SARIKAMIŞ SAVAŞINA KATILAN SUBAYLARIN ANLATIMIYLA SARIKAMIŞ GERÇEKLERİ

Sarıkamış Harekatına katılan subaylardan  Rahmi Apak (Albay) anlatıyor: Dünyanın en kalabalık ve en zengin milletlerinin ve devletlerinin karşısına düşman olarak çıktık. Eğer işbirliği ettiğimiz Almanya harbi kazansa idi, memleketimizin bir Alman sömürgesi derecesine düşeceği de muhakkak idi. Enver Paşa'nın kaprisi yüzünden bu kavgaya girmiştik. Hesapsız, kitapsız bir giriş. Bu giriş bir İmparatorluğun parçalanmasına ve harp ve açlık ve hastalık yüzünden yedi sekiz milyon Türk'ün ölümüne sebep olmuştur. Tanrım, milletleri akılsız başlardan korusun. (Apak,1988:129)

Sarıkamış Harekatına katılan bir başka subay Ziya Yergök (General) anlatıyor: Başkomutan Enver Paşa karargâhını bir kayanın arkasında kurmuş, bir an önce Sarıkamış’ı ele geçirme sevdasına düşmüş, daima o tarafı gözetleyip duruyordu. Kendi birliklerimizin durumunu bir defa olsun gözden geçirmemişti. Aldığı raporlara göre emirler veriyor, kolordu ve fırka komutanlarını aracı olarak kullanıyordu. Sarıkamış işi gittikçe sarpa sardığından Enver Paşa sinirlendikçe sinirleniyor, ne Almanlar ne de bizim komutanlar ona karşı herhangi bir görüş açıklama cesaretini gösteremiyorlardı. Böylece işler çığırından çıkıyor, görüşme imkânı olmuyor, her teşebbüs ve her taarruz olumsuz sonuç veriyordu. (Yergök-Önal,2006:113)

Bozgunun sebepleri şunlardı: 2)Enver Paşa’nın tecrübesizliği ve çılgınca hareketleri:

a) Komutayı ele aldıktan sonra kolları, birlikleri birbirine bağlayacak, hareket birliğini sağlayacak emirleri pek seyrek vermiştir.  

b) Ordu komutanlığını fırka komutanlığına çevirmiştir.

c) Kolordu ve fırka komutanlarını ıskartaya çıkarmıştır.

d)Tüm birliklere emir verip maiyetindekileri kontrol veya irtibat subayı olarak görevlendireceği yerde, alayları ayrı ayrı emirlerle bizzat sevk ve idare etmiştir.

e)Bir Alay bozulduktan sonra aynı görevi öbür Alay'a vermiş, böylece başka alayların da tepelenmesine neden olmuştur.

f)Kışı, birliklerin durumunu düşünmeksizin, düşmanı da hiçe sayarak hemen Sarıkamış'ı alabileceği kanaatini besleyen Enver Paşa, işin kolay olmadığını, planlarının suya düştüğünü gördükçe sinirlenmeye başlamış, âdeta ne yapacağını şaşırmıştır.

Demek oluyor ki kışı saymazsak suç genelleşiyor ve sorumluluğun en büyüğü Başkomutan Enver Paşa'ya ait oluyor. Ki bu da doğru bir teşhistir. Düşmanı tanımak, kışa, bölgenin durumuna göre hazırlanmak, tedbirler almak onun göreviydi. Enver Paşa askerimizi anlamamış, ordumuzu tanımamıştı. Düşman ordusunu hiç tanımamıştı. Böyle bir komutanın komuta ettiği ordunun akıbeti de tabiidir ki böyle olur. (Yergök-Önal,2006:125)

Sarıkamış muharebesine 90.000 muharip mevcutla girdiğimiz halde 12.000 mevcutla kurtulduk. Eğer Ruslar Sarıkamış galibiyetini kazandıktan sonra bizi takip etselerdi, ellerini kollarını sallayarak bütün Doğu Anadolu’yu istila edeceklerdi. (Yergök-Önal,2006:126:127)

Sarıkamış Harekatına katılan milis şahıslardan biri olan Fahrettin Erdoğan (1.Dönem Milletvekili)  yaşananları şöyle anlatıyor: 1 Ağustos 1914 gecesi, biz Zara’da iken seferberlik ilan edildi. Bir ay evvelinden her köye kapalı bir zarf dağıtılmıştı.

O gün bu zarflar açıldı ve öğrendik ki kırk beş yaşına kadar olan her Türk, yirmi dört saat içinde bulunduğu şubeye teslim olacaktı. İmza yerinde Enver Paşa’nın ismi bulunuyordu.

Samsun’dan Karadeniz ve İstanbul’a son seferini yapmak ve sahillerdeki vaziyeti öğrenmek üzere gelen Zarınca adındaki Rus vapuruna binip Trabzon’a geldik. Vali Cemal Azmi ile görüştüm. Almanların bize gönderdikleri Yavuz ve Midilli zırhlılarının Zonguldak’tan kömür aldığını, daha sonra Rus sahillerini bombardıman edeceklerini, haber veren vali, benim de acele olarak Kars’a geçmemi tavsiye etti. (Erdoğan,2007:49)

(Bu bilgiler, Almanların yanında savaşın en az 1 ay öncesinden planlandığı, Türk Bayraklı Alman gemilerinin, Rus limanlarını bombalayacağının da da öneceden bilindiğini  göstermektedir)

Asıl büyük ordu Enver Paşa’nın komutasında, seksen bin kişilik bir kuvvetle Oltu üzerine yürüyüp Kosor Boğazı’nı geçtikten sonra Ersenek köyünden ilerliyor ve Allahuekber Dağı’na vuruyor. Bu zamanlar gün dönümü olduğundan dağlar karşı karşıya anafor yapar ve bu hal en az bir hafta devam eder. Kars halkı bu hafta içinde evden dışarıya çıkamaz; çünkü her taraf sis, tipi ve kasırga ile doludur. Ordunun geçtiği yollar ise ancak Haziran ayında aşılabilirdi. Askerler bir geceyi kar ve fırtına içinde geçirdikten sonra dağı Sarıkamış yönünde aşarak Boyalı, Salıt, Verişan köylerine öncüleri yorgun bir halde gelmişler. (Erdoğan,2007:64:65)

SARIKAMIŞ  CEPHESİNDEN  ASKER MANZARALARI

Ahırları, merekleri ve evleri dolaştığımızda gündüz olduğu halde insanların güçlükle fark olunduğunu, erlerin karanlık ve pis avlularda birbirine sıkı sıkıya sokulmuş bir biçimde barındıklarını gördüm. Böyle havasız, ışıksız yerlerde kalan askerin hasta olmaması için zamanının çoğunu dışarıda geçirmesinin gerektiğini subaylara söyledim.

Mereğin birinde, samanların içinde bir ayak görmüş, samanı eşelediğimizde bunun ölen bir  askere ait olduğunu anlamıştık.

Oldukça geniş ve aydınlık bir ahıra girdiğimizde orada bir erin can vermekte olduğunu, bu durumun kimsenin umurunda olmadığını şaşkınlıkla gördüm. O sırada yanımda bulunan Tabur Komutanı Bağdatlı Deli Reşit bir parça su istetti ve erin başını dik tutarak ağzına su damlattı. Er kelimei şahadet getirmek için uğraştı ve yanımızda öldü.

Doktorlara ve subaylara “Görüyorsunuz ya, sizin hiç haberiniz olmadan ne facialar yaşanıyor,” diye seslendim.

Pislik ve sefalet o dereceye varmıştı ki askerlerin yanına yaklaşılmıyordu. Pis kokmayan er yok gibiydi. Bu sefalet yüzünden taburların mevcudu 300’e kadar düşmüştü. Verdiğimiz genel yoklamalarda hasta sayısının çokluğu, er mevcudunun azlığı üst makamların dikkatini çekmiş ve nedenini sormuşlardı. Nedenler açıkça anlatılınca da hiçbir ses çıkmamıştı. (Yergök-Önal,2006:77)

Açlık ve izdiham acınacak bir durum yarattığı gibi, soğukta köy evlerinin yıkılıp yakılmasına da neden oldu. Öyle durumlarla karşılaşıldı ki şaşırmamak elde değil. Asker yattığı, barındığı binayı yıkıp yakmaya kalkışıyor, sonra da açıkta kalıp soğuktan donacağını aklına getirmiyor. Bir gece baktım Alay karargâhının bulunduğu ahırın damından sesler geliyor. Askerler dışarı çıkıp baktılar ki iki er bizim ahırın damını sökmeye çalışıyor. Tabii erler bir güzel ıslatıldıktan sonra kovuldular.

Şurası dikkate değer ki bu kadar bakımsızlık ve perişanlığa rağmen askerler arasında yine de bir itaatsizlik ve isyan belirtisi görülmemiştir.

İleri karakollarda yer yer donma olayları da olmadı değil. Bu dayanılmaz belâdan kurtulmak için kasten ayaklarını üşüten ve firar edenler de çoğalmaya başladı.(Yergök-Önal,2006:78)

Durmaksızın dik bir yokuşu inmeye başladık. Çok dik ve kaypak olan bu inişte attan indim. Buraya Kolan Kıran Yokuşu derlermiş. İnişin ortasına geldiğimiz zaman iki  erin birbirine 50 metre ara ile donup kaldıklarını, biraz ileride başka bir erin de başı inişe doğru sırtüstü yattığını gördük. Gözümüz onda iken ayaklarının oynadığını fark ederek canlı olduğuna hükmettik. Dazlak’ta mola vermeksizin yürüyüşe devam ettik. Çünkü bir yayla evinin arkasında birkaç donmuş erin yere uzatılmış ölülerini görmüştüm. (Yergök-Önal,2006:89)

Fırka yürüyüşü çok üzüntü vericiydi. Asker tek kolda, bir metreden fazla karlar içinde düşe kalka ilerliyordu. Hava eksi 15-20 derece, askerin sırt çantalarının ağırlığı 30-35 kg. dı. Ağır yükün altında zahmet çeken askerler ter içinde kalıyorlar, dinlenmek için yol kenarlarına oturuyorlardı.

Asıl felâket bu zaman başlıyordu. Aklı başından gitmiş, canından bezmiş, bitkin bu insanlar, tüfekleri bacaklarının arasında yere çömeliyor, öylece donup kalıyor, mübalağa olmasın ama bu görüntüleriyle korkuluk taşlarını andırıyorlardı.

Yol boyunca bu şekilde donmuş yüzlerce ere rastladık. Tabur ve bölük komutanlarının dikkatlerini çekerek, bölük arkasından giderlerken her zamankinden daha dikkatli ve azimli olmalarını tembih ettim.

Bu yürüyüş sırasında yük ve binek hayvanları da devriliyor, hayvanlar yükleriyle karlara gömülüyor, bunları kaldırıp yüklerini yeniden yüklemek çok zor oluyordu.

Bu işleri eldivensiz yapmak mümkün değildi. Eldiveni olmayan, ayakkabıları sağlam olmayan, çorapları yırtık olan askerde hayır kalmıyordu. Yürüyüş kolunun sonuna katıldığımız için cephane taşıyan yük hayvanlarının ve onları idare edenlerin (mekkâreci) çektikleri dayanılmaz zahmeti gözlerimle gördüm. Napolyon ordusunun 1814’deki Moskova seferindeki felâketi aklıma geldi. Aynı akıbete uğramamamız için dua ettim. Yük hayvanlarını kullananlara bizim askerler emrim üzerine yardım ettiler. Yardım yüzünden çok geri kalacağımızı düşünerek herkes gibi biz de bunları kendi hallerine terk ederek yolumuza devam etmek zorunda kaldık. Çünkü bu işlerin arkası gelmiyor. Birini yükletiyorsun, on adım ötede bir başkasının yuvarlandığı görülüyor. Kimse kimseye yardım etmiyor. Çünkü herkes yorgun, herkes bitkin görünüyor, herkes nefsini kurtarmaya çalışıyordu. Gittiğimiz yoldan dün gece 29 ve 17’nci Fırkalar geçmiş olduğu için donan askerlerin çoğu da bu fırkalara mensuptu. Bu çok zahmetli yürüyüşle ikindiye yakın bir zamanda Sarıkamış’ın doğu sırtlarına vardık, (Yergök- Önal,2006:100-101)

BEYAZ  ÖLÜMÜN ARDINDAN

Nisan 1915’te arkadaşım Molla Mustafa’nın ikinci mektubunu aldım. Bu mektupta bildirildiğine göre, Kars valisi olan Ziboviç, Sarıkamış kaymakamına emir buyurmuş: “Selim nahiyesindeki Türklerden üç yüz kişi amele çıkarınız ve her yüz kişinin başına da bir hoca atayınız; Sarıkamış Harekatında ölen Türk askerlerinin ormanlardaki cesetleri toplanarak defnedilsin.”

Arkadaşım anılarını şöyle naklediyordu: "Sarıkamış’ın Türk köylerinden toplanan üç yüz amele ile ben de göreve gittim. Ormanlar içerisinde donup kalan cenazeler için büyük büyük hendekler kazılarak, bazısına sekiz yüz, bazısına beş yüz, bazısına da bin tane Türk şehidini merasimle gömdük. Her hendeğin başına orada kaç şehidin metfun olduğunu belirten pusulalar yazarak taktık. Bir hafta kadar bu cenazelerin toplanması için çalıştık, şehitlerin sayısı on iki bine yaklaşıyordu. “

Molla Mustafa  satırlarında, o sırada Kars şehrinde ise bir tek Türk’ün kalmadığını, Müftü Ali Efendi ile tüccardan Arif Ağa’yı da Tiflis’e sürdüklerini bildirip, yalnız Evliya Camisi İmamı Hafız Kurban Efendi’nin kaldığını ve bunun da gelen Türk yaralılarından ölenleri dini merasimle kaldırmak için “mevkii müstahkem” komutanlığı emrine verildiğini yazıyordu.(Erdoğan,2007:75)

 

KAYNAKLAR

Apak Rahmi, (1998), Yetmişlik Bir Subayın Hatıraları, Ankara:Tãrih Kurumu Yay

Erdoğan Fahrettin, (2007), Türk Ellerinde Hatıralarım, Ankara: Mevsimsiz Yay

Yergök Ziya,(2006),Sarıkamış’tan Esarete Hatıralarım, İstanbul: Remzi Kitapevi

Güncel Haberler