Sultan III. Selim’in saltanatının son yılları idi. Fransız sefiri Sebastiani İstanbul’da çok büyük nüfuz kazanmıştı. Hükûmeti Rusya’ya karşı harbe kışkırtıyordu. Fransızlarla harb hâlindeki İngiltere bundan çok rahatsızdı. İstanbul’daki İngiliz sefiri Arbuthnot, Fransızlarla siyasî münasebetlerini kesmesini ve kendileriyle ittifak tazelemesini Osmanlı hükûmetinden istedi.Bu talep yerine getirilmeyince, gece gizlice Bozcaada’ya gidip, İngiliz donanmasını harekete geçirdi. 20 Şubat 1807 tarihinde, 16 İngiliz gemisi, tahkimatın zayıflığından istifadeyle lodos eşliğinde Çanakkale Boğazı’nı geçerek Marmara’ya girdi. Boğaz tabyalarından ehemmiyetsiz birkaç top atışı yapıldıysa da isabet etmedi. Osmanlılar, sulh zamanında kalelerde müdafaa kıtaları bulundurmaya alışık değildi. (www.ekrembugraekinci.com)
………………….
Tarihçi ve devlet Adamı Ahmet Cevdet Paşa (1822-1895) 1807 yılı Kurban bayramı günlerinde yaşanan bu olayı şöyle anlatıyor:
İngiltere Fransa'ya karşı Rusya ile anlaşmış olup Osmanlı Devletini bu anlaşma çevresi içinde tutmak istiyordu. Osmanlı Devleti bir sürü densiz ve yersiz saldırılarını gördüğü Rusya'ya savaş açınca, anlaşmayı bozan Rusya olduğu halde, Osmanlı devletini korkutup sindirmek için bir büyük İngiliz donanması Bozcaada’ya gelmiş bulunuyordu.
İngiltere elçisi Fransız elçisinin İstanbul’dan çıkarılmasını, Osmanlı Devletinin Rusya ve İngiltere ile anlaşmasını yenilemesini ve Rus savaş gemilerinin boğazlardan gidip gelmesine izin verilmesini istemeye; eğer bunlar red edilirse Bozcaada'daki İngiliz donanmasının gelip İstanbul'u vuracağını söylemeye başlamıştı. O zamanki devlet adamlarını sindirmeye bu korkutma yetmiş, hepsi telâşa düşüp bu teklifleri kabule yönelmişlerdi.
Üstelik Kurban Bayramıdır diye Osmanlı donanmasının kıyı koruyucularının birçoğu da izinli çıkmışlardı. O sırada esen sıkı lodostan faydalanarak İngiliz kaptanları gemilerini turna katan gibi sıraya tutup rüzgâra vererek herkes Bayram namazında iken boğazdan geçip İstanbul yolunu tuttular. İngiliz donanması, bir iki küçük çarpışmadan önemsiz kayıplarla sıyrılarak, bir akşam üstü Baruthane açıklarında demir attı.
İstanbul'da büyük acıyı tatmamış, zamanın cilvesini hışmını tanımamış çelebilerle habbeyi kubbe, damlayı deniz yaparcasına işleri büyütmeye meyilli lafazanlar, köşe başlarında küme küme toplanıp ağız ağıza verip birtakım karışık rüyalara benzer vehimlerle birbirini korkutup duruyorlardı. Velhâsıl o acayip gecede İstanbul'un hali kıyamet gününden bir görünüştü. Kara kaplı kitaba bakıp: "İşte kıyamet günü yaklaştı; sarı derililerin ortalığa hükmedeceği söylenen kıyamet gününe alâmet işte” diye çırpınıp duranlar gittikçe artıyordu. “Eyvah! Demek ki kıyamet bizim başımıza koptu; İstanbul'dan başladı” diye dövünüp duranlara rastlanıyordu.
Bereket ki askerler bu vehimden, bu korkudan uzaktılar. Topçular toplarına yapıştılar, yeniçeriler yatağanlarını takınıp, tüfenklerini omuzlayıp kıyılara koştular. Medreselerdeki öğrenciler de silahlanıp sokaklara çıktılar. Bunları görünce halka da gayret geldi, silahlanmaya başladılar.
Üçüncü Selim İngiliz donanmasının boğazdan geçtiğini haber aldığı andan beri telâş ve korku içindeydi. İngiliz Donanması Baruthane açıklarında görününce saray kadınları çığlığı basmışlardı.
İngiliz elçisi, Babıâli'ye bir ültimatom göndermiş: "Osmanlı donanmasının emanet olarak kendilerine teslimini, Rusya ve İngiltere ile bir yeni anlaşma için hemen konuşmaya geçilmesini” istiyor; uygun cevabın bir gün içinde verilmesini şart koşuyordu. Halkın ve sarayın perişanlığını haber alınca bu sefer mühleti üç saate indiriyor ve üstelik Fransız sefirinin de hemen İstanbul'dan atılması şartını da ekliyordu. Nazırlar Meclisi, payitahtın burnunun dibindeki İngiliz donanmasına karşı konamıyacağı için bu teklifleri kabul etmekten başka çare göremiyordu.
Nazırlarının bu kararını haber alan Üçüncü Selim, durumu bildirmek ve kendisini İstanbul'u terk etmeye nazikçe davet etmek üzere bir adamını Fransız Elçisi Sebastiyan'a gönderdi. Sebastiyan, bu adamı "Ben devletiniz katında inanılır bir elçiyim. Böyle el altından ve ağızdan bildirilerle kalkıp gidemem” diye savdıktan sonra soluğu Reisül-küttap odasında aldı. Başladı hem çıkışmaya, hem akıl öğretmeye: 'Böyle beş - on gemiye bir payitahtı teslim etmek ne demektir? Bundan sonra Osmanlı Devleti bağımsızlığından ve toprak bütünlüğünden ne yüzle söz açabilecek? Bu donanmada asker yok ki karaya döküp de memleketi zapt etsin. Sadece Sarayburnu’na yeteri kadar top yerleştirirseniz bu donanmayı harap edebilirsiniz Onlar için tehlike, sizdekinden çok. Hem sizin ateşinizden korkarlar hem de uygunsuz bir rüzgâr eserse karaya düşmekten. Rüzgâr elverse bile sizin toplarınız kâr etmese bile yapacakları, nihayet İstanbul'un bir iki mahallesini topa tutup yakmaktan ibaret kalacaktır. İstanbul'da ikide bir yangın çıkıyor. Farz edin ki yine böyle bir yangın oldu, bir iki mahalle kül oldu. Yanan yerler yapılır ama bir kere yıkılan devlet itibarı ve haysiyeti bir daha yapılabilir mi?
Reis efendi, halkın da gayrete geldiğini görüp Fransız elçisinden kuvvet alarak, Sadrazama bu konuşmayı olduğu gibi nakletti. Padişahın huzurunda yeniden toplanıldı. Sebastiyan da hazırdı. Orada da böyle silkeleyici, coşturucu nutuklar çekmekten geri durmadı. Meclistekilerin hepsini etkisi altında bıraktı. O sırada, tesadüf bu ya, Napolyon'un Vistül kıyısından yazıp gönderdiği mektup da Padişahın eline değmesin mi? Eski karardan vaz geçildi, İngiliz notası reddedilecek, hemen kesin savunma tedbirlerine başvurulacaktı.
Napolyon mektubunda şöyle diyordu:"Ey Sultan Selim, Hazreti Muhammed'in Halifeliğine lâyık olduğunu İspat et! Seni bağlıyan, memleketini elinden göz göre çıkaracak olan anlaşmalardan korunmanın sırasıdır. Ben gittikçe daha yakınına geliyorum. Eski dostun Lehistan devletini diriltmeye uğraşıyorum. Ordulardan birisi Tuna yakınına inmek üzeredir. Sen Moskofları alınlarından vur, ben ordumla arkalarını çevirmeye hazırım. Donanmalarımdan bir parçası Tulon’dan çıkıp senin payitahtını korumaya ve Karadeniz’e hâkim olmaya gelecektir. Silkin, cesaretlen. Devletini güçlendirecek ve ününü arttıracak fırsat bu fırsattır.
Sarayın ve Babıâli'nin telâşı, halkın korkusunu arttırmışken: bu sefer, büyüklerin cesaretlenmesi hemen halka geçti. Bir iki gün önceki vehimli, korkak, sinik kalabalık, birden ateşlendi, yeğitlendi, neredeyse kayıklara binip donanmanın üzerine yalın ayak, yalın kılınç yürümek, küpeştelere tırmanıp ölüm bahasına İngiliz neferi temizlemek istekleri uyandı. Ufak tefek kayıklar ile İngiliz donanmasının çevresinde dolaşarak bir gemiden bir gemiye geçem sandallardan balık avlar gibi İngiliz avlamak yoluna giren balıkçılar görüldü.
Böylece beş on gün içinde Sarayburnu'ndan Yedikule'ye ve Kız Kulesinden Kadıköy'e kadar bütün kıyılar toplarla donanıp karalar düşmanca yaklaşılamaz bir hal aldı. Akıl kesse de bıraksalar da halk, gördüğü salapuryaya atlayıp İngiliz donanmasının üstüne yürüyecekti.İngiliz donanması bile soğukkanlılığını unuturcasına bu dehşetli hazırlığı, bu azimli savunmayı biraz gördü, biraz sezinledi ve akıntısı bol boğaz sularında iki kıyının ateşleri arasında sıkışıp kalmayı gözüne kestiremiyerek İstanbul önlerinde son korkutma çaresi olarak bir iki volta vurduktan sonra Çanakkale'ye doğru açılıp def olup gitti. Tabyalardaki halk onu yuhalar ve çığlıklarla uğurladı. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:68-69-70-71-72-73)*
Rumen tarihçi ve devlet adamı Nicola Yorga (1871-1940) da bu olayı şöyle anlatıyor:
İngiliz Amiral Duckworth'un filosu Bozcaada sularına varır varmaz, hakikaten de İstanbul'da tahkimat işleri ilerlemeden derhal Boğazlardan geçerek Türk başkentine gitmesi emrini aldı, Kurban bayramına rastlıyan 19 Şubatta birdenbire Çanakkale önünde 8 büyük savaş gemisi, 2 firkateyn, 2 korvet ve kalyon göründü. Burada henüz esaslı denebilecek savunma tesisleri vücude getirilmiş değildi. Buna rağmen Türk topçuları hiç tereddüt etmeden hemen ateş etmiye başladılar. Fakat Kaptan Paşa korkaklık göstererek kaçtı ve bu yüzden sahildeki kalelerin müdafaa gayretlerini boşa çıkardı. Dört Osmanlı gemisi hemen batırıldı.
Bu ani olay karşısında İstanbul'da büyük bir hayret uyandı. Padişah o derece aşağıdan aldı ki Fransız elçisi Sebostiani'ye lütfen İstanbul'u terketmesini, çünkü İngiliz dostlarının kendisinin İstanbul'da bulunmasını istemediğini bildirdi. Osmanlı vatanseverlerinin, cesaret ve enerjisine bu kadar büyük ümitler bağladıkları ateşli genç Padişah, Fatih Sultan Mehmet'in torunu, işte böyle konuşuyordu. Hiç bir zaman bir Padişah, devlet ricalinin beceriksizliği ve kabiliyetsizliği yüzünden bu kadar düşük bir mevkiye inmiş değildi. (Yorga,1948:141)**
*Ahmet Cevdet Paşa,(1973),Cevdet Paşa Tarihi, Cilt:1,İstanbul: Başbakanlık Kültür Müsteşarlığı Yay,
**Yorga Nicolea, 1948, Osmanlı Tarihi,(Son Cilt),Ankara Üniversitesi Yay, Ankara,