Cumhursuz Cumhuriyet Günleri
29 Ekim 1923'te ülkemizde Cumhuriyet ilan edildi. Ancak bu cumhuriyet, hiçbir zaman ‘demokratik bir cumhuriyet’ olamadı.
Afrika kıtasında yer alan ‘Rodezya isimli ülke ‘Rodez'in Çiftliği’ anlamına gelir. Türkiye'deki cumhuriyet de sürekli Kemalizmin vesayetinde kaldığı için kurulduğu günlerden beri Kemalistlerin bir çiftliği olmaktan daha ileriye gidemedi.
Nitekim Cumhuriyetin ilanından 1 yıl sonra kurulan ilk muhalif fırka olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Kemalistler tarafından “Eğer partinizi kapatmazsanız, kan dökülecek” şeklinde tehditle kapatılmak istendi. Başbakan Fethi Okyar, kurucuları davet ederek onlara şu tãrihi kararı tebliğ etmiştir:“Partinizi kapatmanızı tebliğe beni memur ettiler. Dağıtmazsanız istikbali çok karanlık görüyorum. Aksi halde kan dökülecektir” (Özdemir,1995:112).
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası yöneticileri bu tehdite aldırmayıp partiyi kapatmayacaklarını söyleyince, parti 5 Haziran 1925 günü mahkeme kararıyla değil, Bakanlar Kurulu kararıyla kapatıldı. Kemalistlere 1 yıllık demokratik rekabet ortamı zor gelmiş, demokratik bir aktör, iktidar tarafından resmen oyun dışına itilmişti.
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılmasının ardından ülkede kesif bir tek parti vesayeti hüküm sürdü. Halk alabildiğine yoksullaşmış,Anadolu’da bazı bölgelerde insanlar açlıktan ölmeye başlamışlardı.Açlıktan ölen ve yoksulluktan bezmiş halka Kemalistler, Ankara’da Karpiç lokantasının bohem ortamında kurguladıkları devrimlerle yeni bir şapka, yeni bir din,yeni bir dil, yeni bir kimlik giydirmeye çalışıyorlardı.
Herhangi bir konuda bir vatandaş itiraz etse, Kemalizm’e itiraz etmiş oluyor, herhangi bir kişi daha güzel bir yaşam tarzı ileri sürse, Kemalizme aykırı görüş ileri sürmüş oluyordu.
Seçim çalışmaları sırasında bazı meb'usların halk tarafından ufak-tefek bazı suallere maruz kalmaları bile güçlerine gittiğinden: "-Eeee .... Efendiler, siz çok oluyorsunuz, biz sizin meb'usunuz değil, Paşa'nın meb'usuyuz" dedikleri kemal-i teessürle görülmüştür (Kadirbeyoğlu,2007:212-213).
Vergi adı altında köylünün elindeki her şeyi alan, işçiye sendika kurma hakkını dahi çok görenler, her kapıyı bir maymuncuk gibi açan Kemalizm adına halka her türlü baskıyı rahatça yapabiliyorlardı.
Kemalistler öyle bir vesayet rejimi kurmuşlardı ki ülkede düşünmek bile yasaktı. Nitekim ‘Atatürk’le 3 Ay’ kitabının yazarı Ahmet Hamdi Başar ülkede demokrasinin olmadığını çeşitli örneklerle anlatır. Ahmet Hamdi Başar bu anlamda şu tesbiti yapar:1946 seçimlerine kadar aynen devam etmiş olan bu sözde demokratik idare usulüne biz ‘inkılapçı rejim’ derdik; başkaları ‘diktatörlük’ dediler (Aktaran,Doğan,M,2005:143).
Yeni Gümrük tarifesinin arkasına sığınarak birkaç misli yükseğe satan basit ve şımarık bir sanayi türemeye başlamıştı. İşte demir telleri keserek çivi yapan, çiviyi dış piyasa fiyatının on misline satan, milli sanayii olduğu için demirleri de gümrüksüz sokan şu çivi fabrikası eski bir medresenin yıkık duvarları arkasında kurulmuştur... İşte şu bakır mamulatı fabrikası, mahallemizin köşesinde eski bir taş evde kurulmuştur. Fabrikanın saçtan bacasından yayılan kurum, halka pencerelerini bile açmaya müsaade etmez. Mahallenin şikâyete hakkı yok. Bunlar ‘Vatanın selameti’ için çalışıyorlar (Başar’dan aktaran,Alpar,1984:728).
Bu kesif Kemalist vesayet yaklaşık 7 yıl ülkede hüküm sürdü. Kemalistler 1930 yılının Ağustos ayında konrollü bir demokrasi denemesi yapmak istediler. Atatürk tarafından bizzat kurdurulan Serbest Demokratik Laik Fırkanın ömrü sadece 3 ay olabildi.Cumhuriyetin 2. Demokrasi evladı da daha cenin halinde iken Kemalistler tarafından tehlike olarak görülmüş ve düşüğe zorlanılmıştı.
Ülkedeki Kemalist vesayet, Demokrasiyi üç ay içerisinde tasfiye etmişti. Gerekçe her zamanki gibi çok kutsaldı: Muhalif fırka, Kemalizme aykırı davranmıştı.
O günlerde ülke bütün azalarıyla Kemalist vesayet odakları tarafında ele geçirilmişti. Nitekim bütün çağdaş ülkelerde yargıya müdahale çok ayıp bir uygulama iken, Serbest Demokratik Laik Fırkanın kapatılmasının ardından bu fırka tarafından kazanılmış 30 civarındaki şehrin belediye başkanlıkları da Danıştay kararıyla düşürülmüş ve Kemalist vesayet odaklarına teslim edilmişti.
Kemalist vesayet odaklarının bir şey elde etmek için çalışıp çabalamalarına gerek yoktu.Bütün ülke anahtar teslimi onların elindeydi.
Batılı güçlerin baskısıyla 1945 yılında Demokrat Parti kurulduğunda aynı vesayet sistemi katmerleşmiş bir vaziyette devam ediyordu.
Dönemin önemli şahitlerinden biri olan Nimet Arzık bu vesayet sistemini çok güzel örneklerle anlatır. Nimet Arzık, o dönemin egemenlerini şöyle anlatır:“Bunlar; yüzleri, alın kemikleri dar, vücutları tulum, ilkel kasalak insanlardı. Şef İnönü ise tam bir Şark Padişahıydı” (Arzık,1966:14). Şef’in adamları çapları ne olursa olsun sahip oldukları imtiyazın ya da unvanın arkasına saklanarak her istediklerini elde edebiliyorlardı. “Onlar, kendi hesaplarına değil, herkesin hesabına eğlendikleri”(Arzık,1966:51).düşüncesini taşıyorlardı.
Kendilerini ülkenin vazgeçilmez varlıkları görmek, aile içinde tevarüs eden bir olguydu. “CHP’nin son yıllarına kadar bir Bakanın oğluna ‘Ne olmak istiyorsun?’ diye sorulduğunda hepsinin verdiği cevap ortaktı: Bakan olacağım” (Arzık,1984:54).
Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, o günlerde Şeflik rejimin amacının ‘insan tipinden oluşan sürüler yetiştirmek’ olduğunu iddia eder.Ne yazık ki şimdi Nazi rejimi gibi dikta yönetimi insanlardaki bu medeni cesareti kırarak, şefe bağlı,köpekleşmiş, silinmiş insan tipinden oluşan sürüler yetiştirmek için uğraşıyorlardı (Velidedeoğlu,1977:268).
Kemalist Vesayet Odaklarının Kültürel Kodları
Kemalist vesayetçilerin en beligin özelliklerinden biri de ülkenin dindar müslüman halkına karşı daima bir husumet içerisinde olmaları, g.müslim unsurlara ise kendilerini daha yakın hissetmeleridir.
Kemalizmin teorisyenlerinden olup ‘Kemalizmin Amentüsü’nü kaleme alan Moiz Kohen (Tekin Alp) maruf bir yahudiydi.Moiz Kohen, 1928'de Safi adıyda ‘Türk'ün Yeni Amentüsü’ adlı bir kitapçık yayımlar. Başında şöyle söze başlar: "Kahramanlığın örneği olan vatanın istiklâlini yoktan var eden Mustafa Kemal’e, onun cenğaver ordusuna, yüce kanunlarına... iman ederim” (Hüsnü Tabîat Matbaası. 1928). (Belge,2011:725).
Nitekim Tekin Alp (Moiz Kohen) ve Karabet Devletliyan Varlık Vergisi Kanunu uygulamasından muaf tutulmuşlardı.
Dönemin önemli Dahliye Nazırı Şükrü Kaya, kızını Pierre Dubois’in rahip okuluna vermekte bir sakınca görmemişti. Prof.Dr.Niyazi Öktem, Pierre Dubois’ten şöyle bahsediyor:Türkiye'de 1932 yılından beri yaşamakta olan bir Hristiyan din adamı vardı. Yaşamının son on beş yılını Vatikan'ın Türkiye'deki dini temsilcisi (Viker apostolik) olarak sürdürdü. 29 Mayıs 1989 günü seksen üç yaşındayken öldü. Adı Pierre Dubois idi.(Öktem,2001).
Pierre Dubois kendinden şöyle bahsediyor:“Öğrencilerimin arasında Şükrü Kaya'nın kızı da vardı. Okulun başında çok önemli ve bilgili bir Müdire Sör (Rahibe) Elvira vardı. Türk ve Fransız önemli şahsiyetlerle ilişkisi bir hayli yoğundu. (Öktem,2001:34). Bu dönemdeki öğrencilerimden bazıları genelde Dışişleri'ne girdiler. Birçok kez Nonce (Vatikan'ın diplomatik temsilcisi) bana şu veya bu öğrenciden selam var diye gelirdi. Öğrencileri genelde numaralarıyla tanıdığımız için adlarının çoğu aklımdan çıkmış. Örneğin Metin Toker, Coşkun Kırca... (Öktem,2001:48-49).
14 Mayıs 1950 günü Demokrat Parti seçimleri kazanınca, Genelkurmayı tepeden tırnağa ele geçirmiş Kemalist vesayetin o günkü temsilcisi Genelkurmay Başkanı Abdurrahman Nafiz Gürman, İnönü'ye “gerekirse yönetimi el koyabileceğini” söylemişti.
İhtiyatı seven İnönü, bir dönem beklemeyi tercih etmiş, gerçek niyetini 1954 seçimleri öncesi şöyle açıklamıştı: Dönemin Devlet Bakanlarından Mükerrem Sarol yaşanan çok manidar bir olayı şöyle anlatıyor: Dr. Lütfü Kırdar bana şu tarihi olayı anlatmıştı:1954 yılında İsmet Paşa’nın evinde Faik Ahmet Barutçu, Sadi Konuk, Cevat Dursunoğlu ve ben oturuyorduk. Konu, Demokrat Parti’nin gücü, Halk Partisi’ne karşı tutumu ve önümüzdeki seçimler idi. Dursunoğlu, Demokrat Parti’nin milletin içine iyice yerleştiğini, özellikle köylerde Halk Partisi’nin 1950’den bu yana güç kaybettiğini, seçimle Demokrat Parti’yi yenmenin hayal olduğunu, ancak ihtilal yolu ile yıkılabileceğini anlattıktan sonra: “Paşam,” dedi. “Dört yıldır dilimin döndüğü kadar bunları size anlatıyorum, fakat siz inat ve ısrarla, milletin bu politika acemilerine itibar etmeyeceğini ve Halk Partisi yönetimini arayarak oylarını bize vereceğini söylüyorsunuz. Bunları süngüden başka hiçbir şey koltuktan indiremez.”
İsmet Paşa cevap vermedi ve yüzünü Faik Ahmet Barutçu’ya çevirdi. Belli ki onun da konuşmasını istiyordu. Barutçu, Dursunoğlu’nun fikirlerine katılmak istemediğini, fakat gerçeğin maalesef bu olduğunu, bir hükümet darbesinden veya ihtilalinden başka hiçbir sürede Demokrat iktidarın devrilmesinin mümkün görünmediğini söyleyerek konuşmasını bağladı. İsmet Paşa bize döndü, biz susmayı tercih ettik. Ben merakla İsmet Paşa’nın ne diyeceğini bekliyordum. Paşa: “Önümüzde seçim var. Bütün gücümüzle saldıracağız ve boş yerlerini kollayacağız. Eğer yine de deviremezsek o zaman (Barutçu ile Dursunoğlu’na baktı) sizin dediğiniz yolu deneyeceğiz. Fakat tutumlarına bakıyorum da ben de size katılmak ihtiyacını duyuyorum, ama kararı seçimden sonra vereceğiz!
Ben, dondum kaldım. Biraz sonra izin istedim, benimle birlikte Sadi Konuk da kalktı, ayrıldık... Dışarda hayretle birbirimizin yüzüne baktık... Ben, “İhtilal pazarlığı yapabilen bir partide bir dakika bile duramam,” dedim. Sadi Konuk benim fikrime katıldı: “Ben de senin gibi düşünüyorum. Dedi (Sarol,2014:205:206).
Seçimle bir daha asla iktidara gelemeyeceklerine kesin olarak kanaat getirdiklerinden dolayı 27 Mayıs 1960 günü Kemalist Vesayet odakları seçilmiş hükümeti askeri bir darbeyle devirerek yeni bir darbe rejimi kurdular.
Kurucu Meclis adı altında bir yandaşlar teşkilatı kurarak, başta CHP’liler olmak üzere bütün Kemalistleri bu meclise doldurdular. Bu darbeci şahıslara ömür boyu parlamenter payesi verdiler.(Oktay Ekşi vs..)
‘İktidarsız İktidar’ Günleri
Darbeciler tarafından kurulan Kurucu Meclis, Kemalist vesayet rejimini demokratik rejim karşısında elden geçirerek baştan sona yeniden kurguladı. Artık seçimlerle bir parti tek başına iktidar gelse bile gerçek iktidar, Kemalist vesayet odaklarının elinde kalacaktı.
Nitekim Kurucu Meclis adı altındaki yandaşlar teşkilatı ‘1961 Anayasası’ isimli bir vesayet vesikası oluşturdu. Bu yeni vesayet vesikasına göre, artık seçilmişlerin elinden yönetim alınmış, atanmışlara teslim edilmişti. Anayasa Mahkemesi ve Milli Güvenlik Konseyi bundan sonra Kemalist vesayetin çelik çekirdeğini teşkil ediyordu.
Kemalist Vesayet odakları Türkiye'nin göstermelik ve görece demokrasisine dahi katlanamayarak 12 Mart 1971'de, 12 Eylül 1980'de, 28 Şubat 1997'de yine askeri darbeyle yönetime el koyarak kendi deyimleriyle Kemalist vesayetin ‘balans ayarı’nı yaptılar.
3 Kasım 2002 tarihinde yapılan seçimlerle iktidara gelen AK Parti’nin 20 yıllık iktidarı da devletin bütün kademelerine sızmış Kemalist Vesayet odaklarının yaptıkları direnç ile mücadele etmek ile geçti. Özellikle iktidarın ilk 10 yılında orduya sızmış general rütbesindeki vesayet bekçilerinin yaptıkları direnç, kuvvet komutanı Oramairal Özden Örnek’in Günlüklerinde manidar ayrıntılarıyla anlatılmaktadır.
(19-25 Mayıs 2002) Akşam Kalender’de Genelkurmay Başkanı ve eşi onuruna Harp Akademileri Komutanı tarafından verilen akşam yemeğine katıldık. Yemekte ilginç sahneler Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin ile Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Hilmi Özkök arasındaki konuşmalar ve davranış şekilleri idi. Orgeneral Kıvrıkoğlu, Hilmi Özkök’e onu hiçe sayar gibi muamele ediyor, her fikrini tersliyor ve bazen de onunla alay ediyordu (Örnek, 2011).
Amiral Özden Örnek Ağustos ayından şöyle bahseder: (26 Ağustos 2002) Bugün İstanbul Başsavcısı aradı. Oğlu (Doktor Yüzbaşı) Aksaz’a tayin olmuş ve hanımı da ihtisas yapıyormuş, yardım istedi. Durumu bilmediğim için Ankara personel başkanını aradım. Atama isteğinin, kendisine banka davası sırasında başsavcı tarafından kötü muamele edildiği gerekçesiyle, oğlunu Aksaz’a atanmasını sağlayarak intikam almak için, emekli Oramiral Vural Bayazıd tarafından yapıldığını ve komutana durum arz edildiğinde onun da bu isteği onaylayarak atamasının çıktığını öğrendim. Dilim tutuldu ve başka bir şey söyleyemedim. Hangi zihniyetler kendi menfaatleri için bizi kullanıyorlar ne zaman bunu göreceğiz. Bu ne biçim personel yönetimidir (Örnek,2011).
Bu ülkenin bir çok kurumuna sızmış vesayet odaklarının direnci ve kurguladıkları vesayet sisteminden kurtulmadıkça, daha iyi bir gelecek kurulması mümkün gözükmüyor.