Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Prof.Dr Süleyman Uludağ’ın Prof.Dr. Mustafa Kara’nın “Din Hayat Sanat Açısından Tekkeler ve Zâviyeler” isimli kitabına 1977 yılında yazdığı önsöz bugün de önemini korumaktadır.
Metin, “Tasavvuf nedir, ne değildir?” anlamında önemli bir kaynak olarak literatürde yerini almıştır.
…………………..
(…….) Konuya böyle girişimizin sebebi, her devirde bazı çevrelerin tasavvufa ve onun dayandığı tekke müessesesine, İslâm’ın meşru bir ürünü değil de gayr-ı meşru bir mahsulü nazarı ile bakmalarıdır. “Bugün anlaşılan manada bir tasavvuf Hz. Peygamber zamanında yoktur”, diyenlere: “Peki bugün anlaşılan mânada fıkıh, Hz. Peygamber zamanında var mı idi?” sorusu sorulmalıdır. “Vardır” derlerse bu insanlarla hiç konuşulmamalıdır. Çünkü verdikleri cevapla İslâmiyet hakkında hiçbir şey bilmediklerini ortaya koymuştur. Cahillerle yapılan tartışmalardan olumlu bir netice çıkmaz. (İmam-ı Azam Kitap ve sünnetten 500.000 (Yarım milyon) meselenin hükmünü çıkarmış ve 4.000 fetva vermiştir.)
1.İslâmî bir kaynağa dayanmadığı iddia edilen yegane ilim tasavvuf değildir. Fıkıh ilminin Roma hukukundan alındığı, Tefsirin İsrâiliyâttan ibaret olduğu, Kelâmın Yunan felsefesinin bir uzantısı bulunduğu iddia edilmemiş midir? İbn Teymiye ve Vehhabîlerin Kelâm ilmine muhalefetleri tasavvuftan daha az şiddetli değildir.
2.Tasavvufu red ve tenkit edenler, ekseriya cahil ve mutaassıp kimseler veya zümrelerdir. Vehhabîler ve Kadızâdeler gibi.
3.Tasavvuf bir zevk (tatma), bir neşe bir meşrep meselesidir. Tasavvuf zihniyete ve hayat tarzına yatkın olmayanlar, rasyonalistler ve zâhirperestler ilmî ölçüleri bir yana bırakarak hissi hükümler vermekte, içinde yaşamadıkları ve onun için de yabancısı oldukları bu âlem hakkında gelişigüzel konuşmaktan kendilerini alamamaktadırlar.Bazı kimselerin biraz küçümseyerek, biraz da alay ederek tasavvuftan bahsetmelerinin sebebi budur.
Bun noktada da tasavvufa yöneltilen itiraz ve ithamları aynen tefsir ve kelâm ve hatta fıkhı müdafa etmek için söylenecek söz ne ise tasavvufu savunmak için söylenecek söz de odur. Arada hiçbir fark yoktur. En basit bir araştırma bile bize gösterir ki tasavvuf sahasında yazılan eserler, -misâl olarak söyleyelim- Fıkıh sahasında yazılan eserlerin en az iki mislidir. Bu demektir ki tasavvufun İslâm cemiyeti üzerinde icra ettiği tesir, başka hiçbir ilim tarafından icra edilmemiştir. Cemiyet üzerinde bu kadar derin tesirler meydana getiren tasavvuf hakkında kısaca malumat verelim.
Tasavvuf, İslâm dininin özü ve ruhu demektir. Zâhiri ilimler İslâm’ın bedeni, bâtınî ilim demek olan tasavvuf ise ruhudur. Bedensiz ruh, ruhsuz beden düşünülemez. Esasen mistiklik ve sırrîlik belli ölçüde her dinde mevcuttur. Bu özelliği taşımayan din zaten din değildir. Bu itibarla İslâm dininde de bir mistikliğin ve sırrîliğin olacağı pek tabiidir. İslâm’a has olan mistisizmin adı tasavvuftur.
Âyet ve hadislerin içinde mündemiç bulunan bu mânadaki mistisizmin İslâm’ın ruhuna aykırı olamayacağı, tersine İslâm’ın ruhunu teşkil edeceği pek tabiidir. Onun için büyük ve meşhur mutasavvıflar tarafından anlaşılan ve anlatılan tasavvufta İslâm’ın umumî esaslarına muhalif hiçbir şey yoktur. Mutasavvıfların sözleri İslâmî öze ait izah ve tefsirlerden başka bir şey değildir.
Attar’ın da dediği gibi, “Sûfîlerin sözleri Kur’ân ve sünnetin şehrinden ibarettir.” Ebu Muhammed Cerirî: “Tasavvuf her nevi güzel huyla bezenmek, büyün kötü huylardan arınmaktır. Ebu Hafs Haddâd: “Tasavvuf edepten ibarettir.” Der.
Semnûn Muhibb: “Tasavvuf, hiçbir şeye mâlik olmamanın, hiçbir şeyin de sana mâlik olmamasıdır. Müzeyyin: “Tasavvuf, Hakk’a boyun eğmektir.”
Başkaları ne derse desin en yetkili sûfîlere göre tasavvuf işte budur. Bu tariflerde anlatılan tasavvufun neresi şeriata aykırıdır?
Ebu Hamza Bağdadî: “Hakiki sûfînin alameti; zengin iken fakir, aziz iken zelil ve meşhur iken meçhul hale gelmesidir. Sahte sûfînin alameti ise fakir iken zengin, zelil iken aziz ve meçhul iken meşhur hale gelmesidir.”
“Ben buyum” diyen bir kimseye: ”Yok sen o değil, şusun” demek hatalıdır. Onun için tasavvufu da, sûfîleri de mutasavvıflardan öğrenmelidir. Yukarıdaki tariflerle anlatılan sûfînin ideal bir müslüman (veli) olduğu inkâr olunabilir mi?
Ebu Said Harrâz: “Zâhirî hükümlere aykırı düşen her bâtın bâtıldır. Ahmed b. Ebu’l- Havarî: “Resulüllah’ın sünnetine tâbi olmadan amel edenin ameli bâtıldır.
Şah Şucâ’ Kirmânî: “Bir kimse gözünü haramdan ve nefsini süfli arzulardan korur, içini daimî murakabe ile, dışını sünnete tabi olarak imar eder ve kendisini helâl yemeye alıştırırsa onun firaseti hata etmez.” Verdiği hükümler ve yaptığı tahminler tam isabet kaydeder. Böyle birisine gelen ilham hatalı olmaz, sıhhatli olur.
Serîyyüs Sakati, yeğeni ve müridi Cüneyd’e şöyle dua etmişti: “Allahım seni muhaddis-sûfî kılsın, sûfî-muhaddis kılmasın.” Yani hadisin ve zâhirî ilimleri tahsil ettikten sonra tasavvufa intisab eden bir sûfî olasın. Önce tasavvufu, sonra hadisi ve zahiri ilimleri öğrenen sûfî olmayasın.
Seriyyü’s-Sakatî: “İnsan önce zühd ile işe başlar, sonra hadis ve zâhirî ilimleri tahsil ederse ayağı sürçer, hata eder; fakat önce hadisi ve zâhirî ilimleri beller, sonra zühde ve tasavvufa intisab ederse işini sağlamlaştırmış olur.”
Ebu Bekir Verrâk: “Bir kimse (tasavvufu) ve fıkhı bir yana bırakarak kelâm ilmi ile iktifa ederse zındık olur; kelâm ve fıkıh ilimlerini bir yana bırakarak zühd ile iktifa ederse bid’atcı olur; zühd ve kelâmı terk ederek fıkıh ile yetinirse fâsık olur. Bu ilimlerin hepsini tahsil edenler kurtuluşa ererler.” İslâmî ilimlerin her dalında belli bir ölçüde bilgi sahibi olmak, iyi bir dinî kültüre mâlik olmak isabetli değerlendirmeler için şarttır. Fıkıh bilmeyen fakat tasavvufta derinleşen zındık, tasavvuf bilmeyen fakat fıkıhta derinleşen fasık olur”, sözü de buna yakındır.
Hicrî 150 tarihine kadar seyrek surette rastlanan sûfî deyimine bu tarihten itibaren biraz daha sık şekilde rastlanmaktadır. Fakat hicrî 150-200 tarihlerinde vefat eden İbrahim b. Edhem, Şakik Belhî, Fudayl b. İyaz, Marûf Kerhî ve Davud Tâi gibi meşhur zahidlerin bile sûfîlikten ziyade zühde mensubiyetle tanındıkları da bir gerçektir. Demek oluyor ki H. II. asrın ikinci yarısında bile bütün zahidleri şumûlüne alabilen bir Sofîyye zümresi meydana gelmiş değildir. Zaten Kuşeyrî’nin ifadesinden anlaşılan da budur: Kuşeyrî bu konuda; “Tasavvuf ve sûfiyye H. 200 senesinden evvel ehl-i sünnetin büyüklerinin unvanı olarak meşhur bir deyimdir.” der.
Tasavvuf ve sûfiyye deyimleri ilk defa Sünnîler tarafından ve saf İslâm rûhanî hayatını ifade etmek için kullanılmıştır.
İslâm dünyasının en ücra köşelerin kadar teşkilatını götürmeyi başarmış olan ve dinin yayılışında en büyük rolü oynamış olan tekkenin kuruluşu hakkında kaynaklar şu bilgiyi verir: “Ve kezalik ilk hangâh ki sûfîler için bina ettiler, oldular kim mahall-i Şam’da eylemişlerdir. Ve onun sebebi ol idi ki bir emir bir gün ava gitmişti ve yolsa gördüğü bir taifeden iki kimesne birbiriyle buluştular ve elleriyle birbirini tutup kucaklaştılar ve hemen orada oturdular ve taamdan neleri varsa ortaya koyup yediler. Ba’dehü vedalaşıp ayrıldılar. Emir onların bu halini çok beğendi ve “Siz birlikte cem olasınız” diyerek ilk hangahı Remle’de kurdu.
İslâm ilimlerine mensup olan hiçbir âlim insanı tasavvufun anladığı kadar iyi, güzel ve mükemmel olarak anlayamamıştır. İnsan ruhunun mahiyetini ve hakikatini doğruya en yakın şekilde teşhis eden sûfîlerdir. İnsanı, aşağıdaki beytlerde tasvir edildiği şekilde anlayabilmek için sûfî olmak şarttır.
………………
Anadolu’yu mânen fetheden ve maddeten imar eden tekke mensuplarının halefleri o hale düştüler ki seleflerin bıraktıkları eserlere yenilerini ilave etmek bir yana o eserleri korumak ve devam ettirmek gücünü ve ehliyetini bile gösteremediler. Hatta içinde yaşadıkları ribatlar, dergâhlar, hangâhlar ve asitâneler harabe ve virane bir hale gelirken buna bile ilgisiz kaldılar. Bakımsız kalan dergâhlar köpeklerin barındıkları viraneler, kedilerin dolaştıkları mezbelelikler, hayvanlaşan insanların vakit geçirdikleri mezellethâneler haline geldi. Cumhuriyet -hatta Tanzimat ve Meşrutiyet- nesli tekkeyi bu hali ile tanıdı, tasavvufu böyle bir kıyafet içinde gördü. Bunun için tekkeden tiksindi, nefret etti, tasavvufu reddetti. (Uludağ, 2015:14- 35)