BENİM ÇOCUĞUM…BEN…BEN..!*

Mustafa Altınsoy*

Psikologlar: “Çocuğa güvenin; özgüveni olsun, serbest bırakın, gözünün kurdunu kırmayın, isteklerini verin.” dediler, kontrolsüz güç oluştu; şimdi onları kontrol edemiyorlar.

Psikologlar: “Önce birey olun.” dediler, bireyselliği öğrettiler; arkasından bencillik geldi. Kimse kimseye yardım etmedi, herkes ben… ben..! demeye başladı.

Psikologlar şimdi de toplamak için: “Efendim çocuk eğitimi ile ilgili şöyle frenleme yapılmalı, böyle sınırlar koyulmalı, çocuğun annesi- babası ebeveyn gibi davranmalı, arkadaşı ile ebeveynin kim olduğu belli olmalı…” diyorlar.  Ba’de harab’ül Basra (1)

Eskiden sorun; aşırı otoriterleşmede idi, şimdi ise otorite boşluğunda. Bir şey haddini aşarsa, zıddına döner. Yıllarca verilen bireyselleşme eğilimiyle aile düzeni ve birliğinin bozulması sonucu, herkes kendi imtihanıyla baş başa kaldı. Şu anda ne yazık ki herkes başkalarının ürettiği sorunların üstesinden gelmek mecburiyetinde kalıyor.

Eskiden, çocuğu ailenin merkezine oturtacak bir kültürel atmosfer vardı. Evde, baba otoritesi henüz sağlam ve yerinde duruyordu.  Sadece baba otoritesi değil aynı zamanda annenin ve ötesinde sokağın, öğretmenin otoritesi de yerli yerinde idi.  Anne, baba veya veliler çocuklarını okula teslim ederken: “Eti senin kemiği benim” derlerdi, bunların hepsi; bir bütünü tamamlayan entegre otorite ve eğitim yöntemleriydi.

Kişisel Gelişim Mi, Toplumsal Gelişim Mi?

İlerleyen süreçle birlikte kişisel gelişim modası tutturdular. Toplumsal gelişim için ahlak kitapları okumak yerine; kişisel gelişim kitapları okuyanlar daha fazla bireyselleşti, bencilleşti, yalnızlaştı. Kimse kimseye selam vermez oldu. Batı’nın dayattığı kişisel gelişim safsatasına inanıp ego zehirlenmesi sonucu şahsiyet gelişimini unuttuk. Artık herkes Hint kumaşı, edepsizlik ise “özgüven” oldu. Hadsizlik yüz buldu, mütevazilikkayıplara karıştı; bilgi, beceri, erdem ve ahlak ise çer çöp yerine kondu. Mütevazı olmak, enayilik kabul edilerek; televizyon ve sosyal medya aracılığıyla hakkına rıza göstermeyen, tahammülsüz ve hoşgörüsüz bir bencillik yüklendi.

Her türlü başarının, zafer ve fethin Allah’tan geldiğine; O’nun lütuf ve inayetine bağlı olduğuna inanmadığın zaman enaniyet, kibir artıyor ve insan şeytanlaşıyor.

Şeytan,  Musa’ya (a.s): “Ben deme benim gibi olursun” demiş.

Şimdi hepimiz “Ben” diyoruz. “Ben” deyip, haktan gibi görünüp,  hak yolda gidenlere ayak bağı oluyoruz. Kendimize verdiğimiz zarar yetmiyormuşçasına, dokunduğumuz her şeyi de bozuyoruz.

“Bir statü yarışına dalmış ki aileler; onların ellerinde şekil alan çocuklar, birer ego heykeli olarak kendilerini taşıyorlar sadece. Amansız bir statü yarışı, bencilleştirdi toplumu!

Çocuğuna her gün farklı kıyafetler giydirerek; “farklı olma, fark edilme, bahsedilme” güdüsünü tatmin eden ebeveyn! (Biz yeni kıyafetimizi, mesela ayakkabımızı giymeye utanırdık. Mahallemizde herkes böyleydi. Zenginliğimizle veya yeni kıyafetlerimizle öne çıkmaktan hayâ ederdik.)

Çocuğunu; onun dedesinden, ninesinden, amcasından, dayısından, halasından kısaca akrabalarından ve komşularından esirgeyen; kendince çevresine mesafe koyup huzuru yalnızlaşmakta bulan, “birey” olmakla “bencil” olmayı karıştıran ebeveynler!

Sözde sınav sistemlerini “çocukları yarış atı yaptı” diye eleştirirken onları; yediğinden giydiğine, alışverişinden tatiline, oturduğu evden bindiği arabaya, okulundan, akademik başarı durumuna kadar her konuda bir statü yarışına iten aileler, kendilerinin “safkan yarış atı” olduğunu fark edemiyorlar!

“En anlaşılmaz (orijinal) isim, benim çocuğumun olsun!” fark olsun

“En güzel şiiri benim çocuğum okusun!”

“En güzel şarkıyı benim çocuğum söylesin!”

“Çocuğum, benim burjuva -eskiden asortik denirdi- olduğumu hissettirsin! En başarılı benimki…

İşte Benim Çocuğum! BEN, BEN, BEN…

Anne ve babalar, böyle yaparak çocuğunuzu kaybettiğinizin farkında değil misiniz?”(2)

Fedakârlık

“Her şeyin bir ölçüsü vardır. Sevginin ölçüsü de fedakârlıktır.” (A. Bekkine haz.)

Bizi biz yapan, toplumunun temel direklerinden biri ve en önemlisi fedakârlıktır.

Bütün canlılar, sadece kendisi için yaşıyor. Siz başkaları için de yaşayın. Farkınız olsun. Başkaları için yaşarsanız toplumun devamı olur. Toplumun devamını ve sağlığını istemeyenler bireysel yaşamı ve bencilliği pompalamaktadırlar.

Çözüm, dengeyi kaybettiğimiz yerde aramaktır. Unutulmamalıdır ki eğitim, önce ailede başlar. Bu yönüyle aile, çocuğun “ilk okul” udur. Çocuk; sorumluluk almayı, beceri edinmeyi, yeteneklerini geliştirmeyi, sınırlarını, sosyal davranışları, toplumsal kurallara uymayı, sorunlarını çözebilmeyi, saygıyı, empati yapmayı, genel bir ifadeyle olumlu veya olumsuz pek çok kişilik özelliklerini geliştirmeyi burada öğrenir. Onların ilk öğretmenleri de yine anne ve babalarıdır.

Anne ve babaların, çocuklarını yanlış sevmeleri yüzünden aile içindeki ahenk maalesef kayboluyor. Çocuklar; ebeveynlerinden rol çalarak, “azman” ve “azgın” hale geliyorlar.  Bunun telafisi için de ailedeki rol dağılımının yeniden düzenlenmesi ve çocuğun fıtri haline rücû edebilmesi gerekiyor. Bu nedenle, önce duyarlı vakıflar ve sivil toplum kuruluşları tarafından; vefa, iyilik, fedakârlık, yardımseverlik ve erdemde hırsa kapılmadan yarışacak olan çocukları yetiştirecek “Anne-Baba Okulları” açılmalıdır.

“Anneler patronlarını doğuracaklar” (En telide’l emeturabbeteha)  hadisini, Milliyet gazetesi farkına varmadan aktarıyor:  “Aileler için ciddi bir tehlike: Çocuklar evde ‘patron’ oldu.” diye haber verilmektedir. Geçmiş zamanlarda bu cümleyi duyduğumuzda, -henüz sosyolojik olarak vakti gelmediğinden- manasını pek kavrayamıyorduk. Bize bilmece gibi geliyordu. Bugün ise gazetenin başlığına yansıdığı gibi sosyolojik bir çığır ve vakıa haline gelmiştir.”  (3)   

“İyi ebeveynlik adı altında, -şartlar ne olursa olsun- çocuğu memnun etme çabası var… Henüz gelişme sürecini tamamlayamamış, akran kabulü ve onayına -sonuçları ne olursa olsun- uyum sağlamaya çalışan, duygu ve davranış eğilimi bozuk ya da zayıf, gücü elinde tutan bir “çocuk nesil” var karşımızda. Burada yanlış olan; “gücü elinde tutan değil, gücü; ona karşılıksız veren aile. Terapi odalarımız, çocuğa verilen bu orantısız gücün sonuçları ve örnekleriyle dolu”.(4)

1. Ba’de Harab’ül Basra

Bağdat, Moğollar tarafından 1258 yılında işgal edildi, talana maruz kaldı, yağmalandı. Yine rivayet odur ki Dicle ve Fırat nehirleri binlerce bilim adamının akıtılan kanından dolayı kızıla bürünmüştür. (100 bin Bağdatlı kılıçtan geçirilmiştir.) Binalar yağmalanmış yıkılmış; kütüphanelerin çoğu harap edilmiştir. Hatta denilir ki kitapların mürekkebinden Fırat ve Dicle nehirlerinin rengi değişmiştir. Moğolların Bağdat ve Basra’ yı harap etmesinden sonra: “Ba’de Harabül Basra” denmiştir. İlgili ifade: “Bir olay olup bittikten sonra, iş işten geçtikten sonra” anlamında kalıplaşmıştır.

2. Murat Ertaş. Benim çocuğum senin çocuğunu döver!Makale 25.10.2009

3.Mustafa ÖZCAN. Ve kadın patronunu doğurdu. Makale 01.06.2024

4.Dr. Çiğdem Yektaş




Güncel Haberler