Özgeçmiş:Türkiye Büyük Millet Meclisinin 1 ve 2'nci Dönem Afyonkarahisar Mebusluğunu yapan Afyonkarahisar Mebusu Ali Çetinkaya 1878 yılında Afyonkarahisar'da doğmuş, sırasıyla Bursa Askerî Lisesini, sonra Kara Harp Okulunu bitirmiş, 1898 yılında da teğmen rütbesiyle orduya katılmıştır. Birinci Dünya Savaşı sonunda, Osmanlı İmparatorluğu, 30 Ekim 1918'de Mondros Mütarekesi sonrası Yarbay Ali Çetinkaya da Ayvalık'ta bulunan 172. Alaya komutan olarak atanmıştır.
Osmanlı Meclisinde de mebus iken İngilizler tarafından Malta'ya sürgün edilmiştir. Sürgünden sonra sırasıyla 1'inci ve 2'nci dönem Türkiye Büyük Millet Meclisinde Afyonkarahisar Mebusluğu, Bayındırlık ve Ulaştırma Bakanlığı ve istiklal mahkemeleri Başkanlığı yapmıştır. 22 Şubat 1949 günü ölmüştür. (Ahmet Toptaş //www5.tbmm.gov.tr)
Hakkında Şahitlikler:
Samet Ağaoğlu,Ali Çetinkaya’dan şöyle bahsediyor: Babamın Malta'da hoşlanmadığı insanlardan biri Ali Çetinkaya'dır. Sertliğinden şikâyetçi. Lakabı olan "kel"i İngilizler "gül"e çevirmişler. "Gül Ali Bey" diyorlarmış. (Ağaoğlu Samet,2013:93)
"Kel Ali” lakaplı Başkan Ali Bey, Samet Ağaoğlu'nun tanımlamasıyla, Mustafa Kemal'e bir albayın bir mareşale bağlı oluşu gibi bağlı birisidir. (Ertunç,2010:114)
Falih Rıfkı Atay,Ali Çetinkaya’dan şöyle bahsediyor: Mustafa Kemal o yolculuktan Ankara’ya şapkalı döndü. Şehir yakınlarında kendisini karşılamaya gidenlerden Yunus Nadi’nin şapkasını beğenerek kendisininki ile değiştirdi. İlk havadisi duyar duymaz başına şapka giyerek İstiklâl Mahkemesi’ne geldiği için Vakit muhabirini huzurundan kovan ve hapsettirmeye kalkışan Afyon Milletvekili Ali Bey de, şapkası ile karşılayıcılar arasında idi (Atay,1998:434).
Ali (Çetinkaya), Hamidiye kahramanı Rauf (Orbay) Beyi Kafkas kökenli olduğu için eleştirip aşağılar; "Sen bu topraklarda oturamazsın. Ecdadının, babanın ve dedenin geldiği yere git” diye bağırır. Hükümete duyulan güvenle ilgili olan Ali Çetinkaya'nın önergesini oylamaya geçilir. Hükümet 19 karşı oya karşılık 148 oyla güvenoyu alır. Oylamaya 48 milletvekili katılmaz. Oylamadan hemen sonra Rauf (Orbay) Bey ve on arkadaşı Halk Fırkasından istifa ettiklerini bildirirler. (Ertunç,2010:87:88)
Hilmi Uran,Ali Çetinkaya’dan şöyle bahsediyor: Bir gün aldığım hususi bir telgrafta Ankara’da İthalat İhracat Şirketi umum müdürlüğünü kabul etmem teklif ediliyordu:Şirket hakkında bir fikrim yoktu. Yalnız, bana bu teklifi yapan şirketin de idare meclisi reisi olduğu anlaşılan İstiklâl Mahkemesi Reisi Ali Çetinkaya’ydı. Bana 300 lira maaş teklif ediyordu. Düşündüm, kabul etmeye karar verdim ve yazdığım cevapta, Dahiliye Vekili Cemil Beyin de rızası tahsil edilmek şartıyla şirket müdürlüğünü kabul ettiğimi bildirdim. Ali Çetinkaya merhum, benim bu kabulümden pek memnun olmuş olacak ki, bana hemen hareket etmem için yazdığı telgrafta, hem Cemil Beyin [Uybadın] rızası alındığını, hem de şirket müdürlüğüne tayinimin 350 lira üzerinden yapıldığını bildiriyordu(Uran 2007:183).
Şevket Süreyya Aydemir,Ali Çetinkaya’nın İstiklal Mahkemesi Başkanlığından şöyle bahsediyor: Biz mahkeme binasına girince evvelâ alt kat sahanlığında veya odaların aralığında bir yerlerde oturtulduk. Yukarda birtakım hareketler oluyordu. İnenler, çıkanlar, getirilenler, götürülenler vardı. Fakat bir aralık yukarda kopan bir gürültü, bütün hareketleri durdurdu. İri yarı, pehlivan yapılı bir mahkeme üyesi, merdivenin başında bağırıyor, tepiniyordu. Başında kocaman bir kalpağı vardı. Hasır şapkalı bir gencin yakasına yapışmış tartaklayıp duruyordu: Nedir bu kepazelik? Bu şapka da ne oluyor? Baban da mı şapka giyerdi? Anandan mı şapkalı doğdun?
Sonra sözler, muameleler daha da sertleşti. Arkasından kuvvetli bir tekme yiyen genç merdivenlerden aşağı tekerlendi. Çantası bir tarafa, şapkası bir tarafa gitti. Fakat heybetli üye hâlâ hıncını alamıyordu. Basamakların başında boyuna birtakım küfürler, ağır tabirler savuruyordu. Şapkasını, çantasını güçbelâ toparlayan genç kendini sokağa attı. Artık bu tabirleri işitemeyecek kadar uzaklaşmıştık (Aydemir,1974:399).
(….) Fakat cevaplarım arasında ben, bir milâdî tarih kullanınca birden iş değişti. Başkanın yüzü karıştı. Kaşları çatıldı. Başı kıpkırmızı oldu. Hiddetinden titriyordu.- 1923 ne demek? diye bağırdı, 1923 de ne oluyormuş? Babalarımız da bu tarihi mi kullanırdı? Bizim tarihimize ne olmuş ki? Bunları nereden çıkarıyorsunuz?Aydemir,1974:405).
(…..)Başkanın suallerine cevap veriyordum. Bu cevaplarım arasında bir de «inkılâp» kelimesi geçti. Bu sefer başkan hakikaten kızdı. Kan yüzüne öylesine hücum etti ki, ağzından kelimeler zorlukla ve insicamsız çıkıyordu:- İnkılâp mı? Bu ne mugalâta? İnkılâp bitti! Bu memleket inkılâbını bitirdi! Artık yapacak inkılâp yok! Ne demek inkılâp? Hepsi hayal, hepsi saçma... (Aydemir,1974:405).
(……) İnkılabın sürekliliği konusunda Şevket Süreyya şu anısını hatırlar: «Kaldı ki ben şahsen de 1925 İstiklal Mahkemesi’nde, bu mahkemenin başkanı Ali Çetinkaya’dan ve yargı sırasında İnkılap kavramı hakkında bir şeyler söylemek isterken «İnkılap ne demek? Bu memleket artık İnkılabını yaptı bitirdi. Ondan sonrası mugalata…» sözlerini dinlemişimdir. (Aydemir,1981:731)
Hıfzı Veldet Velidedeoğlu,Ali Çetinkaya’nın İstiklal Mahkemesi Başkanlığından şöyle bahsediyor: İstiklâl Mahkemeleri «Siyasal mahkemeler» niteliğini taşıyordu. (Velidedeoğlu,1977:149).
(…..)Birinci Meclis döneminde bu ihtilâl mahkemelerinin, önce Millî Mücadelenin kazanılmasında ve daha sonra devrimlerin gerçekleştirilmesinde büyük payı oldu (Velidedeoğlu,1977:153).
(…..)Buradaki işler, Fakülte sıralarında okuduğum Hukuk ilkelerine hiç uymuyordu. Hukuk garantisi, insan hak ve özgürlüklerinin garantisi gibi ilkeler bu mahkemede söz konusu değildi. Çünkü bu mahkeme bir adliye mahkemesi değil, bir ihtilâl mahkemesi, bir siyaset mahkemesiydi.
Cumhuriyetten ve devrimler başladıktan sonra da devrim düşmanlarını ve mürtecileri bu mahkemeler ezmiş, Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya İzmir’de suikast yapanları bu mahkemeler asmıştır. (Velidedeoğlu,1977:156).
(…..)Çok iyi hatırlıyorum: 1926’da Ankara İstiklâl mahkemesi Başkanı Ali Çetinkaya’nın ve üyelerden Ali Kılıç’ın bütün ülkedeki nüfuz ve otoritesi -bir halk deyimiyle, «forsu»- bir ara Başvekil ismet Paşa’nınkinden daha üstün gözükmeye başlamıştı. (Velidedeoğlu,1977:157).
Tarık Zafer Tunaya,Ali Çetinkaya’nın İstiklal Mahkemesi Başkanlığından şöyle bahsediyor: Yargılama, açıkça Halk Fırkası’yla, İttihatçıların hesaplaşması olmuştur. Yargılamada, özellikle eski Maarif Nâzırı Şükrü ve eski İaşe Nâzırı Kara Kemal Beyler üzerinde durulmuştur.Yargılama suikast girişimini aşarak genişletilmiş, İttihatçıların, 1908-1918 dönemindeki politikalarının hesabı sorulmuştur. Reis Ali Bey, İttihatçıların on yıllık eylemlerini, zaman zaman kızarak, hakaret ederek, alay ederek didik didik etmiştir. İkinci Meşrutiyet döneminde gazetecilerin öldürülmesinden Şükrü Bey sorumlu tutulmuştur. Birinci Dünya Savaşı’na giriş sorunu üzerinde durulmuş ve “İttihat ve Terakki, bu mağlubiyetle iftihar edebilir mi?” diye sorulmuştur. Mütarekedeki kaçış olayları, alaylı şekilde eleştirilmiştir. Sanıklarına avukat tutmalarına izin verilmemiştir. (Tunaya 1989:594-595)
Salih Bozok, Ali Çetinkaya’dan şöyle bahsediyor: Ali Bey'in suali üzerine Rüsuhi Bey'i gördü ve Ali Bey'e, "Ben çağırmadım, fakat yaverim olduğu için çağırmadan da yanıma gelebilir. Sen ne demek istiyorsun?" deyince Ali Bey, "Paşam bu adam sizin yaveriniz olamaz, ben bunu Irak'tan tanırım. Enver Paşa'ya, Nuri Paşa'ya da yaverlik yapmıştır" diyerek Rüsuhi Bey'e karşı hakaretamiz daha birtakım sözler sarf etti.
Atatürk'ün artık tahammülü büsbütün tükenmiş olduğu için Rüsuhi Bey'e hitaben "Bak senin için neler diyor, ne cevap vereceksin?" dedi.
Şayan-ı teessür bir hadisenin vukuuna meydan vermemek maksadıyla Ali Bey'i sofradan kaldırmaya uğraşıyordum.
Rüsuhi Bey, Ali Bey'e, "Beyefendi ne söylüyorsunuz, ben ne yaptım, söyleyiniz?" gibi sözlerle güya kendisini müdafaa ediyordu. Atatürk, Rüsuhi Bey'in beceriksiz bir tarzda kendisini güya müdafaa eder görünmesinden hiç hoşlanmadı ve kızdı.
Ali Bey'e hitaben "Bana bak Ali Bey, benim yaverim senin anlattığın adam değildir. Senin maksadını anlıyorum. Fakat ben senden daha komitacıyım" diyerek Ali Bey'i kolundan tuttu ve sofradan kaldırarak boş odalardan birine götürmek istedi.
Ben araya girdim, "Paşam, Ali Bey'in biraz rahatsız olduğunu görüyorum. Müsaade buyurursanız dışarıya, musluk başına çıkmak istiyor. Kendisini çıkarayım" dedim.
Paşa bana kızmakla beraber Ali Bey'in de aynı tarzda rica etmesi üzerine dışarı çıkmasına müsaade buyurdular. Ali Bey yerinden kalktığı zaman şu istirhamkar ifadeleri söyledi: "Paşam ben sizi yegane şef olarak tanır ve her emrinize itaat ederim. Sizden başka da hiç kimseye boyun eğmem. Beni bu gece buraya bunun için mi çağırdınız?"
Ali Bey tekrar içeri girdikten sonra Paşa'nın müsaadelerini istirham ederek evine gitmek istedi. Paşa da kendisine müsaade etti. Ve Avni Paşa'yla birlikte gitti.
Sabah olmak üzereydi. Ali Bey gittikten sonra Paşa bana o gece her şeye karıştığım için kızdı ve tekdir etti. Fakat ertesi akşam Çankaya'ya çağırarak Meclis Reisi Kazım Paşa, Başvekil İsmet Paşa ve Maarif Vekili Necati Bey'le başka bazı vekillerin huzurunda şunları söyledi: "Bu çocuk, beni yakından tanıdığı ve her halimi bildiği için, dün gece kendisini tekdir etmeme rağmen şayan-ı teessür ve teessüf bir hadisenin vukuuna meydan vermemeye çalıştı. Ve muvaffak da oldu. Bundan dolayı kendisine teşekkür ederim."
Kazım Paşa ile Necati Bey de beni tebrik ettiler. Atatürk, Etimesgut'tan ayrıldıktan sonra doğruca İsmet Paşa'nın evine gitmişler ve kendisini uykudan uyandırarak cereyan eden hadiseyi anlatmışlar.
Ertesi akşam Atatürk'ün ikametgahında toplanarak tekrar konuştukları zaman benim hareketimin muvafık olduğuna kanaat hasıl etmişler ve bu kanaatlerini takviye için de beni Çankaya'ya çağırarak bir gece evvelki vaziyet hakkında fikrimi ve mütalaamı sordular. Hadiseyi gördüğüm gibi anlattım. Ve Ali Bey'in bir hususi maksatla oraya gelmediğine kanaatim bulunduğu için müdahale etmeye mecbur olduğumu söyledim. Ali Bey bir müddet münzevi olarak yaşadı ve evine kapanarak bir tarafa çıkmadı. Benim o geceki hareketimden çok memnun ve minnettar kaldığını Kılıç Ali Bey'e söylemiş.(Bozok,2001:117-120)
Abdullah Muradoğlu, Ali Çetinkaya’dan şöyle bahsediyor:İstiklal Mahkemesi Reisi Ali Çetinkaya da Ankara Hükümeti döneminde Ankara Valiliği yapan sanıklardan Abdülkadir Bey'i “eski suikastçi” diyerek suçladı. Abdülkadir Bey, “Öyle bir esasta bendeniz şimdiye kadar çalışmadım. Misalini gösterirseniz kabul ederim. Bendenizin hakkında böyle bir zehab hasıl olmuştur, bilmem ki neden” diyecekti.
Reis ise “Zehab değil hakikattir bütün memleket biliyor, arkadan kolay kolay atarsınız fakat cepheye gelince kaçarsınız” cevabını verdi. Abdülkadir Bey, “Sorulursa taayyün eder” deyince Reis bu kez “Hacet yok. Şimdi onları muhakeme etmiyoruz, senin ne yapmak istediklerinin hepsi bizce, dünyaca malum olmuştur. Kim olduğunu sormaya ne hacet” şeklinde karşılık verecekti.
Abdülkadir Bey,“Bir vakit zat-ı alinizin de en samimi arkadaşı idim” dediğinde Reis Bey'den “Fakat ben hiçbir vakit senin gibi kör alet olmadım” cevabını alacaktı. Eski cürümleri kurcalamak istemeyen Reis konuyu değiştirecekti. Mahkemede eski cinayetler “zaman aşımı”na uğradığı gerekçesiyle irdelenmeden geçiştirilecektir.
Atatürke suikast davasından aranan Abdülkadir Bey, Bulgaristan'a kaçmaya çalışırken Kırklareli/Midye'de yakalanmıştı. Mahkeme Reisinin “Neden firar ettiniz” sorusuna ise daha önce hiç mahkeme önüne çıkmadığını belirterek, “Hükümet tarafından bana bir infial mevcut olduğuna zahibim. Onun için benim hakkımda fevkalade bir hal vaki olur mütalaasıyla, korkusuyla çekilmişimdir” diye cevap verecekti.(Abdullah Muradoğlu,21/11/2011Yeni Şafak (https://www.yenisafak.com)
(….) Yargılama sırasında İstiklal Mahkemesi Reisi “Kel Ali” lakaplı Ali Çetinkaya idi. Canbulat, İttihat ve Terakki'nin Selanik'teki fedai bölüğündeydi. Yüzbaşı Ali Çetinkaya da Cemiyetin Manastır'daki fedai bölüğündeydi. İkisi de Milli Mücadele'de mebus olmuştu. 1926'da biri sanık, diğeri ise astığı astık kestiği kestik bir mahkemenin reisiydi. (Abdullah Muradoğlu,21/11/2011 (https://www.yenisafak.com)
Samet Ağaoğlu, “Babamın Arkadaşları” adlı kitabında, Iskilipli Atıf Hoca’yı idama mahkum eden Istiklal Mahkemesi Reisi “Kel Ali” lakaplı Ali Çetinkaya’nın son günlerini şöyle anlatır:“Son seneleri vicdanı ile kafası arasında beliren hayallerin, başlangıçta zaman zaman, sonraları gece gündüz, hatta şuurunu büsbütün kaybettiği ölümünden önceki haftalara kadar tehditleri, kavgaları, kahkahaları, mimikleri arasında geçti.
Bütün hayatını yalnız hatırlamakla kalmıyor, sanki içinde yaşadığı hadiseler, çevreler durmadan tekrarlanıyordu. Yatağından fırlıyor, Meclise gideceğim diyordu. Giydiriyorlar, bir arabaya bindirerek biraz dolaştırdıktan sonra yine evine getiriyorlardı. Fakat o kendisini Meclise gelmiş sanıyor, bir sedire bir zamanlar etrafında mebusların ayakta halka yaptığı Meclis koridorunuun sağ köşesindeki kanapelere oturuyorum diye çöküyordu.
Sonra hayalindeki insanlarla konuşuyor, kimini azarlıyor, kimine gülüyor, bazısını tehdit ederek bağırıyordu. Etrafını sarmış bu hayaller arasında idamı için kafi görülmüş bütün suçu, eski Ittihatçıları toplayarak yeni bir partinin programını hazırlamaktan ibaret, Ittihat ve Terakki devrinin çok meşhur nazırlarından (bakanlarından) birisi de vardı. (..) …hastalığının şuurunu tamamen kaybettirerek yaşadığı son günlerinde sık sık ve titremeler içinde Nazırın ismini sayıkladığı ve “geliyor, geliyor” diye haykırdığı anlatılmaktadır. Bir gün de bu korkular, bu vehimler, bu hayaller arasında gözlerini dünyaya kapadı.” (Samet Ağaoğlu, Babamın Arkadaşları, Iletişim Yayınları, Istanbul 1998, sayfa 123-125.)