ŞAHİDİNİN ANLATIMIYLA SARIKAMIŞ FACİASI


Türkiye Cumhuriyetini Neo-ittihatçı devlet adamları kurduğundan ve daha sonra Türkiye Cumhuriyeti'nin tarihini de Neo-ittihatçı yazarlar kaleme aldığından dolayı Türkiye'de birçok karanlık olay ve facianın maalesef hala üzeri örtülmeye ya da destan olarak tanıtılmaya devam ediyor

 

İttihatçı lider Enver Paşa'nın bir destanı olarak gösterilen Sarıkamış faciası da bunlardan biri.. Sarıkamış faciası 90.000 askerimizin Enver Paşa'nın kazanmak istediği bir tafra uğruna ortaya çıkmış bir faciadan başka bir şey değildir. Yakın tarihimizi Neoittihatçı kalemlerden değil, bizzat olayın adısanı bilinmeyen kahramanlardan ve yakın şahitlerinden dinleyerek ancak anlayabiliriz.

 

İşte o kahramanlardan biri olan,Sarıkamış Faciası’nın şahitlerinden Rizeli Molla İsmail, Sarıkamış faciasını şöyle anlatıyor:

 

(…..) Molla İsmail Rize Askerlik Şubesi’ne müracaat ediyor. Muafiyetlerinden faydalanmak istemediğini ve gönüllü işlemi yapılarak askere sevk edilmek istediğini söyleyince, kabul ediliyor ve eğitim merkezi olan Erzincan’a sevk ediliyor.

 

Sivil elbise ile yola çıkıyor. Hamsili ekmek ve bir torba salatalık yanına almış ve yola çıkmıştır. Çano deresini yukarı doğru takip ederek Büyükköy, İslahiye, Güneysu, Salarha, Kalkandere üzerinden, Of, Çaykara istikametiyle Yağmurdere-Gümüşhane-Kelkit yolu takip edilerek yaya olarak Erzincan’a ulaşmıştır. İsmail Efendi 12 gün süren bu yolculuk sırasında birçok sıkıntılarla karşılaşmıştır. Meselâ, geceleri cami avlularında yatıyorlardı. Bütün bir bölgenin asker evlatları hep aynı yoldan Erzincan’a gidiyordu. Çok kalabalık bir kütle, onların ihtiyaçlarını bir düşünelim. Devletin hiçbir yardımı yok. Kendi imkânlarıyla Erzincan’a ulaşıyorlar!..

Bundan sonrasını Molla İsmail’in ağzından dinleyelim: Erzincan’da Askeri Eğitim Merkezi’ne gidip kıtaya dahil olduk, herkesle beraber. Eğitim merkezinde hemen talim görmeğe başlamıştır asker. Devlet, önceleri bu acemi erata elbise ve ayakkabı verememiştir. Kendi elbiseleri ile eğitime devam etmiştir tüm askerler. Ancak basit bir sıcak yemek (karavana), arazide eğitim görmek için yürüyüş yapıldığında ise “kuru tahin” veriliyordu.

Daha sonra bir başlık ve bazı askerlere sadece kaput verildi. Birçok asker sivil elbiseleriyle talime çıkıyordu. Tabur halinde yürüyüşe çıkan askeri birlik, dışardan bakılınca renk cümbüşüne benziyordu. Değişik renkli elbiseler ile taburun hali, tarlaya giden köylü kadın sürüsünü andırıyordu. İşte Ekim 1914 ayı böyle geçti Erzincan’da.

Her yaştan, her meslekten asker vardı aramızda. Kanun kaçakları, mahkûmlar bile vardı aramızda. Esasen o sıralarda, devlet af çıkarmıştı savaşa gitmek istemeyenlere. Bu yüzden kanun kaçakları çoktu aramızda. Eşkıyalıktan gelmiş olanlar da vardı.

Rizeli olup, “Velâlı Zelkif” diye kendisinden bahseden bir eşkıya asker vardı ki, hepimizden yaşlı idi ve gerçekten eşkıya idi o. Ömrü dağlarda geçmişti onun. Bu Zelkif dikkatleri hep üzerine çekiyordu.

Eğitim ilerledikçe, bizlere tüfek verildi. Tüfekli bir nişan alma eğitimindeyiz. Karşımıza, hayali düşman olarak taşlar dizilmişti. Herkes bir taşa nişan alıyordu. Zabitler gelerek göz, gez, arpacık hedef uyumunu inceliyorlardı.

Genç bir zabit, Zelkif’e gelip ders vermeye başlayınca, Zelkif;  “Sen bu işten anlamazsın” diyerek zabiti uzaklaştırdı başından. Bunun üzerine yüzbaşı

- Allah cezasını versin bunların; bu rastgele toplanmış adamlarla muharebeye girilir mi? diye yakınıp durmuştur. Zelkif’in uzun seneler kanun kaçağı olarak dağlarda dolaştığı zabitler tarafından biliniyordu. O bakımdan pek fazla üzerine varmıyorlardı.

Erzurum’da Muharebe

2 Kasım 1914 tarihinde, Rusya Osmanlı’ya savaş ilân etti ve hemen saldırıya geçtiler. Kasımın onuncu gününde Ruslar Köprüköy civarında durduruldular. Bununla beraber savaş devam ediyordu. Kasım ayının o günlerinde bizleri Erzincan’dan Erzurum’a hareket ettirdiler. Yani Erzincan’da eğitimimiz güya tamamlanmıştı.

Erzurum’a yaya gitti bütün asker. Kaç günde bu yol yürünür! Soğuk bir yandan, gıdasızlık bir yandan. Subaylar ata binebiliyor. Askeri malzemeler, cephane, mekkâre denen (at-katır) taşıma kollarıyla taşınıyor. Asker mecburen yaya yürüyor. O devirde demir yolu henüz yapılmamıştı. Devletin sadece bir kaputu var üstümüzde, bir de başlık. Diğer giyimler ve ayakkabılar bizim sivilken giydiklerimiz. Yol üstündeki köylerden yiyecek alabiliyorduk. Fakat subaylar buna müsaade etmediler. Zira arada bir Ermeni köyü vardı ve onlar zararlı maddeyi askere satıyorlardı. Korunma tedbiri alınmıştı bu suretle. Askere yolda “tayın” yani kuru yiyecek veriliyordu.

Beklenen Gün

Nihayet Erzurum’a ulaştık. Artık muharebeye girilecek. Doğrudan doğruya Hasankale Pasinler’e sevk edildik. Rus, Hizardere mevkiindedir. Savaş hazırlığı yapıldı; askere mermi dağıtıldı. Her an savaşa girebiliriz.

Artık Ruslar, Hasankale’dedir. 1914 senesi Kasım ayının yarılarına doğru bir sabah taarruz emri verildi bize. Hızardere’de muharebeye başladık. Karşılıklı mavzer atışlarıyla savaşılıyordu. Yer yer süngü muharebesi başlamıştı. Yokuş yukarı, Rusla süngü muharebesi yapıldı. Düşman, Hızardere yokuşundan yukarıya süngü muharebesi ile çıkarıldı, tepeden arkaya atıldı. Ancak, o yokuşta epeyce şehit verildi. Bu muharebede Rus askeri de süngü kullandı. Yokuşun yarısında, bir Türk askeri ile bir Rus askerinin, karşılıklı olarak süngüleşmiş olduklarını, herbirinin süngüsünün diğerinin karnına saplanmış halde, elleri tüfeklerinin kabzasında, ikisinin de ölmüş olduklarını bizzat gördüm. Asker de bu manzarayı gördü. Muharebe tam olarak başlamış oldu.

Demek istiyorum ki düşmanın Hasankale’den çıkarılması kolay olmadı. (Bu yerleri, gençlerin gidip görmeleri tavsiye olunur). Şehitler defnedildi, yaralılar geri gönderildi ve sağ kalanlar yani gazi olanlar savaşa devam etti. Kıtada eksik yerler geriden gelen yedeklerle dolduruldu. İlk başlarda muharebe düzenli devam ediyordu.

Artık Aralık ayı (Kânunievvel) geldi. Bir ay savaş devam etti. Bu muharebe, Narman’ı geri alıncaya kadar sürdü. Düşmanın giyimi bizden iyi idi. Biz soğuktan titriyorduk. Rus askerlerinde üşümek yoktu. Ayaklarında çizme, üstlerinde meşin yelek ve gocuk, başlarında kalpak vardı.

Bizler vurulmuş Rus ölülerinin kıyafetlerini görüyorduk, pek iyi giyinmişlerdi. Ne yalan söyleyelim, onların bu halini kıskanıyorduk doğrusu! Ruslar göğsü açık savaşıyorlardı. Hele Kazak askeri, o soğukta, adeta yaz ayı imiş gibi yakaları açık harp ediyorlardı bizimle! Bir ara, bizim kumandana niçin göğüsleri açık harp ettiklerini merakla sorduk.

Kumandan bize:“Onları içki içirip muharebeye sokuyorlar, Alkol ve şarap onları sıcak tutuyor. Baksanıza, başı açık olanları da var onların. Hem üşümüyorlar, hem de şuurları uyuştuğundan korkusuzca, deli gibi saldırıyorlar bize. Ne var ki alkolün etkisi birkaç saat sonra geçecek, o zaman üşümeye başlayacaklar, şuurları açıldığı zaman da korkmaya başlayacaklar ve muharebeyi bırakabilecekler, hatta geri çekilecekler, onun için bizim bu muharebede sabırlı olmamız lazım” dedi ve maneviyatımızı yükseltti bizim.

Gerçekten de iki saatten fazla dayandıklarını görmedik. İki saat iyi savaşıyor Ruslar, iki saat sonra kaçıyorlardı cepheden. Zira alkolün etkisi kayboluyordu ve onlar da şarapla beraber sönüyorlardı!

Yoklukla Savaş

Muharebe başlangıcında, birkaç gün, karavana çıkarıldı bize. Ondan sonra karavana işi unutuldu. Kuru gıda verildi. Bir zaman geldi ki kuru gıda dahi bulamaz olduk. Bir yandan kar yağıyor, rüzgâr fazla, soğuk müthiş. Ne bulursak yiyorduk. Kuru ekmeğe şükrediyorduk. Ölmüş Rus askerlerinin elbise ve çizmelerini giyen arkadaşlarımız vardı. Zabitler de asker gibi, onlar da yiyecek sıkıntısı çekiyordu. O muharebeler sırasında yakın köylerden yiyecek satın alabiliyorduk. Ama askerin köylere girmesi sakıncalı bulundu ve buna bilahare müsaade edilmedi. Çünkü köye giren gizlenebiliyordu. Kaçmaları önlenmek için yasak konuldu. Ayrıca köylerde Ermeni de var. Ermeniler Türk askerini öldürüyorlar; hiç olmazsa, sattıkları yiyeceklere zehir koyuyorlar.  

Yalnız, mekkârenin (at, katır vs.) yiyecekleri mümkün mertebe ihmal edilmiyordu. Onlar da makineli tüfek gibi, çok iyi korunuyordu. Mekkâre eri olmadığımıza pişman oluyorduk. Hele hele süvari askerini kıskanıyorduk.

Subaylar da bizim gibi aç kalıyorlardı. Ancak onların ceplerinde arpa taşıdıklarını gördüm. Gizliden gizliye arpa yiyorlardı. Yani ceplerinde kavrulmuş arpa bulunduruyorlardı. Bunu belli etmeden yiyorlardı. Elleri üşüyen insan, ellerini ağzına götürüp, nefesiyle ellerini, “hoh” diyerek ısıtır ya! İşte onun gibi “hoh” derken elindeki arpayı ağzına koyuyor, sonra yavaş yavaş belli etmeden çiğniyorlardı. Yani arpa yediklerini erden gizliyorlardı. Çünkü arpa mekkârenin idi. İşte subayı bile böyle olan ordumuz düşmanla savaşıyordu!

Ağaçlık yer bulunca orada geceliyorduk. Gece ateş yakıp ısınıyorduk. Asker bitlenmişti. Tifoya yakalananlar çok. Tifüsten ölenler var. Soğuk, zaten en büyük düşmanımız. Açlık hakeza! Bütün bu kötü şartlara rağmen savaşıyorduk… Niçin? Yurdumuzu, milletimizi, dinimizi, namusumuzu korumak için. 

Muharebe sırasında atlar, katırlar da vuruluyorlar ve ölüyorlardı. Sonra bunların etlerini, ateş buldukça pişirip yiyenler vardı. Derilerini soyup da, çizme misâli, ayakkabılarının üzerine, dize kadar saranlar vardı. Deri kuruyunca çizme hizmeti görebiliyordu. Asker onu bir daha çıkarmıyordu. Zaten çıkarıp da ne olacak. Yatakta yatmak yok artık! Daha henüz muhasarada değiliz. Kendi bayrağımız altında savaşıyoruz. Bu şartlarda savaşarak Rus’u Hasankale’den Narman’a kadar sürdük ve Narman’ı aldık. 

Rus acıkınca savaşmıyor. Hiçbir çatışmada 4 saatten fazla dayandıklarını görmedim. Sarhoşluğu geçince geri çekiliyor. Böylece Narman’ı geri aldık. Narman Erzurum’un kuzeyinden doğuya doğru ilerleyince gidilebilen bir yer. Yaylada küçük bir kasaba. Düzlük bir yaylanın ortasında. Biz dağlardan savaşarak ilerlediğimiz için çok zaman geçmiştir.    

Narman civarında birkaç gün kaldık. Narman’da az çok gıda maddesi bulabildik. Bazı köylerden yiyecek aldık. Zabitler bizi uyardılar gene. Oralarda Ermeni köyleri bulunduğunu söylediler. Ermeniler gıda maddelerine zehir katabilirler. Dikkat edilmesini tembih eylediler. Görünen hiçbir halkla ilişki kurulmamasını bildirdiler. Ermeni halkını Türkten ayırt etmek çok güçtür. Yaşamı ve her şeyleri Türk’e benziyor. Kıyafetleri, konuşmaları, ev hayatları bile oranın Müslümanlarına benziyor. Askeri, evlerine davet ediyor ve sonra öldürüyorlarmış.     

Nihayet Narman’dan doğuya doğru taarruz başladı. Allahüekber dağlarında savaşarak Bardız’a kadar ilerledik. Bardız, Allahüekber dağlarının ortasında, kıble tarafına doğru düşmektedir. Dağlarda çam ormanı var. Kar var. Arazi iyice yükselmiştir. Ormanda gecelemek, açık ovada gecelemekten daha uygun oluyor. Hiç olmazsa ateş yakabiliyorduk. Tabii Rus’a görünmemek şartıyla.

 Bardız ve Sonrası

Evet, Bardız’ı almak kolay olmadı! Çok şehit verdik. Sadece bizim tabur değil, bütün kolordu zayiat verdi. 9. ve 10. kolordular Bardız’ı aldıktan sonra asker arasında duyduğumuza göre, Enver Paşa İstanbul’dan gelmiş, bu başarılarından dolayı askeri tebrik etmiş. Kendisi oradayken Sarıkamış’ın da kurtarılmasını istemiş. Daha sonra da 40 sene evvel Rus’a kaptırılmış olan Kars’ın da kurtarılmasını istemiş. Bunun için öncelikle hemen Sarıkamış’ın alınması gerekli! Böylece Harbiye Nazırı Enver Paşa, şark cephesinde bir hafta kalmak suretiyle, Rus’u yenecek ve Kars’ı kurtarmış muzaffer bir paşa olarak İstanbul’a dönmüş olacak. Bu hayal bile insanı sarhoş etmeğe yeter.

Kurmay heyeti, askerle beraberdir. Gerçeği bilen kurmay heyeti, her şeyi dosdoğru Enver Paşa’ya anlatmıştır. Şöyle; Askerin 1,5 aydan beri savaştığını, askerin yorgun düştüğünü, istirahat etmesi gerektiğini, bu soğukta askerin giyiminin çok kifayetsiz olduğunu, gıda stoku kalmadığını, Sarıkamış’ı almak için Allahüekber dağlarını aşacak imkânın ellerinde mevcut olmadığını, mekkârenin nerdeyse dökülme safhasına geldiğini, bu karda, bu kışta taarruzun bir işe yaramayacağını, Sarıkamış alınsa bile çok zayiat verileceğinden kalan askerle Sarıkamış’ı muhafaza etmek ve elde tutmanın mümkün olmayacağını Enver Paşa’ya anlatmışlar.

Aslında Rusların da bitmek üzere olduğu, uygun hava şartlarının gelmesi ile taarruza geçilmesini, o zamana kadar Rusların değil güçlenmek, hatta çekilip kaçacağı görüşü ileri sürülmüş.Ama İstanbul’a zafer fiyakasıyla dönmeyi aklına takmış olan Enver, hiç kimsenin görüşünü kabul etmemiş, hatta kurmay heyetinden birini de silahını çekip öldürmüş. Asker arasındaki konuşmaya göre Yusuf İzzettin isimli bir zabiti vurmuş.

Hükümetin en yetkili nazırı, Harbiye Nazırı (Bakan) olarak, başkomutan olarak emir vermiş, 10. Kolordu ile 9. ve 11. Kolorduları da kendi bölgelerinde taarruza kaldırmıştır. Yapar mı yapar? Çünkü Enver Paşa, aynı zamanda Padişahın yeğeniyle evlenmiştir ve saraya damat olmuştur, amma olan millete olmuştur!..

Biz askerler, bu söylenenleri duyuyorduk. Duyduklarımızın ne derece doğru olduğunu tahkik etmek imkânı elimizde yok. Hem elimizde imkân olsa tahkik bizim görevimiz değildi ki. Bize ne emir verirlerse onu yapmakla mükellefiz. O kadar! Ne var ki ilgilenmeden olmuyor. Yanlış bir karar verilirse, iş dönüp dolaşıp askerin üzerine yıkılıyor. Cephede ölen zabit ile asker oluyor. Enver Paşa’ya bir şey olmaz. Asker bunu biliyor. Hasankale’den Bardız yaylasına kadar savaşarak gelen asker çok şey öğrenmiştir artık.

Durup dururken birden bire Enver Paşa’nın ortaya çıkması askerin dikkatini çekmiştir. Asker bir haber almak için kulak kabartmaktadır. Çünkü en sonunda hayat meselesi var. Can tatlıdır.

Silahımız, cephanemiz var. Yiyeceğimiz, giyeceğimiz eksik. Zabitlerimiz (subaylarımız) de bizim gibi. Onlar da bizim gibi düşünceli. Zabitlerin çehresinden olan biteni ve olacakları okumaya çalışıyorduk. Onların da evleri, aileleri var. Zabitler, askere çok iyi davranıyorlar. Savaşın ilk gününden beri bizimle kardeş gibi omuz omuza düşmanla savaşıyoruz.

Enver Paşa onlar gibi değil. Kafası kızdığında önce zabiti vuruyor. Gelip de erleri tek tek vuracak değil ya. O bakımdan zabitlerin bu sıkıntılı hallerini iyi anlıyorduk ve onların hiçbir emirlerini ters karşılamıyor, anında yerine getiriyorduk! Kısaca er ile zabit bütünleşmişti. Ordu yekvücut olmuştu. Ne var ki Enver Paşa araya girip her şeyi bulaştırmasaydı.

Enver Paşa önce askeri teftiş etmiş. Kendisi atın üstünde, ince bir elbise giyerek, soğuğa meydan okuduğunu anlatmak istemiş. Sözde askere örnek oluyormuş, üşümemekle!

Fakat biraz sonra bir kaput giymiş üstüne, daha sonra bir başka şey daha giymiş. Asker arasından uzaklaştıkça giyimlerini de arttırmış. Bu mesele asker arasında hep duyuluyordu.

En doğru olarak bildiğim şu ki Enver Paşa, harp meydanında rütbe kazanmış bir kumandan değildir. İhtilal yaparak iş başına gelmiştir. Gaddardır. Askere acımaz. Kendisi de korkusuz bir adamdır. Tecrübeli zabitleri dinlemez. En ön siperlere kadar girip muharebe saflarında dolaşır. Korkusu hiç yok. Ama tedbir almaya da hiç alışık değil. Oysa ki bizim dinimizde tedbir almak tavsiye edilir. Şöyle ki: “Tedbiri eksik alıp da meydana gelen felaketten ötürü takdir-i İlahîye iftira etme” denir. Bu önemli bir düsturdur. Enver Paşa’da bu yok.

Sarıkamış Faciası

22 Aralık 1914 tarihinde kolordu olarak, Bardız yaylasından Sarıkamış’a doğru, yani dağları aşmak üzere taarruza başladık. O gün ikindi vaktine kadar düzlük araziden ilerledik. Rusdan hiç ateş yok. Karşımızdaki dağlarda orman var. Akşama kadar ormana ulaşırsak başaracağız kısmen. Rus bizi görüyor. Rus ormanda gizlenmişti. İkindiye doğru askerimiz Rus ateş hattına girmiş oldu.

İşte ne oldu ise bu anda oldu. Rus üç taraftan birden ateş etmeğe başladı. Sağdan, soldan ve önden müthiş bir ateş yağmuruna tutulduk. Şaşırıp kaldık. Toparlanıncaya kadar kırıldık. Toparlansak ne olacak sanki! Biz açıktayız. Açıkta yakalandık Rus siperinde. Biz de ateş etmeye başladık ama kırıldık, bittik. Açıkta yakalanan asker berbat oldu. Büyük kısmı şehit oldu. Arazide diz boyu kar var. Karın üzerinin kandan kızardığını gördüm. Kısaca fena vaziyette pusuya düşürüldük. Şehit olmayanların da büyük kısmı yaralandı. Yaralanmayan çok az asker kaldı. Ben de yaralanmayanlar arasında idim. Akşamın geç saatlerine doğru askerimiz yok olmuştu artık.   

O gece müthiş bir don vardı. En küçük yarası olan bile karın üstüne düşmüş, beklemek zorunda. Kimsenin gidebileceği yer yok. Yaralıların hepsi o gece dondu. Sabaha kimse kalmadı.

Şunu söylemeden geçemeyeceğim: Ben, o gece yarısına kadar, o yaylanın Kur’an sesi ile inlediğini çok iyi hatırlıyorum. Çünkü o günkü asker Kur’an okumasını biliyordu. Yasin’i bilmese de hemen herkes namaz surelerini biliyordu. Herkes ölmek üzere olduğunu biliyordu. Savaşta ölen ilk başta zaten ölmüştü. Yaralananlara gelince, onlar da gece sabaha sağ çıkamayacaklarını biliyorlardı. Kan kaybından, soğuktan öleceklerini biliyorlardı. Kısaca herkes kendi Kur’an’ını kendisi okuyordu. Yani askerimiz henüz şehit olmamış yarı mevcudu Kur’an okuyordu. Bu ne demektir? Mahşer gibi.

Ne var ki gece yarısından sonra Kur’an sesleri kesildi. Çünkü yaralıların hepsi öldü. Kolordu şehit oldu. Asker dondu. O manzarayı hatırlamak bile kanımı donduruyor. Üstelik ben o hali gördüm ve o hali yaşadım.           

Sadece Kur’an okunuyor. Ağlamak yok. Çünkü ağlamak demek bir ümit beklemek, bir ışık beklemek demektir. Herkes öleceğini biliyor. Ne bekleyecekler? Niçin ağlasınlar? Nasıl asker silah altına giderken azığı ile gelme hazırlığına girişmiş idi ise, tıpkı onun gibi, şahadet kapısından geçmesi kayıtsız şartsız kesinleşmiş askerin de Allah’ın huzuruna çıkarken, onun kitabından birkaç sure okuma hazırlığı vardı, girişimi vardı. Ağlama yoktu ve ben duymadım. Sadece Kur’an sesi duydum. Ben de Yasin okudum. Gece yarısından sonra ses kesildi. Artık kolordunun sustuğunu ben de anladım!..

Ben yaralanmamıştım. O düzlükte, o karanlıkta yalnız kaldım. Nereye gidebilirdim. Soğuktan donabilirdim. Aklıma geldi ki yaralıların arasına gireyim. Böylece birkaç kat giysinin içinde sabahı buldum. Kısaca gece ayazı her şeyi dondurdu.

Sabah oldu, yerimden doğruldum, karın içinden ayağa kalktım. Elbisem hep kan olmuş. Şehitlerimizin mübarek kanları elbiseme damlamış ve beni de kızartmıştı. Çevreme baktım. Ses yok. Acaba sağ kalan kimse var mı? Yüksek sesle, bağırarak künyemi okudum. Kimse var mı diye bağırdım. 200 adım öteden bir kişi daha doğruldu karın içinden. Böylece 10 kişi daha karı içinden toplandık. 

Toplandık ama; Karşıda çamlık var. Çamlığa girip ateş yaktık, ısındık. Elbiselerimizi temizledik. Eksiklerimizi tamamladık. Silahımızı, cephanemizi tamamladık. Hadsiz hesapsız silah sahipsiz kalmıştı. Atlar da ölmüştü. Tek tük sağ kalmış at, katır var. Onlar da karın üzerinde yatan arkadaşlarının çevresinde duruyorlar. Her halde onlar da ölümü idrak edememişler, şaşırıp kalmışlar şu insanların yanlış işlerine!

Ey bu söylenenleri dinleyen, okuyan insanlar! Zannetmeyiniz ki İsmail İrfanoğlu bunları kitap okuyarak bir yerden öğrendi! Zannetmeyiniz ki İrfanoğlu İsmail bu söylediklerini bir başkasından duyup da anlatmıştır. Asla ve haşa! Bunları bizzat gözlerimle gördüm, bizzat ben şahit oldum. Ne var ki ben onları tam göremedim, gördüklerimi de tam anlatamadım. Çünkü görme ve duyma kudretimizi kaybetmiştik!...

Bizim taburdan 10 kişi sağ kalmıştık. Yani ordumuz kırıldı. Subay da kırıldı. Silah ve cephane ile her taraf doldu! Silah, cephane var, ama onu tutacak el, kol yok artık. Neye yarar o demir parçaları? Ordu yok oldu.  

Diğer taburlardan da bazı canlılar var tabii. Toplandık. Konuşuyoruz. Yine dedikodu devam ediyor. Kesin olmamakla beraber duyduğumuza göre; Enver Paşa, taarruz başladığında bizimle beraber imiş. Neticeyi görünce kaçmış. 400 atlı birliği varmış. 40 atlı ile kaçmış.

Ertesi gün, sağ kalan bizler, Rus’u görmedik bile! Rus yok ortada. O da şaşırıp kalmış bu halimize! Rus, bizleri muhasaraya almış artık, bunu biliyorlar tabii. Onun da kurmay heyeti var. Acele etmiyorlar. Sağ kalan bir avuç ordu artığından, Rusa ne zarar gelir? Hiç. Ruslar için bu böyle! Ya bizler için ne var! Oradan çıkabilir miyiz acaba! Ne harita var, ne pusula! Ne yöne gitmek lazım, bilen yok. Bir gün evvelki arkadaşlarımızdan kimse kalmadı ki. Ne tanıdık var, ne de bildik. Ne zabit var, ne çavuş var, ne de komutan!.. Hepsi şehit oldular.

Yapabilecek tek iş var: Şehit yığınlarının arasından, kar içinden çıkıp en yakın ormana sığınmak, her canlının hiç düşünmeden, sevk-i tabii ile (içgüdü ile) yapacağı iş budur. Sağ kalan atlar da öyle yaptılar. Ne yapsınlar, onlar da kader arkadaşlarımız. Yaktığımız ateş çevresinde atlarla beraber ısınıyoruz. Yemek ihtiyacı kimsenin aklına gelmiyor. Ateş etrafında toplananlar, kendi aramızda manga teşkilatı oluşturduk. Derken takım oluşturduk. O kadar! Daha büyüğü kurulamazdı. Bazen bir zabit çıkıyor ortaya. Hangi bölüğe kumandan olacak! Sonra kim emir dinler ki!

Artık muhasaradayız. Şehitlerin kaputlarını da giyiyoruz. Silahlar alesta, mermi hesapsız. Akşam oldu o gün. Çamların altında oturuyoruz.

Bu çam altı sığınağında ateş yakıyoruz. Ateş çevresinde halka oluşturuyoruz. Isınınca da uyku bastırıyor. Nöbetleşe uyuyoruz. Çok kere, yanan ateşten çam ağacı da tutuşuyor. Tutuşan ağaç bazen sonuna kadar yanıyor. Onunla da ısınıyoruz. Sıcaklığından da istifade ediyoruz. Birinci gün açlık hissi duyulmadı. 

Aramızda sağ kalan zabit de göründü. O da bizimle beraber ısınıyor. Nöbet programını o düzenledi. O da bizim gibi. Çemberden çıkmayı düşünmüyor bile.

Derken ormanın başka bölümlerinde başka ateşler görünmeye başladı. Demek başkaları da var. Öyle ya, kolorduda kaç tabur vardı. Her birlikten bir avuç kaldıysa, gene bir yekün tutar!..

Yavaş yavaş şaşkınlığı geride bırakan sağ askerler toparlanmaya başladık. Gene sohbetler başladı. Çam altı meskenlerinde anlatımlar başladı. Genelde hep mistik konular işleniyor. Keramet konuları işleniyor. Bir asker şöyle anlatıyor: Benim giyimim zayıftı. Bir şehidin kaputunu ve diğer giyimini alırken cebinden bir saat çıktı. Saatini almak istedim. Saati alırken şehit “alma saatimi” diye bağırınca korktum kaçtım, elbisesini bile almadım. İşte çam altı ateşi çevresinde hep bu gibi şeyler anlatılıyor.

Bir başka asker de şöyle anlatıyor: Şehit bir askerin iyi bir tüfeği vardı. Şehit olmuş ama tüfeği elinden bırakmamış. Onun tüfeğini almak istediğim sırada “alma tüfeğimi” diye bir ses geldi şehitten, tüfeği almadan korkup kaçtım.    

Derken, ertesi gün acıkmaya başladık. Ne yenecek şimdi? Şehit olmuş mekkârenin etlerini, askerler ateşte pişirip yemeğe başladılar. Ben buna alışamadım önceleri. Derken Rus meydana çıkmaya başladı. Hatta gün batısı tarafından, yani Erzurum istikametinden top sesleri gelmeye başladı. Demek oralarda çatışma var. Yani Ruslar oralara kadar gitmişler. Öyle ise çembere alınmışız. Rus çemberi daraltıyor. Ormanda başıboş dolaşan kalıntıları tek tek toplamaya çalışıyor.   

Bir yandan kar yağıyor. Yağan kar şehitleri örtmeye başladı. Bir daha şehit cesetlerini göremez olduk. Artık karlar eriyince, Nisan ayında cesetler meydana çıkacaktır. Rus cesetlerle ilgilenmiyor. Sağ kalan küçük gruplarla uğraşıyor. Bu maksatla yer yer çatışmalar oluyor. Rus bu tepeye gelince biz de karşı tepeye geçiyorduk. Artık Rus’u da ciddiye almıyorduk, hayatı ciddiye almadığımız gibi. Bazen iyi bir fırsat yakalarsak Rus’a kurşun da atıyorduk.

İşte böylece 26 gün geçirdik. Bu 26 gün içinde çeşitli haller geldi başımıza. Bunları bir sıraya koyup takvime göre anlatmak mümkün değil. Aklıma geleni sıra gözetmeden anlatıyorum.

Sağ kalan atlar da ormanda bizimle beraber dolaşıyordu. Onlar da bizim gibi çile çekiyordu. Ruslar atları da yakalıyorlardı. Yani onlar da esir oluyorlardı. Ormanda bir ara katır eti bulunmaz oldu. Zira mekkâre cesetleri, ilk gün kolordunun kırıldığı düzlükte kar altında kaldı. Perakende askerler ormanda dolaşıyoruz. Bir kurtuluş yolu, kaçış yolu arıyorduk. Ne mümkün! Çember günden güne daralıyordu. Erzurum tarafından top sesleri geliyor. Yani o taraf da kapandı demektir. Demek ki sarıldık.

O muharebede, Sarıkamış’ı kurtarmak için uğraşırken 9. 10. 11. kolordular cephede idi. Ben 9. kolorduda er idim. Bu kolorduların toplam mevcudu 100.000 civarında olmalıydı. En çok 10.000 kişi kurtulabilmiştir. Yani 90.000 kişi yok olmuştur. Bir ordunun silah ve cephanesi de gitmiştir. Ayrıca geniş bir vatan parçası da düşman eline geçmiştir. Sırf saraya damat olmuş Enver’in kafasızlığından oldu bu felaket. Oysa Rus bizden daha zayıftı. Öyle ki Rus o zaferinden sonra Erzurum’u işgal etmemiş, Rize-Trabzon’a girememiştir. Ancak 1916 yılının baharında buralara girebilmiştir. Çünkü Rus’un ilerleyecek gücü yoktu. Rus’a zaferi Enver hediye etmiştir. 90.000 kişinin günahı Enver’in boynundadır. (revak.org.tr)

 

Güncel Haberler