Hüseyin Yürük
Önceki yıllarda İzmir'deki minarelerden İtalyan faşist Marşı'nın çalınması olayının arkasından CHP İzmir İl Teşkilatının bazı üyeleri çıkmıştı. CHP'li Büyükşehir Belediye başkanı ve diğer belediye başkanları seçim çalışmaları sırasında bu marşı seçim şarkısı olarak uzun süre kullanmışlardı.
Geçen ay da CHP’li Edirne Belediye Başkanının 15 Temmuz darbe girişimini kadeh kaldırarak kutladığının görüntüleri medyada yer almıştı.
Dikkatli bir tarih okurunun ülkemizle ilgili şu tesbiti yapması zor değil: Türkiye bundan yüzyıl önce aslında işgalden kurtulmadı, işgalci değiştirdi. Fransız, İngiliz ve Yunanlılardan sonra CHP'nin işgaline uğradı.Türkiye'yi yaklaşık 100 yıldır gittikleri söylenen işgalcilerin kayyımı olarak CHP yönetiyor. 100 yıldır gün be gün, an be an yaşadığımız bütün acılar bu işgalin bir tezahüründen başka bir şey değil.
Bu iddiamızı 100 yıl boyunca yaşanmış somut örneklerle sizlerle paylaşayım.
1) İslam Dinini Topyekün Tasfiye Süreci
Prof.Dr.Kemal Karpat Türkiye’de CHP iktidarında yaşananları şöyle özetler:CHP, Büyük Millet Meclisi'nin mutlak hakimiydi ve kendi pozitivist laikliğini empoze etti. 1928'de Latin alfabesine geçildi.1932'de bütün Müslüman dünyasında Arapça okunan ezan Meclis kararıyla Türkçe okunmaya başlandı (Karpat, 2007:267).
Başlatılan bu tasfiye süreci ile birlikte İlahiyat fakültesine ilgi gittikçe azalarak, öğrenci sayısı 284'den 20'ye düşmüştü.Yine 1924 yılında sayıları 29 olan İmam Hatip Okulları’nın sayısı 2’ye düşürülmüştü.İlahiyat fakülteleri imam hatip okullarıyla birlikte 1932'de kapanmıştır.1932 yılından itibaren Arapça ezan okuma yasağı getirilmiş, 1939 yılından itibaren de bu kanuna uymayanlara para ve hapis cezası getirilmişti (Özdemir,1995:127).
Prof. Dr Fuat Köprülü’nün başında bulunduğu ‘İslam’da İnkılap Komitesi’, sıhhi camiler yapılmasını, ibadette musikiye yer verilmesini savunurken, İstanbul eski şehreminlerinden Opr.Dr Cemil Topuzlu, bir kanun teklifi vererek ‘hijyenik olmadığı gerekçesiyle sünnet’in yasaklanmasını’ taleb ediyordu. (Kabaklı,1989:226).
O günlerde CHP türbeleri dahi kapattırmıştı..1932’de Türkçe ibadeti uygulamaya sokulmuş, aynı yıl Kur’an’ın devlet eliyle Türkçeye çevrilme çalışmaları da başlatılmıştı.
2) Ezan ve Kuran Düşmanlığı
CHP İktidarı 1932 yılının başlarındaki bir Kadir Gecesi'nde (Ramazan ayının yirmi yedinci Gecesi’nde) ilk Türkçe Ezan’ı okutturmuştu. İlk Türkçe Kur'an İstanbul’un Fatih Camiinde, ilk Türkçe Hutbe de Süleymaniye Camiinde okunmuştu (Goloğlu,1974:88 ).
Türkçe ezan toplumu devletten koparan, laikliği dinsizlikle eşitleyen radikal bir uygulama olarak hafızalara kazınmıştı (Oğur,2017).
Anadolu topraklarının 1071 yılında Selçuklular tarafından fethinin ardından tam 861 yıldır okunan ezan, 1932 yılında CHP tarafından yasaklanarak başka bir hale getirilmişti.
Halbuki bu yıllar arasında Anadolu toprakları çeşitli yabancı işgallerine uğramasına rağmen bu yabancı işgalcilerin hiç biri ezana müdahale etmemişlerdi.
Prof.Dr Tayyar Altıkulaç Türkçe ezan hatıralarını şöyle anlatıyor:
“Tanrı uludur (iki defa),
Tanrıdan başka yoktur tapacak.”
Ben çocukluk yıllarımda bu ezanı yüzlerce defa okumuşumdur (Altıkulaç,2011:47).
Kayseri Eski Milletvekili Cemal Cebeci de o günlerin atmosferini şöyle özetler: Kur'an-ı Kerim suç aleti haline gelmişti. Okuyanlar ve okutanlar sıkı takibe alındı. Yakalananlar acımasızca cezalandırıldı (Cebeci,2014:63).
Sonraki Dönemlerin Milli Eğitim Bakanlarından Prof.Dr Orhan Oğuz da o baskı günlerinin yakın şahitlerindendir: Benim zamanımda okullarda din dersleri bulunmadığı gibi, bütün Kuran Kursları da kapalıydı. Daha önce bahsettiğim mahalle camimizin imamı Şifavermez Ahmet Hoca’nın dersleri ise sık sık polis baskınına uğradığından bir müddet sonra devam edemez olmuştur (Oğuz,2004:50).
Kur’an Kurslarını kapatmış CHP İktidarı, din adamlarını da sıkı bir şekilde takip ve baskı altında tutuyordu .Erzurum Ulemasından Mehmet Kırkıncı Hocaefendi o baskı günlerini şöyle anlatıyor: Sabahın erken saatinde karlara bata-çıka faytonların izinden Mustafa Efendi’nin evine gidiyorduk. Mustafa Efendi’nin kardeşi Hüsnü Efendi, bizim geleceğimizi bildiği için kapının gerisinde bizi bekler ve kapıyı ilk o açardı. O kadar erken saatte gitmemizin sebebi, polislerin bizi görmemesi idi. O zamanlar Kur’an ve dinî ilimleri okumak yasaktı, ezanlar da Türkçe okunuyordu. Polisler daha uyanmadan hocamızın evine giderdik, saat sekize, sekiz buçuğa kadar okurduk, sonra evimize dönerdik. Bu kadar tedbire rağmen yine de Hoca Efendi’den şüphelenerek defalarca evine geceleri baskın yaptılar (Kırkıncı,2004:26).
3) Cami Düşmanlığı
Ülkedeki dine ve dini değerlere karşı topyekün savaş açan CHP iktidarının hedefindeki en önemli noktalardan biri de camilerdi.
Cumhuriyet'ten sonraki dönemde Anadolu'da pek çok cami, maksadı dışında (asker barınağı, tahıl ve erzak deposu gibi) olarak kullanılmıştır. Bu sebeple camiler ve ona yakın olan medrese ve tekkelerin bir kısmı, bu kullanımdan zarar görmüş, tahrip olmuştur.
Tıpkı Kuran Kursları gibi camiler de CHP İktidarının baskısından nasibini alıyordu. Kapatılan ve satılan bu mabetlerin, halkta oluşturduğu hayal kırıklığı ve devlete yabancılaşma hali korkunçtur. Büyük ve küçük birçok camiler, nüfuzluların çıkarları için depo veya “meyhane” yapılmak gibi süfli işlerde kullanılmıştı. İsmet İnönü'nün Cumhurbaşkanı olduğu Milli Şeflik döneminde satılan 350 yıllık Katip Mustafa Çelebi Camii, dansözlü meyhane olarak kullanıldı. 1907 tarihli Başbakanlık Osmanlı Arşivi'nin plan ve proje krokilerinde Katip Mustafa Çelebi Paşa Camii olarak görülen yapı, 1941'de İsmet İnönü tarafından 4 bin 10 liraya satılmıştı (Yeni Akit, 2012).
(…..) Ahmet Kabaklı’nın naklettiğine göre; Batılı ve sanat adamlarının “Mavi Cami” diye göklere çıkardıkları Sultanahmed Camii, 1939-1945 yılları boyunca, Anadolu’dan toplanarak Trakya sınırlarına gönderilecek olan erlerin sevkiyat durağı (geçici yığınağı olarak) kullanılmıştır. O muhteşem yapının içinde ocaklar yakılmış, yemek pişirilmiş, çamaşır kazanları kaynatılmıştır. Bu arada şaheser çinilerin bir kısmı, yanmış ve kararmıştır (Kabaklı,1989:192).Prof. Dr Orhan Oğuz da şahit olarak aynı olaydan şöyle bahseder:
Sultanahmet Camii bir ara kapalıydı. Harp zamanında depo haline getirilmişti. Yeniden açıldıktan sonra gittim. Pencerelerin önünde sedef işlemeli kapaklar vardı. O sedeflerin tahrip edildiğini üzülerek gördüm (Oğuz,2004:50).
İstanbul’un orta yerindeki Şehzadebaşı Camii de camilere karşı uygulanan şiddetten nasibini almıştı.Prof.Dr İsmail Karaçam, bu vandal işgalini şöyle anlatır: Şehzadebaşı Camiindeki hayata biz de alıştık. Hele bazı akşamlar rezaletten oluşan gösterilere diyecek yoktu. Şöyle ki caminin Vefa Lisesi tarafına bakan medreseler tamamen metruk vaziyetteydi. Medrese odaları bütünüyle çingeneler tarafından işgal edilmiş durumdaydı. Bazı geceler bu esmer vatandaşlar akşama kadar topladıklarıyla medresenin şadırvanı kenarına masayı kurarlar, kim hangi çalgıyı çalıyorsa çalgısıyla masa başında yerini alır, rakılar, mezeler… Bir curcuna başlar ki, birinci sınıf gazinolarda bu alemi bulamazsınız. Bu medreselerdeki Çingene curcunası –tabiatiyle- bu söylediğimizden ibaret değil. Bunun ötesinde cereyan eden ahlak dışı olayları serdetmeye konumuz ve gayemiz müsaade etmez (Karaçam, 2009:94).
Yakın tarihin önemli şahitlerinden biri olan Kadir Mısıroğlu da camilere karşı uygulanan terör ve şiddetten şöyle bahsediyor: “Camilerin büyük bölümü at ahırı veya depoydu.İstanbul Vefa’daki Vefa Bozacısı’nın bitişiğindeki Güngörmez Mescidi, içinde at nallanan bir nalbant dükkanı olarak kullanılıyordu. Bugün o mescitte halen nalbanttan kalma duvar halkası mevcuttur” (Mısıroğlu,1995:157).
Kayseri’de de benzer hadiseler olmuştu.Emekli Müftü Mustafa Efe o günleri şöyle anlatır: Oradaki tarihi Hacı Kılıç Camii’ne at ve eşek semerleri doldurulduğunu, koskoca Laleli Camii’nin içine de ot ve saman doldurulduğunu gözlerimle görmüştüm. Milli şef döneminin acı hatıralarıydı bunlar (Efe,2013:114).
Erzurum’da da bütün medreseler ve camiler kapatılmıştı. Sadece Gürcü Kapı Camii, İhmal Camii, Lala Paşa Camii ve Murat Paşa Camii açıktı. Kurşunlu Camii hapishane yapılmıştı (Kırkıncı,2004:26).
Erzurum Ulemasından Mehmet Kırkıncı Hocaefendi,baskılardan dolayı gelinen noktayı şöyle anlatıyor:1944 yılında Mustafa Efendi bir gün dedi ki:"Ben artık bu memlekette duramam. Gideceğim. Burada dinimizi gizli okutuyoruz, okutanlar tevkif ediliyor. Kur’an yasak, ezan yok, kamet yok...” demişti (Kırkıncı,2004:27).
4) Tarih Düşmanlığı
1927 tarihinde 'Türkiye Cumhuriyeti Dahilinde Bulunan Bilumum Mebanii Resmiye ve Milliye Üzerindeki Tuğra ve Methiyelerin Kaldırılması Hakkında Kanun’ çıkarılmştı..Sözkonusu kanuna dayanarak, İstanbul Valiliği, İstanbul Üniversitesi, Sirkeci Tren Garı, Darülaceze, Çırağan Sarayı gibi çok bilinen yerler başta olmak üzere binlerce tarihi eserdeki tarihi tuğra ve kitabeler sökülmüş, kırılmış ve çöpe atılmıştı.
Yozgat Eski Milletvekili Ali Şakir Ergin’in naklettiğine göre; Yozgat merkezindeki Demirli Medrese ve Kütüphanesi'ndeki pek çok kıymetli yazma eser, Köseyusuflu'daki Abdullah Ağa Medresesi ve Kütüphanesi'nde bulunan nadir yazma eserler medrese avlularında yakılarak imha edilmiştir. Bakiyesinin de toprağa gömülerek yok edildiği, mahallinde hâlâ söylenmektedir.
Harp sonrasındaki siyasî iktidarın harf inkılâbı ile ilgili katı uygulamaları neticesinde, tekkelerde ve hatta mensuplarının evlerinde ve ellerinde eskiye dair kitap, defter ve teberrükât eşyası cinsinden ne varsa, mevcut olanlar türlü yollarla elden çıkarılmış, geride kalanlar da jandarma korkusuyla mezarlıklara gömülerek veya yakılarak imha edilmiştir.
Bununla da yetinilmemiş, tuğra ve Armalarla ilgili 1057 sayılı kanundan sonra Meydan Yeri'ndeki mermer Hamidiye Şadırvanı üzerindeki âyetler ve edebî şiirler kırılıp kazınmış, okunmaz hale getirilmiştir (Ergin,2016:58).
CHP İktidarınınbu mânâdaki uygulamalarından en manidar olanlarından biri de tãrihî değer taşıyan resmî evrakın kilo ile Bulgaristan’a yok pahasına satılmasıydı.M.Ertuğrul Düzdağ bu vahim olayı şöyle anlatıyor: Bazı gazetelerde "Bulgarlara satılan Osmanlı arşivi vesikalarına dair bir haber çıktı. Fransa'da yayınlanan "Le Nouvel Observateur" adlı dergi, Türkiye'nin, Osmanlı arşivlerini, incelemek isteyenlere açtığı haberi üzerine, 1931 yılında Bulgarlara satılmış olan vesikaları gündeme getirmiş. Dergi, "Bu vesikaların o zaman satılmasından maksadın Ermenilere dair arşivde bulunan vesikaların ortadan kaldırılması olduğunu, fakat bu vesikaların Bulgarlar tarafından alındığını öğrenen Vatikan'ın önemli miktarda para ödeyerek belgeleri satın aldığını ve söz konusu belgelerin şimdi Vatikan'ın elinde bulunduğunu" yazmış (Düzdağ,2016:88).
Düzdağ, anlatmaya şöyle devam ediyor:Bu iki sene zarfında Bulgarlar, Viyana'dan getirttikleri bir müsteşrike evrakı tedkik ettirerek, Bulgaristan'a dair olanları ayırmışlardı. O zamanki gazeteler, Bulgarların bu evrakın bir kısmını da kırk milyon leva'ya Vatikan'a sattıklarını yazmışlardı. Böylece geriye kalan ve kendilerine yaramayan kısım da bize iade olunmuştu (Düzdağ,2016:95-96).
Tãrihçi İbrahim Hakkı Konyalı’nın tesadüfen şahit olduğu bu tãrih katliamı o kadar geniş yankı uyandırmıştı ki, devrin Manisa Mebusu Refik Şevket Bey, bir soru önergesi vererek konuyu Meclisin gündemine taşımıştı. “Maliye Bakanı hãdiseyi doğrulamış, kilo ile satılan evrakın Bulgaristan’a götürüldüğünü, evrakın değerlisi ile değersizini ayırt etmeden satış yapan memur hakkında soruşturma başlatıldığını söylemişti” (Goloğlu,1972:72).
5) İstiklal Marşı Şairi Mehmet Âkif Ersoy’a Düşmanlık
İstiklal Marşı Şairi Mehmet Âkif Ersoy; 1.Meclis’e Burdur Mebusu olarak katılan, İstiklal Marşımızı yazan,o günlerde sırtında paltosuz dolaştığı halde kendisine ödül olarak verilen 500 lirayı orduya bağışlayan bir Milli Mücadele kahramanıydı.
Cumhuriyetin Kurulmasının ardından hiçbir kanun, nizam ve ölçü tanımayan İstiklal Mahkemeleri, bir süre sonra İstiklal Marşı Şairi Mehmet Âkif Ersoy’un damadını dolayısıyla kendisini de hedef almışlardı. Ankara’da hiçbir farklı düşünceye tahammül edemeyen yeni yöneticiler, bir süre sonra muhalif olan herkesi polis aracılığı ile takip ettirmeye başlarlar. Takip edilenlerden biri de İstiklal Marşı şairi Mehmet Akif Ersoy’du.
Bazı mahfiler tarafından da Milli Şaire büyük bir ambargo uygulanıyordu. Ankara Halkevi Reisi Ferit Celâl’in Mehmet Akif ile ilgili sözleri bu anlamda önemli bir ipucu teşkil eder. “Mehmet Akif ile ilgili bir toplantıya şiddetle karşı çıkan Ferit Celâl, vatan şairi Namık Kemal’i de dini hisler taşıdığı gerekçesiyle dışlamak istediğini söylemişti” (Serdengeçti,2000:198).
*Yenisöz Gazetesi/ 13 Nisan 2021
(Devam Edecek)