Fransız Kaşif, Yazar ve Diplomat Joseph-Fernand Grenard
Yaklaşık 40 yıldır düzenli okumalar yapan bir şahıs olarak hüzünle söylemeliyim ki, ‘okunacak kitap tavsiye eden metinlerde’ popüler kültürün güçlü bir hakimiyeti bulunuyor. Bu egemen kültür belki hiç kayda alınmayacak eserleri toplumun gündemine ‘klasik eserler’ şeklinde sunarken, çağları aşmış çok klasik eserleri ise ısrarla gözlerden kaçırıp, görmezden gelebiliyor.
Nitekim ben de bundan 5 yıl kadar önce Ankara'daki bir sahaf kitap fuarında bu anlamdaki bir cehaletim ile yüzleştim. Kitap fuarında Milli Eğitim Basımevi tarafından 1971 yılında neşredilmiş ‘Babur’* isimli bir kitap dikkatimi çekti. Hacimce ince sayılabilecek bu kitabın yazarı Fernand Grenard, isimli bir Avrupalıydı. ‘Babur’u da kitabın yazarını da yeterince tanımıyordum. Fakat bir şark sultanının hayat hikayesinin bir Avrupalı tarafından kaleme alınmış olması ilgimi çekince kitabı almış ve ilk fırsatta da okumuştum.
Bir Fransız kaşif, yazar ve diplomat olan Joseph-Fernand Grenard (4 Temmuz 1866 - 1 Nisan 1945) bana şark dünyasının, Müslümanlık aleminin ısrarla kapatılmış ve gizlenmiş birçok penceresini hem de objektif bir batılı kalemi ile açtı. Onun Babur isimli eserinden çok şey öğrendim. Grenard’ın analizleri güçlü, tespitleri orijinaldi. Eserinde sadece Babur’u değil, aslında çağlar boyunca başarılı olmuş ya da başarılı olma niyeti olan bütün liderleri anlatıyordu.
Fernand Grenard’a olan ilgim o günden sonra devam etti. Onun başka eserlerini de araştırdım ve bir süre sonra bir başka sahafta ‘Asya’nın Yükselişi ve Düşüşü’* isimli klasik denebilecek bir başka eserine rastladım. Bu eser de yaklaşık 20 yıl önce neşredilmiş benzeri gibi 1992 yılında Milli Eğitim Bakanlığı tarafından neşredilmişti. Ne var ki bu eserden de neredeyse kimsenin haberi yok gibiydi.
‘Asya’nın Yükselişi ve Düşüşü’nü okuyunca Grenard’ın kendine has güçlü analizleri ve objektif tespitleriyle Müslümanlığı, İslam Dünyasını ve Osmanlı'yı şaşırtıcı ayrıntı ve gözlemlerle incelediğine şahit oldum.
Bendeniz Şark’ın bu ‘namuslu müdafii’nden sitayişle bahsetmenin bir vefa borcu, bir kadirşinaslık olduğunu, onun şark dünyasına tanıtılması için merasimler ve programlar yapılması gerektiğini, hakkında makaleler yazılması gerektiğini düşünüyorum.
Bu vesile ile Fernand Grenard’ın bahsi geçen iki eserinden orijinal bulduğum bazı alıntıları aşağıda takdim ediyorum.
……………………
Timurlu Sultanı Bâbur ve Hatıraları
Fernand Grenard, hayatını kaleme aldığı Bâbur'un hatıralarından ve bu hatıraların Batı Dünyasında gördüğü ilgiden şöyle bahsediyor: “Bâbur'un Hâtıralar'ı alışılmamış bir açıklık ve hakikat havası içindedir. Bir tek ithamda bulunmaz, bir tek şikâyetini göremezsiniz, hiçbir itizarda bulunmaz, bir tarafın işine gelecek vesikalar vermez. (Grenard,1971:194)
1589'da Abdurrahim, imparator Ekber'in emri üzerine, Bâbur'un eserini Vâkıât-ı Bâburî adı altında Farsça ‘ya tercüme etti. Bu, tıpatıp Haydarâbâd nüshasının kopyası olan çok güzel bir tercümedir. Leyden ve Erskin 1826'da bunun İngilizce ‘sini neşrettiler.O zamandan beri, Avrupa'da Bâbur'un hâtıralarının iki ayrı tercümesi neşredildi:
İlminsky'nin metnine göre Pavet de Courteille'in yaptığı Fransızca tercüme (Paris 1871, 2 cilt); ve Haydarâbâd nüshasını esas alarak Nime A. S. Beveridge'in yaptığı İngilizce tercüme (Londra, 1921, 2 cilt). Bu sonuncu tercüme, çok mühim dip notları havidir.Sir Denison Ross, Baburûn Türkçe divanından seçmeler J.A.S. B. 1910’da neşretti. Sultan Şeybani Han’a ait Şeybânî-Nâme ise Vambery tarafından tercüme edilmiştir. Eser,Viyana’da 1885, Melyoranski ve Samoyloviç tarafından 1908’de Petersburg’da neşredilmiştir. (Grenard,1971:205:206)
Grenard, Bâbur'un sultanlık yaptığı Timurluların hasletlerinden şöyle bahsediyor: Timurlular aksine hür düşünce sahibi, edebiyat ve güzel sanatların ateşli bir dostuydular; zekâ oyunlarına bayılıyorlardı. Ne İtalyanların Rönesans'ında, ne Fransa'da Valois'lar zamanında, hiçbir yerde, hiçbir zaman böylesine samimî, böylesine zevk sahibi, zihnî faaliyetlere böylesine bağlı hükümdarlar görülmemiştir. Bu hükümdarlar, zihnî faaliyetler için en müstesna şartları yarattı. Kararlı olmayan, devamlı olarak değişen, durmadan parçalanan ve yeniden şekillenen krallıkları, aynı zamanda kabiliyetlerin hürriyetine, sanatı teşvik etmek için lâzım olan ihtişama sahipti, (Grenard,1971:74-75-76-77)
(……) Timurlu pazarlarında Satıcılar, değil eksik tartmak, aksine, her ihtimale karşı daima biraz fazla vermeyi tercih ediyordu. (Grenard,1971:135)
Sultan Bâbur’un Liderlik Sırları
Ve işte Fernand Grenard’ın kaleminden Orta Asyadaki Timurlu hanedanını Afganistan ve Hindistan’a taşıyan ve burada bir büyük devlet kuran Babur (1483,Andican, Özbekistan/1530,Agra, Hindistan) ile ilgili tesbitler:
“Bâbur, mühim bir mevzuda karar vermesi bahis mevzuu olduğu zaman, etrafındaki başlıca şahsiyetlerle müzakerede bulunmayı âdet edinmişti. Bu tevazudan yahut bilgi alma lüzumundan değil, doğrudan doğruya ihtiyaçtan doğuyordu.Her şeyden önce, kendisiyle beraber olacaklarından emin olması lâzımdı.
Üstelik insanlardan çoğunun, yalnız takip etmek için yaratıldığını, inisiyatiften mahrum, mes'uliyetten korkar kimseler olduğunu da bilirdi. Bâbur, bir anda, Hindukuş'tan Gazne'ye kadar iyi yüz elli kilometre boyunca uzanan arazinin hükümdarı olmuştu. Kendisine miras kalan ülkesini, hiç bir şeyi olmadan, acınacak halde terketmesinin üzerinden dört ay geçiyordu. Ailesini ve bütün varlığını dokuz yüz elli kilometre öteye, bozkırların ikliminden, Hind okyanusuna bakan yamaçlara taşımıştı. (Grenard,1971:56-57-58)
(……) Sıkışık zamanlarda, itaat edilmesini temin için yapılacak en iyi şey, örnek olmaktır. Bir gün, öğleden sonra, şiddetli bir fırtına sırasında, bir nehrin kollarından birinin çıktığı boynun eteğinde bir mağaraya vardılar. Birlikler, karlar altında, bütün geceyi oldukları yerde, atlarının) üstünde geçirdi. Bâbur'a, mağaraya sığınması için çok ısrar ettiler. Ama askerleri dışarda fırtına ve soğukla mücadele ederken, oldukça sıcak bir barınağa girmek hoşuna gitmiyordu: "Bu, diyor, silâh arkadaşlarımın sevgisini kaybetmek demek olacaktı. Onların çektiği ıstırabı ben de tatmalıydım. Dostlarla beraber ölmek, düğündür demezler mi?” Bulunduğu yere, kürekle bir çukur açıp, diz çökerek içine girdi; başının üstüne karış karış kar birikmiş, kulakları donmuş olarak uyandı. (Grenard,1971:80-81-82)
(……) Bâbur, bir ordu kumandanı ve devlet başkanının teferruatla meşgul olmasının çok defa uğursuz neticeler verdiğini, birçok işleri karıştırdığını, etrafındakilerin iyi niyetini ve hevesini kırdığını çok iyi biliyordu. Bu cihetten sadece, asıl olan şeyi yapmak, ama sür'atli ve dakik olarak yapmak kâfiydi. (Grenard,1971:154)
Daima ileri gidiyor bir taraftaki kaybını başka bir taraftaki kazancıyla telâfi ediyordu. Gerçekleri çok iyi müşahede eder, biriktirdiği tecrübe hazinesini yerinde kullanmasını bilirdi. Hiçbir zaman muvaffakıyetlerini hesaplarının derinliğine yahut cesaretine bağlamamış, talihi eseri olduğunu, Allah'ın lûtfu olduğunu kabûl etmiştir.
Bâbur'un en büyük hususiyeti, askerlerinin ve kendisine hizmet eden herkesin kalbini kazanmasını bilmesidir Onların faziletlerini, hizmetlerini över, zaferlerinin şerefine onları ortak eder. Bâbur, gerçek şefin, her şekle uyan enerjisine sahiptir, ama asla demir bir yumruk olmaya meyletmez. (Grenard,1971:195:196:197)
Asya’nın Yükselişi ve Düşüşü
Şimdi Fernand Grenard’ın Asya’yı anlatan diğer eserine geçelim.Fransız elçilerinden Orta Asya tarih ve coğrafyası mütehassısı Fernard Grenard'ın bu eseri Türk Tarihi ve Türklük bakımından çok dikkate değer bir kitap… Eser 1939'da Paris'te Librairie Armand Colin tarafından yapılan ilk baskısından dilimize çevrilmiştir.
Fernand Grenard, Müslümanlardan ve onların ilk dönemki yalın hal ve duygularından şöyle bahsediyor:Hz. Peygamber onlara manevî kurtuluşun usullerini göstereceğini, ruhlarını temizleyeceğini iddia etti. Bu fakir çöl halkının kaybedecek bir şeyi yoktu. Reisleri Ömer'in sırtında parça parça olmuş bir gömlek vardı ve bütün varı yoğu, bindiği devenin taşıdıklarından ibaretti. Zaferle elde edecekleri ganimetlere susamış, bunları hadsiz hesapsız harcama maksadıyle hareket eden Araplar, mağlûbiyete karşı kayıtsızdılar. Mağlûbiyet, olsa olsa onları kum setlerinin arkasına geri döndürürdü. Fakirliği "Akşam gelir. Sabah gider” diye telâkki ettikleri için, kazandıkları zenginlikleri ürkek ürkek muhafazaya çalışan İranlılar'ı ve Bizanslılar'ı dayanılmaz bir şekilde sarstılar. Şehirliler can ve mallarım korumak için hemen teslim oluyor, dinî inanışları bakımından zulme uğrayanlar ise, kendi mezheplerinin ibadetini serbestçe yapmalarına müsaade eden istilâcıları şevkle karşılıyordu. (Grenard,1992:22-23)
(……) Müslümanlık asâleti, kabiliyet ve liyakatla geniş ölçüde bir arada bulunabilen fıtrî bir asâlettir.Müslüman asilleri devletin yüksek memuriyetlerini ifa eder, eyalet ve mıntakaları tımar hâlinde elde bulundururlar. Ancak bunlar bizim Orta Çağ derebeyleri gibi, toprağın değil şahısların efendisidir ve mevkilerini kaybetmeleri her zaman mümkündür.. (Grenard,1971:132:133)
Grenard, İslam’ın ve Müslümanlığın yayılma dönemindeki konumunu ise şöyle anlatıyor: Hârûnürreşîd'in karısı Mekke'de yapılacak bir su kemeri için kendi kesesinden 23 milyon veriyor, Charleş - Quint, hanedana mensup erkek çocukların mülklerini 12 000 lira (120 000 frank) olarak tesbit ediyordu. Aynı Charles - Quint'in 900 ciltlik kütüphanesiyle iftihar edilir; hâlbuki daha dört asır önce İspanya'daki halifenin kütüphanesinde 400 000 kitap vardı.
Hem tarihler bakımından, hem de kendi aralarında mukayese yapmaya kifayetsiz olan bu rakamlar için özür dilerim. Ama bana öyle geliyor ki, Şark'ın henüz düşmediği, Garb'ın çıktığı hesaba katılırsa, bu rakamlar yine de iki dünya arasındaki inanılmaz fark hakkında oldukça doğru bir fikir edinmeye yardımcı olacaktır.Bugünkü modern Avrupa'yı meydana getiren şey, birbirine tamamen zıt iki temayülün terkibidir: İslâm'a mukavemet ve İslâm'ı taklit. Araplar düşmandır, ama aynı zamanda örnektir, hocadır, öğreticidir. (Grenard,1992:31)
“Araplar'ın Talebesi Olarak Avrupa”
Fernand Grenard, Avrupa’nın nasıl Araplar'ın talebesi olduğunu da şöyle anlatıyor:
(……) 1114'te Piza'da da bir Müslüman Mahallesi olduğu biliniyor. Sicilyalı Norman prensleri Arap idare teşkilâtının mühim bir kısmım muhafaza etmişlerdi. Bu idare şekli Avrupa'da hayranlık uyandırıyor ve bir dereceye kadar nümune oluyordu. Onlar da Müslüman tab’alarına cami ve kadılarıyle beraber dinî hürriyetlerini veriyor, onları en mühim mevkilere getiriyor, âlimlerini getirtiyor, koruyor, onların mimarlarına muhteşem saraylar yaptırıyor Arapça okuyup yazmayı öğreniyorlardı.
XI II. asrın ortalarında, Hohenstaufenler'den II. Frederic, Arapça konuşuyor ve Palermo'daki sarayına sayısız Arap doktorları girip çıkıyordu. Hacı olarak Kudüs'e gittiği zaman, Sultan Melikü'ı-Kâmil onu dostça karşıladı, iki hükümdar Ömer camiinin taraçasında astronomi ve matematik üzerinde sohbet ettiler. Frederic bir ara: "Ah, dedi, Papa nedir bilmeyen mesut Sultan!”
Hakikatte, Garp Ortaçağı Bizans'ın değil Müslümanlar'ın talebesiydi; istikbalin bereketli tohumlarım onlardan aldı, Eski Yunan ilim ve tefekkürünü, ilâve ettikleriyle beraber, onlar vasıtasıyla tanıdı. Bu harekete yol gösteren de İspanyollar oldu. IX. asırdan beri Hıristiyan rahipleri, İspanya'da Müslüman ilahiyatçıları tedkik ediyorlardı.Hıristiyan ilâhiyatçıları Müslüman meslektaşlarının izinden yürüyordu. Meşhur külliyât meselesi Paris'ten yüz sene önce Şam'da münakaşa edilmişti. Aristo Araplar vasıtasıyle tanındı.
Garb'ın Şark'tan aldığı âdetler, teknik usuller ve muhtelif kolaylıklar üzerinde daha fazla durmaya lüzum olduğunu sanmıyorum. Yalnız dikkatimizi, Avrupa'nın, maddî ve manevî iktidarının temelini teşkil eden bilgi ve icatlardan bazılarını Müslümanlar'dan aldığı noktasında toplamamız lâzımdır. Bu cihetten son ece büyük neticeler doğuran iki ilmi, matematik ve kimyayı Müslümanlar öğretmiş, muhafaza etmiş ve geliştirmişti. Avrupa'ya barut ve topu veren, en iyi çelik imalini öğreten, pusulayı, pamuktan, ucuz kâğıt yapımını ve matbaacılığı öğretenler Müslümanlar'dır (Grenard,1992:32-33-34-35)
Grenard ve Osmanlı İmparatorluğu
Grenard, Asya’nın yükseliş zirvelerinden biri olan Osmanlı İmparatorluğu’ndan da şöyle bahsediyor:Modern çağlar, Asya'nın Avrupa üzerine yaptığı kudretli bir yürüyüşle açılır. Bu yürüyüşün sonunda Osmanlı Türkleri'nin kurduğu büyük Müslüman imparatorluğu, Şarkî Roma İmparatorluğu'nun yerine geçer. (Grenard,1992:36)
(……) İyi bir yardımcı hizmet teşkilatı; demirciler, silahçılar, levazım, ordu donatım, padişahın ordusunun birinci sırayı almasını temin etmektedir. Bilhassa iaşede dünyanın en iyi teşkilâtına sahiptir. Asker memleketin sırtından geçinmez, levazımın temin ettiklerinin dışında bir şey aldığı zaman kuruşu kuruşuna parasını öder. Sırp yeniçerisi Mihail Konstantinoviç, "Köylünün bir tavuğunu almak yahut atını buğday tarlasına salıvermek hayatına mal olur” diye yazmaktadır. Düşmanın memleketinde de, az veya haklı olarak, misilleme yahut ceza maksadıyle ölçülü şekilde yağma yapılır. Tüccarlar ve köylüler ordugâhta tam bir emniyet içinde alışveriş eder, serbestçe Osmanlı ordusundan düşman ordusuna yahut düşman ordusundan bu tarafa geçerdi. (Grenard,1992:96)
Asla gevşemek bilmeyen savaşçı bir ruh orduyu canlı tutmaktadır. Postel, XVI. asırda, ordunun "Dünyanın en ilâhi nizamına” riayet ettiğini, şaşılacak derecede büyük bir sessizlik içinde manevra yaptığını yazar.
Bertrandon de la Broquiere "Bizimkilerin on tanesi, onların bininden daha fazla gürültü yapar” demektedir. Rodos'un muhasarasından sonra alınan şehirde resm-i geçit yapan otuz bin kişiden bir tek ses çıkmamış, ayak seslerinden başka gürültü duyulmamıştır.
Paul Jove Türk askerlerini üç noktadan Hıristiyan askerlerine üstün bulmaktadır: Amirlerine tereddütsüz itaat ederler, muharebede canlarını düşünmezler, ekmeksiz ve şarapsız, sadece su ve arpa ile kanaat ederek uzun zaman yürüye bilirler. Thevenot da "Bir şeyleri eksik olduğu zaman sabrederler” diye ilâve ediyor. Yükleri hafiftir, yorgunluğa dayanırlar, Postere göre "Hıristiyanların üç günde yapacağı yolu bir gecede alarak” süratleriyle şaşkınlık uyandırırlar. Cengiz Han'ın askerleri gibidirler.
Emirlere itaatkâr ve disiplinli olmalarına rağmen asla sanıldığı gibi pasif olmadıklarına da dikkati çekelim. Muhtelif şartlar altında neler yapmaları lâzım geldiğini, kendilerine neler yapılması gerektiğini de mükemmelen bilirler. (Grenard,1992:96-97)
(……) Osmanlı büyüklüğünün dahilî sebeplerinin bu tahlilini neticeye bağlamak için XVI. asrın iyi bir müşahidi olan ve memleketi bilen sefir Busbecq'in ihtisaslarını ifade eden şu satırları tercüme etmek kâfidir: "İmparatorluğun muazzam kaynakları, zinde kuvvetler, silâha tecrübesi ve alışkanlığı, tecrübeli askerler, zafer kazanmaya alışkanlık, meşakkate sabır, anlaşma, nizam, disiplin, nefse hâkimiyet, uyanıklık, sükûnet ve tevazu, ne bir şikâyet, ne intizamsız bir hareket, azamî asayiş.” (Grenard,1992:99)
(……) Osmanlı padişahı kendi seçtiği hükümdarları Polonya'ya kabul ettiriyor; 1664'ten sonra da vergiye bağlayarak Lvov ve Kiyef'i işgal ediyor, Kazaklar'ı koruyor, Podolya ve Dniepr ile Dniestr arasındaki ülkeleri hâkimiyeti altına alıyordu. (Grenard,1992:138)
İslam, müslümanlık ve Osmanlı hakkında yaygın şaşı bakış yerine objektif bakışla analizler yapan Fernand Grenard, Asya’da daha çok tanınmayı ve anılmayı hak ediyor doğrusu..
*Babur Fernand Grenard, Milli Eğitim Basımevi,İstanbul,1971)
*Asya’nın Yükselişi Ve Düşüşü Fernand Grenard, Meb Yay,İstanbul,1992)
(Dünyabizim.com: 20 Temmuz 2023)