa Fâzıl Paşa da, Sırp milli birliğini dağılmaktan kurtarmak maksadıyla, Avusturya işgalinden kurtardığı Şumadya ve havâlisinde, yeniden kiliseler inşâ ettirmek sûretiyle aynı anlayışın bin bir versiyonundan birini göstermiştir.
Şöyle ki, Türk ordusu bu bölgeden çekilirken kesif bir Sırp kütlesi bırakmış olduğu halde, birkaç senelik Avusturya idâresinden sonra tek Sırp'a rastlanmaması paşanın dikkatini çekerek işin iç yüzünü araştırmış.
Nihâyet hudut boyunda ele geçirilen bir papazın verdiği ifâde şu olmuştur: “Gospadarin! Biz Sırplar, kilise etrâfında yaşamaya alışmış bir milletiz. Siz çekildikten sonra buraları işgal eden Avusturyalılar, kiliselerimizi yakıp yıktılar ve malımızı mülkümüzü gasbedip bizi perişan bir halde dağılmaya mecbur ettiler. Şimdi ırkdaşlarım şu uzak dağların arkasına sığınmış bulunuyorlar. Böyle devam ederse hâl-i vahşete dönmeleri muhakkaktır." (Ayverdi, 2015: 406-407)
Kaynak:
Ayverdi Sâmiha, (2015), Millî Kültür Mes’eleleri Ve Maârif Dâvâmız,İstanbul: Kubbealtı Neşriyâtı