Sovyet Rusya İmparatorluğu

(Samet  Ağaoğlu, Baha Matb,İstanbul,1967)

 

SOVYET RUSYA’YA SEYAHATİMİZN BAŞLAMASI

Son Havadis'in sahibi Kemal Pekün ve arkadaşları fikrimi paylaşarak bana yardımcı oldular. Böylece 13 Ağustos 1966 sabahı Doğu sınırından geçerek otomobil ve uçakla otuz bin kilometreye yaklaşan bir seyahat yaptık ve Romanya ve Bulgaristan üzerinden de memlekete döndük. Bir iki gün eksiği ile iki ay. Doğu Sibirya'nın en uzak köşesinden başlıyarak bütün Orta Asya, Kafkasya, Batı Rusya'nın büyük mıntıkaları bu gezintinin içinde. Rusya'da fabrikalar, çiftlikler, kreşler, çocuk bahçeleri gezdik. Birçok gazeteci, şair, romancı, ilim adamı, mühendis ve halkla buluşup görüşmek yolarını aradık. Bazı kapılar ardına kadar açıktı. Bazıları sımsıkı kapalı. Nazik olduğu kadar hemen hemen aynı kelimelerle, cümlelerle kalıplı sözlerin arkasında imalar belirdiğini gördük. Bu imalardan hasretler, arzular, vehimler, korkular sızıyordu. (Ağaoğlu Samet,1967:12)

Çağımızın en yeni imparatorluğu Sovyetler memleketinde dünyanın bütün iklimleri için yer var. Leningrad'ta kar fırtınaları olurken Aşkabat'ta sıcaktan bunalırlar. Odesa kıyıları en tatlı sonbahar rüzgârları ile serin. Yılın yedi ayında sıfır altı yirmi derece soğukla donmuş topraklarla, yaratıldıkları günden bu yana tek kar tanesi görmemiş yerler aynı devletin idaresinde.

Fakat Sovyetler dünyasında dört mânevî iklim gördük:Ural'ların batısı Rusya, Beyaz Rusya, Ukrayna,Ural'ların doğusu ve Sibirya, Orta Asya, Kafkasya. Ural'ların batısı Rostof'tan Leningrad'a, Moskova' dan Kief ve Odesa'ya daha rahat, daha neşeli, medenî vasıtaları biraz daha çok bir ülke.

Ural'ların doğusu ve Sibirya büyük sanayi merkezlerine, baraj ve santrallerine rağmen ormanların ve göllerin sessizliğine bürünmüş, hemen her çeşit eğlence imkânlarından yoksun, birer şantiyeden ibaret, biraz da gamlı topraklar.

Orta Asya, örtmek için alınmış bütün tedbirlere rağmen, çeşitli renkleriyle, yarı koloni, yarı sömürge havasını kaybetmiyen bir diyar.

Bir de bizim Arpaçay'dan Bakû'ya kadar uzanan, coğrafyası kadar halkları da öteki iklimlerden çok ayrı, Sovyetler dünyasının belki en kozmopolit parçası. (Ağaoğlu Samet,1967:13)

ERMENİSTAN ve GÜRCİSTAN

Yabancı memleketlerde çok seyahat yaptım. Hiç birinde bu işler Ermenistan sınırında olduğu kadar karışık, yorucu değildi. Sadece formaliteler için Leninakan'da tam sekiz saat beklediğimizi söyliyeyim. (Ağaoğlu Samet,1967:15)

Eski Gümrü, şimdi Leninakan! Millî Mücadele Türk Devletinin doğu sınırını çizen anlaşmayı Kâzım Karabekir Paşa bu şehirde imzaladı. Türk Ordusu da yanında. Soruyorum kendi kendime, neden Gümrü sınırımızın ötesinde bırakıldı? Tarih iyi niyetli hataların sonsuz örnekleriyle dolu!

Perişan, kerpiç, kapkara evlerden köylerimizin karşısına onlara nisbetle çok değişik, göz alıcı, orası neden böyle, burası neden değil sorusunu biraz hüzünle akla getiren kolhozlar yerleştirilmiş. Bu serhat boyu fark, Kars'la küçücük Leninakan, Erivan'la hemen yanıbaşında Iğdır arasında da göze batıyor. Hiç bir iktidarın el sürmediği, en iyi evleri Çarlık Rusya’sı istilâsının acı yıllarında yapılmış ışıksız Kars'ın karşısına dikilmiş pırıl pırıl şehirler, köyler var. Hissediliyor, mahsus böyle yapılmış. Ama neden biz de hiç değilse mahsus böyle yapmıyoruz? (Ağaoğlu Samet,1967:16)

Sınırboyu endişesiyle olacak, 1948 de Mikoyan'ın teşebüsü ve Stalin'in emriyle 40.000 Türk Ermenistan'dan çıkartılarak Azerbaycan'ın Kür çayı kıyılarına yerleştiriliyor. Bunlara hiçbir yardım yapılmadığım ve çoğunun öldüğünü söylediler.

Erivan Sovyet Rusya'da yapılmış yeni şehirlerin en göze çarpanlarından biri. Büyük meydanlar, geniş caddeler, parklar, havuzlar ve hemen hemen her köşe başında Ermenilerin yetiştirdiği şairlerin, sanatkârların, kumandan ve devlet adamlarının, âlimlerin heykelleri. Bunların yanında zengin kütüphaneler, tam kadrosuyla üniversite ve yüksek enstitüler, eski ve tarihî değeri olan kiliseler. Fakat bu görünüşün bir de arkası var:Halkın büyük kısmının oturduğu, evleri birer kulübeden ibaret, dar sokaklarında yarı çıplak çocukların kaynaştığı mahalleler! Sovyetler dünyasının her yanına hâkim bu manzarayı ilk defa Erivan'da gördük.

Erivan'a gittiğimiz gün dinî bir bayrama ve pazara rastladı. Şehrin büyük kilisesini gezdik. Ağzına kadar genç, ihtiyar erkek ve kadınla dolu. Herkes omuz omuza İsa'nın resimleri, haçlar önünde diz çöküyor, dua ediyor, ikonları öpüyor. Bizim için şaşırtıcı bir manzara idi bu. Dinî duyguların öldürülemediğini başka yerlerde de gördük. Ama hiçbir kilise veya camide böyle bir kalabalık bulmadık. (Ağaoğlu Samet,1967:18-19)

Sovyet rejimi Gürcistan'a fazla bir şey getirmiş sayılmaz. Bütün Kafkasya'da en fakir kolhozları, yine o derecede en fakir kılık kıyafeti burada gördük diyebilirim. Tiflis, onların deyimi ile ‘Tibilisi’ güzelliğini hâlâ Çarlık zamanının eserlerinden almada. Şehirde kalabalık bir Türk kolonisi var. İstanbul'un Fatih ara sokaklarını hatırlatan bir yerde toplu olarak oturuyorlar. Gürcistan yollarında da birçok Türklere rastladık. Hepsi ellerimizi heyecanla sıktılar. (Ağaoğlu Samet,1967:20-21)

AZERBAYCAN

Böylece Gence'ye kadar geldik. Benim için yine babamın hatıraları arasında Gence de önemli bir şehirdi. Karnımız da aç. Şehre saparken yanımızda bir otomobil durdu. İçindeki genç bir adama lokanta sorduk. “Sizi götüreyim” diyerek bir sokak içinde küçük bir avluya soktu ve "Şu kapıdan girince lokantadır» dedikten sonra ayrıldı. Eşim Neriman daha önce şehri gezmek istedi. Lokantaya girmeden caddeye çıktık. Büyük caddenin sağ yanında isminin sonradan Şah Abbas Camii olduğunu öğrendiğimiz camiin resmini çekmek istedik.

Halk çevremizi sardı ve iki polis koşarak yanımıza geldiler.

«Ne arıyorsunuz ?»

«Şehri geziyoruz. Resim çekeceğiz.»

«Resim çekmek yasak. Validen izin almak lâzım. Sonra size gösterdikleri lokantada neden yemek yemediniz ? »

Şaşırdık. Nereden biliyordu bunu. Rütbesi daha yüksek bir memur, yanında bizi lokantaya götüren genç adamla geldiler. O zaman nereden bildiklerini anlamak kolay oldu.

«Şimdi sizi şehir dışında bir lokantaya götüreceğiz. Orada yemeğinizi yer, yolunuza devam edersiniz.»

Dedikleri yere geldik, polisler bir masada, biz bir masada yemeğimizi yedik. Arkamızdan beş kilometre daha uğurlayarak döndüler. Tâ Bakû yakınlarına kadar yine her 15-20 kilometrede bir polislerin selâmı ile karşılaştık.

Sonradan öğrendik, pasaportlarda yazılı şehirlerden başka yerlerde yol üstünde olsalar bile ancak yemek ve benzin molası verilebilir. Kaldı ki Azerbaycan'ın bu tarafları da yasak bölge imiş.

Açık söyliyeyim, bundan öteye yarı turizm, yarı bir kontrol teşkilâtı hissini veren İnturist'in (turizmi düzenleyen teşkilât) dikkatli gözünden başka bir takip hissetmedik.

Bakû yolu üstünde sağ tarafta küçük bir mezar. Üstünde sadece bir yazı: Murada bir Türk yatıyor! » İşte bütün bu maceranın basit, gösterişsiz, ama mânalı ve hazin senbolü!. (Ağaoğlu Samet,1967:23)

Hemen söyliyeyim, Bakü, babamın, annemin, ihtilâl sırasında Türkiye'ye gelenlerin anlattıkları şehir de değil. O zaman nüfusu 200.000 idi. Bununda yüzde 10'u Rus ve Ermeni. Bugün nüfusu 1.200.000 ama bunun sadece yüzde 19'u Azeri Türk. Yüzde 35'i Rus, yüzde 25’i Ermeni, kalanı da başta Yahudiler çeşitli milletlerden. Demek Bakü'yü Ruslaştırma ve nisbeti tersine çevirmek için yalnız elli yıl yetmiş!. (Ağaoğlu Samet,1967:24)

Azerbaycan'da ve Bakû'de gözümüze çarpan bir nokta da şu oldu: Azerilerin Rusların yanında duruşları biraz korkak. Otelimizin lokantasında Rus garson kadınların azarladıkları müşteriler sessiz kalıyorlar veya kendilerini onlara anlatmağa çalışıyorlardı. Uzun bir süre bekledikten sonra sabrı tükenen bir müşteri, garsonu tabağına çatalla vurarak çağırdı diye nerdeyse döveceklerdi. Hâlbuki ihtiyar bir Azeri idi, yanında da gençler. Ama hemen söyleyeyim, bu ezik duruş Orta Asya Türklerinde çok daha belirli. (Ağaoğlu Samet,1967:25)

Fakat Bakû'nun bir de kültür yanı var. Sovyetler âleminin hâkim milleti Rusların azınlıkları gittikçe Ruslaştırma yolunda ince bir maharetle güttükleri politikanın başarısını Bakü'de ve Azerbaycan'da görmek mümkün. Türkmenistan'da, Taşkent'te, Buhara'da, Semerkant'ta, Kazakistan'da, Kırgızlar ‘da ve başka yerlerde bu politika sonuçlarını vermek üzere. Ama Bakü'de daha şimdiden hedeflerine varmış gibidir. Belki de bana öyle geldi. Belki de diyorum, çünkü zaman zaman bu Ruslaştırmanın doğurduğu acılarla kıvranan insanlar gördük, sözler işittik. Çekingen, ürkek sözler, hatta sözden çok işaretler Ama neye yarar, kullanılan metot tesirli. İşte meselâ yukarıda da işaret ettiğim gibi halkın ancak Yüzde 19'u Türk. Halk kendi arasında Türkçeden çok Rusça konuşuyor. (Ağaoğlu Samet,1967:27:28)

Evet, büyük azınlık olan bir milletin, lehçe farklarına dayanarak, alfabelerini Slâvlaştırarak, mahallî topluluklara millet oldukları hissini aşılayarak parçalamak, büyük bir milletin büyük bir kolunu kültür yollarıyla ana kökten ayırmak! İşte Ruslar bunda, gerçekten başarı göstermişlerdir. Bir savaş metodunu, parçalayıp yok etme metodunu, kılıç yerine kültürle böylesine maharetle kullanan tarihte ve çağımızda başka bir millet yoktur sanıyorum.  (Ağaoğlu Samet,1967:29)

Şimdi biraz da Karabağ'a gelelim:Bu şehir babamın, annemin doğup büyüdükleri yer. Kulağım, evde anlatılmış ona ait hatıralarla öylesine dolu ki, ne olursa olsun gidip görmeliydim. Bakû'ye 400 kilometre uzaklıkta, Ermenistan'a yakın. Şuşa vilâyetinin bir zamanlar merkezi imiş. Yabancılar için ancak izinle gidilebiliyor. Bunu da oldukça zorlukla ve kendi arabamla gitmemek şartiyle alabildim. Yanıma da İnturist'in şeflerinden birini, Bakû'ya geldiğimiz akşam bizi karşılayan genci kattılar. (Ağaoğlu Samet,1967:30)

Karabağ'ın köyleri daha çok Ermeni. Yeni merkezde nüfusun büyük çoğunluğunu da yine Ermeniler elde etmiş. Türk olarak sadece bu dağ başındaki kartal yuvasını bırakmışlar. Hattâ Bakû'de büyük heykellerini diktikleri Molla Penah Vakıfın mezarı bile hemen hemen olduğu gibi kalmış.

Karabağ'da bir şey daha öğrendim. Bugün muhtar vilâyet olan Azerbaycan'ın bu şehrini Ermenistan'a bağlamak istiyorlarmış! Bu, Karabağ Türklerini toptan başka yerlere göçmeğe zorlayabilir, hatta zorlayacak. Nereye olacağını bir Allah, bir de Komünist Partisi bilir elbet.

Akrabaların hepsi Bakû'de. Karabağ'da kimse yok. Bakû'de anne ve baba yanından sayılamıyacak kadar çok. Amca, dayı, teyze, halaların oğulları, kızları, torunları. Belki elli, belki yüz, belki daha fazla. Ama kaçını görebildim, sadece beşini altısını! Onların da bir kısımım yalnız beş-on dakika. Neden? Görüşmek için hiç bir zorluk çıkarmadılar. Fakat işte bilmediğim sebepler, bana biraz uydurulmuş gelen bahaneler araya girdi. Ben aradım, onlar kaçtılar. Görüşebildiklerimde de bir telâş vardı. Ben heyecanlı idim, beş, altı aylık bir çocuk olarak ayrılmıştım onlardan. Bir kısmı zaten çok sonra doğmuşlardı. Aradan bunca yıl geçmiş, günün birinde efsane hikâyelerdeki insanlar gibi bir dağdan inip, bir vadiden geçerek karşılarına çıkmıştım. Elbet birçok şeyler sordum: «Nasılsınız? İyi misiniz? Rahat mısınız?»

Hemen hepsi bu sorulara yine telaşlı hareketler, kelimelerle acele acele aynı cevabı veriyorlardı:«Çok yahşıyız, çok rahatız. Pulumuz var, işimiz var!» Otelin holünde buluşmuştuk. Sık sık saatlarına bakıyorlardı. Bazısı doktordu, bir saat izin alabilmişti. Bazısı memurdu, büroda işleri çok! Anlamıştım, bizimle fazla gözükmek istemiyorlardı. «Kim bilir, kısmetse bir gün gene buluşuruz» diyerek uğurladım."(Ağaoğlu Samet,1967:31-32)

SOVYETLER BİRLİĞİNDEN MANZARALAR

Resmî ismi '(Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği U.R.S.S. - C.C.C.P.) olan bu devlete asıl yakışır isim bence «Sovyet Rusya İmparatorluğu» dur. Bu İmparatorlukta kendi millet anlayışlarına ve 1965 nüfus sayımına göre yüzden fazla millete bölünmüş 229 milyon insan yaşamakta ve yine kendi görüşlerine göre yüzden fazla dil konuşulmakta. (Ağaoğlu Samet,1967:33)

Sovyetler İmparatorluğunda biraz dikkatli bir göz, üstü ne kadar örtülmeğe çalışılırsa çalışılsın, canlı bir milliyetçiliğin izlerini görebilir. Hattâ denilebilir ki Ruslar tarihlerinin hiç bir devrinde bu kadar metodlu, bu kadar sistemli bir milliyetçilik politikası gütmediler. Çarlar tıpkı Osmanlı Hükümdarları gibi kendi hükümleri altına aldıkları halkları milliyetlerine dokunmadan sadece ekonomik sömürge kitleleri diye benimsemişler, bu halkların içinden yüksek sınıflarla da bir dereceye kadar işbirliği yaparak yürüttükleri bir kolonizasyon yönetimi halinde kalmışlardı. Hâlbuki Sovyetler İmparatorluğunun hâkim unsuru Ruslar beraber yaşadıkları milletleri komünizm prensipleri kanalından geçirdikleri yollarla Ruslaştırmaya koyulmuşlardır. (Ağaoğlu Samet,1967:35)

On beş Cumhuriyetten altısı, Özbekistan, Kazakistan, Azerbaycan, Kırgızistan, Tacikistan, Türkmenistan, Müslüman. Bunların beşi de, Özbekistan, Kazakistan, Azerbaycan,  Kırgızistan, Türkmenistan aslen Türk olan halklardır. Yalnız Taciklerin bir kısmı Fars’dırlar. 1962 nüfus sayımına göre ve resmî rakam olarak bu beş memlekette 28 milyon insan yaşıyor. Bunun yedi milyonu Rus’tur.

Ayrıca başka milletler de var. Bunların dışında ve Rusya'nın diğer yerlerinde yaşayan Türklerle beraber Türklerin sayısını 25-26 milyon kabul ediyorlar. Bu rakama şüphe ile bakılabilir. Gerçekte öz Türkler 40 milyonu aşkın. Fakat isterse 25 milyon olsun, Sovyetler Birliğinin Ruslardan sonra gelen en büyük azınlığını Türkler teşkil ediyor.

Neticede meselâ 40 veya 24 milyon Türk, 8 milyonluk Özbek, 9 milyonluk Kazak, 3,5 milyonluk Azeri, 2 milyonluk Kırgız, 1,5 milyonluk Türkmen milletlerine bölünmüşlerdir. Büyük bir azınlık başka başka isimler altında parçalanmış bulunuyor, sonunda da Sovyetler Birliğinde ‘Türk’ ismi fiilen kaldırılmış oluyor.

Yine göze hemen çarpan bir başka nokta da Türklerin yaşadıkları yerlere büyük kitleler halinde Rusların gelip yerleşmesidir. Bu hareket sonunda bu Türk Cumhuriyetlerinin hükûmet merkezlerinde ve büyük şehirlerinde Türkler azınlık durumuna düşmüşlerdir. Meselâ bugün Azerbaycan’ın merkezi Bakü’nün nüfusu 1.200.000 olduğu halde orada yaşayan Türkler bu nüfusun ancak yüzde on dokuzu, Ruslar ise yüzde 35'ini teşkil ediyorlar. Yüzde 25 de Ermeni. Hâlbuki 1917 de Bakü’de ancak yüzde 10'u Rus ve Ermeni olan 200.000 bine yakın insan yaşıyordu. Yine meselâ Kazakistan'da yaşıyan halkın yüzde 43'ü, Kırgızlarda yüzde 30'u, Özbekistan'da yüzde 14'ü Rus'tur. Türkmenistan'ın merkezi Aşkabat'ta Türkmenistanlı ancak yüzde 30. Buna karşılık Ruslar hemen hemen aynı nisbette. Kazakistan'ın merkezi Almaata'da ise Ruslar yüzde altmış nisbetinde yer alıyorlar.Asıl halkı Türk olan bu beş Cumhuriyetin hepsinde 1941 yılına kadar Lâtin harfleri kullanılırken bu tarihte verilen bir işaretle yine hepsi pek küçük farklarla Slav harflerini kabule zorlanıyorlar. Zorlanıyorlar diyorum, çünkü bir kere tarih aynı. (Ağaoğlu Samet,1967:40-41-42)

Halbuki Ermeni ve Gürcü harflerine dokunulmamış, İslav harfleri yalnız Türkler ve Müslümanlar için zorlanmıştır. (Ağaoğlu Samet,1967:43)

En çok dikkat ettikleri noktalardan biri de bu yerlerdeki şehirler nüfusunun çoğunluğunu elde etmek olmuştur. Bunun içindir ki yukarıda saydığımız altı Türk ve Müslüman Cumhuriyetin merkezlerinde o mahallin halkı hep yüzde 50'nin altına, bazılarında ise, meselâ Bakü’de yüzde yirminin altına düşmüş bulunuyor. Yine aynı politika meselâ Kazakistan'da nüfusun yüzde 77'sini Rus ve başka milletlere, Kırgızlarda yüzde 60'ım yine Rus ve başka milletlere isabet ettirmektedir. İki rakam daha verelim. Bu altı memleket halkının toptan nüfusu hemen hemen 30 milyon kadar. Bunun da sekiz milyondan fazlası sadece Rus. Bir de buna Yahudi, Ermeni ve başka milletleri katarsak asıl Türk ve Müslümanlar kendi vatanlarında yüzde elliye kadar iniyor demektir.

Bakınız Müslüman ve Türklerin bulundukları yerlerde 1965 nüfus sayımına göre yalnız Rusların genel nüfus içindeki nisbetlerine:

Başgirler z % 42 4 Boryatlar z: % 74,6 Kalmuklar: % 55.9 Tatarlar z: % 47,2

Yakutlar:  % 47,2 Kazaklar: % 42,7 Kırgızlar : % 30,2   Dağıstanlılar: % 20,1

Çuvaşlar z: % 24.  Türkmenler % 17,3 Azeriler: % 13,6   Tacikler: % 13,3  Özbekler: % 13,5

Şu nisbetler Ruslar'ın Türklerle İslâmlar arasına nasıl yerleştiklerini göstermeğe yeter. Bunlara karşılık Gürcistan'da sadece yüzde 10,1, Ermenistan’da yüzde 3 Rus vardır. (Ağaoğlu Samet,1967:46:47)

Fakat en çok Azerbaycan'da bir zorlukla karşılaştık. Azeri lehçesi bizim dilimize en yakın olduğu halde Türkçelerine o kadar çok Rusça kelime karışmış ki anlaşmak bazan mümkün olmuyor. Bir cümlenin yarısını Türkçe,  yarısını Rusça söylüyorlar. Hatta ne dediğini anlatmak için sanki bir Rusmuşuz veya Rusça biliyormuşuz gibi Türkçeyi bırakarak Rusça devam ediyorlar. Sonra kendi aralarında da daha çok Rusça konuşmaktalar. Böylece Azerbaycan'da Rusça ikinci dil değil, ana dili olmağa başlamıştır diyebilirim. Bir lokantada hizmet eden bir Türk o sırada yanına gelen küçük oğluyla Rusça konuştu. «Neden Türkçe söylemiyorsun?” dedim.«Ne yapayım balaca anlamıyor Türkçeyi. Men Türkçe desem o Rusça cevap veriyor.» (Ağaoğlu Samet,1967:48)

                                          RUSYADA DİNSİZLİK ve DİNLER

Rusya'da millet ve diller gibi dinler de çeşit çeşit. Hıristiyanlıktan Budizm ve Şamanizm’e kadar! Bütün bu dinler bir yandan devletin resmen lâiklik, gerçekte Allahsızlık prensibinin, bir yandan da yepyeni bir dinin baskısı altına alınmışlardır. Bu yeni din Lenin dinidir. Önce bunu anlatacağım, sonra da Allahsızlık prensibinin uygulanma yollarını. Böylece görülecektir ki Rusya ve Ruslar Allahsız bir cemiyet yaratmak iddiasını gerçekleştirmek imkânlarını bulamamışlar, insan ruhunun bir yaratıcıya inanma, bir yaratıcıdan teselli ve kuvvet bulma ihtiyacım giderememişlerdir.

Moskova'da kaldığım ilk gecenin sabahında odamızın tam Kremlin'e bakan penceresinden sarayın duvarları ve ağaçlar altında üçlü, dörtlü sıralarla ağır ağır yürüyen uzun bir kafile gördüm. Kafilenin bir ucu beş yüz metre kadar ilerde Lenin mozolesine varıyor, başlangıcı da sık ağaçlar gerisinde gözden kayboluyordu. Lenin mozolesinin her zaman ziyaret edildiğini biliyordum. Fakat böyle bir kalabalık ancak merasim günlerinde olabilirdi. Hâlbuki hiç bir merasim yoktu o gün. Kafile mozoleye yaklaştıkça polisler halkı daha sıkı sıralarla yürütüyorlar, hareketi biraz daha yavaşlatıyorlardı.

Sonradan öğrendiğim şu oldu:Haftanın beş günü sabah saat sekizden öğleden sonra on dörde kadar Kremlin meydanının manzarası bu! Günde aşağı yukarı on bin adam, Birliğin dört bucağından gelmiş on bin adam Lenin mozolesini ve orada yatan mumyasını ziyaret ediyorlar. Bundan başka ayrıca günün hemen her saatinde okullar, gençlik teşekkülleri yine büyük kafilelerle mozolenin önüne gelerek saygı duruşu yapıyorlar, kapısını, merdivenlerini, duvarlarını çiçeklerle dolduruyorlar. İşte böylece dünyada ikinci bir Kâbe doğmuş! Biri kızgın güneş altında kavrulan Mekke'de yılın ancak bir ayında tâvaf edilen ve İslâmların, «Allahın evi» diye kabul ettikleri gerçek Kâbe, ötekisi Kuzeyin buzlarına yakın Moskova'da ve her gün tavaf edilen Lenin'in mezarı!

Düşündüm, diyebilirler ki bu bir dinî ziyaret değil. Dünyada ilk sosyalist devleti kurmuş bir adama karşı bu sosyalist devlet vatandaşlarının saygısıdır ancak. Hesap ettim, mozole 1930 dan bu yana her gün tavaf edilmekte. Rusya Halkları 230 milyon. Günde on bin adam geçerse yılda üç milyona yaklaşır. O halde yalnız Birlik vatandaşlarının Lenin'i bir kere ziyaret etmiş olması için aşağı yukarı yüz yıl gerekiyor. Fakat yeni doğanlar, büyüyen çocuklar, sonra memleketin şurasından burasından her Moskova'ya gelişlerinde Lenin'i ziyaretleri vazife sayılan binlerce insan. O halde Lenin bulunduğu yerde yattıkça, Moskova sosyalist Rusya'nın merkezi kaldıkça bu ziyaret kafilesi Kremlin meydanının değişmez dekoru olacak!

Lenin dininin en büyük ibadeti bu ziyaret. Fakat daha başka mihrapları var. Hastalandığı zaman yatırıldığı ve hayata gözlerini kapadığı, Moskova'ya otuz kilometre uzakta, büyük parklar içindeki eski saray. Her odasında her eşya mukaddes sayılıyor. Merdivenlerden tutunarak inmesi için yapılmış ikinci trabızona elimi sürdüm, rehberim, «Mukaddestir, dokunmayın,» dedi. Bu sarayın bahçesinde gezindiği yol, Kremlindeki dairesi, çalışma odaları, karısının, hemşiresinin odaları, mutbak takımlarına kadar her eşya Lenin dininin başka ibadet köşeleri. Sonra büyük küçük her şehirde, her köyde heykelleri, büyük küçük her şehirde resimlerinden, ona ait haberlerin yazıldığı gazetelerden de ibaret olsa, Lenin müzeleri. Lenin'in resimleri, sözleri büyük ilân tahtaları üzerinde binlerce kilometre yolların karşılıklı iki sırasını dolduruyor.

Lenin'e kutsallık verme gayretinin bu dekorları arasında göze en çok çarpan mumyası! Yarı karanlık merdivenlerden inip çıkarak, yarı karanlık dar koridorlardan geçerek bir salona giriyorsunuz. Ortada beyaza yakın aydınlatılmış bir camekân. İçinde Lenin ölüm döşeğinde. Zayıf yüzü bembeyaz. Kumral, biraz seyrek sakallar sivri çeneye ne kadar canlılık veriyor! Bir eli yanında, bir eli göğsünden aşağıya doğru. Böylece Lenin kurduğu ilk sosyalist devleti mezarından da yönetmeğe devam ediyor denilebilir mi? Bir bakıma evet. Bu, gerçekten büyük bir ihtilâli başarmış adama kutsallık vermek yoluyla komünizmi yalnız bir iktisadî sistem değil, bir din olarak kabul ettirmek zarureti duyulmuştur. Öteki dinlerin ölümsüz Allahı göze gözükmez. Fakat komünizmin ölümsüz Allahı Lenin işte gözler önünde!

Mozoleden aydınlığa çıktığım zaman kendi kendime sordum:Rusya dinsizlik iddia edebilir mi ? Hayır, bu kabir burada durdukça, bu ölünün önünden her gün on binler eğilerek geçtikçe, Lenin'in eşyaları bile dokunulmazlık payesinde kaldıkça aslâ iddia edemez. İslâmizm, Hristiyanizm, Budizm, Şamanizm gibi bir de Leninizm vardır. (Ağaoğlu Samet,1967:52-53-54)

Rusya’nın komünist yöneticileri Dostoyevski'nin  Karamazof Kardeşler romanında gökten yere inmiş Hazreti İsa'ya şehrin baş rahibinin  dediklerini tekrar ederler miydi: «Aramızda ne işin var artık? Biz senin namına ümmetini idare ediyoruz, çekil git!.

Rus sosyalizmi Lenin dininin yerine bir başka mistik getirmedikçe ondan vazgeçemez. Güney Amerika kahramanlarından biri, "Memleketleri kurtaranlar vardır. Ama asıl kurtuluş ondan sonra ve bu kurtaranlardan kurtulmak şartiyle olur» diyor. Bu yeni bir kurtarıcı demektir, kişi olarak fikir olarak!. (Ağaoğlu Samet,1967:55)

Kremlin'de Lenin'in oturduğu daireyi gezdirenler yatağını, koltuğunu, yemek yediği tabakları, su içtiği bardakları, çatallarını, kaşıklarını göstererek «Bakın ne kadar basit, ne kadar sade, gösterişsiz bir hayat yaşıyordu» diyorlar. Bütün bunlar ilk sosyalist devleti kurmuş insanın büyüklük delillerinden biri sayılıyor.

Tarihte halktan çıkmış ihtilâlcinin yine halk adına yıktığı tacın evine yerleşmediğini gösteren örnek pek az. Ben Fransız İnkılâbını iki yıl yürütmüş Konvansiyon diktatörleri Robespier'le Danton'dan başkasını hatırlamıyorum. Lenin'in de, Stalin'in de Kremlin'in duvarları arkasında, Çarların odalarında yaşamalarıyla beliren intikam ihtirasım hiç bir bahane örtülüyemez. Halk dilinde «Adam nerde doğdu, nerde öldü» diye bir söz var. (Ağaoğlu Samet,1967:56)

Rusya'da Allahsız cemiyet yaratmak gayreti kiliselerin toprak ve zenginliklerini devlete maletmek düşüncesiyle belirmiş, bunun ilk atlımı da kilise istiklâlinin kaldırılması ve bütün mallarına devletin el koyması şeklinde olmuştur.

Burada göze hemen çarpan noktalar var:Büyük şehirlerde Rus milliyetçiliği ile ilgili olaylara ait hatıra dinî âbideler yerinde muhafaza edilmiş, meselâ Tatarlara, Türklere, Moğollara karşı kazanılmış zaferler üzerine dikilen elleri haçlı heykeller oldukları gibi bırakılmış, mimarisi ve tarihî değeri önemli olanların tahribini önleme tedbirleri de alınmış. Fakat belki kasten, belki değil, camiler, türbeler, medreseler, tarih ve san ‘at önemleri ne olursa olsun yıkılmağa terkedilmiş!. (Ağaoğlu Samet,1967:57)

Dinî bayram günlerinde ibadete açık bırakılmış kiliseler ve camiler ağzına kadar dolu imiş. Bunu bazı yerde biz de gördük. Meselâ Erivan'da büyük bir kilisenin içi ve bahçesi insanla dolup taşıyordu. Genç kız ve erkekler İsa'nın resimleri önünde diz çökmüşlerdi.

Allahsızlık prensibinin başarıya ulaşamamış olduğunu gösteren bir iki delil daha vereceğim. Bunlardan biri Rusya'da devletin göz yumduğu dinî müesseselere yaşamaları için halkın yaptığı yardımdır. Meselâ Rusya Müslümanlarının dinî merkezleri var. Bakü, Taşkent, Kazan gibi.. Ortodokslar için de Moskova ve Taşkent olmak üzere iki dinî merkez.

Bunların bütün masrafları halkın yardımlarıyle ödenmekte. Buhara'da açılmış medresenin adı «Mirî Arap Medresesi» Bugün yüz öğrencisi, yedi öğretmeni var. Şimdiye kadar bir kaç yüz mezun vermiş. Bunlar Rusya'nın çeşitli yerlerinde cami imamlığına gönderiliyor. Demek ki halk din müesseselerine yardımdan çekinmemekte. Sonra halkı Türk ve Müslüman olan yerlerde dolaştığımız zaman, hatta Kafkas dağlarının göbeğinde tek kelime Türkçe bilmiyen Osetinler arasında bile rastladığımız insanların çoğu Türk olduğumuzu öğrenince önce «Elhamdülillah Muhammedan» diyor, arkasından da Kuran'dan bir veya iki ayet okuyordu. Aşkabat'tan Moskova'ya dönerken uçakta bir kaç Türkmen vardı. Bir aralık bir gürültü oldu. İçlerinden biri telâşlanınca arkadaşı «Korkma,» dedi, «yanımızda İslâm’ın merkezinden gelmiş olanlar oturuyor. Bir şey olmaz.» Kastettiği bizlerdik ve İslâm’ın merkezi dediği de İstanbul!. (Ağaoğlu Samet,1967:59)

RUSYA’DA FİKİR HÜRRİYETİ

Sovyetler dünyasında fikir hürriyeti var mı? Kendisine sorarsanız evet. Ama gene kendilerine göre bir şartla: İnkılâp prensiplerine sadık olmak ve Marx - Lenin sosyalizminin dışına çıkmamak! Bu iki noktaya dikkat edilirse her çeşit fikir hürriyeti olduğu iddiasındadırlar. (Ağaoğlu Samet,1967:61)

Komünist Partisi! Rusya'da romancıların değerlerine kadar karar veren Komünist Partisidir. Politikada olduğu gibi her san’ at alanında, müzikde, resimde, tiyatroda ve operada değer hükmünü Komünist Partisi veriyor. Bu bakımdan bu partiye Rusya'nın Vatikan'ı demek yanlış olmaz. Komünist rejim, ismi ne olursa olsun, her çeşit diktatörlük gibi, kuvvetli insan istemiyor. (Ağaoğlu Samet,1967:64)

Troçki Rus İhtilâlinin bir kaç başından biri olarak Rusya'nın bir şehrinde, kalabalık önünde konuşuyor, İhtilâlin getirdiği faydalardan, yıkılmış asillerin yaptıkları zulümlerden, artık memlekette sınıflar olmayacağından uzun uzun bahsediyor, sonunda da “Bir soracağınız var mı?” diyor.

İhtiyar bir adam, ismi Efimof, elindeki bastonu kaldırarak «Tavariş,» diye başlıyor, «Sizi dinledikten sonra görüyorum, Çarlık idaresi şu elimdeki baston gibi idi. Çar, çevresindeki asiller, büyük memurlar baş tarafı, mahkûmlar, sefiller, açlar alt ucu. Ortada çiftçiler, Partizanlar, küçük memurlar, işçiler.»

İhtiyar bastonu çevirerek alt ucunu yukarı, başım aşağıya indiriyor: «İhtilâI oldu, alt uç, mahkûmlar, sefiller, açlar yukarıya geldi. Asiller de aşağıya indiler. Biz işçiler, çiftçiler, küçük memurlar, Partizanlar yine ortadayız.» Efimof ertesi sabah kurşuna dizilmişti. (Ağaoğlu Samet,1967:75-76)

                                  RUSYA’DA HALKIN   EKONOMİK VAZİYETİ

Sovyet Rusya'da dar bir zümre çok geniş tüketim imkânını kazanmış bulunuyor. Bu kitlenin hemen hepsinin kendi arabaları var. Tabiî aylıklı şoförleri, hizmetçileri de! Bazılarının en lüks çeşidinden iki arabası. Giyimleri, kuşanmaları büyük kısmı hattâ İngiltere'den, Fransa'dan getirilmiş mallar. Lüks lokantalarda bol bol harcıyorlar. Hemen ilâve edeyim, bu değişik hayat kitlenin gözüne şiddetle batıyor.

Bütün Sovyetlerde ortalama aylığın net 70-80 ruble olduğunu göz önüne alırsak, kazanç farklarının yarattığı sosyal adaletsizlik bütün çıplaklığı ile ortaya çıkar. Tarihte de birer hak ve imtiyaz kadroları haline gelen sınıflar böyle doğmadı mı? (Ağaoğlu Samet,1967:78)

Ücretleri az işçi kitlelerinin nasıl sıkıntılı bir hayat yaşadıkları böylece ve açık olarak beliriyor. Bu gerçek öylesine meydandaki Ruslar bile gizliyemiyorlar. Bakınız bir propaganda kitabında yer alan şu satırlara:«Yakın bir gelecekte halkımızın hepsi yüksek kaliteli iyi yemeklere kavuşacaklar, elbise, ayakkabı, mobilya, ev eşyalarını yeter derecede sağlayabilecekler!. (Ağaoğlu Samet,1967:81)

SOVYET İMPARATORLUĞU ve KOMÜNİST PARTİSİ

Sovyetler İmparatorluğunun en asil sınıfı Komünist Partisi yöneticileridir. Onlara Rusya'nın brahmanları diye bakabiliriz. Yetiştikleri manastır da Komünist Partisi!

Önce akla garip gelen, bizim de 1946 ya kadar fiilen uyguladığımız bir parti anlayışına işaret edeyim:Rusya'da Komünist Partisinden başka parti yok, olamaz, kurulamaz. Bizde de bir zamanlar Cumhuriyet Halk Partisi fiilen böyle idi. Ancak bizimle Rusya'nın arasında yine esaslı bir ayrılık vardı. Onlarda kanunlar ve dayandıkları felsefe başka partilere imkân vermez. Bizde ise sadece yöneticiler! Yoksa kanun parti kurmak hakkını hiç bir zaman kaldırmamıştır.

Bir memleket düşününüz, başka bir parti kurulması, yani sosyalist ve komünist inançtan ayrı inançların açığa vurulması kanunlar bakımından vatan hiyaneti sayılmakta. Böyle bir memlekette bir belli kadro yaratarak adına parti demeğe lüzum var mı? Komünist partisi olunca karşısında hiç değilse nazarî olarak başka bir partinin de bulunması gerekir. Ama Rusya'da böyle değil. Yalnız Rusya değil, komünizmi kabul etmiş bütün memleketler de aynı yolda!

Akla garip gelen bu manzara aslında bir sistemin ana rengi, orta direğidir. Sovyet Rusya'da yönetme hakkı dar bir kadronun elinde. İşte bu kadroya Komünist Partisi diyorlar. Rusya bu noktada çağımızdaki bütün diktatörlük rejimlerinin dayandığı prensiple birleşiyor ve Faşizm ve Nasyonal Sosyalizmle arasında hiç bir ayrılık kalmıyor. O sistemler de aynı yolla belli kadrolar yaratmışlar ve yönetme imtiyazım bunlara vermişlerdi.

Bugün Sovyetler Birliğinde 12 milyon parti üyesi olduğunu söylüyorlar. Bütün nüfus 230 milyon. Demek halkın yüzde beşi partili. Bir bakıma yüksek bir nisbet. Yüz insandan beşi idare hakkına sahip. Gerçekte ise asıl hak, Birlik üyeleri Cumhuriyetlerde parti sekreterlerinin, Moskova'da, merkezde ise parti genel sekreterinin ve başında bulunduğu adı «Sovyetler Birliği Komünist Partisi Siyasî Bürosu» olan on altı üyeden ibaret kurulun. Genel Sekreter de reisleri. Büroyu büyük parti kurultayı seçer. Genel sekreterlik Sovyetler İmparatorluğunun en büyük tahtıdır. Stalin otuz yıl, Kruşçef oniki yıl bu tahtta oturdular. Bugünkülerin kaderi elbette belli değil.

Burada bir noktaya işaret edelim: Bugün bu on altı insanın on dördü Rus'tur. Biri Gürcü, biri de Özbekistanlı. Stalin'in zamanında bir Azerbaycanlı, iki Gürcü, bir Kazak daha vardı. Demek siyasî büro da gittikçe Ruslaşıyor. Aynı hareket hükûmette de göze çarpıyor. Galiba bugünkü bakanların hepsi Rus.

Komünist Partisi üyeleri nasıl seçiliyorlar, nasıl yetiştiriliyorlar?

Bu bakımdan bütün memleket şöyle teşkilâtlandırılmış:

I — İlkokulun birinci sınıfından üçüncü sınıfına kadar «Oktober Çocukları - İnkılâp çocukları»

2 — Dördüncü sınıftan onbeş yaşına kadar «Piyonyenler».

Bunlar her şehirde «Piyonyen Sarayı» ismi verilen büyük binalarda istidatlarına göre yetiştirilirler.

3 — Onbeş - yirmi altı yaş arası gençler. Bunlara «Komsomol» diyorlar.

İşte partiye üye olanların bu gençlik teşkilâtından geçmesi ve mahallî partice kabulü gerekiyor. Bunun dışında da partiye girebilmek bir şartla mümkün. Partiye girecek kimsenin meslek arkadaşlarının tavsiyesi ve parti idaresinin kararı. (Ağaoğlu Samet,1967:82:83:84)

Dolaştığımız bütün şehirlerde en güzel bina Komünist Partisinindi. Meselâ Birliği yapan on beş devletin merkezlerinde bütün hükûmetin bir arada bulunduğu binadan çok daha büyüğü ve süslüsü yalnız Komünist Partisine verilmiş! Böylece bu parti sadece gördüğü iş bakımından değil, çeşitli yollarla belirtilen manzarası ile de her ere, her şeye hâkim bir duruma getirilmiş bulunuyor. (Ağaoğlu Samet,1967:85)

Bu zorla alıştırma yollarının yanında bir de hemen hemen 1950'ye kadar sürmüş bir kitle halinde yer değiştirme hareketi var. Meselâ Kırım Tatarları İkinci Dünya Savaşı biter bitmez hemen hemen toptan, 360 bin insan batı Rusya'ya, Uzak Doğu'ya gönderilerek çalıştırılıyorlar. Bunlardan büyük kısmının iklim şartlarına dayanamıyarak öldüğünü söylediler. Yine aynı yıllarda Ermenistan'dan 500 bin kadar Türk Azerbaycan'a ve başka yerlere götürülerek yeni tesislerin yapılmasında kullanılmıştır diyorlar. Bu misalleri de çoğaltmak mümkün.

Bu zorla çalıştırma sisteminin yanında bir de Orta Asya memleketlerinin gösterdikleri dikkate değer manzaralar var. Üstü örtülü bir sömürgecilik kokusunu açıkça duyuyor insan. Buralardaki halk, giyimleri bakımından daha fakir, Ruslara karşı duruşları ezgin, şehirleri Rusya'dakilere göre çok daha geri. Oralarda da son yıllarda başlamış imar hareketleri göze çarpıyor, üniversiteler, enstitüler açılmıştır. Ama havalarına hâkim olan renk Birliğin sömürge devletleri rengi!.

Bunun ötesinde Sovyet Rusya'nın büyük servet kaynağı madenlerinin, pamuk, ipek, yün gibi her çeşit ziraat verimlerinin, petrol ve gazın vatanı bu memleketler. Bütün bu servetin getirebileceği refahtan pek azı bu memleketlere düşmekte. Bakın bütün Rusya'nın çıkardığı 300 milyon tona yakın petrolün yarısından çoğu bu ülkelerden elde ediliyor. Yine bütün Rusya'nın yetiştirdiği pamuğun hemen hemen yüzde yüzü buralardan toplanıyor. Kısaca anlattığımız manzara üstü kapalı bir müstemlekeciliğin varlığını göstermeğe yeter sanıyoruz. (Ağaoğlu Samet,1967:91:92)

Rusya'da çocukların daha şimdiden önemli bir kısmının üç veya altı aylıktan itibaren okula başlıyacakları güne kadar hayatlarının büyük parçası bu kreşlerde ve anne ve babalarından başka kimselerin ellerinde geçiyor. Sadece Moskova'da 4000'e yakın kreş var. Bütün Rusya'da ise bu rakam yüzbinlere yaklaşıyor.

Böylece büyüyen çocuklar için aile artık ikinci, hatta üçüncü plânda kalmıştır. Ruh ve fikir yapıları baba ve annelerinin isteklerine göre değil, kreşlerdeki yetiştiricilerin etkileriyle yoğurulmuş, her varlıktan önce toplum varlığı bir iman olarak gönül ve kafalarına yerleşmiş olarak cemiyete gireceklerdir. (Ağaoğlu Samet,1967:93:94)

Sovyet Rusya halkları bugün iki korku ve bir hasretin baskısı altında gözüküyor:

Korkuları, Çin'den gelen tehditler ve bir üçüncü dünya savaşı!Hasret, rahat yaşama, zenginlik, refah, hürriyet! Bu korkuların da, bu hasretlerin de asıl kaynağı yorgunluk. İki aylık gezimizde yorgun bir halkla karşılaştık. Yorgun, yer yer de bezgin!

SOVYET İMPARATORLUĞU’NUN İNSANLARI

Şimdi bu kocaman imparatorluğun batı sınırında Erivan'dan en uzak doğu köşesi Habarovski'ye, kuzeyde Leningrad'tan güneyde Aşkabad'a kadar akşam üstleri parklarda dolaşan, meydanlarda havuzların çevresinde sıralara oturmuş, sessiz, düşünceli adamlar gözlerimin önünde. Hele biraz yaşlılar! Neyin var diye soracağı geliyor insanın!. (Ağaoğlu Samet,1967:97)

Orta Asya'nın bir şehrinde konuştuğumuz bir kolhozlu bize o yıllarda çalıştığı bir çiftlikte, yalnız bir çiftlikte, uygulanan şartlara dayanamayarak ölmüş dokuz bin insandan bahsediyordu!.

Meşhur Fransız sosyalist yazarı Jores Fransız İnkılabı Tarihi isimli eserinde, «Robespier Fransa'yı zafere, zafer de Robespier'i giyotine götürdü» diyor. Fransız milleti Robespier'in sert disiplinli yönetimiyle zafere kavuşmuş, ama yorulmuştu. Artık ne istiyordu, ne de savaş. Bu arzularını Robespier'in başını keserek belirtmişti. Stalin için de böyle oldu.

Rus halkları artık büyük zekâların, iradelerin demir yumruklarla yönetimini istemiyorlardı. Kruşçef'i de Çin'i tahrik eden hareketlerini, Amerika'ya yaklaşma adımlarını, daha başka sudan sebepleri bahane ederek tahtından indirdiler, isimlerini her taraftan sildiler. Ama o günlere kadar alışılmış bir yolu da bırakarak! Artık tahtdan inenleri öldürmüyorlar, bir köşeye kapatıyorlar. Kruşçef'e kadar, Rusya'ya hâkim olan, tek partinin adamlarıydı. O günden sonra ise yalnız parti. (Ağaoğlu Samet,1967:98:99)

Neden Stalin'i attınız? Rusya'da Lenin'den sonra her şeyi yapan o değil mi ?» Cevap veriyorlar:"Doğru ama Stalin de halkdan uzaklaştı. Hâlbuki eserler yalnız halkındır.»

Kafkas sınırını Rusya'ya doğru geçerken bir nehir kenarında büyük bir taş Midenin üstünde sadece çizmeli iki ayak gördük. Bunlar üst tarafı koparılmış Stalin heykelinden kalan parçalardı. Rusya'daki değişikliği güzel ve manalı anlatıyor, değil mi?

Ne garip, Stalin'den şikâyet sebepleri bazan birbirinden çok ayrı yönlerden geliyor. Meselâ bir Orta Asyalı aydın, Stalin'i kendi ülkelerinin imarını geciktirmekle suçlarken bir Rus kalkınmanın da, savaşın da en ağır yükünü Rusların omuzuna yüklediğinden dert yanıyor. Sonra bir kısmına göre Stalin milliyetçi duyguların etkisiyle hareketler yapmış, belki kendisi Gürcü olduğu için Rus milletine acılar çektirmiştir.

Sovyetler âleminde gördüğümüz yorgunluk işaretlerini göstermeye devam edelim: Yüzler gamlı değil, ama neşesiz. Herkes birbiriyle sinirli hareketlerle konuşuyor. Hattâ herkes birbirini azarlıyor diyebilirim. Dükkânlarda, bürolarda zamanın önemli bir kısmı tartışmalarla geçiyor. (Ağaoğlu Samet,1967:100)

RUSYA’DA SOSYAL HAYAT

Altı buçuk milyon nüfuslu Moskova'da acaba doğru dürüst yemek yenebilir yirmi lokanta var mı? Bunların kaçında müzik ve dans? Halkın evlerinden dışarda yemek yedikleri yerlerin görünüşleri, düzenleri bozuk. Kasadan para vererek fişler alacaksınız, bir masada duran tabaklardan biri elinizde büfedeki kadına giderek fişi uzatacaksınız. Tabii gene kuyruk var. O yemeği size vermeden önce küçük tahta hesap cetvelinde siyah sarı kestanelere benzer yuvarlakları bir aşağı bir yukarı götürerek aldığı sonucu defterine yazacak ve yemeğinizi verecek. Çoğu zaman ayakta karnınızı doyurarak çıkıp gideceksiniz. Moskova'da böyle. Ya Sibirya şehirlerinde? Ya Orta Asya’da? Bir iki otel ancak bulabilirsiniz. (Ağaoğlu Samet,1967:101)

Bir yandan eğlence hevesi, biraz refah ihtiyacı, bir yandan imkânsızlıklar, Sovyetler halkını bu çarpışmada şiddetle yoruyor.Eğlence hevesinin yanında Batı modalarına uyma heyecanı yer alıyor. Kadın berberler ağızlarına kadar dolu. Kısa etek modası nerdeyse Avrupa'yı geçecek bir hızla yayılıyor. Gençlerde Amerikan filmlerine heves gittikçe artmakta. Küçük çocuklar sigara meraklısı. Bir yabancı görür görmez peşinden koşup sigara istiyorlar. (Ağaoğlu Samet,1967:102)

Çin'e göre Rusya dünya komünist rejimini kabul etmeden Batıya yaklaşmamalıydı. Bunu yapmakla komünizmi dejenere etmiş, mihverinden çıkarmıştır. Sonra Çin'e göre Sovyet Rusya emperyalist bir devlet olmuştur artık. Aslında Çin'in olan birçok toprakları zorla eline geçirmiş, kendisine koloni yapmıştır. Hatta Çin'i başka yönden de adi kapitalist kâr ihtirasıyla sömürmekten çekinmemiş, Çin'den çok düşük bedelle aldığı mil onlarca elbiseyi Ruslara yüksek fiyatlarla satmıştır. (Ağaoğlu Samet,1967:103)

«Gün gelebilir biz Ruslar, Çin'e karşı Avrupa'yı ve Avrupa medeniyetini savunmak için İngilizler, Fransızlar, Amerikalılarla elele verebiliriz.» Bunlar genç bir yazarın, gerçeği sezmiş bir yazarın sözleri. (Ağaoğlu Samet,1967:104)

“Vuslat yine mi, ah yine mi baldo güzel başka bahara? Men ta senin yanında dahi hasretem sana.” Diyor sanki Rusya’nın halkları..

Sovyetler dünyasında herkes devlet memurudur, Cumhurbaşkanından sokakta ayakkabı boyacısına kadar. Soruyorsunuz, «Madem devlet geçici bir devre sizin için, neden kadrosunu gittikçe daraltmak yolunu açmıyorsunuz? »

Cevap veriyorlar:«Yakında bu yola gireceğiz. Terzilik, tamircilik, garsonluk, boyacılık gibi birçok meslekleri kooperatifleştirerek devletten ayıracağız.» (Ağaoğlu Samet,1967:106)

İşte sosyalist sistemin suiistimal kanalları. Bu konuyu halkın dilinde gerçeği şaka ile anlatan bir fıkra ile bitirelim:Bir Sovyet vatandaşı Rusya'da özel otomobile sahip olmak hevesini anlatırken bir arkadaşı, «Bak» diyor, «senin bir Moskovit veya Volga alabilmen için tam yüz yıl yaşaman gerekir.»

«Neden

«Çalışmağa ayda elli ruble ile yirmi yaşında başlasan ancak yirmi yıl sonra biraz para arttırabilir dereceye gelirsin. Arttırabileceğin para ile otomobilin bedeli olan dört bin rubleyi biriktirinceye kadar elli yıl geçer, etti doksan. Bir on yıl da araba ile gezmek istersin elbet, etti yüz yıl.» (Ağaoğlu Samet,1967:110)

Rusya'da bugün 1965 sayımına göre 230 milyon insan yaşıyor. Bunun yüzde altmışı kadın, 138 milyon! Erkek 92 milyon, aradaki fark 46 milyon. Bunun en aşağıdan yüzde yirmisini evlenme çağına gelmiş sayarsak Rusya'da dokuz milyonu aşkın genç kadın koca bulmak imkânından yoksun. Halkının hemen hemen yüzde 65'i köylü olan Sovyetler ülkesinde ziraatı baştanbaşa kadınların elinde gördük. (Ağaoğlu Samet,1967:111)

SOVYETLERİN RUSLAŞTIRMA POLİTİKALARI

Sovyet Rusya'nın kendi içinde en büyük çelişmesi sisteminin dayandığı prensiplerle! Bütün milletlerin hürlüğünü, eşitliğini, dilerlerse yüzde yüz müstakil hükümetler kurabileceklerini ilân ederek işe koyulan Lenin ve arkadaşları ihtilâl başarıya ulaştığı günden itibaren, Çarlığın yıkılmasıyla birer ayrı devlet olmuş eski kolonileri tekrar ele geçirme politikasını tuttular. Tarihin gözünden aslâ kaçmıyacak gerçek bugün Sovyetler Birliğini teşkil eden onbeş devletten çok büyük kısmının Birliğe zorla sokulduklarıdır.

Letonya, Lituvanya, Estonya, Ermenistan, Gürcistan, Azerbaycan, Türkmenistan, Kırgızistan, Özbekistan, Kazakistan, Tacikistan, hatta Moldavi'nin bir kısmı ya savaşla, ya içten hazırlanmış hareketlerle ve halklarının büyük çoğunluğunun arzusu dışında Birliğe katılmışlardır. Ruslar buna milletlerin hür iradeleriyle oldu diyorlar, ama bu iradenin nasıl belirtildiğini asla açıklamıyorlar.

Ruslar «1917 de başlıyan inkılâp 1924 de bitti» diyorlar. Bu yedi yıl Sovyetler İmparatorluğunun eski Rusya'nın sınırlarına varmak için harcadığı zamandır.

Çarlar bu ülkelerden Orta Asya halklarını başlarındaki Hanları, Beyleri, Reisleri merkezden gönderilen bir Valinin kontrolü altında yerlerinde bırakıyorlar, böylece görünüşte onlara bir iç istiklâl sağlıyorlardı. Hindistan’ı İngilizler böyle kullanmadılar mı? Bugün de Sovyet Rusya imparatorluğu bu ülkeleri Birliğin birer üyesi yapmış, başlarına birer Cumhurbaşkanı, birer Hükûmet, birer Meclis koyarak kesin karar yetkisini Moskova'ya bırakmış! Bu kesin kararlara karşı en ufak bir başkaldırmayı da en şiddetli cezalarla karşılıyor. Eski Çarlık da, İngilizler de kolonilerini aşağı yukarı böyle yönettiler. Çarlık devrinde bu toprakların başında Hanlar, Beyler vardı, Hindistan’da da mihraceler. Bunlar Çarın ve İngiliz İmparatorunun emrindeydiler. Topraklar ve halk onların eliyle sömürülüyordu. Sovyetler İmparatorluğunun bugünkü manzarası yine bu!. (Ağaoğlu Samet,1967:114:115)

Çarlar ve İngilizler sömürge halkını Ruslaştırma veya İngilizleştirme yoluna gitmemişlerdi. Sovyetler İmparatorluğu ise metotlarını etraflı olarak anlattığımız bir Ruslaştırma politikasını maharetle yürütmüşler ve sömürge halklarına kendi varlıklarım Ruslara borçlu oldukları inancını aşılamaya koyulmuşlardır. Bugün bütün bu sörmügeler halkı bir bakıma haklı olarak «Biz okumamızı, yazmamızı, bilgilerimizi Ruslara, İnkılâba borçluyuz» sözünü samimiyetle söylemektedirler. (Ağaoğlu Samet,1967:116)

Ağaçlar altında “Demhane” dedikleri çayhanelerde çoğu zaman sessiz, konuşmadan saatlarca oturuyorlardı. Hemen hepsinin kılık kıyafetleri İmparatorluğun başka yerlerine göre çok fakir. Yedikleri birer parça çörekten, biraz kebaptan ibaret.

Buhara'da böyle bir demhanede konuştuğumuz insanların bazısı ilkokul, bir kısmı lise öğretmeni idi. Aylıklarını sordum, «60 Ruble» dediler. Bu koloni şehirleri bugün de Çarlık zamanında olduğu gibi ikiye bölünmüş. Yeni mahallelerde daha çok Ruslar yaşıyor, eski sokaklarda, medrese odalarında, küçük barakalarda yerli halk.

1931'de Paris'te büyük bir koloniler sergisi açılmıştı. O sırada Strazburg'da idim ve sergiyi görmek için de Paris'e gelmiştim. Dünyanın dört bucağındaki kolonilerin yaşama biçimleri, halk kıyafetleri, evleri, üretim araçları gerçek örnekleriyle gösteriliyor, kocaman bir sahaya bütün Asya, bütün Afrika serilmiş yatıyordu.

Sazlardan kulübelerde zayıf, renksiz Çinli kadınlar, simsiyah göğüsleri dışarda Afrikalı genç kızlar saz dokuyorlar, yemek pişiriyorlardı. Yüzleri ayrı, renkleri, boyları ayrı idi. Fakat duruşları hep aynı! Başlar öne eğik, utangaç bakışlar, mırıldanma konuşmalar! Yine hepsi, önlerine yığılmış merakla, heyecanla bakan, bazısı gülerek, bir kısmı parmakla kendilerini gösteren Avrupalı çoluk çocuk, kadın erkek kalabalıkla göz göze gelmemeye çalışıyorlardı.

Yerli halkın Ruslar karşısında bu çekingen, biraz korkak, sessiz, boynu bükük duruşunu her yerde, lokantalarda, bürolarda, hatta sokakta görebilirsiniz.

Taşkent'te şöyle bir ceza varmış:Halkın toplu bulunduğu yerlerde hâdise çıkaranları bir hafta, on beş gün veya daha fazla sokak süpürmeğe mahkûm ediyorlarmış!

İngiltere'nin kolonisi olduğu yılların birinde bir Hint şehrinde bir İngiliz kadınına Hintliler tarafından sataşıldığı için Valinin bütün şehir halkına verdiği ceza geldi:Halk sataşmanın yapıldığı sokaktan sürünerek geçecek!

Bu ceza İngiltere'de büyük akisler yapmış, mesele Avam Kamarasına getirilmiş ve İngiliz Vali «Doğrusu demişti, ben bu emri verirken haklı idim. Çünkü bir İngiliz kadınının şerefi bütün o şehir halkının şerefinden yüksektir. Ama halkın bu emrimi yerine getireceğini de sanmamıştım. Hâlbuki çoğu istediğimi yaptı!» (Ağaoğlu Samet,1967:117:118)

Uçaklarda gözümüze çarptı: Yerli halkı mümkün olduğu kadar aynı bölmeye oturtuyorlar, yabancılardan ve Ruslardan böylece ayırıyorlardı. Orta Asya şehirlerinde köylülerin kendi ürünlerini satmak için getirdikleri pazarlar perişandı. Meyveler sebzeler toprak üstüne yığılmıştı. Hâlbuki Rusya'da köylülerin şehirlerdeki pazarları mağazalar içinde! (Ağaoğlu Samet,1967:119)

Sadece Buhara ve Semerkant gibi turistlere açık Orta Asya şehirlerinde bile daha ilk adımda sizi saran havaya yanık kokusu hâkim! Eski mahallelerde çeşme başlarında su almak için bekleyen kadınları, cami ve medreselerin duvarları dibine çömelmiş mahallî kıyafetli genç ihtiyar erkekleri ve her şeyiyle tâ son zamanlara kadar yüzüne bakılmamış, kendi haline bırakılmış şehirler! Bir noktaya dikkat etmişler sadece: Bu halkları ana köklerinden ayırmak ve İslâmlıktan soğutmak! Yerli halka İslamiyet’in gerici bir din olduğu telkini uzun zaman yapılmış.

Bu da bütün sömürgeci devletlerin sömürgelerinde uyguladıkları bir metodtur. Yerli halkı kendi mânevî kuvvetlerinden yoksun bırakmak! Sovyet yöneticilerinin bu maksatla İslâmlığa karşı 1946'ya kadar öteki dinlere göre daha sert davrandıkları anlaşılıyor. Buhara ve Semerkant gibi İslâm sanatlarının gerçekten en güzel örnekleriyle dolu şehirlerde camiler, medreseler, türbeler yalnız kapatılmakla kalmamış, harap olup yıkılmaya mahkûm edilmiş, ancak 1946 yılından sonra tamirleri akla gelmiş. Bunca yıl ihmalin sebebi ne olabilir? Türk milliyetçiliğinin bu ülkelerde İslâmlıktan aldığı mânevî kuvveti yok etmek!

Evet, Orta Asya memleketlerinin havası sömürge kokuyor, manzarası sömürge renginde. Sovyet Rusya'nın yıllık petrol üretiminin en büyük kısmı Kafkasya ve bu Orta Asya memleketlerinden alınıyor. Orta Asya memleketleri Amerika'dan sonra en fazla pamuk yetiştiren topraklar. Milyarlar ve milyarlarca metre küp hesaplanan tabiî gazlar bu topraklarda. Büyük kömür, demir, kurşun madenleri bu topraklarda. Sovyet Rusya'nın ürettiği ipeğin yüzde ellisini yalnız başına Özbekistan veriyor!

Bütün bu tabiî zenginliklerden yerli halka kalan ne? Hemen hemen hiç bir şey. Çalışan adam başına ortalama 70 ruble aylık. İmparatorluğun öteki bölgelerinde yine adam başına verilen ortalama 70-80 ruble aylık, şu koloniler olmasaydı acaba kaç rubleye inerdi?

Orta Asya memleketlerini sömürme, tarihî eserlere kadar varıyor. Buralarda yapılan arkeolojik araştırmalardan çıkan eşyanın en değerlileri, en güzelleri Moskova ve Leningrad müzelerine taşınmakta!. (Ağaoğlu Samet,1967:120:121)

Sibirya Çarlık devirlerinde her çeşit mahkûmun, âdi, siyasî, hapishanesi ve sürgün yeriydi. Sovyetler devrinde de cezalandırılmak istenilen milletlerin kitle halinde sürgün yeri oldu. 1941 de Kırımdaki Almanlar yurtlarından alınarak Sibirya ve Kazakistan'a gönderildiler.

1944 de Kalmuklar, Kırım'ın Türk ve Tatarları, 1946 da İnkuşlar, Karaçaylar ve Balkir Türkleri aynı âkibete urğadılar. Bunlardan daha önce 1930 - 938 kollektifleştirme hareketi sırasında çeşitli milletlere mensup birçok insan Sibirya’ya sürülerek imha edilmişlerdi. Mesela 1930 da yalnız Kırım’dan 40.000 Kırımlının akıbeti bu!.

SOVYETLER YÖNETİMİNDEN BAZI MANZARALAR

Moskova'da bir kaç defa Kremlin'den çıkan bakanlar gördük. Polisler, halkı kapılardan uzaklaştırıyor, arkasından perdeleri inik siyah lüks otomobiller hızla geçip gidiyorlardı. Çarların beyaz atlar koşulu, ağır ağır yürüyen ihtişamlı faytonlarına bomba atmak kolaydı. Şimdi,   Sovyetler İmparatorluğunun halkın içinden çıkmış yöneticileri yüzlerini halka yılda birkaç defa, o da ancak en büyük millî bayramlarda gösteriyorlar. (Ağaoğlu Samet,1967:124:125)

Düşünüyorum, Moskova'dan damları, Kremlin -Kızıl meydanı meydandaki kiliseleri, damları, saçakları yaz kış karlı gibi görünen kırmızı tuğladan yapılmış eski Duma ile eski üniversite binalarını kaldırınız, ortada ne kalır? Moskova empresyonist bir ressam fırçasıyla belki sadece bundan ibaret. Fakat bu meydan, bu kiliseler, bu saray dünyanın en göz alcı dekorudur aynı zamanda. Onlarsız yalnız Sovyet İmparatorluğu değil, dünya da sihirli bir köşesini kaybeder. Dinsizliği din ilân etmiş bir sistemin böylesine yalnız din, yalnız esrar, yalnız mistik kokan bir meydandan idaresi komünizm için ilâhî bir kader mi acaba. (Ağaoğlu Samet,1967:127)

Moskova’ya hala altun yaldızlı, yeşil, mavi, sarı, kırmızı burma burma sarıklı kubbeler hâkim. Bizans- ortodoksluk- Komünizm bu kubbeler altında el ele! (Ağaoğlu Samet,1967:12128)

Komünist, Allahsız, yaratıcı tanımıyan İmparatorlukta bir şehir. Eli haçlı kıralların heykelleri, yüzlerce din adamının mumyalarıyla dolu katakompları, üslup üslup, renk renk kiliseleriyle Roma'yı hatırlatıyor. Bütün bu din yerleri ağızlarına kadar insanla dolu. Yüzde doksam turist ve ziyaretçiler. Hıristiyanlık Rusya ovalarına bu şehirden girmiş, ilk Ortodoks kilisesi bu şehirde. Ruslar bu şehirde Dinyeper'in Bizans papazları tarafından taktisli geniş bir kısmında toptan vaftiz edilmişler Rusya'da ibadete açık en çok kilise yine bu şehirde! (Ağaoğlu Samet,1967:130)

Kief'i gezip gördükten sonra önce Napolyon'un, arkasında Hitler'in Rus Milliyetçiliğinin doğuşunda oynadıkları büyük rolleri daha iyi anladım, büyük olduğu kadar menfi, hatalı rollerini! Rus Milliyetçiliğinin Çarlık köşesini Napolyon, Komünist - Sosyalist dönemecini Hitler yarattı diyebilirim.' Her tarafın yanıp yıkıldığı bu dış istilâlar Rusya'da ortak vatan duygusunun doğup gelişmesinde belli başlı sebep olmuşlar.

Dumlupınar Meydan Muharebesinin birinci yıldönümünde, Atatürk aynı meydanda yaptığı konuşmada, savaş yerinin Yunanlılar için nasıl kanlı bir arena olduğunu anlatırken, «Sanki gece bu manzarayı dünyaya göstermemek için siyah örtülerini gerdi» diyor ve arkasından haykırıyor: «Evet, manzara fecî idi. Ama ne işi vardı Yunanlıların Anadolu'nun tâ göbeğinde? Niçin gelmişler, masum Türk kadınlarını, Türk çocuklarını vahşice öldürmüşlerdi ?»

Bugün Kırım'da Tatar kalmamış gibidir. Esir olarak veya başka kanallarla Alman ordularına katılan yüzbinlerce Özbekli öldürüldü, yurtları da ağır baskılar altına alındı. (Ağaoğlu Samet,1967:131:132)

 

ÖZBEKİSTAN

Semerkant'ta, uçaktan baktığım zaman sıra sıra apartımanların yanında toprak renkli kubbeler ve minareler gördüm. Çok sıcak bir sabah saatinde de tatsız bir yoldan geçerek Selçuk'tan, ya da Osmanlının ilk çağlarından bir Anadolu kasabasına girdik. Sağ sol kerpiç, birer katlı evler, oturacak yerleri tahta pikelerden çayhaneler, birer kulübe içinde ayakkabı tamircileri, limonatacılar ve sarıklı, kırmızı, yeşil, beyaz kalın çizgilerle süslü şalvarlar, harmaniler giymiş sakallı erkekler, koyusundan en açığına kadar kırmızı, yeşil, sarı parlak kumaşlardan geniş elbiseler içinde kadınlar, kızlar. Gözlerimiz birden sağ yanda çinileri yer yer dökülmüş, hemen yıkılıyorlar samsını veren duvarlar arasında kubbelere, minarelere takıldı. (Ağaoğlu Samet,1967:134)

Semerkant şimdi topraklarıyla Sovyetler İmparatorluğunun hazinelerinden biri, tarihten kalan abideleriyle de yine bu İmparatorluğun bir müzesi.Buhara'nın kaderi de Semerkant'tan değişik değil. İskender'den bu yana arka arkaya istilâların, arka arkaya parlak ve sönük devirlerin, Arab'ın Acem'in, Moğol'un gelip geçtiği eski Türk toprakları. Sonunda o da bir daha kurtulmamak üzere Rusların eline düşüyor. Dar sokakları, pencereleri iç avlulara bakan küçük kerpiç evleri, medreseleri, türbe ve camileriyle Sovyetler İmparatorluğunun bir müzesidir artık.

“Çalışan milletler çalışmıyanları müzelik yapıyorlar” zaten. Türk milletinin ayakta kalmış son parçası bizim topraklarımızda. Semerkant ve Buhara'yı dolaşırken Strazburg'da Anayasa profesörümüz genç Kaptina'nın söylediklerini sık sık düşündüm:«Vatanınız zengindir. Çalışarak bu zenginlikleri işleyiniz. Yoksa işliyecekler gelir, elinizden alırlar.»

Bakü’den sonra Semerkant ve Buhara benim için Sovyetler İmparatorluğundaki gezintimin hazin köşeleri oldular. Türk milletinin tarihî kaderi bakımından hazin, onun ayakta kalmış son parçası bakımından hazin! Bir milletin maddî, manevi değerleri bu kadar rüzgâra verilebilir, bu kadar yağma edilebilir miydi? Bu rüzgâra verme, bu talan edilme sırası şimdi de bize getirilmek isteniyor, bizi de toprakları zengin, hatıraları müzelik bir halk haline düşürmek için. (Ağaoğlu Samet,1967:135-136)

RUSYA’DA MESKEN ve KONUT POLİTİKASI

Sovyetler halkının henüz çok büyük kısmı, belki yüzde 75-80’i yine çoğu bizim İstanbul, Ankara, İzmir, İzmit gecekondularına benzeyen evlerde oturuyorlar. Bizimkiler daha çok kerpiç, tuğla, taştan. Onlarınkiler daha çok tahtadan. Hemen bütün şehirleri, Moskova bir tarafa bırakılırsa, çevreleri kilometrece önceden başlıyarak şehrin merkezine yaklaşıncaya kadar eski, bir kısmı çok harap binlerce tahta veya taştan birer, ikişer, üçer odalı binalardan ibaret.

Bazı şehirlerde bu evleri göstermemek için yolların kenarına ve evlerin önüne tahta perdeler gerilmiş. Sanayi merkezlerinde fabrikalara yakın tomaklarda sadece kulübelerden ibaret binlerce birer odalı evler! Eşim Neriman bunları önce tavuk, hindi kümesleri, hatta arı kovanları sanmıştı. Bu sanayi merkezlerinde büyük apartımanlar da yapılıyor. Bu apartmanlarla bu gecekonduları bir arada gördüğümüz zaman başkanlarının oturdukları büyük çadırların çevresinde kurulmuş küçücük çadırlardan yapı11 eski gezici kabilelerin kondukları yerler akla geliyor.Birçok yerlerde, meselâ Rusya'da Leningrad, Rostof, Orta Asya'da Buhara, Semerkant gibi şehirlerde halkın bir kısmı bizim İstanbul surları içindeki izbelere benzeyen yerlerde oturmakta. Semerkant, Buhara gibi şehirlerde eski medrese odaları bizdeki gibi birer aile barınağı. (Ağaoğlu Samet,1967:143)

Apartmanların ailelere ayrılış sistemine gelince, ana kaide şu: Hiç bir apartıman dairesi 65 metre kareyi geçemez. Odabaşına ise dokuz, on metre kareyi! Demek büyük apartıman dairesi birer kiler genişliğinde beş odadan ibaret olacak. Apartmanlar, hepsinde birer mutfak ve banyo, tuvalet olmak üzere bir kişilik, iki kişilik, üç kişilik ve nihayet dört veya beş kişilik yapılıyor. Bekâr bir adamın tek odası olabilir. Bir ve iki çocuklu ailenin iki odası. Üç çocuklu bir ailenin üç, beş kişilik bir ailenin yine üç, bazan da dört. Aile ne kadar kalabalık olursa olsun beş odadan fazla yok!

Bratsk'da konuştuğumuz bir mühendis Beyaz Rusya’dan gelen üç akrabasını kendi iki odalı evine yerleştirdiklerini, gece yatacak yer bulamadığını yana yakıla anlatıyordu. (Ağaoğlu Samet,1967:145)

Sovyet Rusya'nın mesken politikasında henüz ele almağa vakit bulamadığı bir nokta da şu: Kolhozların çoğunda tuvalet köyün bir köşesine yapılmış tahta bir baraka. Herkes ihtiyacını orada gideriyor. Anadolu'nun birçok yerlerinde olduğu gibi. Sonra yol boylarında ve birbirlerinden çok aralıklı yapılmış, belli saatlerde açılıp kapanan lokantaların tuvaletleri daha fena! Üstü ve aralık duvarları bulunmayan, korkunç derecede pis, yan yana çukurlar!. (Ağaoğlu Samet,1967:146)

RUSYA’DA KOMÜNİZM PROPAGANDASI

Sovyet propaganda sistemi her eve bir televizyon getirmekle başlıyor. Otomobille geçtiğimiz on bin kilometre yolun üstüne rastlayan büyük küçük, hattat birer kulübeden ibaret her evin damında televizyon direği ve ağı vardı. Moskova'nın sesi, yüzü, bakışı dağ başındaki çoban sığınağına kadar her yanda «hazır ve nazır» kudret olarak beliriyor böylece! Bugün tek eksik olan şu meşhur romandaki her evin her odasını, her köşesini gözetliyen göz! Kimbilir belki o da var, ama ben fark etmedim.

Televizyonun değişmez konuları şunlar:Önce İkinci Dünya Savaşında Alman ordularının yaptıkları zulümleri, Rusların kahramanlıklarını gösteren bir film. Sonra komünizm ve sosyalizmin yüksekliği hakkında bir kaç konferans. Arkasından kapitalist rejimin fenalıkları hakkında konferanslar. Bunun arkasından da Sovyet ekonomisinin başarısını gösteren resimler, filimler, resmigeçitler, sergiler, Rus gençlerinin okullarda yaptıkları oyunlar! Artan saatlarda da halk edebiyatı, halk kültürü üzerinde konuşmalar, mahallî ve klâsik müzik ve işlerine gelen dünya haberleri.

Televizyon ve radyodan sonra gelen propaganda binlerce kilometre yolun iki yanına sıralanmış Lenin'in büyük resimleri ve altlarında çeşitli sözleri. Tarihte hiç bir peygamberin, hiç bir büyük devlet adamının dedikleri Lenin'inki kadar çok, Lenin'inki kadar hayatın en küçük köşelerine inmiş değildir. Sanat, ekonomi, tarih, medeniyet, ahlâk, sanayi, fabrika, ziraat, çiftçi, edebiyat, günlük yaşamanın her noktası üzerinde fikirleri, söyledikleri birer emir olarak propaganda konusu. (Ağaoğlu Samet,1967:152:153)

Sovyet Rusya'nın propaganda yollarından biri iç turizm. Çok büyük bir iç turizm hareketi var. İmparatorluğun dört bucağından kafile kafile getirilen çeşitli ırklardan, çeşitli milletlerden insanlar şehirlerin müzelerini, kiliselerini, katedrallerini, yeni mahalleleri, parkları, abideleri geziyorlar. Başlarında bir rehber, uzun uzun anlatıyor. Söylediklerinin hepsi Çarlık zamanının fenalıkları, Sovyetler devrinin iyilikleri. Bu yerli turistleri eski hapishanelere götürüyorlar, oralarda yapılan zulümleri, işkenceleri mankenlerden örneklerle dolu sahnelerle gösteriyorlar.

 

Bir başka propaganda şekli de hemen her günü bir bayram yapan yıldönümleri. Hristiyanlıkta yılın her günü bir bayramdı, peygamberlerin, azizlerin, evliyaların bayramı. Tıpkı onun gibi Sovyetler İmparatorluğunda da her gün bir şehir, bir yer için bayram. (Ağaoğlu Samet,1967:154)

Vaad etme Sovyet propagandasının bakıma bel kemiği! Büyük vaadleri «Komünist devre cenneti! Bütün aksaklıkların yok olacağı, mutlak sosyal adaletin gerçekleşeceği, devletin bütün baskılarıyla ortadan kalkacağı, herkesin mânevi ihtiyacı kadar varlığa sahip olacağı cennet! «Komünist devrenin hazırlığını yapıyoruz. Yakında, pek yakında erişeceğiz o mesut günlere! İşte en büyük vaad bu. (Ağaoğlu Samet,1967:155)

Sovyetler Birliğinde göze çarpan propaganda köşelerinden biri de müzelerdir. Koskoca memleketin kabil olsa her kolhozunda bir müze açacaklar. Meselâ o kolhozun tarihinden fotoğrafları, kurulduğu günden beri yetiştirdiği ürünlerden örnekleri, kullanıla kullanıla eskimiş traktörleri, işçilerin elbiselerini, çayırlarının otlarını, hayvanlarının doldurulmuş derilerini, kemiklerini gösteren bir müze. Böylece Sovyetler İmparatorluğu isminin yanına bir de Müzeler İmparatorluğu pek alâ yazılabilirdi!

Kendi kendine övünme, kendi gözünde kendini büyütme heyecanı her yerde olduğu gibi müzelerde de beliriyor. (Ağaoğlu Samet,1967:156)

Başta Moskova ve Leningrad Rusya'nın büyük küçük her şehrinde bir kere bir Lenin müzesi var. Buraya hiç bir şey bulamazlarsa meselâ Lenin'in yaptığı bir tek ziyaret gününde çekilmiş resimlerini, İhtilâl günlerinde çıkmış resimlerini, mektuplarının fotokopilerini, hakkında yazılar bulunan gazete ve dergilerin fotokopilerini koyuyorlar.

Sonra yine büyük, küçük her şehirde Etnografya Müzesi ismiyle, o şehir halkının yaşama tarzlarını, kıyafetlerini, civarda bulunan hayvanları, ağaçları gösteren müzeler açmışlar. Yine her şehirde orada yetişmiş bir kumandanın, devlet adamının, yazar veya şairin oturduğu evleri müze haline sokmuşlar. Bunların yanında yine o şehirde bulunan ressamların resimlerinden, küçük sanatkârların yaptıkları eşyalardan müzeler açmışlar. Şayet şehir bir zamanlar müstakil bir hanlığın, beyliğin merkezi ise, hanların, beylerin sarayları, şehrin eskiden kullanılan hapishaneleri müze haline getirilmiş. Böylece tarihî veya san'at değeri olsun veya olmasın her eşyadan birer örnekle yüzlerce, binlerce müze açmışlar. Bütün bunları da size göstermek istiyorlar, rehberiniz her parçanın önünde durarak dakikalarca anlatıyor, anlatıyor. (Ağaoğlu Samet,1967:158)

RUSYADA TAKİP ve İSTİHBARAT SİSTEMİ

Sosyalist Sovyetler Birliği Dış Turizm Anonim Şirketi! Evet, Sovyetler İmparatorluğunda bir anonim şirket. Bu şirketin kısaltılmış ismi de İnturist. Tabii ortada Batı anlamında bir anonim şirket yok. Ama işte Sovyet dış turizm teşkilâtının ismi kendi bastıkları Fransızca broşürlerde böyle yazılı. Bu bir tesadüf mü? Bana sorarsanız hayır. Bu düşünülmüş, aranılmış bir isim. Sovyetler İmparatorluğu kapılarım Batı dünyasına o dünyanın alıştığı bir anahtarla açıyor, yüzüne de devletten ayrı teşkilât maskesi takarak!

Fakat İnturist'in vazifesi sadece turizmi düzenlemek değil. Aynı zamanda devletin Rusya'ya gelecek turist yabancılar üzerinde kuvvetli bir gözüdür. Bu işini de çoğu zaman incelikle, ustaca gizliyerek, bazan da bir memurun acemiliği, beceriksizliği yahut da turistin kişiliği yüzünden olacak, hoyratça yapıyor.

Dünyanın en büyük barajı Rusya'da, yine dünyanın en büyük elektrik santrali, en büyük orman sanayii, en büyük harb sanayii, Rusya'da, dünyanın en büyük her şeyi Rusya'da. O halde dünyanın en büyük turizm teşkilâtı da yine Rusya'da olmalı. İnturist'in bir üçüncü vazifesi de işte bunu ispat etmek!. (Ağaoğlu Samet,1967:160)

Rusya elli yıllık bir fasıladan sonra yeniden cemiyet hayatına başlıyor. Ayrıca her garson devlet memuru. Şikâyetler ona da âmirlerine de pek tesir etmiyor. (Ağaoğlu Samet,1967:163)

İnturist'in bir işi de turistleri mümkün olduğu kadar belli etmeden gözetlemedir dedim. Tabii bu bir sezi benim için. Gidip görmek istediğim bazı yerlere götürmemek için çeşitli bahaneler ortaya sürdüler. Meselâ Kazan'a gitmek istedim, «Otel yok, rahat edemezsiniz, yarın pasaporta yazdıralım, öbürü gün izin alalım» gibi oyalamalarla vakit geçirdiler. Sonunda « Anlıyorum bırakmak istemiyorsunuz » dedim, cevap vermediler. Bir kolhozu görebilmek için bir hayli yorulduk. «İşçiler tarlada çalışıyor, hasat zamanı, müdürü bulmak güç» şeklinde bahanelerle götürmemeğe çalıştılar. Razı oldukları zaman da yanıma inturist'in müdürlerinden birini kattılar. Azerbaycan’da Karabağ’a giderken de böyle yapmışlardı.

Acaba hep iddia edildiği gibi otel odalarında gizli dinleme, resim çekme gibi tertibat var mı? Doğrusu ben bir şey sezmedim, bir şeyden de şüphelenmedim. Evet, görmedim, hissetmedim, ama Sovyet Rusya gizli polisinin akıllara durgunluk veren metodları varmış! Kim bilir belki de orada geçirdiğimiz iki ayın her saniyesi, konuşmaları hareketleri, mimikleriyle filme ve bantlara alınmıştır!. (Ağaoğlu Samet,1967:164)

KOMÜNİST RUSYA’da KAPİTALİST AMERİKA DOSTLUĞU

Batı demokrasilerinden gelen turistler arasında Rusya da en büyük itibarı gören Amerikalılar. Bunun belli başlı bir sebebi adamların dolarları. Ruslar az buluyor ama biz çok iyi harcadıklarını gördük. Özbek takkesinden Sibirya kalpağına kadar Rusya’da başa geçirilen her şeyden bir örnek, tabak, kâse, gözlerine ne çarparsa her eşyadan bir veya iki ve daha fazla hemen alıyorlar.

Fakat Rusya'nın, daha doğrusu Rusyalının Amerika ile başka hesapları olduğu da seziliyor. Bu hesapta Amerika'nın dünya terazisinde kefenin birini hemen hemen tek başına tuttuğu ve ağır bastığı gerçeği yer almıştır. Moskova'da çok tanınmış bir san'at tenkitçisi bana «Amerika dünyanın yarısı demektir. Bizim için en önemli olan da bu. İnsanın refahı için Amerika'nın bugün yaptıkları bizim erişmeği hedef tuttuğumuz başarılardır» demişti.

Dikkat ettim, turistler arasında Amerikalılar Ruslarla daha çabuk anlaşıyorlar. Gazeteleri dolduran hakarete kadar ağır yazılara, Vietnam meselesinin günlük radyo ve televizyonun ana konusu yapılmasına rağmen Amerikalılar Moskova caddelerinde Ruslarla kolkola. (Ağaoğlu Samet,1967:164:165)

Ruslarda yalnız Amerikan filimlerine değil, Amerika'nın ve Amerikalının her şeyine hayranlık büyük. Bizim Rambler marka otomobil her gittiğimiz yerde meraklılar tarafından âdeta kucaklanırcasına sarılıyor, halkı dağıtmak bir mesele oluyordu. «Haraşo, oçin haraşo - güzel, çok güzel.» diye diye arabayı okşuyorlar, kaç kilometre gittiğini, kaça satıldığını işaretlerle sorup duruyorlardı.Konuştuğumuz mühendis, yazar veya rehberimiz gençlerden birçoğu dış memleketlere gitmek imkânını bulurlarsa önce Amerika'yı göreceklerini söylüyorlardı.

Sovyetler Birliğinde rastladığımız yabancı turistler arasında Amerikadan sonra Batı Almanya'dan gelenler göze çarpıyor. Bunlar daha çok araştırıcı adamlar.

Dikkat ettik, Almanlar Amerikalılar gibi girgin değil. Daha çekingen duruyorlar. Fakat gördüklerini de dikkatle, düşünerek tetkik ediyorlar. Ruslarda da Almanlara karşı İkinci Dünya Savaşının kanlı yıllarını unutmuşlar gibi görünme gayreti var. (Ağaoğlu Samet,1967:166)

Doğulu Almanlara karşı hareketlerine biraz lâubalilik veriyor, onlara eski dostlar samimiyeti içinde gelişi güzel davrandıkları halde Batılı Almanlara daha nazik, hattâ saygılı duruyorlar.

Rusya'da Fransızlar Fransızca gibi üçüncü plânda turistler. Çarlık Rusya'sının bir zamanlar en çok özendiği Fransızca idi. Fransız kıyafetler, Fransız yemekler, Fransız düşüncelerdi. Büyük romancıları romanlarında Fransızca cümleler, hattâ sahifeler yazarlardı. Rus asilzadeleri ve burjuvazisi bu geleneği tâ İhtilâle kadar yaşatmağa çalışmışlar, kızlarına, oğullarına Fransızca öğretmekten, Fransız terbiyesi vermekten vazgeçmemişlerdi. (Ağaoğlu Samet,1967:167)

KOMÜNİST RUSYA ve TÜRKİYE

Mücadele yıllarında Rusya'nın Ankara Büyük Elçiliğini yapan Aralof yoldaş!Ankara'nın eskileri Mösyö Aralof'u bugün de «Aralof yoldaş», ve Sovyet Sefiri değil, Bolşevik sefiri» olarak tanır.

Rus Sefaretinin yazlık evi Keçiören'de idi. Biz de bu bağlarda oturuyorduk. Araloflarla ailece tanışmıştık. Kendisi babamın, hanımı annemin dostu, ben çocuklarının arkadaşı idim. İşte Aralof'u görmek arzumun tek sebebi bunlar. Yine o zaman Azerbaycan Sosyalist Cumhuriyetinin Türkiye elçisi İbrahim Abilof'u da şayet çoktan ölmemiş olsaydı bulmağa yine bu sebeple çalışırdım. (Ağaoğlu Samet, 1967:168)

Aralof uzun uzun Atatürk'ü anlattı. «O yalnız bir as ker değil bir büyük aydındı da. O Türkiye'nin Lenin'i idi. Ah Mustafa Kemal ile Lenin'in birbirlerini görmeden dost oldukları o yıllar! Dosttular, çünkü ikisi de halklarının saadeti için yalnız dış düşmanla değil, gericilikle, cehaletle de boğuşuyorlardı.

Atatürk'le beraber Garp Cephesine nasıl gittiklerini, Atatürk'ün askerlerle nasıl konuştuğunu, o zamanlar ismi «İmalât1 Harbiye Fabrikaları» olan silâh atölyelerinde Türk işçilerinin gösterdikleri büyük başarıları, Mustafa Kemal'in kendisiyle şahsen de dostluk ettiğini, sık sık sefarete gelerek bir ara a eğlendiklerini, şarkılar söylediklerini anlattı, anlattı. (Ağaoğlu Samet, 1967:169)

Bana Ankara seferlik hatıraları üzerinde yazdığı kitabı verdi ve geldiği gibi yine heyecanla gitti. (Ağaoğlu Samet, 1967:171)

SOVYET RUSYA’DA GÖRDÜKLERİMİN ANALİZİ

Bu ülkelerin asıl Rus halka sağladıkları menfaat o kadar büyük. Buna karşılık Özbeklerin, Azeri’nin, Türkmen’in yaşama şartları Rusların yaşama şartlarından hattâ çok aşağı! İşte sömürgecilik budur.

Sonra, meselâ İngilizler de, Çarlar da Hindistan ve Orta Asya ile Azerbaycan'da Rus ve İngiliz harflarını zorla kabul ettirmemişlerdi.

Bugün Sovyetler Birliğinde uygulanan tek bir parti ve dar bir kadronun yönettiği, bütün iktisadî, sosyal ve kültürel çalışmaları yüzde yüz devletin elinde toplamış bir sistemden başka bir şey değil. Bu sisteme meselâ devlet kapitalizmi diyebiliriz. Ama sosyalizm aslâ!. (Ağaoğlu Samet,1967:174)

Sovyet Rusya'da sosyalizmin ana prensipleriyle bağdaşmayan diktatörlük sisteminin elli yıl sürmüş uygulanmasından sonra bugün vardığı neticeler şunlar:Vicdan hürriyetini öldürmek mücadelesiyle kiliseler, camiler, her çeşit ibadet yeri kapatılmış, fakat eriştikleri nokta sadece «Gençler Allaha inanmıyor, ihtiyarlar inanıyor» sözünden ibaret kalmış.

San'at hürriyetini daraltmanın sonu yalnız san'atların gerilemesi olmuş.Fikir hürriyetinin kaldırılmasiyle fikir hareketleri ölmüş, büyük fikir adamları çıkmamış.

Bütün vatandaşların devlet memuru haline düşürülmesi küçük san'atları geriletmiş, geniş bir sanayi kurmalarına rağmen alınan randımanlar daima ihtiyaçların altında kalmış, kalite düşmüş.

Mutlak bir devlet ve parti hâkimiyeti korkunç bir bürokrasi yaratmış, gittikçe hareketsizleşen bir mekanizmanın çarkları içinde yuvarlanan insanlar teşebbüs kabiliyetlerini, çalışma heveslerini kaybetmişler. (Ağaoğlu Samet, 1967:176)

Sovyet Rusya'nın yeni idarecileri koca memleketin kapılarını açmak üzeredirler. Büyük, çok büyük bir turizm hazırlığı içine girmişlerdir. Daha bugünden Amerikalılar, İngilizler, Almanlar, Fransızlar Rusya'nın belli bölgeler dışında her yanını görmek imkânını buluyorlar.

Ruslar bu hazırlıklarını bitirdikleri gün memlekete geleceğini hesapladıkları milyonlarca Batılının kendi vatandaşları üzerinde yapacakları etkiyi iyi biliyorlar, Rus gençlerinde uyanmış yeni hayat hevesini gözden kaçırmıyorlar. İngilizlerin uzun saç ve sakal modası, Paris'in kısa etek modası bu gençler arasına yayılıyor. Batı dilleri başta İngilizce büyük hızla gelişmekte.

Rus idarecileri yine iyi biliyorlar, sosyalizm Batı ülkelerinde ilerlemektedir, toplumun kişi üstünde kontrolü bu memleketlerde de gittikçe belirli oluyor. O halde Sovyet Rusya kendi sivri köşelerini düzeltirken Batı âlemi de Kapitalizmin toplum menfaatları aleyhine uçlarını törpüleyerek bir noktada buluşabilirler. (Ağaoğlu Samet, 1967:177)

Bükreş'in en iyi otellerinde yarım saat içinde oda bulmak mümkün oldu. O saatta yemek bulabilir miyiz diye düşünüyorduk. Otelin lokantası açık. Ertesi günü Bükreş'i gezdik, müzelerini dolaştık, bir başka otelin bahçesinde de akşam yemeği yedik. Mükemmel bir klâsik müzik, garsonlar nazik ve yemekler iyi.

Peki, Romanya'da da komünizm var, neden bu iki memleket arasında bu hava farkı? Bizi gezdiren rehberimizden sorduk. Gülerek, «Her memleketin kendi özelliklerine göre komünizm» dedi. Cevap verdim: «Fena bir buluş değil doğrusu. Böylece komünizm millîleşiyor. »

Rehberimiz zeki bir kadındı: «Hayır, Avrupa'ya doğru insanileşiyor!»

Sonra ne garip, bir dolar Bükreş'te 2,8 ruble. Demek para kavramı Avrupa'ya doğru bir adım daha liberal. Bükreş'te kiliselerin hemen hepsi ibadete açık. Bükreş'in en güzel evinde kim oturuyor tahmin edersiniz? Patrik!

Romanya'dan Rusçuk'a kadar yalnız bir yerde, Bükreş'te Lenin'in heykeline rastladık. Böylece Lenin'siz, propagandasız, sessiz, hiç değilse görünüşü daha güler yüzlü bir komünizm de varmış demek. (Ağaoğlu Samet,1967:183)

Rusçuk'tan sonra hava biraz Rusya'ya benzedi yine. Lenin'in resim ve heykelleri, propaganda tahtaları Sovyetler Birliğindeki kadar olmamakla beraber gözüktüler. Ama bir başka fark göze çarpıyordu:

Rusçuk'ta bizim Türk olduğumuzu öğrenen Türkler çevremizi sardılar. Aralarında beyaz başörtülü, siyah entarili kadınlar var. Tatlı bir Rumeli şivesiyle uzun uzun konuştular. Bir akşam önce Ankara Devlet Operası Bale grubu gelmiş, hayranlıkla anlatıyorlardı. Bize bir de haber verdiler:

Bulgaristan'la Türkiye dört yüz bin Türk'ün anavatana geçirilmesi üzerinde anlaşıyorlarmış. Bir an önce yapılsa bu iş» diyorlardı.

Hâlbuki Azerbaycan'da böyle sokakta Türkiye'den gelmiş birinin yanında toplanmak şöyle dursun, arabamızı merak ederek durup bakanları bile polis hemen dağıtıyordu.(Ağaoğlu Samet,184)

Güncel Haberler