İNSANLIĞIN YILDIZININ PARLADIĞI ANLAR*

İbrahim Tüzer

Stendhal’dan Tolstoy’a, Balzac’tan Dosteyevski’ye; Nietzsche’den Holderlin’e ve  Casanova’dan Marie Antoinette’ye kadar birçok sanatkâr, düşünür ve tanınmış kişinin  biyografisini kaleme alan Stefan Zweig, dünya edebiyatında olduğu kadar bizim  edebiyatımızda da biyografi türünün gelişmesine katkıda bulunmuştur. Zweig’ın söz  konusu edilen şahıslar üzerine yazılmış biyografik metinleri, var olan ve tarihî  gerçekliğe sahip bulunan vakalardan hareket eder. Fakat yazar bu gerçekliğe kendi  yaratıcı muhayyilesinden yaklaşır ve sanatkâr duyarlılığıyla ele aldığı şahsı ya da olayı,  psikolojik verileri de kullanarak estetize edilmiş bir formda okuyucuyla buluşturur.

Zweig’in hayatında  sadece biyografik eserler değil, Dünya Edebiyatı içerisinde birer başyapıt olarak  değerlendirilebilecek öyküler ve romanlar da yer alır. “Yıldızın Parladığı Anlar” adlı  kitabında da Stefan Zweig, insanlığın gelişimine ve Dünya Tarihi’ne yön veren 12 tarihsel olaya kısa öykülerle dikkat çeker.Sözü edilen kitabın ilk metnini İstanbul’un fethinin anlatıldığı “Bizans’ın Fethi” oluşturmaktadır.

İşte o kitaptan bazı alıntılar:

“Temkinli Murat’ın yerine bu genç, bu ihtiraslı ve şöhret ateşiyle kavrulan Mehmet’in Türklere sultan olduğu haberi, Bizans’ı dehşete düşürüyor. Zira yüzlerce casustan öğrenilmiştir ki, zafer ihtirası ile tutuşan bu adam, dünyanın bir zamanlar ki başkentini ele geçirmek için ant içmiştir. Genç yaşına rağmen gündüzlerini olduğu kadar gecelerini de, hayatının en büyük amacı olan bu işin uygulanması için askerî planlar yapmakla geçirmektedir. Yine aynı zamanda bütün haberlerin hep bildirdiğine göre yeni padişahın askerlik ve politika alanındaki kabiliyeti de eşsizdir.

Mehmet, aynı zamanda hem dindar, hem acımasızdır. İhtiraslı olduğu kadar da katı yüreklidir. Bir bilim ve sanat adamıdır da; Sezar’ın ve Romalıların hayatlarını Latince aslından okur. Bu kibar ve hülya dolu bakışlı, keskin ve hırçın burunlu adam yorgunluk bilmez bir işçi, gözü pek bir asker ve çok dikkatli bir diplomat olduğunu göstermekte ve bütün bu tehlikeli özelliklerini aynı düşünce üzerinde yoğunlaştırmaktadır.” (s.3-4)

(……) Bizans’ın bir tek kudret ve kuvveti daha vardır: Surları. Bir zamanlar dünyayı kaplayan  muhteşem ve mutlu geçmişin mirası olarak sadece bunlar kalmıştır. Üç katlı bir zırh  tabakası, şehri bir üçgen gibi çevirmektedir.

Mazgallar ve burçlarla süslenmiş, su dolu hendeklerle korunmuş, dört köşe dev kaleleriyle her yanını kontrol edebilen ve bin yıllık bir  tarihin bütün imparatorları tarafından daima eklemeler yapılmış, daima yenilenmiş bulunan bu birbirine paralel çift ve üç sıra duvardan kurulu eşsiz surlar, o devre göre ele geçirilemezliğin gerçek bir sembolüydü.

(…) Mehmet bu duvarları ve sağlamlıklarını herkesten daha iyi biliyor. Geceleri uyandıkça ve rüyalarında, aylardan ve yıllardan beri sadece bir fikir, bu elde edilemezi ele geçirmenin, bu tabi imkânsız duvarları tahrip etmenin yolunu bulmak düşüncesi onu meşgul ediyor. Masanın üstünde düşman tahkimatını gösteren krokiler, bir sürü ölçüler, planlar yığılıdır. Duvarların önündeki ve arkasındaki her meyil, her suyolu, karış karış biliniyor; o, mühendisleriyle baş başa verip bütün ayrıntıları gözden geçirmiş bulunmaktadır. Fakat hayal kırıklığı vardır: O zamana kadar bilinen toplarla bu Teodos surları yıkılamaz. (s.8-9)

(…..) İşte bu sırada hüzün verici bir olay, tarihin bilinmez hükümlerinde zaman zaman kendini gösteren o esrar dolu anlardan biri, Bizans’ın alınyazısına kesin darbeyi indiriyor. Hemen hiç akla gelmeyen bir şey olmuştur. Dış surlarda açılan bir sürü gediğin, asıl saldırı yerine yakın bir tanesinden içeriye, birkaç Türk sokuluyor. Birkaç savaşçı, Türkleri kendi safları arkasında sanıyor ve bütün savaşlarda toplardan çok daha öldürücü darbeler indirmiş olan uğursuz bir feryat, yükseliyor: ‘Şehir alındı.’ Seslerini gittikçe daha fazla yükselten Türkler, çılgınca haykırışıyorlar: ‘Şehir alındı, şehir alındı’ ve bu feryat, bütün direnci kırıyor. İhanete uğradıklarını sanan savaşçılar vakit geçirmeden limana varıp gemilere kapağı atmak ve canlarını kurtarmak için yerlerini bırakıyorlar.” (s.24-25)

(…) “Hemen ertesi günü, ustalara eski dinin bütün işaretlerini ortadan kaybetmek işi emrediliyor. Mihraplar yıkılıyor, mozaikler badana ile örtülüyor ve yeryüzünün bütün acılarını kucaklamak ister gibi bin yıl kollarını açmış olan haç, Ayasofya’nın tepesindeki salip, boğuk bir gürültü çıkararak yere kapaklanıyor.”  (s.27)

 

İbrahim Tüzer, Stefan Zweig’in Bizans’ın Fethi’ ve Tarihî Gerçekliğin Anlatıdaki Görünüşü”, Dünya Edebiyatında  İstanbul, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara, s.377-383, 2010.

Güncel Haberler