Osmanlı Tarihi

(Son Cilt)

 

 

Nicolea Yorga

 

(Ankara Üniversitesi Yay, Ankara,1948)

 

YAYINCININ ÖNSÖZÜ

N. Yorga, Osmanlı İmparatorluğunun tarihini bir bütün olarak ele alan batı yazarlarının sonuncusudur. Bu kadar geniş bir konuyu oldukça kısa bir zamanda beş cilt  (her biri ortalama 500 - 600 sahifelik) içine sığdırmak, şüphesiz ki Osmanlı Tarihinin ancak ana hatlarını gözden geçirmek imkânı verebilir. Bu itibarladır ki Yorqa, mevcut malzemeden ister istemez fedakârlıklar yapmak zorunda kalmıştır.

Şimdi dilimize çevrilmiş bulunan bu son cilt, 1913 yılında yayınlanmıştır. 1774 Küçük Kaynarca Barışından başlıyarak 1912’ye kadar gelmektedir. Bilindiği gibi Osmanlı Tarihinin bu devrini derli toplu olarak tasvir eden bir eser, henüz mevcut değildir. Hammer esasen 1774 e kadar, Zinkeisen’de 1826 ya kadar gelmektedirler. Bundan sonraki zamanlar için Rosen (1826 dan Kırım Harbine kadar) ve Bamberç (Paris Kongresinden Berlin Kongresine kadar) in eserleri, ancak mahdut zamanlara ait olup münferit kalmaktadırlar. (Yorga,1948:XVII)

1774 KÜÇÜK KAYNARCA ANLAŞMASINDAN SONRA OSMANLI DEVLETİ

Küçük Kaynarca Barış Antlaşması ile Babıali, haddizatında yalnız Tataristan yakınlarında bazı kalelerle Tataristan üzerindeki metbu'luk hakkını kaybetmişti. Fakat asıl önemli olan nokta, savaştan sonra Osmanlıların, barış içinde ve en iyi dostluk münasebetleri ortasında olsa bile, hiç bir hukuki bağ gözetilmeden üzerine saldırılması caiz görülen milletlerden sayılması oluyordu.

1775 yılında İstanbul'daki Fransız elçisi şöyle yazıyordu: "Von Kaunitz, Osmanlı Devletinin yaşamakta devam etmesini Avusturya siyaseti ve menfaatleri için esaslı bir unsur olarak saymaktadır. Fakat Türk idaresinin mânasızlığı karşısında Osmanlıların bundan böyle yaşayabilecekleri hakkında hiç bir ümit kalmamaktadır. (Yorga,1948:7)

En son olarak 1774 tarihinde, Türk - Rus muahedesinin imzasından bir an önce, Avusturya kıtaları, Buğdan'da çıkmış olan vebaya karşı tedbirler almak zorunda oldukları bahanesiyle; Galiçya'ya giden "Buğdan yolu" üzerindeki bazı bölgelere girdiler. (Yorga,1948:9)

Bir müşaverede Şeyhülislam, böyle bir toprak terki aleyhinde bulundu. Fakat öteki devlet adamları her ne bahasına olursa olsun barışa kavuşmak istiyorlardı. (Yorga,1948:10)

Tahir Ağa Babıali'nin murahhaslığına tayin edildi: Avusturya altunları Tahir Ağayı kolayca yumusattı ve Viyana hükümetinin artık fiiliyat sahasına konulmuş olan ilhak iddiasının haklı olduğuna ikna etti. Gönül ferahlığı ile Palnmutka Anlaşmasını imzaladı, Bu anlaşma ile Avusturya, büyük, güzel, bereketli, çalışkan ve itaatli insanların oturduğu bir vilayeti bir damla bile kan dökmeksizin kazanıyordu. Anlaşmanın tatbikinde General Barko - "Türk nazırlarının en basit coğrafi malûmattan mahrum olduklarına” daha önce işaret etmişti.

Bugün bize anlaşılmaz gibi gelen bu gibi düşünceler, Türklerin siyası meseleler üzerinde dini bir görüşle hüküm vermelerine alışmış olmaları ve düşünce tarzları ile izah edilebilir. Bukovina anlaşmazlığından çıkan mücadele sırasında Prusya elçisi şöyle yazıyor: Bu safdil insanlar… (Yorga,1948:11)

Böyle manasız tekliflerin yapılmasına Trabzon valisi Yanıklı Ali Paşa'nın birdenbire ve iki ay önce imzalanmış olan barış muahedesine rağmen Kırım'a saldırarak burada kazandığı zaferler ve Kırım Hanının eski metbuu ve dindaşı olan Padişah tarafına geçmesi gibi olaylar âmil olmuştur. (Yorga,1948:11-12)

Hiç vakit kaybolunmadan Rusya, Arşipel adalarından birinde oturmak üzere bir konsolos tayin etti. Bunun ödevi, Türk idaresine karşı daima mücadele ederek Türk milletlerini sindirmek ve Avrupalı diğer konsolosları her fırsattan faydalanarak darıltmaktan başka bir şey değildi.Daha sonra Selanik, İzmir, Kıbrıs, Rodos ve Girid'e tayin olunan konsoloslukların da asıl ödevleri, istihbarat yapmak ve halkı itaatsizliğe tahrik etmekten baretti. (Yorga,1948:19)

Hakikatte yeni bir muahede mahiyetinde olan bu Aynalıkavak anlaşması, Babıali'den  koparılan menfaatler ve Rusya'nın gösterdiği dostluk ve cemilelerle doludur: Türkler yeni mükellefiyetler yükleniyorlar, Ruslar ise bazı vaitlerde bulunmakla iktifa ediyorlardı. Aynalıkavak anlaşmasında Babıaliye kasdi olarak zayıf, ihtiyarlamış ve kendini savunmaktan aciz bir devlet muamelesi yapıldığı; bundan böyle yaşamasının kuvvetli komşusu tarafından gösterilecek iyi niyet ve merhamete bağlı bulunduğu telkini açıkça görünmektedir.1774 te Rumen ajanları, Kapu kâhyaları, at üstünde olarak İstanbul sokaklarında dolaşmak hakkını almışlardı.(Yorga,1948:23)

Avusturya - Macaristan kraliçe ve İmparatoriçesi Maria Theresia'nın ölümünden hemen birkaç ay sonra oğlu imparator Joseph ile Çariçe Katherina Mehilof'da buluştular. İmparator Jozef daha sonra Moskova ve Petersburg'a ziyaret seyahatleri yaptı. Bu görüşmeler esnasında Osmanlı Devletinin çökmesinde menfaatleri olan iki devletin hükümdarları arasında istikbalde yapacakları müşterek bir savaşın ilk planlarını hazırlamış oldukları anlaşılıyor. 1779 Ocak ayında doğmuş olan Katherina'nın varisine Konstantin adı takıldı. Bu ad, yeni Roma'nın kurucusunun adı idi. Şimdi ise bu yeni Roma, Rusların elinde gelişerek Doğu - Hıristiyanlığının başşehri haline gelecekti. (Yorga,1948:24-25)

Bu Türkler, paraları üzerinde "din mücahidi" diye kendini vasıflandıran Çariçenin fikrine göre çok uzak olmıyan bir gelecekte Rus silahları tarafından Asya’ya sürüleceklerdi. İmparator Jozef ile Çariçe arasında yapılan müzakerelere de böyle bir mana veriliyordu.Fakat çok geçmeden öğrenildi ki Çariçe, yeni dostundan müsavi tutulmak tavizini alamamış ve Bizans İmparatorluğunun ihyası projeleri şimdilik bir tarafa bırakılmıştı.(Yorga,1948:26)

Katherina bir menfaate sahip olmak için yeniden II. Jozef’e başvurdu. Artık ona Osmanlı İmparatorluğunun paylaşılması için en ciddi tekliflerde bulunmaya bile hazırdı. (Yorga,1948:28) 

Romanya’nın imtiyazları üzerinde de Bâbıâli çok mülayim davrandı. 1783 yılında yayınlandığı bir senetle Prensliklerin her yıl verecekleri vergiye Eflak için 309500 kuruş kuruş ve Buğdan için de 167944,20 kuruş olarak tesbit etti. Bu senede göre mecburi bağış olarak da Eflak'ten 130000 ve Buğdan'dan 115000 kuruştan fazla istenmiyecek, bu paralar prenslerin şahsi kasalarından çıkacaktı. İstanbul'da memurların değişmesi hali de dahil olduğu halde prenslerin tayini ve tasdiki için verilecek bütün bağışlar bundan böyle alınmıyacaktı. Aynı olarak tediyeler lağv ediliyor ve her Türk tüccarı aldığı mal karsılığı parayı ödemeğe mecbur tutuluyordu. Bundan böyle yalnız çok önemli meseleler için Türk komiserleri prensliklere gönderilecekler. Fakat bu takdirde de kendi masraflarını kendileri çekeceklerdi (Yorga,1948:31-32) 

Mirzalar, yeni hükümdar ve haklarının müdafii olan Katheriya'ya sadakat yemini yapmak zorunda kaldılar. Haddizatında istifa eden Han Şahin Giray'ı bu belgede kendi isteği ile tahtını bıraktığından ve bırakmak istemediği ve tabasının yeni bir hükümdar seçmekte serbest bulunduğundan başka bir şey söylenmiyordu. Patyomkin’in yeni hükümdar olarak II.  Katherina'yı tanımaları hakkındaki buyruğuna orada hazır bulunan Tatar büyükleri, top ve şarkı sesleri arasında itaat ettiler.

Suvorof'un ordugâhında Çariçe'nin şerefine verilen büyük bir şölende 100 öküz, 800 koyun, 32000 ölçek arpa suyu ve bir miktar da bira yenip içildi. Bizzat General Suvorof şöyle diyor: "Hepsi mesut ve sevinç içinde idiler. Bazıları öldüler, çünkü pek fazla içmişlerdi". İşte bir zamanlar önlerinde bu kadar korkulan Kırım Tatarlarının hürriyetleri böyle sona eriyordu Tatarlara bu iyilikte bulunanların daha ileriye giden bir planları vardı. Bu plana göre Tatarlar, daha kolay olarak ellerinden silahları alınabilmek için Ural bozkırlarına sürüleceklerdi.(Yorga,1948:34)

Eğer Babıali, Avusturyalılara olduğu kadar Osmanlılara da iyi niyet besliyen inciltilmiş Rusya'nın bütün istekleri yerine getirilemez ve Rusya bu isteklerini başka yollardan gerçekleştirmek zorunda bırakılırsa, İmparator Osmanlılara karşı silaha sarılacaktı. (Yorga,1948:35)

Fakat ticaret anlaşması ancak 21 Eylülde tasdik olundu. Kırım'ın Ruslar tarafından işgal edildiği haberi İstanbul’a gelince Bulgakof, Türk nazırlarının fena muamelelerine maruz kaldı. Türk devlet adamları, halkın, fanatik ulemanın ve devletin Tatarlar üzerindeki haklarını müdafaa etmek için savaşa girmek istiyen Yeniçerilerin gazaplerine uğramaktan çekinmek zorunda idiler. (Yorga,1948:36)

Bu antlaşma ile imparatorun tabaasına Tuna üzerinde Karadenize kadar gemiler işletmek hakkı veriliyordu. Gerek imparatorun tebaası, gerekse Ruslar, Prensliklere ait memleketlerden geçerken her türlü özel vergilerden muaf tutulacaklardı. Daha Mayıs sonlarında Herbert, askıda kalan bu meselenin halli için Türk devlet adamlarına başvurmuştu.Fakat Türk nazırları "Bu kabil fedakârlıklara muvafakat etmektense gök kubbenin üzerlerine çökerek ezilmeyi tercih edeceklerini" açıktan açığa söylemekten kaçınmamışlardı. (Yorga,1948:39)

                            İMAM MANSUR’UN RUSLARA BAŞKALDIRMASI

1785 yılı sonlarına doğru Kafkasya'da Abhas'lar arasında Nogay soyundan İmam Mansur adında heyecanlı bir adam ortaya çıktı. İmam Mansur, halk arasında yaşamakta olan bir takım kehanetleri istismar ederek İslamlığın şerefli mazisinin yeniden canlandırılması için sürükleyici vaatlerle halkı ayaklanmıya ve kutsal bir savaşa girişmeğe çağırıyordu.

Sadece, Rusların, hiyle ile zapt etmiş oldukları İslam memleketlerden kovulmalarını Türklerden istemiyordu. Osmanlıların başında bulunan Padişahı, milletini her bakımdan memnun etmiye ve Kur'anın ölümsüz kanununa göre halkı idare etmiye davet ediyordu. Ruslar İmam Mansur'u yenmiye muvaffak olamadılar. Birçok başarılardan sonra o, kışı Taman adasında geçirdi. Burada birçok Tatarlar, Abhaz ve Çerkesler, kendilerine zorla kabul ettirilmiş olan Hıristiyanlığı bırakarak İmam Mansur'un etrafına toplandılar. İslam'ın bu bahtlı mücahidi ile Voroneş'de acı olaylarla dolu esaret hayatı yaşıyan Şahin Giray arasında bir anlaşmanın yapılmasına engel olmak için, bu gibi işlerde çok usta olan Laşkarof, Kırım'ın eski hükümdarını önce Hotin'e ve buradan da İstanbul’a gönderdi. Şahin Giray çok geçmeden Bozcaada'da idam olundu. Eski Han'ın bu suretle öldürülmesi, onu bizzat ortadan kaldırmaktan çekinen Rusların teşviki ve tavsiyeleri üzerine olması ihtimali pek kuvvetlidir.

1786 da Kırım'da giriştiği teşebbüslerde muvaffak olamıyan İmam Mansur Lezgilerin yanına sığınmıştı. Bunun üzerine İstanbul'daki Rus elçisi Bulgakof, Babıali'den Lezgileri cezalandırmak için müsaade ve her iki Gürci memleketi üzerinde de Rus himayesinin tanınmasını istedi.Fakat Türklerin şekli bir müzakereden sonra bu gibi isteklere boyun eğdikleri zaman geçmişti.

Batı memleketlerinde çıkan siyasi gazeteler İstanbul'da gün 'geçtikçe daha ziyade geniş bir tenkit ile okunuyordu. Böylece Türk mahfillerinde pekiyi biliniyordu ki Avusturya, "Yunan Projesi" ni gerçekleştirmekte etki yapacak durumda değildi.

İmam' Mansur'un başarıları ve Rusların bu işle uğraşırken verdikleri ağır ve haysiyet kırıcı kayıplar hakkında da İstanbul'da tam malümat alınıyor ve İstanbul camilerinin minberlerinden, açıktan açığa Müslüman aksülamelinin bir temsilcisi İmam Mansur'un zaptıraptsız Moskof sürülerine verdirmeğe muvaffak olduğu ağır zayıatı öven sevinç sesleri yükseliyordu.

Reis Efendi Fransız elçisine, Lezgilere ve bunların yeni reis eri olan İmam Mansur'a, hürriyetlerini gasbetmek istiyenlere karşı yaptıkları mücadelede her bakımdan yardım etmek için bütün tedbirlerin alınmakta olduğunu açıkça söylemekten kaçınmadı.  

Bulgakof'un 1787 yılı başlarında verdiği yeni bir nota, savaşa yatkın Türkleri daha ziyade kızdırmaktan başka bir şey yapmadı.İstanbul halkı artık Ruslara tahammül edemiyor, hakaretler küfürler savuruyordu. Şimdi savaşa atılmak için her şey hazır bulunuyordu. (Yorga,1948:43-44-45-46)

                                     OSMANLI DEVLETİNİN PAYLAŞILMASI (1787)

Fırsattan faydalanılarak Katherina ile II. Josef arasında bir buluşma yapılacak; istikbalde Osmanlı  İmparatorluğundan alınacak memleketlerin sınırlarını saptamak, Venediklilerin Osmanlı mirasındaki paylarını tayin etmek (İmparator Jozef bütün Mora ile Arşipel adalarını Venediklilere vermek istiyordu), iki hükümdar arasında 1781 ve 1783 de teati olunan çok gizli mektuplardaki esaslara göre yeni kurulacak olan Daçya ve Bizans devletleri hakkında görüşmelere devam olunacaktı. (Yorga,1948:50)

Fransa kendi lehinde olmak üzere Rusya ile aralarında yaptığı bir ticaret antlaşması  ile, Katherina'nın Yakın Şarktaki planlarını kabul etmemekle beraber, artık göçmekte olan Osmanlı imparatorluğunun paylaşılması fikri ile barışmış oluyordu. (Yorga,1948:51)

Osmanlı orduları, ertesi yılın ilkbaharına kadar hiç bir harekette bulunmadılar. Bundan sonra da Babıâli, düşmanlarının taarruzlarına karşı savunma durumunda kalmakla yetindi. Bütün bu savaş araçları, faydalanılmadan kaldı veya çürüdü gitti.  İstanbul'daki heyecanlı ve müfrit savaş taraftarları, ancak Rusya-ile münasebetler kesildikten sonra hiç beklemedikleri halde öğrendiler ki bu Devlet, egemenliği altında bulunan toprakların genişliğine ve içinde yaşıyan milletlerin çokluğuna rağmen, artık iş görebilecek kudrette bir orduyu sefere çıkarabilecek kabiliyette değildi. Ne Asya'dan askeri kıtalar, ne de Anadolu'dan süvariler beklemek akla bile gelmezdi. Artık yalnız Anadolu yarımadası gerçekten devlete ait olan biricik yerdi.

1787 de  Kızıl Denizde seyrüsefer edecek gemiler için yeni bir deniz ticareti şirketi kurmak istiyen Fransa  da, İran menşeli malları yeni Rus denizleri olan Azak ve Karadeniz üzerinden, aynı zamanda 100.000 nüfuslu Trabzon ,  60.000 nüfuslu ve 40 camili Sinop gibi eski Türk limanlarından geçirerek Avrupa'ya sevketmek niyetinde idi. Erzurum'a kervanlar, Bağdat, İran ve Gürcistan'dan; Trabzon'a ise İran, Gürcistan ve Mengrelistan'dan gelirlerdi. (Yorga,1948:58-59)

Andre Micheut gibi Fransız bilginleri, hatıratından bu eserde çok faydalandığımız Kont Ferrieres Sauveboeuf gibi Fransız ajanları şimdiye kadar Fransız milletinin tanımadığı ve pek az ilgi gösterdiği İran'ı baştan başa dolaşıyorlardı.

Frenglerin yanında çalışan Ermeni'lerle Yahudiler büyük kazançlar sağlıyarak kendilerine imrenilecek bir mevki ediniyorlardı. İlk İngiliz turistleri daha o zaman orta çıkıyorlar ve "Her tarafa can sıkıcılıklarını, gülünçlüklerini ve paralarını sürüklüyen garip gezginci İngilizler" diye tasvir olunuyorlardı. Batı memleketlerinden gelen papazlara, (bunlar arasında buralarda manastırları, hatta kız okulları açmış olan Jezvit ve Lazarist Papazlarına) da sık sık rastlanmakta idi. Florans'lılar Tiflis'in Gürcilerini hıristiyanlaştırmak işinde çalışırlarken, Katolik propagandası teşkilatının Babil Piskoposu ve Mezopotamya Genel Vikar'ı ünvanlariyle gönderdiği Beuillet, 'Mlrandot, Abbe de Beauchamp gibi papazlar da Bağdat'da faaliyette bulunuyorlardı.Bağdat'taki Frenglerin doktoru da bir Fransızdı. 14000 binasiyle Halep, çok zengin bir şehirdi. Burada Avrupalılara ait birçok ticaret evleri vardı. Bunlardan dokuzu Fransızların; üçü İngilizlerin, üçü İtalyanların ve biri Hollandalılarındı. Son zamanlarda buranın Avusturya konsolosları Yahudiler, Rus konsolosları ise sivrilmiş Rumlardı.Her derecedeki katolik rahipleri burada ticaretle meşgul oluyorlardı.Rakiplerini bertaraf etmiş olan Karmelit'ler, dünyevi kıyafetle hekimlik mesleğini de icra ediyorlardı (Yorga,1948:60-61)

Abdi Paşa, 1788 yılına kadar Suriye'nin hakimi olarak kaldı ve bu sıfatla büyük bir servet elde etti. İskenderun körfezine kadar olan bütün yerler, tamamiyle bağımsız bir halde kaldı. Bu sahillere hakim olan küçük beylerin, yalnız ara sıra Padişaha ve Devlet hazinesine ufak tefek hediyeler göndermekten başka Osmanlı devletiyle bir ilgileri yoktu.Şeyh Tahir'in ayaklanması sırasında Şam, Sayda ve Trablus vilayetleri tek bir eyalet halinde birleştirilmişti. (Yorga,1948:63)

Hayattan  yalnız en kaba bir şekilde zevk çıkarmak istiyen ve en güzel atlar, parlak silahlar, işveli kadınlar, kıymetli taşlar ve gölgeli bahçelerde en büyük zevklerini bulan ve bunlarda insanın bütün arzularının zirvesini gören aşağı karakterli kimseler için paşa veya müsellim olarak bir yere atanmak da öyle gıpta edilecek cazip bir şey değildi. Çünkü bunlar, mesela Suriye'de olduğu gibi, atanmalarını 800 kese altuna satın alırlar ve 2000 kese kazanç elde edeceklerini umarlardı. (Yorga,1948:66)

Kendilerine emanet edilmiş olan vilayetlerde ihtiyarlığın son haddine kadar bağımsız hakim olarak tutunabilmek için her çeşit vasıtalara başvurma, durmaksızın çalışma, geniş münasebetler, yolsuzluklar ve zulüm, yalan ile dolan, ihanet ve cinayet, mahzuru olmıyan haklı şeylerdi. Şeyh Tahir hemen hemen 90 yaşını bulduğu gibi Cezzar da öldüğü zaman aşağı yukarı aynı yaştaydı. Şüphesiz ki bu adamlar asi idiler; fakat o zamanki Osmanlı Devletinin arzettiği şartlar içinde mümkün olan neviden asiler idiler. Gerçekten de bunlar, Mısır ve Suriye'de Ruslarla veya Arnavutlukta AvusturyalıIar1a giriştikleri bütün gizli münasebetlere rağmen metbu'ları olan Padişahtan büsbütün ayrılmayı asla akıllarından geçirmezlerdi. Fakat iktidarlarını ellerinden alabilecek her emre karşı dururlar, padişahın gönderdiği adamları çekinmeden zindana atarlar, zehirlerler ve öldürürlerdi. Ertesi-gün ise para-göndererek Babıali ile barışırlardı.Böylece istedikleri şekilde kuvvetlerini denemiş olurlardı. Şüphesiz ki bu hal, kurnaz ve kıskanç bir komşu veya bir aile düşmanı ortaya çıkıncıya kadar devam eder, sonra bu rakip kendisini ortadan kaldırırdı. Fakat iradesi daha kuvvetli olursa katil, bir kere iktidarı ele aldı mı, maktulü taklit ederdi. 1776 da ölen Üsküdar Paşası Mehmet Buşat’ın oğlu Mahmut aynı şeyi yaptı. Böylece Mahmur Buşat, sonunda mecbur kalan Bâbıâlinin tasvibiyle Üsküdar Paşası oldu. (Yorga,1948:68)

 

Y'ni savaşı açan devlet adamları, erzak ve malzeme bakımından iyi hazırlıklar yapmışlardı. Fakat' bunlar, kelimenin gerçek anlamıyle ortadan kalkmış olan sipahilerden, barışsever tüccar, esnaf veya küstah dilenci gürühları haline gelmiş olan yeniçerilerden, sırf kendi menfaatleri için yaşıyan ve savaşan vilayet askerlerinden bir araya toplıyabildikleri insanlardan yeni bir ordu meydana getirmek zorunda idiler. (Yorga,1948:70)

Yeniçeriler de onlardan daha iyi değillerdi: İstanbul' da bazan Ortalar ciddi şekilde sokak muharebeleri veriyorlardı.Buğdan'da ise Boyarların at ve beygirlerini çalıyorlardı. En sonunda bunlar da, kış gelince İstanbul'a döndüler. Bu durum içinde Babıali'nin emrinde hangi ordu kalmıştı? Osmanlı hükümeti, önemli bir kısmı Rumeli'de oturmakta olan, Tatarları harekete getirebileceğini umuyordu. (Yorga,1948:71)

Bunlardan başka Sadrazam, Abazaları Çerkesleri de kazanmıya muvaffak oldu. Fakat bunlar, "bir para fazla" aldıkları takdirde Ruslara hizmet etmiye hazırdılar. (Yorga,1948:72)

O sıralarda Yusuf Paşa Sofya'da bulunuyor ve bahşiş için ayaklanan yeniçerilerle uğraşıyordu. Burada 35 000 yeniçeri ve 45 000 başka askerle, 6 000 topçu ve 280 - 300 top vardı. 27 000 kişi Bosna'yı muhafaza ediyor ve başka bir ordu da İsmail'de bulunuyordu. (Yorga,1948:75)

                                                     SULTAN 3.SELİM DÖNEMİ

I. Abdülhamit’in ardası III. Selim, 24 Aralık 1761 de doğmuştu. Tahta çıktığı vakit henüz genç yaşında olup bilhassa yeniçeriler tarafından çok sevilmekte idi. Bazı hamiyetli ve yurtsever Osmanlılar, yeni padişahin kuvvetli karakterini daha şerefli bir istikbal için en iyi bir garanti sayıyorlardı. Yeni hükümdar, hakimiyeti altında yaşıyan bütün Müslümanların iştirak etmeleri gerektiği kutsal savaş hakkında büyük bir şevk ve heyecan taşıyor, şimdiye kadar katlanılan zilletten müteessir ve şikayetle bahsediyordu.

Tahta çıktığının ikinci günü bir yangın vesilesiyle Kaptan Paşa Padişahı davet ettiği zaman, buna icabet etmedi ve hemen arkasından huzuruna gelen o deniz kahramanını, "Siz kimsiniz, yüzünüzü hiç tanımadım?" sorusu ile karşıladı. Hasan Paşa, hiç bir hareket eseri göstermeksizin olduğu yerde dona kalmış ve artık yıldızının söndüğünü fark etmişti. Babasının zevkle yaşadığı, hülyalara daldığı, devrinin kötülüğüne, talihsizliğine gizlice ve acı acı ağladığı yerde, bağımsız olarak hüküm sürmek emelini besliyen yeni Padişah : "Bu adam neden burada duruyor? Ona söyleyin, yangın yerine gitsin" diyordu. (Yorga,1948:81)

Osmanlıların Rus Ordusuna saldırışı pek müthiş ve şiddetli oldu. Yeniçeriler ve sipahiler, düşmanı geri atacaklarına ve şimdiye kadar uğranılan zilletlerin intikamını alacakların emin görünüyorlardı, Osman Paşa, bilhassa Rusların sol kanadlarına bütün hücum kıtalariyle saldırdı. 15000 askerle iki defa Rusların sol kanadını yarma teşebbüsünde bulundu. Öğleden sonra Sadrazam, Hıristiyanların ateş ve süngülerini hiçe sayarak taarruz halinde bulunan Osmanlı kuvvetlerinin komutasını şahsen üzerine aldı. Aynı muharebeye iştirak eden Suvorof bile, Türklerin altı defa tekrarladıkları hücumun en cesur kahramanlara layık birer hareket olduğunu itiraf etmektedir. (Yorga,1948:84)

Reis Efendi bunlardan başka Prusya'nın Avusturya ve Rusya'ya resmen harp ilan etmesini de istedi: "Bizim sistemimiz, Tanrının isteğine mutavaattır. Biz fakir ve küçük iken Tanrı bizi Karanlıklardan çıkardı. Dünyanın her tarafında fetihler yapmak için kılınç ve kalkanla geldik ve Tanrının isteğiyle, herkesin kıskandığı büyük devletler elde ettik. Zamanla bizim ne olacağımızı Tanrı bilir. Fakat bir düşman bize hücum ederse kendimizi müdafaa edeceğiz. Eğer ikinci bir düşman daha ortaya çıkarsa gene kendimizi müdafaa etmekten geri kalmıyacağız.

Eğer üçüncü bir düşman daha iştirak ederse, hatta daha birçok düşmanlar birleşerek bize saldırırlarsa, kendimizi daima müdafaa edeceğiz. Sonunda Tanrı ne isterse o olacak, yani yenileceğiz veya yeneceğiz. (Yorga,1948:90)

Son aylarda Osmanlı Devletinin durumu o derecede güçleşmişti ki 18 yaşındaki gençlerin yeniçeri ocaklarına alınmasına lüzum görülmüştü. Sarayın gümüş takımları paraya tahvil olunarak güç halle savaş masraflarını karşılamak zorunda kalınmıştı. (Yorga,1948:92)

Tuna boylarındaki İsmail Kalesini savunmakla görevli Serasker Aydoslu Mehmet Paşa, söylendiğine göre iki defa sadaret mührünü reddetmişti. Maiyetinde yarısı yeniçeri olmak üzere 43000 kişilik bir kuvvet vardı. Kırım Hanları soyundan Kaplan'ın ve Maksud'un Tatarları da bu meyanda idiler. Serasker, hiç bir durum karşısında teslim olmamak emrini almıştı. "Tuna nehri tersine akar, gök yerin üzerine düşer; fakat biz kaleyi teslim etmiye karar vermeyiz" diye Padişaha kahramanca cevap vermişti.

Bununla beraber kalenin Bender yoluna açılan kapısı, şiddetli bir Rus saldırışına karşı duramadı. Böylece 21 Aralık akşamı çok inatçı bir sokak muharebesi başladı. Vecde gelmiş Türk kadınları da büyük bir cesaret ve hayat istihkarı ile bu boğuşmaya katıldılar. Öldürmeler ve yağmalar tam üç gün sürdü. Serasker, son dakikasına kadar ödevini yapmıştı. Kendisi de bu müthiş kan deryasının kurbanları arasında bulunuyordu. Türkler, Padişahın adına ve din şerefine büyük bir vecd ile kendilerini kurban verirken Ruslar da aynı derecede bir inat ve hınç ile eserlerini tamamladılar. Rus Generali Langeron'a göre nehre atılan cesetlerden başka 22.700 insan toprağa gömülmüştü. (Yorga,1948:99)

                  FRANSIZ DEVRİMİ GÜNLERİNDE OSMANLI İMPARATORLUĞU

Osmanlı İmparatorluğu'nun Avrupa'daki eyaletleri içinde seyahat eden bir yabancı, daimi surette savaşlara sahne olan Memleketeyn'de (Eflak ve Boğdan/ Bugünkü Romanya) bu son harbin bıraktığı acıklı izleri canlı olarak görebiliyordu. Yıkılmış kalelere, yakılmış Boyar evlerine, yerle bir edilmiş köylere, malül Türk ve Rus askerlerine, fakir düşmüş, yersiz yurtsuz kalarak ötede beride dolaşan Rumen köylülerine her adım başında rastlanmaktaydı. Boyar'lar, işgal ordusu subayları tarafından kendilerine yüklenen ağır fedakarlıklara katlanmışlardı.Paşaların ve Rus Generallerinin baskılarından az önce kurtulmuş olan köy ahalisi, yeni atanan prensleri (Eflak'da Michael Sutzo, Buğdan'da Alexander Murusi) tarafından Türk Efendileri için aynı derecede merhametsizce sömürülüyorlardı.

Aynı şekilde, böyle bir yabancı seyyah, Sırbistan'da, Bulgaristan'da ve Türklerin idaresinde kalmış başka bölgelerde, zamanın "filozafları" tarafından o kadar şiddetle tenkit edilen Asya menşeli bir rejimin nişanelerini bulacağını zannedebilirdi. Fakat savaşın uğramadığı bölgelerde bayındır yerleri ve ahalisinin başka dinden olan Türk efendilerine karşı hiçbir sikayeti yokmuş gibi göründüğü memleketleri bulunca hayrete düştü.

Çünkü burada İslam, Arnavut ve Rum köylüsü, bu kadar fena tanınan ve hakkında küfürler yağdırılan Türkiye'de, Avusturya imparatoru II. Joseph ile mütedil II. Leopold'un Alman olmıyan birçok tebaalarından daha rahat yaşıyor, emeğinin mükâfatını buluyordu. 1793’te büyük Rus elçiliği heyetine iştirak eden Struve şöyle yazmaktadır:  "Öteki vilayetler (Tunanın ötesindeki) halkı gibi daimi surette dehşet ve harabiye maruz kalmamış olan buraların köylüsü huzur içinde tarlasını ekiyor, fena olmasına rağmen kulübesinde memnun bir hayat geçiriyor, barışın nimetlerinden faydalanıyor,  dost da olsa düşman da olsa aynı derecede korkunç olan bir ordu için değil, fakat kendisi için yetişecek  ekinleri güler yüzle seyrediyor. 

Türkler, hiç bir surette Avrupa'nın mutlaka dışarı atmak zorunda olduğu barbar insanlar değillerdi. Avrupa, insanlığa ve kültüre karşı olan ödevlerini, bir vakitler Hıristiyanlık düşmanlarına karşı yaptığından daha başka surette görmeli idi.

Yukarda adı geçen ve Alman aslından olan Rum diplomatı, haklı olarak hakim unsurun, yani Türklerin meziyetlerini övmekte ve sözlerine şöyle devam etmektedir: "İyi ve hoş bir millet, ağırlığı ve hareketsizliğinin en büyük sebebini iklimde görmek lazımdır.

(Pawlowitsch; "Sırpların ve Hırvatların son dört Türk - Avusturya savaşına gönüllü olarak iştirakleri", Viyana, 1854, adlı eserinde de bu ifadeyi kullanmıştır. (Yorga,1948:103-104)

İstanbul'da da 'cesareti kırılmış ve fakir düşmüş halka rastlanmıyordu. İstanbul ahalisi, kaygısız bir ümitsizlikle ve devlet ricaline itimatsızlık besliyerek, sefil bir hayat sürmekten uzak bulunuyordu. "Mağrur, hareketli ve kararlarında sonuna kadar sebatlı" genç Padişaha Osmanlı hanedanına mahsus bir derecede, Tanrı gibi tapınıyordu.Amcası bütün şenliklerde hareketsiz kalır, kürkünü kölelerine giydirtir ve yelpaze sallattırırdı . Hâlbuki III. Selim, İstanbul sokaklarında yaya olarak geziyor, lüks ve kötü ahlaka karşı çıkardığı buyrukların hakkiyle uygulanıp uygulanmadığını gözüyle görerek kontrol ediyordu . Bu sebepledir ki yeni Padişah'ın batılı harp sanatı öğretmenlerine, mühendisler ve uzmanlara karşı beslediği büyük sevgi hoş görülüyordu. Gerçekten de Lafitte, St. - Remy, Monnier ve Toussaint, Kauffer, Leroy ve Le Brun gibi adamlar İstanbul’u tekrar müdafaa edilebilir bir hale koyuyorlar ve yeni bir Osmanlı donanması yaratıyorlardı.İstanbul ahalisi, tüfekçi kıtasının yaratıcısı olan Ömer Ağayı bile eski kutsal askeri geleneği çiğnemiş bir insan olarak kınamıyordu. Yalnız yeniçeriler, Avrupa örneğine göre bir ıslahat ile kendilerini tehdit edilmiş gördükleri zaman, mırıldanmıya başladılar.  (Yorga,1948:105)

Eyaletlerden hazineye gelen paralar gayrı muntazam olmakla beraber, Padişahın geliri 80 milyon olarak tahmin olunuyordu.Maden gelirleri hariç olmak üzere devlet hazinesine (miri) her yıl 30 milyon kuruş para gelirdi.Vezirler, birkaç sene içinde bile zengin olmak imkânını buluyorlardı.1770’e doğru birisi on dokuz ay gibi kısa bir zamanda 6 milyon kuruş yığmıya muvaffak olmuş ve 1750 de bir defterdar, 28.000 kese ile firar etmişti. (Yorga,1948:106)

1780 tarihlerinde İstanbul'da 12 genel kitaplık vardı.Bir müddet Fransa'da yaşamış olan Mehmet Efendi'nin oğlu Sait Efendi 'nin 1726 da kurduğu basımevi, sayısı 40.000 i bulan yazıcıların düşmanlıkları neticesi olarak 1782 de kapatılmış, fakat 1784 te yeniden açılmıştı. Toderini, o zamana kadar hiç dikkati çekmiyen Türk Edebiyatı üzerinde çok tanınmış etraflı bir eser basmıya muvaffak oluyordu. Kaba lüks, saraydan uzaklaştırılmıştı. III. Selim, sevilmiyen kadınlara yığın yığın kıymetli süs eşyası hediye etmektense, Prens oğlu Konstantin Hypsilantes ve daha başka tahsil görmüş Rumlara "Elektrik makinesi”ni izah ettirmekten hoşlanıyordu.

Osmanlı İmparatorluğu 112.000 kişilik bir yeniçeri ordusuna malikti. Şüphesiz ki bunların çoğu, kale muhafızları olarak öteye beriye dağıtılmışlardı. Bunlardan başka yeniçeri adı verilen insanların sayısı namütenahi denecek kadar çoktu. Hatta İstanbul'da bulunan 40.000 kişilik yeniçeri askerinin adlarını ihtiva eden listede Rum Patriği ile Fransız Konsolosunun da isimleri görülmekte idi (24).

Bunlardan başka 2.000 Humbaracı, 12.000 bostancı, muhafız kıtaları, 18.000 topçu - 6.000 i İstanbul'da -, 6.000 mekkareci, 6.000 saraç, yükçü, 32.000 levent, 12.000 ücretli sipahi oğlanı, 100.000 den fazla zeamet ve timarlı - ki zeamet sahipleri topraklarından yılda 6 - 20.000, timar sahipleri ise 40 - 100.000 kuruşluk gelir alırlardı -18 - 30.000 atlı cebeci, muhtelif paşalara ait 4.000 Sekban, 6.000 Molacı veya ordu hizmetçileri ve ilave olarak 5.000 gönüllü asker vardı. Bunların' çoğu, Padişah'ın ilk emri üzerine hizmete gelmekten kaçınırlar. Hatta bazıları hiç gelmezlerdi. (Yorga,1948:106-107)

Islahat   niyetlerini gerçekleştiremiyen III. Selim'in doğru olarak gördüğü gibi devletin başına musallat kesilen en büyük bela, paşaların bağımsız bir surette eyaletleri idare etmeleri; Anadolu'da Çapan Oğlu ve Kara Osman Oğlu gibi büyük ailelerin kazandıkları nüfuz; nihayet vergilerin toplanması işinin, tamamiyle keyiflerine göre hareket eden ve bütün kuvveti ellerine almış bulunan kimselere bırakılması idi. Şam Valisi Osman Paşa öldüğü zaman 12 milyon kuruşluk bir servet bırakmıştı. Sayda Paşası olan büyük oğlu, babasının mirasını 10.000 keseye satın alarak Şam Valisi oldu. Asya tarafındaki Beyler kendi bölgelerinde' yılda 12.000, Avrupa tarafındakiler ise 10.000 duka vergi toplarlardı.

Sırbistan'da Ağa Ahmet'in elinde yeniçeri ve başka askerlerden teşekkül eden 10.000 kişilik bir kuvvet vardı. O, Belgrat Paşasına ve bütün haklarını ellerinden aldığı sipahilere karşı mücadele ediyor ve bu keyfi hareketi ancak barıştan sonra Babıali tarafından adam yollanarak öldürülüncüye kadar devam ediyordu. Savaştan sonra işsiz kalan maceraperest askerlerin teşkil ettikleri soyguncu çeteler, bütün Trakya ve Bulgaristan' da dehşet saçıyorlardı. Tekmil sınır boyunun müdafaası kendisine bırakılan Tuna Ayanı (mahalli başkanlar), Niğbolu, Rusçuk ve Silistre'de bağımsız hükümdarlar gibi hareket ediyorlardı. Sonradan bunlar arasında Tersenik Oğlu adında birisi ortaya çıktı. Tıpkı Asya tarafındaki büyük toprak sahipleri ve bölgesinin gerçek hükümdarları gibi, burasını da uzun müddet aynı aile idare etti. İsmen yeniçeri olan sergerdeler arasında çıkan bu gibi vilayet mütegallibeleri, böyle nüfuzlu ve korkunç ağalar da, tıpkı bazı paşalar gibi, imtiyaz ve mevkilerini irsen elde etmişlerdi ve miraslarını kendi ailelerine intikal ettirmiye çalışıyorlardı. (Yorga,1948:108-109)  

Lehistan Cumhuriyeti'nin 1794 Eylülünde İstanbul'a gelen murahhasları, parçalanmış devletin güney batı vilayetlerinden Eflak ve Buğdan'a benzer bir Gospodarlık'ın teşkil edilmesi ve bunun Türk himayesi altına alınması teklifini getireceklerdi.

Hakikatte Babıali, İsmail, Bender ve Hotin kalelerini süratle tahkim ediyor, Kili ve Akkerman'da da aynı şeyleri yapmıya hazırlanıyordu. 1795sonlarında Memleketeyn'de büyük harp mühimmatı yığılmıştı. (Yorga,1948:111) 

Bununla beraber Leh mültecileri ve Fransız Jocobinleri, Babıâli'yi Rusya'ya karşı bir savaş açmıya ikna etmek için her vasıtaya başvuruyorlardı.İlkbahar gelince Descorehes, İstanbul’u terketti. Kürk elbiseler ve başında bir türban olduğu halde kahvehanelere giderek Osmanlı halkına' ateşli bir lisanla uzun uzun hitabelerde bulunan bu garip adamın hatırası, Türk başkentinde daha uzun zaman yaşamıştı. (Yorga,1948:114) 

O günlerde kendini göstermiye, parlâmaya çalışan Napolyon Bonaparte, Osmanlı ordusunu ıslah etmek ödevini üzerine almak hülyasını besliyordu. Kont Oginski de İstanbul'a geldi: fakat birkaç ay sonra “Hiçbir Türk süvarisinin Avrupa usulüne göre ata binmediğini” işaret ediyordu.   (Yorga,1948:115) 

III. Selim Avrupa örneğine göre yeni bir ordu vücude getirmek fikrinden aslâ ayrılmamıştı. Harp hazinesini doldurmak için her çareye başvurmuş, tütün, kahve yün ve ilah…hatta maruken ayakkabıları vergiye tabi tutmuş. Anadolu timarlarını yeniden gözden geçirtmiş  ve gerçekten de 175 000 kese altun tutarında bir para biriktirmişti.

Kont Oginski, 1795 de talim ve terbiye görmüş nizam askerlerini değil, yalnız Prusya üniforması giymiş az sayıda Türk askerini bulmuştu; hatta bunlar, istenen şekilde geçit resmi adımı ile yürüdüklerinden Fransız olan subaylarından bahşiş parası istiyorlardı . Fakat aynı sıralarda Osmanlı donanmasında 7 büyük savaş gemisi, 6 firkateyn ve daha küçük iki gemi bulunuyordu. Bu donanma, "Rus tebaasından ve St. George tarikati şövalyesi" Katzonis'e karşı savaşmış ve onu Venedik'e ait limanlara, oradan da Rusya'ya kaçmıya zorlamıştı. Padişah, Fransız uzmanları tarafından meydana getirilen bu donanmanın önünde büyük bir törenle ordusuna geçit resmi yaptırmıştı.

Şüphesiz ki  1793 fermanı ile başlanan Nizam-ı Cedit, yani yavaş yavaş Avrupalılaşmak siyaseti, yeni Fransız adetleri ve modasına tutkunluk, III. Selim'in İstanbul'da yaşıyan Jacobinleri sarayına davet ederek yeni ihtilal marşları ve oyunları oynatması, o sıralarda yükselmekte olan Bonaparte'in kahramanlıklarına gösterilen sempati ve duyulan hayranlık gibi olaylar, eski geleneğe göre yaşayıp giden ve Tanrı kudretinden Osmanlı halkının kurtuluşunu bekliyen birtakım Türkleri gücendiriyordu.  (Yorga,1948:119-120) 

Eski Osmanlılar, yabancı zihniyetinin bu kadar revaçta tutulmasına ve aynı şekilde Fatih Sultan Mehmet devrindeki gibi sıkı bir merkeziyetçi idareye dönülmesine karşı cephe alıyorlardı. Vilayetlerde uzun zamandan beri otonom paşaların patriyarkal idaresi altında işlerin son durumunu kavramış olan kimseler ise, padişahın yenilik fikirlerini sempati ile karşılıyorlardı. III. Selim vilayetlerde kendine oldukça çok yardımcı buluyor, hatta halk onu coşkun türkülerle övüyordu. (Yorga,1948:119:121) 

III. Selim,Nazırlardan üç kişinin kendisine teslim veya İstanbul'da idam olunmaları, fakir ahaliden az vergi alınması ve yeniçerilerin bütün şehirlerde muhafızlık yapmak hakkına sahip bulunmaları gibi sözde eskiden ileri sürdüğü isteklerden vazgeçiyordu. Öte yandan İstanbuldaki yangınlar ve "Biz Padişahımızı artık istemiyoruz" ibaresini havi pusulalar artmaya başlamıştı.(Yorga,1948:119-123)  

Tabii olarak Yakın - Doğu'da Fransız siyaseti ve Cumhuriyetin başında bulunanlar, Pazvantoğlu ayaklanmasını büyük bir ilgi ile takip ediyorlar ve bunu menfaatlerine uygun buluyorlardı. Osmanlı Devletinin mukadderatı tayin edilmiş gibi görünüyordu. Kendi içinde tefessüh etmiş, korunma araçlarından mahrum, iç tehlikeleri her gün biraz daha artan bir devlet, daha kısa bir müddet önce Avrupa işlerini istedikleri gibi yönelten mutlak devletleri kökünden sarsacak derecede müthiş fırtınalara karşı nasıl dayanabilirdi?

Rusların doğu ve bilhassa Avusturyalıların batı eyaletlerde yerleşmeleri acil bir tehlike olarak sayılıyordu. Bu durum karşısında -otonom Pazvantoğlu Paşalığı, Avusturya'nın Sırp ve civar bölgeleri, muhtemel olarak ilhak etmesine engel olabilir sayılıyordu. Hatta Avusturya subayları, Padişah kuvvetlerinin Vidin'i almalarına yardım etmeleri için Osmanlı hizmetine çağırılmışlardı . Bundan başka Pazvantoğlu, askeri kabiliyeti ile göze çarpıyor ve tatbik ettiği devrimci metotları ile Fransa'nın sempatisini kazanmış bulunuyordu. İstanbul'daki "tirana" karşı gelen bu cüretli sergerdenin hakikatte eski geleneklerin müdafii olduğu, buna mukabil padişahın Avrupa göreneklerine meftun bulunduğu keyfiyeti, Fransız Cumhuriyetinin elçileri ve konsoloslarını pek az rencide ediyordu. 1797 de Dubayet, "Bu tecrübeli adam günün birinde ya Osmanlı Devletini idare edecek veya haince öldürülecektir" diyordu. Fransız İçişleri Bakanı Talleyrand ise, "Eğer bir gün Pazvantoğlu'nun yok edilmesi mukadder ise, bunun mümkün olduğu kadar geç yapılmasını” uygun buluyordu. (Yorga,1948:126) 

 

               FRANSIZLARIN MISIR’I İŞGALİ ve OSMANLI ORDUSU’NUN HALİ

Padişahtan hiç memnun olmıyan ve henüz 22 yaşındaki yeğeni şehzade Abdülhamid'in hizmetlerini padişaha karşı istismar eden İstanbul halkının ayaklanmasından korkulduğundan, gerek Mısır'ın işgali ve gerekse Pazvantoğlu'nun başarıları haberleri gizli tutuldu. (Yorga,1948:129) 

Osmanlı donanması komutanlarından biri, filosu ile Toulon önlerine gideceğini söyliyerek övünüyordu. Bazı yerlerde Fransız esirlerine çok sert, hatta tamamiyle gayrı insani muamelelerde bulunuldu. Böylece "geberen" Fransız subayı Rose'in nâşını tenha bir kırda gömmek için birkaç hakir Ermeniden başka kimse bulunmamıştı. Fakat asıl kin ve garaz Ruslar'a karşı besleniyordu. (Yorga,1948:136) 

Öte yandan Osmanlılar birçok defalar temas edilen yeni fikirlere bir türlü ısınamıyorlardı. Halk nazarında gittikçe daha ziyade nefret kazanan Padişah'ın yüksek düşünceleri tatbik olunamıyordu. Bir ordu meydana getirebilmek için Avrupa’daki Osmanlı eyaletlerinde, ihtiyarlarla çocuklar istisna edilmeksizin her altı erkekten bir kişi alındı.Geri kalan asker kıtalarının mevcutları çok azalmıştı. 1800 tarihine doğru bütün Mora’da ancak 6000 asker kalmıştı. Asyalı askerlerde disiplin namına bir şey kalmamıştı. Mesela Karadenizlilerden müteşekkil bir kıta, Yedikule'ye hücum etmiş ve buraya hapsolunan arkadaşlarından birini kurtarmıştı.

Her tarafta eşkiya gürûhları, hükümet kuvvetlerinin kendilerine hiçbir şey yapamıyacaklarına dair tam bir güvenle, ortalığı kasıp kavuruyorlardı. Olympos Dağındaki eşkıyaların ağaları, açıktan açığa hükümet tarafından tanınmışlardı.

Tuna boylarında ise itaatsizlik almış yürümüş, hayâsızca yağmalar korkunç bir hal almıştı.

Ulemanın sözleri ile kışkırtılan kalyoncular, karaya çıkmış olan Rus’larla İstanbul sokaklarında kavga ettiler.Kaptan Paşa kışkırtıcıların ikisini astırdığı zaman halk ayaklanmakla tehdit etti.Sinop’ta Rus konsolosu, halkın gazebinden güç halle kurtarılabildi. (Yorga,1948:136-137) 

Kara Fevzi, Sadrazamın bulunmayışından ve yeniçerilerin aman vermeyişlerinden faydalanarak dağlılarla beraber Kırklareli ve Silivri'ye kadar ilerledi.  Ertesi yıl içinde de bu eşkıya gürûhları, İstanbul'un ta yakınlarına kadar sokuldular.Bunlara karşı gönderilen Hükumet kıtaları, ya düşmana iltihak ettiler.

Asya tarafında ise, Mehmet ibni Suud'un oğlu olup Abdülzehheb'ın kızı ile evlenen Abdülaziz’in komutasındaki Vehhabiler, Bağdat Paşasını yendiler ve birkaç ay sonra da kutsal Kerbela şehrini ateşe verdiler. Arap asileri, Basra körfezine kadar bütün memlekete hâkim idi. (Yorga,1948:138) 

İngilizlerin altı büyük savaş gemisi Mısır sahillerini bekliyor ve sözde Türkiye için istirdat olunan bu eyalette 5000 Hintli asker bulunuyordu. Müslüman olan bu Hintli askerler, Mısır yerlilerini kolaylıkla yeni bir idare için kazanmakta büyük tesirler yapabiliyorlardı. (Yorga,1948:141) 

Sütlüce'deki mühendis okulu, Lafitte tarafından kurulmuştu. Yeni Buğdan Prensi Konstantin İpsilanti, meşhur Fransız askeri mühendisi Vauban'ın tahkimat üzerinde yazdığı eseri aynı okulun öğrencileri için Türkçeye tercüme etmişti. Birçok Fransız öğretmenleri, Aubert Dubayet tarafından İstanbul'a getirtilmişti.Yeni Osmanlı donanmasını Fransızlar yaratmışlardı.

Kaptan Küçük Hüseyin Paşanın kurduğu yeni deniz okulunda tamamıyla Fransız zihniyeti hakim bulunuyordu. Yine Fransızlar, Üsküdar'da yeni bir Kartografya Enstitüsü ile bir matbaa vücude getirmişlerdi.Batıdaki yeni İmparator Napoleon'un şahsiyeti hakkında III. Selim, derin bir saygı duygusu besliyordu ve Mısır'a saldırısını çoktan affetmişti. (Yorga,1948:149) 

Osmanlılar, kendi telakkilerine göre Padişahların dünya üzerindeki mevkiini küçülteceğinden, yeni kurulan her imparatorluğa öteden beri muarız olduklarından bu hareketi yapıyorlardı. Napoleon'un arzusu ile I. Franz'in, şimdiye kadarki mukaddes Roma - Cermen imparatorluğu yerine, yeni bir Avusturya imparatorluğu kurması olayına karşı da II. Mahmut, aynı tavrı takınmıştı. (Yorga,1948:150-151) 

Rus diplomasisi, dağlarda kendilerine ganimet ve ırkdaşlarına hürriyet sağlamak için aynı zamanda savaşan silahlı köylülerle, Türk idaresine engel olmıya uğraşan Rum soyundan Klephtlerle, Mainotlar ve Lambros, Katzonis'in eski arkadaşlariyle, Ortodoksluğun zaferi için heyecanla yaşıyan ve çalışan Mora, Epir ve Makedonya ruhanileriyle münasebette bulunuyordu. (Yorga,1948:155) 

İngiltere'nin savaşı önlemek için yaptığı bütün teşebbüsler neticesiz kaldı. Padişahın müşavirleri, nazırlar heyeti ve fevkalade meclis üyeleri arasında İngiliz taraftarı olan yalnız Çelebi Efendi idi.Rus ve Rum unsurları tarafından desteklenen Rus dostluğu taraftarları, Çelebi Efendi'yi tutmak cesaretini artık gösteremediler.

20 Aralık’ta savaşın açılmasına karar verilmiş bulunuyordu. Gerek ulemâ ve gerekse İstanbul halkı, bu kararı sevinç ve heyecanla karşıladılar. Verilen emir üzerine Rus elçisi, 26 Aralıkta İstanbul’dan ayrıldı. Ertesi gün III. Selim, yeni devlet teşkilatında bütün yetkileri elinden alınmış hemen hemen hükümdarın bir sekreteri derecesine düşmüş ve Divanın başkanı olmaktan başka hiçbir fonksiyonu kalmamış olan Sadrazama gönderdiği bir mektupta, sadakatsiz Çara savaş ilan ettiğini bildiriyor ve bütün Müslümanları bu kutsal savaşa iştirake davet ediyordu. Batı devletlerine yollanan beyannamenin hazırlanmasında büyük bir ihtimalle Fransızların yardımı dokunmuştur. Bu beyanname, Osmanlı devlet adamlarının, mevcut devlet düzenine bütün Rus müdahaleleri, tecavüzleri ve antlaşmalara aykırı hareketleri hakkında çok iyi bilgi sahibi bulunduklarını isbat etmektedir.(Yorga,1948:162-163) 

                               İNGİLİZ DONANMASININ İSTANBUL’U İŞGALİ

İngiliz Amiral  Duckworth'un filosu Bozcaada sularına varır varmaz, hakikaten de İstanbul'da tahkimat işleri ilerlemeden derhal Boğazlardan geçerek Türk başkentine gitmesi emrini aldı, Kurban bayramına rastlıyan 19 Şubatta birdenbire Çanakkale önünde 8 büyük savaş gemisi, 2 firkateyn, 2 korvet ve kalyon göründü. Burada henüz esaslı denebilecek savunma tesisleri vücude getirilmiş değildi. Buna rağmen Türk topçuları hiç tereddüt etmeden hemen ateş etmiye başladılar. Fakat Kaptan Paşa korkaklık göstererek kaçtı ve bu yüzden sahildeki kalelerin müdafaa gayretlerini boşa çıkardı. Dört Osmanlı gemisi hemen batırıldı.

Bu ani olay karşısında İstanbul'da büyük bir hayret uyandı. Padişah o derece aşağıdan aldı ki Fransız elçisi Sebostiani'ye lütfen İstanbul'u terketmesini, çünkü İngiliz dostlarının kendisinin İstanbul'da bulunmasını istemediğini bildirdi. Osmanlı vatanseverlerinin, cesaret ve enerjisine bu kadar büyük ümitler bağladıkları ateşli genç Padişah, Fatih Sultan Mehmet'in torunu, işte böyle konuşuyordu. Hiç bir zaman bir Padişah, devlet ricalinin beceriksizliği ve kabiliyetsizliği yüzünden hu kadar düşük bir mevkiye inmiş değildi. (Yorga,1948:141) 

 

Bizzat Padişah, devletin baş mimarı sıfatiyle tahkimat işçilerinin arasında bulunuyor ve zengin bağışlar dağıtıyordu. Sarayın bahçesinde de, kadınlar uzaklaştırıldıktan sonra yeni bataryalar yerleştirildi. Birkaç gün içinde tabya edilen 1200 top düşmanı bekliyordu. Sahiller mayınlanmıştı ve yedi büyük savaş gemisi limanı koruyordu.

Rüzgârın yönü değiştiğinden İngiliz gemileri Adalar önünde demirlemek zorunda kaldılar. Buradan İngiliz murahhasları daha nezaketli bir şekilde 25 Ocakta ileri sürülen istekleri tekrarlamak amaciyle İstanbul'a gönderildi. Fakat bu murahhaslar, Yeşil Köşkte kendilerini dinlemeye hazır olan Türk nazırlarını önlerine çıkmak cesaretini gösteremediler. Bu. İkinci teklif, tahkir edici bir şekilde reddolundu.

İngilizlerin giriştikleri askeri mahiyetteki teşebbüsler de neticesiz kaldı. Proti adasında 60 kadar Anadolu'lu, düşmanın bütün taarruzlarını karşılamıya hazır bulunuyordu. Bazı İngiliz taşıtları, cesur Türk kayıkçıları tarafından zaptolundu. Eski Sadrazamlardan İsmail Paşa'nın idaresi altında Çanakkale de gereken tamir işleri yapıldı. Artık murahhas olarak da Arbuthnot'un yerine geçirilmiş olan Amiral Duckworth Marmara Denizinde kapanmak tehlikesi karşısında ricat etmek emrini verdi. Bunun üzerine İngiliz gemileri, İstanbul halkının yuha nidaları arasında 2 Martta başarısız bir teşebbüsten sonra İstanbul limanından ayrıldı. Çanakkale'de yeniden tamir olunan tabyaların şiddetli ateşi altında Boğazdan geçerken epeyce de zayiata uğradı. Aynı surette Amiral Craigh, Selanik önlerine geldi ve fidye koparmak teşebbüsünde bulundu ise de hiç bir şey elde edemedi.

                          SULTAN 3.SELİM’İN BİR DARBE İLE DEVRİLMESİ

III. Selim, münadiler çıkararak, artık Nizam-ı Cedit'in lağvedildiğini ve yeniden böyle bir harekette bulunmıyacağına yemin ile söz verdiğini her tarafa ilan etti. Aynı şekilde ordu için konan yeni vergiler de kalkaçaktı. Fakat o, bütün bu tedbirlere, kendi mevkiini kurtarabilmek için, iş işten geçtikten sonra başvurmuştu. Asiler Şeyhülislam'a giderek, Kuran'ın hükümlerine karşı bu kadar çok günah işlemiş olan bir padişahin tahtta kalmasının caiz olup olmadığını sormuşlardı. Bunlar istedikleri gibi cevap aldılar ve bunun yazılı olarak kendilerine verilmesini dilediler. Sonra ülema ile yeniçeri subayları, Ağa Kapısında toplanarak büyük şurayı kurdular. Nizam-ı Cedit teşkilatına karşı fetvalar burada müzakere edilerek yazıldı. Muhakemesiz olarak cezalandırılacakların listesine, orduda bulunan ricalin de adlarının konmamasına karar verildi. En sonunda, hala mevkiini muhafaza edebileceğini ummakta olan Padişah'a, bizzat Şeyhülislam tarafından "kendisinin artık istenmediği" bildirildi.

III. Selim, bu ağır hükme karşı koyacak bir durumda değildi ve sükunetle mukadderata boyun eğdiğini söyledi. Böylece devletin iyiliğinden ve batının askeri usullerini kabul etmek suretiyle kurtuluşundan başka bir emeli olmıyan üstün kabiliyetli ve asil düşünceli bir hükümdar, bir daha çıkamıyacak olduğu zindana giriyordu. Abdülhamit'in oğlu Mustafa, 31 Mayısta sırf Türkiye'nin en fena askerlerinin isteklerine uygun mizaçlı olduğu için, Osmanlı tahtına çıkıyordu. Sükûnet ve asayiş hemen yerine geldi. Kabakçıoğlu, istihkâmlar müfettişliğine getirilmekle memnun edildi. Lağvolunan vergiler ise gene de eskisi gibi alınmakta devam olundu. Fakat bu paralar, memleketi müdafaa eden askerler için değil, bilakis öldürülmek korkusu ile çabucak dağılmış olan serseriler için sarf olunuyordu. Ordudan, yalnız Yeniçeri Ağası ile Vezir, en kabiliyetli komutan olduklarından, istifa ettiler. Yeniçeri Ağası, İstanbul’da, olup bitenleri doğru bulmadığını söylediği için, bu dürüst hareketini kendi hayatı ile ödedi . Sonra İstanbul’da, Şeyhülislam’ın hoşuna gitmek için bizzat Kaymakam, Kabakçıoğlu’nun yardımıyle azlolundu. Yeni ordu, büsbütün kabiliyetsiz ve muvazenesiz Padişah’a vasi olarak Tayyar Paşayı tayin etti. (Yorga,1948:172-173) 

İlkbaharda Memleketeyn Prenslikleri'nin boşaltılması veya Napoleon’un Almanya'daki topraklarına Silezya'nın da katılması üzerinde yapılan tartışmalara, "Grande affaire" i, yani Osmanlı Devletinin paylaşılması için "büyük iş" i ele almak amaciyle, ara verildi. Mart ayında herkese düşecek olan paylar hakkında o derecede ilerlendi ki Kont Rumyanzof nihai projeyi kaleme alabildi. Buna göre Rusya, Memleketeyn Prensliklerini, Bulgaristan ve Rumeli'yi Bizzat İstanbul ve yakınlarındaki limanları alacaktı. Napoleon ise Mora, Kıbrıs, Rodos, Girit, Arşipel adalarını, Akdenizin kuzey kıyısını, Suriye ve Mısır'ı işgal edecekti. Avusturya'ya gelince, her ne kadar kendisinden sorulmamış idi ise de, müttefik devletlerin alicenaplığı ile kendisine Selanik dâhil olmaksızın Makedonya bırakılacaktı. Aynı zamanda da bir Avusturya Arşidukası Sırbistan Kıralı olacaktı. Çar Alexander, dostu Napoleon'a yazdığı bir mektupta sevinç ile mest bir halde şöyle diyordu: "Bunu, hayatımın en güzel anı olarak sayıyorum". Fakat Fransız imparatoru, Rus projesinde, Moskoflar'ın İstanbul ve Çanakkale Boğazlarında yerleşeceklerini düşünerek bazı "tiksindirici noktalar"buluyordu. (Yorga,1948:177) 

                        ALEMDAR MUSTAFA PAŞA’NIN İSTANBUL’A GELMESİ

Askerlerin çoğu, mahbus bulundurulan III. Sultan Selim hakkında dürüst düşünüyorlardı. Gerçi yeniçeriler  en yüksek mevki sahiplerine karşı duydukları nefret ve kini açığa vurarak bizzat kendi Ağalarını öldürmüşlerdi. Fakat Sadrazam tekrar yönetimi eline aldığı ve Kahya Bey ile Reis Efendi'yi işten atarak yerlerine Osman ve Arif adlarında sadık iki şahsiyeti geçirdiği zaman askerlerin fikri yavaş yavaş iyiye inkılap etti. Memnun görünmeyen yeniçerilere, evlerine gitmek için izin verildi , fakat hiç biri bu izni kullanmıya yanaşmadı. Diğer yandan Tuna Seraskeri ile Şumla'daki karargâhta bulunan Vezir Çelebi Seyit Mustafa Paşa, gasıbı kovarak yerine Osmanlı tahtının meşru varisini geçirmek için değilse bile, hiç olmazsa nefretle görülen yamakların zorbalık rejimine bir son vermek için elverişli zamanı bekliyorlardı.

Mütareke müzakerelerine başlanılmış bulunduğu bir sırada Alemdar Mustafa Paşa, Edirne üzerine yürüdü. Kendi şahsına itaatkar olan Ayanlar'ın vermiş oldukları kuvvetlerle birlikte emri altında yirmi bin kişiye yakın bir ordu vardı. Edirne'de yapılacak hareketlerin planı çizildi. Şimdilik yalnız "Osmanlıların yüksek Efendisi ve Hükümdarının biricik Divanına" iktidarı iade etmek bahis konusu idi.

Gerçekten de bunu sağlıyacak bir hatt-ı şerif, çok geçmeden çıkartılmıya muvaffak olundu. Hacı Ali Ağa adında biri, yanında birkaç yüz atlı olduğu halde, bir ölüm fermanını, Kabakcıoğlu'nun oturmakta bulunduğu Fanaraki'ye götürdü. Kabakcıoğlu geceleyin haremden çıkartılarak hançerlenmek suretiyle öldürüldü. Ertesi gün Pomaklar, Vezir'in emrini infaz eden Hacı Ali'ye karsı mukavemet etmiye başladılar ve üzerine üç gün müddetle Fanaraki kalesinden top mermileri yağdırdılar. Buna rağmen Hacı Ali, kendisini gönderenlere giden yolu açmıya muvaffak oldu ve onlara İstanbul yakınlarında kavuştu.

Reisülküttap Galip Efendi, Küçük Çekmece‘den kalkarak İstanbul’a gitti. Görevi, Padişahı ordunun iyi niyetlerinden haberdar etmekti. Bu ordu, bizzat yeni hükümdarı yamakların zilletli tahakkümünden "kurtarmak" amaciyle, yalnız bunlara karşı harekete geçmiş bulunuyordu. Galip Efendi'nin isteği üzerine yamaklar uzaklaştırıldı ve Şeyhülislam mevkiini kaybetti. Hatta Mustafa o derecede bir uysallık gösterdi ki, Mübarek Sancağı selamlamak bahanesiyle Vezir'in Davutpaşa'da bulunan kararğahına gitti ve bütün tehlikeyi göze alarak Vezirle bir konuşma yapmıya razı oldu.

Ancak bu anda Tuna'dan gelen hareketcilerin hakiki niyetini anlayan Sadrazam tereddüt gösterdi. Uzak bir vilayetten gelmiş vahşi bir asker gibi kıtalariyle beraber Divana nüfuz eden Alemdar Mustafa Paşa, Sadrazamı azl ve hapsetti. Bunun üzerine İstanbul'da, Ruslar'la elverişli bir barış imzalandığı ve Sancağ-ı Şerifin mütad olarak saklandığı camiye tekrar konacağı şayiası yayıldı. Artık eski Alemdar Paşa, bütün ordusunun başında olarak törenle İstanbul'a girdi. Bizzat Padişahı görmek istediğini ileri sürdü.

Bostancıbaşı, Muhafazasına memur bulunduğu sarayın ikinci kapısını Sancağ-ı şerifi taşıyanlara kapamak cesaretini gösterdi. Aynı zamanda Sultan Mustafa, mutad gezintisinden alelacele çağırılmış, tahtını müdafaa etmek için saraya gelmişti. Padişah, muzaffer ordusunun kendisini coşkuncasına selamladığı bir sırada, Kızlar Ağası'na, tahttan indirilmiş kuzeni Sultan Selimi öldürmek emrini verdi. Sultan Selim, odasına cellatlar sokuldukları zaman dua etmiye koyulmuştu. Bunlar, cinayet işlemekten asla çekinmiyorlardı. Fakat genç ve kuvvetli Sultan Selim, hayatı için uzun müddet siyahi harem ağası ile mücadele etmeden teslim olmadı. Nihayet caniler, büyük hakaret ve hiç de yakışık almıyacak muamelelerden sonra zavallı Sultan Selim'i öldürdüler.Ancak birkaç dakika sonra Alemdar Mustafa Paşa göz yaşları içinde Efendisi'nin cenazesi önünde diz çöküyordu. (Yorga,1948:181-182-183) 

İşlediği cinayeti affolunan Sultan Mustafa, hiç bir vicdan azabı duymaksızın mağrur bir hükümdar sıfatiyle iç odalara götürülürken, büyük bir kalabalık, genç Mahmut'u yeni padişah olarak selamlıyordu.

Rusçuk'lu eski Alemdar Mustafa, Sadrazam sıfatiyle, kaatillerin ve yardımcılarının idam edilmelerini emretti. Bunların sayısı 33 idi. Asıl kaatilin kafası, gümüş bir tabak içinde önüne getirildi. Cinayetler işlendiği sırada alkışlamış olan Sultan Mustafa'nın kadınları, çuvallara konarak ağızları dikildikten sonra, denize atıldılar. Şehit Sultan Selim'in gömülme töreni, umumi, eşsiz ve hakiki bir matem gösterisi şeklinde tecelli etti.

Fakat böylelikle asayiş temin edilmiş değildi. Sultan Mahmut'un kılınç kuşanma töreninde, etrafı Arnavutlar'la alınmış olduğu halde, elinde bir tabanca ile görünen Sadrazamı çekemiyenler vardı. Alemdar Mustafa Paşa, kendisine rakip olmak ihtimalini gördüğü kimseleri kısa bir zamanda uzaklaştırmak hatasını yaptı: Seyit Ali sürgüne gönderildi ve bunun Kaptan Paşalık makamını kendisinin güvendiği Ramiz Paşaya verdi. Yeniçeriler'in isteklerine uygun olarak Tayyar Paşa merhametsizce idam olundu.Eski Sadrazam Çelebi Mustafa Paşa'ya ancak İsmail Paşalığı ünvanı verildi. (Yorga,1948:184) 

Alemdar Paşa eski bir geleneğe uyarak, Ramazanın bitmesine üç gün kalınca Şeyhülislam'ın yanına gittiği sırada kendi çavuşları, düşmanca ayaklanmış olan büyük bir kalabalığı muhafız kıtalarının müdahalesi ile merhametsizce dağıtmak zorunda kaldılar. Hemen yeniçeriler, Sadrazam'ın askerlerinin bulundukları evlere hücum ederek bunları kaçmıya zorladılar. Sadrazam'ın oturduğu konağın yanında çıkan bir yangını söndürmek için çağırılan askerler, iş başına gitmekten kaçındılar ve Sadrazam'ın adamlarından ele geçirdiklerini öldürdüler.

Alemdar Paşa, kalenin dibindeki yeraltı dehlizlerinden birinde saklandığı bir sırada Kaptan Paşa, Topçubaşı, yeni askerler ve Kadı Paşa’nın küçük kuvvetleriyle birleşerek Efendisi’ni kurtarmaya çalıştı. Fakat Alemdar, yanında bulunan bütün adamlariyle bu dehlizde dumandan boğulmuştu. Mısır’a gitmek üzere harekete hazırlanan iki gemi, Yeniçeri Ağası’nın evine ateş etmek emrini aldı. Sarayda, halkın ve yeniçerilerin hücumlarına karşı korunmak için lâzım gelen bütün tedbirler alındı (15 Kasım).

Sonrasında Kadı Paşa, dört top ile harekete geçerek vaktiyle yeniçerilerden gördüğü hakaretin öcünü almıya koyuldu. Ayaklananlar, her tarafta merhametsizce öldürülüyordu. Fakat böylece o, ayaklanmış olanları ve şimdiye kadar barışçı kalan İstanbul halkını ümitsizliğe düşürdü. Ölüm tehlikesi karşısında her şeyi göze alan âsiler Anadolu'lu islahat askerlerinin, guruplar halinde dağılmış olan Nizam kıtalarının üzerine atıldılar. Bir yandan büyük bir yangın her tarafı sararken, umumi tedip hareketine devam olunamıyacağı anlaşıldı. Kadı Paşa, hiç olmazsa saray halkını hücumdan korumağa çalıştı. Bununla beraber çok geçmeden Yeniçeri Ağası, Padişah'ın emirlerine itaat etti ve müthiş yangını durdurmak için gereken bütün tedbirlere başvurmak için talimat aldı.

Sarayın kapusunda bekliyen asilerin bir kısmı, artık Sultan Mustafa'yı alkışlamıya başlamışlardı. Fakat bu olay, eski Padişah'ın ölümüne sebep oldu. Sultan Selim'in kaatili, kendisi hakkındaki idam emrini infaz edenlere hiçbir mukavemet eseri göstermeksizin can verdi. Peşinden annesi öldürüldü. Bunlardan başka, o zamana kadar ordusunun başında sanılan Alemdar'ın yarı kömür haline gelmiş olan perişan cesedinin yüksek bir yere asılarak teşhir edilmesi sayesinde bu iç savaşa bir son verildi. Nefret edilen Sadrazam artık hayatta değildi ve Sultan Mahmut'tan başka Osmanlı tahtını işgal edecek bir şehzade de artık yaşamıyordu. (Yorga,1948:186-187) 

                                            SULTAN 2. MAHMUT DÖNEMİ

Osmanlı Devleti'nin ancak 18 ay, en çok iki yıl daha yaşıyabileceğini söyliyen Sebastiani'nin hükmüne göre Sultan Mahmut, "zayıf, yumuşak huylu, hastalıklı, tedavisi imkansız sara illetine müptela bir hükümdar" idi. Çar da bu Osmanlı Padişahını, hem vücutca hem de kafaca aynı derecede düşük kalitede zayıf bir hükümdar gölgesi sanıyordu.Bununla beraber o "zayıf" Sultan, Memleketyn Prenslikleri'ni her ne pahasına olursa olsun Rusya'ya bırakmamak; din düşmanına ve II. Katerina'nın istila planını tazeliyen Çar'a karşı bütün enerji ile savaşı devam ettirebilmek için, Hıristiyan ve Yahudi tebaanın süs eşyalarına, hatta tapınaklara ait mallara varıncıya kadar, her çeşit vasıtalardan faydalanmak kararında hiç sarsılmadan ayak diriyordu.

Kör Yusuf Paşa, Şumla'yı başarı ile müdafaa etmiş olmakla beraber, komutasına emanet olunan orduyu tehlikeden korumak amaciyle, çok uzun zaman atıl kalmıştı. Padişah, Sadrazamın İsmail, Silirtre, Rusçuk ve bütün Dobruca'yı kaybetmesini affedemiyordu.

Sultan Mahmut başka bir ordu ve başka bir komutan istiyordu. Kamenski'ye karşı döğüşmüş olan Türk ordusu, Ayanların getirdikleri kuvvetler, yani başka başka menşeli Rumeli eşkiyaları ile İstanbul ve Edirne de toplanmış olan 25 000 yeniçeri, bir de Çapanoğlu ile Kara Osman Oğlu bölgelerinde' gelen 10.000 kadar sadık Anadolu askerlerinden teşekkül ediyordu.

7000 topçu askeri İstanbul'da kalmıştı.Bunlar herhangi bir baskına karşı başkenti ve muhtemel bir ihtilale karşı Padişah'ı koruyacaklardı. Büyük bir yeniçeri ordusu Ruslar'a karşı taarruza başlamalı idi. Sultan Mahmut, Sadrazamlığa da, biraz geç kalınmış olmakla beraber, güvenilir bir adamı getirdi. (Yorga,1948:186:196-197)    

Sırplar 1806 da Avusturya İmparatoru'na birçok ricanameler yazmışlardı. Sırp gönüllüleri mütemadiyen Avusturya sınırlarındaki bölgelerden takviye alıyorlardı.Nihayet Viyana hükümeti, 1810 Eylülünde İmparatorun garantisi altında serbest Sırbistanın vücude getirilmesi için aracılık yapmıştı. (Yorga,1948:198)   

 

1807 de Babıâli, şimdiye kadar ezici kuvvetlerin baskısı altında kabul etmek zorunda kalınmış olduğu anlaşmalar mahiyetindeki muahedeleri bundan böyle de imzalamaktansa Devletin enkazı altında gömülmeyi tercih ettiğini enerjik bir surette beyan etmişti. 1810 da Sultan Mahmut, İstanbul'daki Danimarka elçisi Hübsch'in genç oğlu vasıtasiyle Çar'ın yaptığı tekliflere, Memleketeyn Prensliklerinden vazgeçmektense son askerini feda edinceye kadar döğüşeceği cevabını vermişti. Buna karşı I. Alexander, Eflak ve Buğdan'ın resmen Rusya'ya ilhakını ilan etmekle mukabelede bulunmuştu.

Bununla beraber 1810 Ekiminde Reis Efendi, Sultan Mahmut'un "Osmanlı eyaletlerinin toprak bütünlüğü ve bağımsızlığı" esası üzerinde müzakerelere girişebileceği hususundaki sarsılmaz azminden bahsediyordu.1811 de Reis Efendi, "Memleketeyn Prensliklerini vermektense bizzat İstanbul'u kaybetmeğe" razı olacağını söyledi. İtalinski'nin, sadece Buğdan'ı Rusya'ya bırakmak yolundaki teklifini de Sultan Mahmut şiddetle reddetti.Şimdilik Çar,o vakte kadarki isteklerini bu hadde indirmiye karar veremezdi. (Yorga,1948:186:203-204)       

Hakikaten de Kutuzof. General Langeron ile Essen’i Sadrazam’ın yanına göndermişti. Fakat Sadrazam, hiçbir veçhile kendini yenilmiş saymıyordu. Yüksek sesle Hiristiyan ordularının üstünlüklerinin sebeplerini söylüyor ve günün birinde Osmanlı harp usulünde de bir düzen yaratılacağı temennisini ifade ediyordu: "Ben eşkiya sürülerini toplamak zorundayım. Birisi bana 500 adam getiriyor ve buna mukabil 2000 kişilik para ve erzak alıyor. Bir bayraktar en az 100 kişiye komuta etmelidir, fakat elinde ancak yirmi kişi vardır. Bir başarısızlıktan sonra ordumun yarısı sancaklarından ayrılıp gidiyor. Bu şartlar içinde biz uzun zaman savaşabilir miyiz? Eğer biz muntazam bir piyade askerine malik bulunsaydık sayısız süvarimiz, korkunç bir hal alırdı. (Yorga,1948:186:207-208)       

Osmanlı Devleti artık ordu çıkaramıyacak durumda bulunduğu bir zamanda Osmanlı Baş murahhası Galip Efendi, geniş manasiyle yalnız Basarabya'nın Ruslara bırakılması şartiyle kendine yapılan teklifi kabul ederek barışı yapmak zorunda bulunduğu kanaatına vardı. (Yorga,1948:211)        

Sırplar kendi memleketlerinde savaşan Rus askerleri geri dönerlerken, gözyaşı dökmüşlerdi. Şimdilik olayların gelişmesini takip etmek ve bunlardan faydalanmak göreviyle yalnız Nedoba adında bir Rus subayı casus olarak Belgrat'da kaldı Sırplar, başkentlerinde bir Türk paşası bulundurulmasını ve Babıali'ye vergi vermekle mükellef tutulmalarını istediler. Türk garnizonlarının, yalnız savaş devam ettiği müddetçe, başka Sırp şehirlerinde de kalmalarına razı idiler. Fakat Padişah bu gibi teklifleri istemiyor ve kabul edemiyordu. (Yorga,1948:218)          

Vidin’in korkunç hâkimi Molla Paşa, sükûnetle Üsküdar’a gitti ve çok geçmeden orada vebadan öldü. (Yorga,1948:220)           

Türkler, silah kuvvetiyle kazanılmış bir vilayet gibi Belgrat’ı hiç korumadan hareket ediyorlardı. Böylece, kendisini kurtulmuş sanan bir memlekette bir kan ve soygun rejimi uygulanmağa başladı. Birçok' kabahatli ve kabahatsiz köylüler, hatta o zamana kadarki Senato üyeleri, voyvodalar ve yeni atanan serdarlar öldürüldü. Hatta Poşega manastırının başkanı 1819 yılının sonundan önce kazığa vuruldu. Hakikatte bu işlerin sorumlusu, çabukça İstanbul'a dönen Hurşit Paşa değil onun atamış olduğu Belgrat Paşası idi. Miloş kaçarak canını kurtardı. Kısa bir zaman içinde ümitli muharipler onun etrafına toplandılar. Takovo köy kilisesinin önünde yapılan bir toplantıda, yeniden ayaklanma törenle ilan olundu.

Bunun üzerine, Morava çayının yukarı bölgelerinde Hurşit Paşanın kahyasının adamlarına karşı vahşi bir çete harbi başladı. Alınacak ganimet, bunlar arasında bulunan gönüllülere resmen vaadolunmuştu. Türkler müstahkem mevkilerini kaybettiler. Henüz dönmüş bulunan birçok sipahiler memleketi tekrar bıraktılar. (Yorga,1948:220-221)          

Belgrad'da Miloş, milletinin Çarigrad (İstanbul) daki hükümdarına tabi kalmak istediğini törenle ilan etti. Bunun üzerine İstanbul'da bir temsilci bulundurmalarına müsaade olunan Sırplar'a, 1816 yılı başlarında vergiyi doğrudan doğruya kendileri toplamak ve bunun için Belgrat Paşasının yanında bir büro kurmak hakkı verildi. Her yerde Müslümanların yanında Knez'ler de bulunacaklardı. Padişah Mart ayında af fermanını henüz imzalamamıştı. Fakat Sırplara bahşolunan imtiyazları bizzat kendisi tasvip ve garanti etmişti.(Yorga,1948:222)          

Tepedelenli Ali Paşanın memleketi ile sınırdaştı. Ali Paşanın oğlu Veli Paşanın kızı, Üsküdar'ı idare eden Mustafa Paşa ile evlenecekti. Yerli beylerin himayesiyle İbrahim Paşanın çekilmiş bulunduğu Avlonya'ya ve Berat'a, 1810 da, yeni hanedanın hâkimiyetini buralara da sokmak amaciyle, Ali Paşanın diğer oğlu Muhtar Paşanın adamları girdiler. Delvino'yu idare eden Mustafa Paşayı, onun tekrar yerine geçirilmesi için Babıali'nin verdiği sarih emre rağmen, bizzat kendi eliyle boğdu. (Yorga,1948:226)           

Avrupalı konsolosların hepsi, Ali Paşanın bütün sırlarına vakıf bulunduklarını zannederler ve onun üzerinde kuvvetli bir nüfuza malik bulunmakla övünürlerdi. (Yorga,1948:227)           

Anadolu’da bağımsızlık fikrinin en kuvvetli temsilcileri, Kara Osman Oğlu ile Çapanoğlu idiler. Bunlar, Seres'li İbrahim Beyin topraklarından da daha geniş alanlarda hüküm sürüyorlardı. Kara Osman Oğlu ailesinin başkenti Bergama idi. Bu aile memleketi o kadar iyi idare ediyordu ki Mora Arkadyasından birçok aileler buraya göç ediyorlardı. Aynı şekilde Ankara'da Kara Osman Oğlu'ya aitti. Fakat bu aile itaatli görünüyordu ve son savaşlarda daima yardım kuvvetleri göndermişti. Hatta Anadolu süvarilerine bizzat komuta etmek onlar için bir şeref meselesi haline gelmişti. Bu yolda komşuları Çapanoğulları ile rekabet ediyorlardı. Pazvantoğlu’ya karşı yapılan mücadeleye her iki ailenin de reisleri kendi kuvvetlerinin bizzat başında olarak iştirak etmişlerdi. Slobozia adasında 1811 yılı sonlarına doğru Çapanoğlu ile rakibinin oğlu esir edilmiş ve Rusya’ya gönderilmişti.  (Yorga,1948:227:228)         

Böylece, göçebe Türkmen yörükleri içinden çıkan kuvvetli Anadolu zadegânının son temsilcisi olarak yalnız Yozgat'ta oturan Çapanoğlu kalıyordu. Yılda dokuz milyon frank geliri olan bu ailenin malikâneleri de sonradan hazineye mal edilerek Padişahın eline geçmişti. Çapanoğlu'nun ardaları - bunun oğlu Mahmut, Halep Paşası sıfatiyle, Babıali’ye yeniçerileri bastırmakta yardım etmişti.(Yorga,1948:227-229)         

Abdurrahman tarafından Şeyhin zulmünden kurtarılan, fakat hemen arkasından yeniçerilerin tahakkümüne giren  Halep'te, halk yeniçerilerle birleşerek 1813 ve 1820 de ayaklandı. Birçok defalar adı geçen Vezir Hurşit Paşa, en şiddetli tedbirlere başvurarak, bu ayaklanmayı bastırmak zorunda kaldı . Bu taraflarda vahşi Kürtlerle çarpışmalar gene devam etti. 1817 de Kürtler, Halep şehrini ele geçirmiye teşebbüs ettiler. Şam’da 1820 ye kadar Sultan Mahmut'un sadık bir bendesi olan Süleyman Paşa hüküm sürüyordu. Sahilde ise Trablus'ı Şam'da Seyid ve Akka'da Süleyman hemen hemen bağımsız denecek şekilde hareket ediyorlardı. Süleyman'ın' ardası Abdullah, 1822 - 1823 de ayaklandığı zaman resmen asi ilan olundu. (Yorga,1948:230)          

 

                                    ARABİSTAN’DA VEHHABİ AYAKLANMASI

3-4 Nisan 1803’de Suud, Mekke'yi, daha sonra Medine'yi, 1806 da da Cidde'yi zaptetti. Araplar, Zubeyr ve Basra önlerinde göründüler. 1808 de Şam ahalisi, "soysuzlaşmanın, suiistimalin ve dünyevi adaletsizliğin" temsilcilerinden ayrılmıya, "Hakiki mü'minlere" iltihak etmiye ve gerçek anlamda kardeşçe cemiyete girmiye davet olundu.1810 da Vahhabiler, bizzat İstanbul'da bir tahrik hareketine giriştiler.  Sultan Mahmut,  kutsal şehirleri tekrar ele geçirmek ve Suriye'yi tehdit eden tehlikeyi ortadan kaldırmak için, Memlukleri yok eden Mısır Valisi Mehmet Ali'ye başvurmak zorunda kaldı.Yeni Vali, iyi niyet sahibi görünüyordu. 1810 da Padişah'a vergiyi ve daha başka yardım paralarını göndermişti. Mehmet Ali Paşa, Memlûk beylerinin kesilmiş kafalarından son partiyi İstanbul’a göndermeden önce, oğlu Tosun Paşanın komutasında olarak Fransızların yetiştirdiği muntazam piyade ordusunu Süveyş üzerinden Arabistan'a yolladı. Aynı zamanda süvari kıtaları çöl yoluyla harekete geçti.

Bütün kuvvetler Cidde'de birleşeceklerdi. Savaş iki yıl sürdü, l810 ve l811.İlk önce Medine zaptolundu. 30 Ocak 1813 te Mısır Valisinin temsilcileri top sesleri arasında İstanbul’a gelerek valinin oğlu Tosun Paşa'nın fethetmiş olduğu bu kutsal şehrin anahtarlarını getirdiler. Daha sonra Mehmet Ali Paşa'nın ikinci oğlu İsmail Bey, Mekke'nin anahtarlarını bizzat Padişaha takdim etti. 1517 de yapılmış olan şenlik törenleri şimdi de yenilendi. Kahya Bey anahtarları gümüş bir tabak içinde taşıdı. Fakat Vahhabilerin başkentleri ancak 1818 de işgal olunabildi.Bir yıl sonra da Abdullah Ebu-Suut, tahrikçi ve âsi olarak İstanbul'da idam edildi. (Yorga,1948:232)         

Hurşit Paşadan sonra Sadaret Mührü liyakatli bir adamın eline geçmedi. Sultan Mahmut'un böyle bir kimseye ihtiyacı yoktu ve nazırlarına itimat etmiyordu. Savaşın devamı müddetince bir hasekiyi casus olarak Sadrazamın karargâhında bulundurmuştu. En mümtaz vasfı, içine nüfuz edilemez bir ihtiyatkârlık olan bu çok kaabiliyetli Padişah, gün geçtikçe  "Türkiye'de bir harika" olarak ortaya çıkıyordu.(Yorga,1948:232)         

                                             MORADA RUM AYAKLANMASI

Osmanlı İmparatorluğu içinde yaşıyan RumIarı ayaklandırmak için ilk teşvik ve tahrik, şüphesiz ki Rusya tarafından gelmiştir. Hakikatte küçük cumhuriyetler teşkil eden Arşipel adalarının ahalisi, hürriyetlerini elde edebilmek için, kendi menfaatleriyle bir tuttukları Rus emellerini desteklemek yolunda ellerinden geleni yapıyorlardı. Fakat bunlar, sonunda kendi bahtlarına terkedilerek o zamana kadarki tiranlarının intikamlariyle karşı karşıya bırakılınca, İstanbul'a bir Rus İmparatoru yerleştirmek istiyen Çariçe Katerina'ya tapanların çoğundaki ilahi derecede sevgi, kin ve nefrete inkılap etti. (Yorga,1948:240)         

Bütün yarımadada hepsi 15000 e yakın Türk ve 4000 Yahudi'nin yanında 400.000 Rum yaşıyordu. Bunlar arasında birçok da Arnavut vardı.Fakat haracın toplanması işini üzerine almış olan ve mutad olarak bu görev babadan evlada bir miras olarak intikal ettiğinden, gerçek anlamda bir köylü zadegânı sınıfı haline gelmiş bulunan Rum soyundan kocabaşılar Türk rejiminin devamını kendi menfaatlerine uygun görüyorlardı.

Çünkü topladıkları haracın bir buçuk milyonu bu kocabaşılara kaldığı halde Paşanın payına ancak bir milyon düşüyor, Babıali'ye ise ancak iki milyona yakın bir kısmı gönderiliyordu. Mora üzerinde bulunan beş metropolit, beş arşipiskopos ve sekiz piskopos, Osmanlı Padişa- hının idaresi altında mütevazı hayatlarından o kadar memnun ve müreffeh idiler ki, memleketlerinde durumun büsbütün altüst olmasına hiç de hevesli değillerdi. (Yorga,1948:251)         

Yeniçerilerin ve halkın İstanbul sokaklarında gürültü ile dolaşarak yalnız Rumları, bunların yardımcıları olan Rumları ve bütün "imansız" Frengleri değil, fakat aynı zamanda Padişahın gözdesi Halet Efendi'yi ve bizzat Sultan Mahmut'un kendisini tehdit etmelerine rağmen, Osmanlı hükümdarı, hiç bir korku alâmeti göstermedi. Avrupa'lı misafirlerin emniyetini sağlamak için gereken tedbirler alındı. Fener, askerle kordon içine alındı. Bostancılar Boğazda nöbetçi olarak dikildiler. Kaptan Paşa ile Topçubaşı, başkentte asayişin muhafazası ile görevlendirildiler. Geceleri İstanbul sokaklarında Yeniçeriler, devriye olarak dolaşıyorlardı, Vidin, Silistre ve İbrail Paşalarına hiç vakit geçirilmeden gerekli emirler ve takviye kıtaları taşıyan gemiler gönderildi. Patrik, kendi taraftarlarını sükûnet halinde tutmak ve İpsilantis ile beraber bütün asileri kilisece aforoz etmek için emir aldı. (Yorga,1948:257)         

Mora'daki ayaklanma haberi İstanbul’a geldiği zaman, nihayet Rumlara karşı halkın gayzı şiddetle patlak verdi. Doğrudan doğruya Sadrazam, bu isyanı kanlı bir intikam yoluna tevcih etti. Mahpus bulunan on iki metropolit ve piskopos hayatlarını kaybettiler.Patrik Gregorios, vatan haini olarak azlolundu ve ardası Eugenios seçilip tanındıktan sonra,  büyük paskalya pazarı günü kilisesinin önünde asıldı. Herkesin seyretmesi için üç gün açıkta bırakılan cesedini, Yahudiler  ‘sokaklarda sürükledikten sonra,'  denize attılar. (Yorga,1948:258-259)         

Vidin'deki yeniçeriler, Oltland'a girdiler. Asayişi yeniden iadeye memur olan bu yeniçeriler, gerek Tudor ve gerekse memlekette kalmış olan boyarların kayıtsız şartsız Babıali'ye tabi olduklarını beyan etmelerine rağmen, çok kere merhametsizce hareket etmekte idiler. Aralarında bulunan birçok Asya'lı askerler, çok geçmeden silah arkadaşlariyle kavgaya tutuştular. Ellerindeki tüfeği dost ve düşman seçmeksizin kullanan bu Asya'lıların, Türk Kazaklarının ve Tatarların acı hatıraları, uzun zaman bu memlekette yaşamıştır. (Yorga,1948:260)         

Muhasarasının uzun sürmüş olmasına ve Rum silahlarına büyük şöhret kazandırmamasına rağmen Tripoliçe'nin, yani Mora'nın Başkentinin düşmesi, Rumlar için son derece mesut bir olay idi. İmdada yetişen Bayram Paşanın komutasındaki küçük ordunun yenilmesi (7 Eylül) üzerine Kâhya Mustafa Bey teslim olmak istedi. Galiplerin, şehrin garnizon ve Türk halkını İzmir'e nakletmek için beş milyon kuruş para istemeleri yüzünden uzayıp giden müzakereler sırasında Rumlar, 5 Ekimde hiç beklenmedik bir hücumla kaleyi ele geçirdiler.

Yalnız Arnavutlar, teklif olunan teslim şartlarına uygun olarak kendilerini kurtarabilecek durumda idiler. Kendilerinde disiplinden eser bulunmıyan RumIar, en vahşi Asyalılardan daha korkunç bir şekilde ortalığı kan ve ateşe verdiler. Yalnız fidye umdukları kimselerden başka kadın ve çocuklar da dâhil olmak üzere herkesi parçaladılar.

Elebaşılardan biri, Tripoliçe ve civarında öldürülen Türklerin sayısını 32 000 olarak tahmin etmektedir ki bu, bütün Osmanlı İmparatorluğu içinde öldürülen Rumların sayısından kat kat yüksektir. Böylece yalnız Maino Prensi, kazanılan ganimetten kendi payına düşen kısmı yirmi katır ile iki deveye yükliyerek götürdü. "Eski çivilere" varıncıya kadar her şey yağma edildi. Tripoliçe şehrinden yalnız dumanı tüten bir harabeden başka bir şey kalmadı. Rum ordusu, zaferin zevklerine dalmak üzere hemen dağıldılar. (Yorga,1948:270)         

Atina'da toplanmış bulunan Hellen muhipleri ve bunların Rum soyundan dostları, Marttan 22 Mayıs’a kadar bütün güçleriyle uğraştıkları halde, Akropolis'i alamadılar. Ancak 22 Mayıs günü 1150 kişiden ibaret Türk garnizonu silahlarını teslim etti. Aldıkları kötü harp haberleri dolayısiyle galeyana gelen galipler, bizzat kendi hayatını tehlikeye sokan konsolos Fauvel'in ve meslekdaslarının engel olmak istemelerine rağmen, teslim olan bu Türklerin çoğunu parçaladılar. (Yorga,1948:279)         

Sisam adasının ahalisi, korkunç eskiyalar olarak İzmir bölgesine bela kesilmişlerdi. Asya kıyısında hakiki bir  Yunan adası olan burada 14.000 Hıristiyan oturmakta idi. Yakınındaki Sisam ise çok bayındır bir ada olup üzerinde 150 000 insan yaşamakta idi. Bunların ancak dörtte biri Müslüman idi. Burada 66 köy ve pazar , 300 manastır ve 600 kilise bulunmakta idi. Sakız ahalisi arasında İtalyan veya yarı İtalyan soyundan pek çok Katolikler vardı. Bunlar, din ayrılığı yüzünden, hiç bir zaman Rum ayaklanmasına sempati göstermemişlerdi. Halkın heyeti umumiyesi, gürültülü nümayişleri ilgisiz olarak uzaktan seyretti. Dışardan gelenler, Türklerin evlerine ve tapınaklarına pervasızca saldırdılar. (Yorga,1948:281)          

Bunlardan sonra Strangford ile Avusturya elçisi Lützow, artık yerine getirilmiş olan şartları bildirmek üzere Rus Çarına bir murahhas göndermesi için Babıali'ye baskı yaptılar. En nüfuzlu idare adamı olarak mevkiini muhafaza etmiş bulunan Canip Efendinin cevabı şöyle oldu: "Bizim müzakere edilecek, istenecek ve verilecek hiç bir şeyimiz yoktur". Canip efendi sözlerine devamla: "Şimdiye kadar biz, içişlerimize yabancıların karışmalarına müsaade ettik; çünkü meselelerin durumu, bir an için, antlaşmalarla kabul edilmiş olan bazı mükellefiyetlerin yerine getirilmesini sürüncemede bırakmıya bizi zorluyordu; çünkü Avrupa hükumetleri kendilerini genel olarak  antlaşmaları korumıya memur kuvvetler sıfatiyle ortaya atmışlar ve bunun neticesi olarak antlaşmalarla ilgili ne varsa hepsini gözden geçirmek hakkına malik bulunuyorlar veya hiç olmazsa böyle bir hakkın kendilerine verilmiş olduğunu sanıyorlardı.

Fakat böyle bir karışmıya sebebiyet veren meselenin ortadan kalkması ile birlikte müdahale de son bulmalıdır. Bağımsız bir devlet ve her hükumet gibi bizim de, üzerimize aldığımız yükümlülüklere aykırı olarak hareket etmemek şartiyle, böyle bir hareketten en büyük bir titizlikle kaçınacağız. Kendi iç işlerimizi, istediğimiz şekilde kendi kendimize düzenlemiye hakkımız vardır" dedi.

Bilgin bir  adam olup Aristoteles'in bir eserini tercüme ederek Türk edebiyatına kazandırmış olan Canip Efendi, bundan sonra kendi efendisinin tebaaları bulunan Rumların ayaklanması ile İngiliz Kıralının tebaasından Müslümanların çıkarabilecekleri bir ayaklanma arasında bir mukayese yaptı ve böyle bir halin vukuunda Osmanlı Padişahının bu işe müdahale etmiye ve asilerin lehine olmak üzere müzakerelere girişmiye hakkı olmadığını ilave etti. (Yorga,1948:285-286)    

İngiliz elçisi ile Canib Efendi arasında bir konuşma yapıldı. Türkiye’nin en iyi devlet adamı olmasa bile muhakkak ki modern Osmanlılığa güven duygusunu bütün meslekdaşlarından daha sebatla etmsil eden Canib Efendi, konuşmalar sırasında şöyle dedi: “Şimdi biz hepimiz sıkıdan sıkıya birbirimize bağlı bulunmaktayız. İçişlerimize yabancıların müdahalesine katlanmaktansa ölmeği tercih edeceğiz. Rus himayesi daima hâkimiyeti istihdaf etmektedir. Acı hatıralarla dolu mazi, bunu hiç bir şüphe bırakmıyacak şekilde isbat etmiştir.Sizin yardımınıza talip değiliz ve muhtaç da değiliz.”

Sultan Mahmud'un nazırının söylediği son söz şöyle idi: "İngiltere için her şey yapmıya hazırız, fakat şerefimizden ve bağımsızlığımızdan fedakârlık yapmamak şartiyle. Viyana'da buluşacak olduğunuz vezirinize bunu söylemelisiniz. (Yorga,1948:288)         

Sultan Mahmut, yeniçerilerin bir ayaklanmaya hazırlandıklarını görünce ve Yunanistan'dan fena haberler gelince, o zamana kadar çok sevdiği Halet Efendiyi yeniçerilere feda etmek zaruretini duydu. 9 Kasım günü Halet Efendi, dostu müftü ile azlolundu.Halet Efendi mevkii ile beraber hayatını da aynı zamanda kaybetti. Devletin siyasetini o zamana kadar idare eden adam, onun kafasını Padişaha getirmiye memur edilen kapucu tarafından Konya yolu üzerinde yakalandı.

Birkaç gün sonra Halet Efendinin kafası, bir yıl önce mahvolmağa ve ölüme sürüklemiş olduğu ihtiyar Tepedelenli Ali Paşa’nın kafasını teşhir ettirdiği yerde, bir sırığa takılarak dikildi. (Yorga,1948:294)         

Rusya'nın, Türklerin mukadder olan başarılarını önceden görmüş bulunduğundan, engel olmak istediği harp, yeniden başlamıştı, Sultan Mahmut, okşayıcı bir lisanla ve hususî bir elçi ile Mısır valisinden geniş ölçüde yardım etmesini istemişti. Vehhabileri bastırmış, Girit'te sükûnet ve asayişi iade etmiş olan kudretli Mehmet Ali Paşa, oğlu İbrahim Paşanın komutasında olmak üzere Fransız öğretmenleri tarafından Avrupa örneklerine göre yetiştirilmiş kuvvetli bir piyade kıtasını yardım için Yunanistan'a göndereceğini Padişaha vaad etmişti. Belki de Mehmet Ali Paşa, daha o zaman, Osmanlı hâkimiyetinin zayıfladığı ve artık tutunamadığı bütün yerleri kendi eline almak düşüncesini güdüyordu. (Yorga,1948:303)         

Mısır valisinin oğlu İbrahim Paşa, dokuz firkateyn ve on dört korvet ile Rumların faaliyetlerine bir son vermek üzere aynı sulara geldi. Mısır gemilerinde 20 000 e yakın asker vardı.  (Yorga,1948:304)         

Reis Efendinin Avusturya baş tercümanına söylediğine göre Sultan Mahmut, kendisine karşı ayaklanan Rumlar için serbest bir Yunanistan vücude getirmek zaruretine boyun eğmektense işi bir imha savaşına vardırmayı tercih edecekti. "Bizi bu memleketten Asya'ya sürmenin mümkün olabileceğini inkâr etmiyorum, fakat hiç olmazsa biz, her karış toprağı pahalıya satacağız.” Demişti.(Yorga,1948:306)         

Reis Efendi, Hıristiyan hükümdarların hakkaniyete haykırı olan böyle bir projeyi desteklemiş olmalarından şikâyetle bahsetti , Dışişleri Bakanı şunları ilave etti: “Padişah düşmanlarını mağlup edebilecek kuvvettedir ve şimdi bizim zayıf bulunmamızı fırsat bilen hükümetler, kısa bir zaman içinde yanıldıklarını anlayacaklardır. Padişah, hiçbir yardıma ve tavsiyeye muhtaç değildir. O başkalarının işine karışmamaktadır ve kendi işlerine de hiç kimseyi karıştırmamak hakkına malik olduğunu iddia edebilir. "Böyle bir zillete katlanmaktansa ölmeği tercih etmiyecek, en yüksek tabakadan en aşağı tabakasına kadar tek bir Müslüman yoktur.” (Yorga,1948:307)         

Mısır valisinin oğlu İbrahim Paşa, Girit’in Suda limanından Rodos’a giderek burada 5000 kişilik yeni bir kuvveti gemilerine aldı. Sonra 50 gemi ile zengin mühimmatın yığılmış bulunduğu Modon'a gitti. İyi tâlim ve terbiye görmüş, kuvvetli askerlerden teşekkül eden bu ordunun bir kısmı, 1825 Şubatının sonlarında Modon'da karaya çıkarıldı. Bizzat İbrahim Paşa, bu küçük ve disiplinli ordunun komutanlığını üzerine aldı. Çok geçmeden Padişahın Girit’te hâkimiyetini tekrar kurmuş bulunan askerlerden 7000 kişilik bir kuvvet daha İbrahim Paşanın yanına geldi. Mısır'lı komutan, yavaş olmakla beraber, birleşmiş Yunan kuvvetlerini geri atmıya muvaffak oldu. Mehmet Ali ordusunun kullandığı Avrupa taktiği, galebeyi temin ediyordu. Kısa bir zaman sonra silahlı asiler, bütün Mora yarımadasından çekilip gittiler. (Yorga,1948:307-308)         

Mora'nın muzaffer yeni Paşası İbrahim, yukarda söylendiği gibi 8 savaş gemisinden teşekkül eden ve 20 000 Arap ve Türk askerini getiren donanma henüz gelmeden, kendi idaresine verilen bölgenin sınırları dışında kalan Missolonghi'yi 1825 güzünde muhasara etti. (Yorga,1948:314)         

İbrahim Paşanın nihai ve parlak zaferi karşısında Sultan Mahmut'un duyduğu sevince aynı zamanda kıskançlık da karışıyordu. İbrahim Paşanın başarısı, Avrupa tarzında harp vasıtaları ile sevk ve idaresinin bir zaferi idi.

Bu durum içinde, III. Selim'in hayranı, talebesi ve ardası olan Sultan Mahmut, selefinin ve bunu taklit etmek istemiş olan Alemdar Mustafa Paşanın eserini yenilemek ihtiyacını bütün şiddetiyle hissediyordu. Mısır valisi Mehmet Ali ile oğlunun elinde şimdi Mısır, Suriye, Girit ve Mora gibi dört büyük vilayet ve yakınlarındaki küçük adalar bulunuyordu. Onların hakiki kuvvetleri yanında  bir gölge hükümdar olarak kalmak istemiyordu ise Mehmet Ali Paşanınkine benzer bir ordu vücude getirmek birinci derecede vazifesi idi. Osmanlı Hanedanı ve Osmanlı Devletinin yaşayabilmesi için zaruri olan böyle bir askeri teşkilata karşı mutaassıp halkın, yenilik düşmanı ulemanın ve İstanbul'daki her an isyan temayüllü yeniçerilerin daimi tehditlerine ve bunların çıkarabilecekleri tehlikelere göğüs germeği göze almak lazımdı. (Yorga,1948:316)    

                                           YENİÇERİLİĞİN KALDIRILMASI

İstenen ve alınan bütün imza ve mühürlere, fermanın bizzat Yeniçeri Ağası tarafından kıtaların önünde okunmasına ve askerlerin "kendi kanlariyle mühürlemek istediklerine" dair verdikleri söze rağmen, yeni fermanın neşri dolayısiyle zarar gören unsurların buna karşı mukavemet edecekleri bekleniyordu. Sözü geçen büyük şurada Sadrazamın bahsettiği "fena adamlar", hemen "tenkit"lerine başladılar. Bunlar, vaktiyle yapıldığı gibi eski adetlerin lehine. Ve "Hıristiyan, Freng" usulü yeniliklere karşı bir ihtilal çıkarabileceklerini umuyorlardı. Memnun olmıyanlar, yani yeniçerilerin büyük bir kısmı 15/16 Haziran gecesi At Meydanına gittiler. Buna benzer ihtilal ve mücadele yeri olarak tanınan hipodromda (At Meydanı) yeniçeri kıtaları bulunmakta idi.

Eşkinciler de aynı meydanda talime başlamış bulunuyorlardı. Asiler, aleyhtarlarının canlarına kastediyorlar ve İstanbul'u ateşe vermek istiyorlardı. Fakat bu defa eski elebaşılardan ve yardımcılardan tamamiyle mahrum bulunuyorlardı. Bazı subaylar, onların davetlerine icabet etmediler. Ulema ile softalar, Padişaha sadık kaldılar. Başka kıtalardan hiç biri onlarla işbirliği yapmıya yanaşmıyordu, İstanbul halkı ise sevdiği ve aynı zamanda korktuğu enerjik Padişahın her işaretine itaat etmeğe çoktandır alışmış bulunuyordu.

Asiler, evinde bulunmıyan Sadrazamın konağını basarak yağma ettiler. Emredercesine bir tavırla Padişahın fena müşavirlerinin başlarını istediler. Askeri isyanlarda an'ane haline gelmiş olan program, bu defa da harfi harfine tatbik olundu. Fakat Sadrazam Padişahın yanına gelmiş bulunuyordu. Çok geçmeden, devlet ricalini kabul ederek bunlara şiddetli emirler veren Sultan Mahmut, biraz sonra Sadrazama Kutsal Sancağı dışarı çıkarmak emrini verdi.

Hemen arkasından topçular, Seyit Efendinin komutasındaki deniz askerleri, cebeciler, ulema ve talebe, Sultan Ahmet Meydanından silahları ve toplariyle beraber At Meydanına doğru yürüdüler. Mücadeleye hazır bir vaziyette olan yeniçeriler, "Gavur usulü talim görmek istemiyoruz" diye bağırıyorlardı.

Vahşi bir şekilde ve plansız olarak öteye beriye koşuşan asi güruhlarına karşı Padişah taraftarlarının hareketini idare eden Mehmet Selim, "Yeni askeri teşkilat binasından tek bir taşın bile sökülmesine müsaade edemeyiz" diye mağrurane cevap verdi. Fakat Hüseyin ve Mehmet Paşalar, taassup ve ümitsizliğin büyük bir rol oynadığı çetin bir mücadele yapmaksızın, asilere boyun eğdirmeğe muvaffak olamadılar. Hatta, kısa bir zaman için, kışlalarını ateşe veren top mermileri karşısında da, asiler geri kaçmadılar. Asiler At Meydanından şehre giden dar bir sokaktan sıvışarak halkı silah başına çağırmak teşebbüsünde bulundular. Fakat genç bir erbaşın isabetli bir top mermisi ile bu teşebbüs önlendi.

Sultan Ahmet Meydanında bekliyen Sadrazam, muharebenin sona ermiş olup asilerin öldürülmelerine devam olunduğu haberini sevinçle aldı. İstanbul halkı, hareketleri ve sarkıntılıkları ile çekilmez bir hal almış olan yeniçerilerin ortadan kaldırılması işine bütün gayretleriyle iştirak etti. Akşama doğru ölülerle dolu muharebe meydanının ortasındaki çınar ağacında yedi ceset sallanıyordu. Gece esnasında İstanbul kapılarında ve strateji bakımından önemli sayılan başka yerlerde gerekli tedbirler alındı. Sadrazam ile Şeyhülislam, ellerinde Kutsal Sancak olduğu halde, o zamana kadarki karargâhlarında kaldılar. Ertesi gün bütün suçluların idam edilmesine emir verildi. Bu suçlular arasında Cebeci Başı da vardı. Bunların cesetleri çınar ağacının dibine atıldı.

Hakikaten de birkaç gün içinde İstanbul'da artık yeniçeri yoktu. Fakat vilayetlerde bulunan yeniçerilerin sayısı hayli yüksekti. Şimdi Padişah, Yeniçeri Ocağının ebedi olarak ilga olunduğunu resmen ilan etti. Ahmediye'de toplanan bir şurada bulunanların hepsi, bunu oybirliği ile istediler.

Hiç bir zaman Yeniçeri adı ve alametleri anılmıyacak ve kullanılmıyacaktı. Aksi şekilde hareket edenler şiddetli cezalara çarptırılacaklardı. Osmanlı Bayrağı altında İslamlık uğrunda döğüşmüş olan meşhur muhariplerin ardaları, en sonunda asayiş bozucu bir unsur, İslamlık düşmanı, kollarına dağlattıkları haçlarla dolaşan gizli Hıristiyanlar ve Yunan parasiyle satın alınmış casuslar olarak ortadan kaldırılmışlardı.

Yeniçerilerin yerine Muhammed'in muzaffer askerleri" "Asakir-i Mansure-i Muhammediye" kaim oldu. Bütün minarelerden müezzinler, buna dair fermanın camilerde alenen okunacağını ilan ettiler. Devlet için hayırlı olan bu olayı tasvir eden bir zat, "Yapılan işi herkes övüyordu" demektedir. Soysuzlaşmış süvari sınıfı olan Sipahi Ocağı da lağvolundu. Tehlikeli bir hal almış olan hamallar ve tulumbacılar teşkilatlarında da değişiklikler yapıldı. Uzun zamandan beri Yeniçeri kıtalariyle kardeşçe yaşamakta olan Hacı Bektaş tarikatlerine mensup dervişler de, İstanbul'dan ve bütün tekkelerinden kovuldular. Yeniçerilerin uğradıkları akibetten teessür duyduklarını açıktan açığa söylemekte çekinmiyen sivil ve askerlere karşı şiddetli tedbirler alındı. Bütün bunlarla islâhat kuvvetlendirilmiş oluyordu.

Sultan Mahmut, kendi tebaasına şöyle bir hitabede bulundu: "Muhammed'in ümmeti!, Ulema, asker, tek bir ocağına mensup olduğunuzu hatırlayın ve birbirinizin kardeşi olduğunuzu bilin. Yüksek mevkide olanlar, ötekilerine müşfik ve merhametli olmalıdırlar. Aşağı tabakadan sayılana yükseklere saygı göstermelidirler. Tanrı sözünü tekrar yürürlüğe koymak ve Peygamberler içinde en büyüğü olan Muhammed'in dinini geliştirmek için hep beraber çalışılmalıdır. Bu uğurda yapılacak birleşme yüzyıllarca devam etmelidir”. 

Adaletini göstermek ve kendisine yapılan bütün yardımlardan dolayı teşekkürlerini bildirmek için Sultan Mahmut, ananevî bir hakkından vazgeçtiğini resmen ilan etti. Bu hak, Padişahın vazife başında ölen bendelerinin ve başka zengin tebaasının bıraktıkları serveti hazineye maletmek hakkı idi.

Sultan Mahmut bu amaçla toplanan Divana iştirak eden devlet adamlarından birine, hiç de mutadı olmadığı dostça bir eda ile “Siz çok ihtiyarladınız" diye 'hitap etti. Padişah, batı usullerine göre hareket eden memurları ortasında bir Avrupalı imiş gibi görünüyordu. Daha aynı ayda yani haziranda Sultan Mahmut, yeni askerlerini şahsen teftiş etti. Bu sırada Padişah, Mısır'dan getirilmiş bir at üzerinde idi ve etrafı gene at üstünde olarak yüksek şahsiyetler tarafından çevrilmişti. "Padişahı görünce halk, sevinç gösterileri yapıyor" ve Batı örneğine göre talim ve terbiye görmüş savaşçıların takım atışları karşısında hayranlık duyuyordu. (Yorga,1948:317-318-319-320)         

                SULTAN 2.MAHMUT DÖNEMİNİN BAZI MÜHİM OLAYLARI

Anlaşma tasarısına göre ise Osmanlı hükümeti, Sırp temsilcileriyle müzakerelerde bulunarak anlaşacaktı. Bu anlaşmalar: "Din ve mezhep hürriyeti; Sırp milletinin reislerinin seçilmesi; adliye ve yönetim işlerinde bağımsızlık ve bunlara Osmanlı komutanlarının karışmamaları; Sırbistan'da garnizonlardan başka Müslümanların yerleşmemeleri; Sırplara, Türklere ait bulunan çiftlikleri idare etmek ve bunların gelirlerini yılda bir defa olmak üzere ödemek, vergileri bizzat toplamak ve pasaportlariyle serbestçe seyahat edebilmek haklarının verilmesi; okul, matbaa ve hastahaneler açabilmek hakları; ve nihayet Sırbistan'dan ayrı kalmış olan bölgelerin anavatana katılması için elverişli çarelerin aranıp bulunması gibi meseleler üzerinde yapılacaktı.Hakikatte bunlar, Memleketeyn Prensliklerinin doğrudan doğruya Rus vesayeti altına girmesi ve serbest bir Sırbistan'ın kurulması demekti.

25 Eylül 1826 tarihinde tanzim olunan dikkate değer siyasi belgenin kapsadığı şeyler bunlardan ibaretti. Bunu Rusya, bir damla kan akıtmaksızın, mütereddit ve parçalanmış Avrupa’ya mukabil gösterdiği sağlam irade sayesinde ve. Yeni hâsıl olan vakıalardan ustacasına faydalanmak suretiyle elde etmeğe muvaffak olmuştu. (Yorga,1948:323-324)         

1827 yılının ocak ayında İngiltere'nin İstanbul elçisi Stratford Canning, ‘vergi verir bir Yunan Devletinin teşkili’ esasını kabule Babıaliyi zorlamak için aracılık etmekte ilk adımı attı. Reis Efendinin cevabı gayet sarih idi. Padişah, eski görüşünde ısrar ediyordu. Buna göre Sultan Mahmut ilahi kanun ile fetih hakkı ve bütün devletlerin resmen tanımaları ile şimdi ayaklanmış olan vilayetlerin hükümdarı idi ve kendisi ile asi tebaası arasına girmek hakkını hiç bir zaman yabancı bir hükümete vermiyecekti. Bu cevap, Ribeaupierre'in İstanbul’a gelişinden önce Babıali'ye bir mükellefiyet yükliyebileceğini ümit ederek övünen İngiliz elçisi için ağır bir darbe teşkil ediyordu.

Ribeaupierre  Yaş ve Bükreş‘de bir kral gibi karşılandıktan ve "şükran duygulariyle dolu" prensliklerin sözcüleri tarafından söylenen güzel nutukları dinledikten sonra, İstanbul’a vasıl olmuştu. Fransız temsilcisi hemen, bir iş güderin yetkilerini aşan bir tarzda Babıali'ye başvurdu. Çok geçmeden Reis Efendi, bu yeni vaziyetler ile Akkerman'da başka isteklerde bulunulmıyacağına dair verilmiş olan söz arasındaki tezadı anladı. Elçi, kendi hareketini izah etmek için elinden geleni yaptı. Fakat Reis Efendi son cevap olarak, “Asi reayanın lehine böyle şartları kabul etmektense harbi, Asya'ya sürülmeği tercih ederiz” dedi. (Yorga,1948:326-327-328)  

Muhakkak ki memleketin bütün siyasi unsurları, Büyük Tercüman İshak Efendi'nin şu görüşünü benimsemiş bulunuyorlardı: "Bugünkü Müslümanlar, artık eski Müslümanlar değildirler; onlar artık adalet ve sükûnet içersinde bulunuyorlar ve kendilerinin sindirilmesine müsaade edemezler". Türkler, ümitsizce tedbirler almakla, tüccarları tevkif etmek ve Hıristiyanları kütle halinde öldürmekle tehdit ediyorlardı. Bizzat Reis Efendi, 10 Temmuzda "Biz her şeyi yapmıya hazırız. Hatta toplar Saray Burnunda görülseler bile Padişahın kararını değiştiremiyecektir"  sözünü de ilave etti.  (Yorga,1948:330)      

O gün Navarin önünde altı İngiliz ve beş Fransız gemisi bulunmakta idi: Rus gemileri, öğleden sonra buraya varmış olan müttefiklerinin arkasından, biraz daha geç gelmişlerdi. İbrahim Paşanın donanması, üç büyük harp gemisi, dört büyük ve on dokuz daha küçük fırkateyn ile birçok çifte direkli, korvet ve yangın gemilerinden ibaret olup 1994 topa malikti.

Birkaç saat içinde Padişahın bütün donanması, aralarında hasta ve yaralılar da bulunan 6000 kişisi ile merhametsizce denizin dibine gönderildi. (Yorga,1948:333)     

                                         OSMANLI RUS  SAVAŞI  (1828-1829)

'Stratford Canning de, Osmanlı Devletinin parçalanmasının bir zaruret haline gelmiş olduğundan hiç çekinmeden bahsedip duruyordu . Tercüman vasıtasiyle sözlü olarak verilmiş olan izahatı tekrarlıyan 3 Kasım tarihli nota verildiği zaman Reis Efendi, elçileri alelade ve bir cinayetle sanık hususî şahıslar olarak yanına çağırmak ve onlara affedilmeleri için ağır şartlar dikte ettirmek istedi.

Bu arada emirnameler çıkarılarak her Müslüman, kutsal savaş (cihadı mukaddes) için Padişahın ordusuna koşmaya davet olunmuş ve İstanbul Boğazı bütün gemilere kapatılmıştı. Sonra 9 Kasımda Avusturya elçisine bir nota verildi. Bu notada "yakışmıyacak teklifler" den, devletlerin "mezun olmadıkları kadar hakları da bulunmıyan iddialarından", "düşmanca olduğu kadar hiç işitilmemiş bir suikast" teşkil eden Navarin hadisesinden bahsolunuyor, tazminat, Yunan işinden ilgiyi kesme ve tarziye isteniyordu. Bu istekler yerine getirilinciye kadar elçilerle münasebetler kesiliyordu. (Yorga,1948:335)     

Fakat Çar Nikolay, daha önce Avusturya'nın Petersburg'daki elçisi Kont Zichy'ye, selefi ile aynı fikirde olduğunu, Türkiye'ye karşı savaş açmaktan kendisini hiç bir şeyin alıkoyamıyacağını , hatta "Osmanlı Devleti çökse" bile bundan vazgeçemiyeceğini bildirmişti. Çarın söylediğine göre her şeyden evvel Memleketeyn  Prenslikleri üzerinde kendi nüfuzunu kuvvetlendirmek, Serbest bir Sırbistan yaratmak ve bilhassa 'İstanbul'daki dar kanal"ı gemilerine açmak istiyordu.

14 Nisanda Çar, "Rus adının şerefini Rus Devletinin haysiyetini, haklarının dokunulmazlığını ve milli şerefi" müdafaa etmek bahanesiyle, Osmanlı Devletine harp ilan etti . Wittgenstein'in komutası altında bulunan altıncı ve yedinci piyade kolorduları, Sculeni, Falciiu ve Vadul-lui-İsac geçit yerlerinden nehri geçerek geniş bir cephe üzerinde, sözde memleketin "imtiyazlarını korumak" vesilesiyle, Buğdan a girdiler. (Yorga,1948:339:340)      

Kars, cüretle girişilen şiddetli bir hücumdan sonra 23 Temmuzda Pakiyeviç'in komutası altındaki Rusların eline düştü. Ahalkalaki de gene Temmuz ayı içinde aynı akibete uğradı. Köse Mehmet tarafından kahramanca müdafaa edilen Ahalcık da uzun zaman mukavemet edemedi.Ağustos başında bu eski ve meşhur kalenin burçları üstünde Rus bayrağı dalgalanıyordu. Ruslar, Ardahan'a da girdiler.

Türklere gelince, harp haberini 11 Mayısta işiten Sultan Mahmut, yeniden millete müracaat ettikten ve bütün camilerde düşmana karşı yardım istedikten sonra, Yeniçerileri ortadan kaldırmış olan Hüseyin Paşayı kuzey sınırına yolladı. Bir yandan da Anadolu'dan fanatik köylülerle dağlı Kürtler, nağralar atarak ve her Hıristiyanı yere sermiye hazır bir halde İzmir üzerinden İstanbul'a akın akın geliyorlardı . 3 Haziranda Babıali, yayınladığı bir muhtıra ile Rusya’ya karşı antlaşmalara aykırı ve haksız bir harekette bulunmamış olduğunu izah etti. (Yorga,1948:341:342)     

Eylül sonunda Reis Efendi, Yunanistan hakkında hemen hemen diğerlerinin siyasetini güden Avusturya elçisinin yeni bir izahnamesine şöyle cevap vermişti: "Haksız iş işlenmiştir ve intikam alıcı Tanrı bunun hakkında hüküm verecektir. Tanrı, figanları kendisine kadar yükselmiş olan masum bir milleti terketmiyecektir. Kendi işimizi, ezeli kararları ile imparatorlukları olduğu gibi tek tek şahısları da sevk ve idare etmekte olan Tanrının takdirine bıraktık". Fakat nefret duyulan Ruslara karşı Sultan Mahmut, elinde olan bütün vasıtalarla kendini müdafaa edecekti. 'Şumla'da Hüseyin Paşa ve Varna'da Kaptan İzzet Mehmet Paşa, askerlerinin başında duruyorlardı. Bizzat Sadrazam, 2 ağustosta harekete geçti.

Kars ve Ahalcık kaleleri düşmüştü. Buna rağmen doğu vilayetlerinde bulunan asker buralardan alınarak, başarılı, bir müdafaa yapmak üzere Bulgaristan'a naklolundu.

Yusuf Paşa, en sonunda şehri teslim etmek niyetinde idi. Fakat Kaptan Paşa, sonuna kadar bir savunma yapmak düşüncesinde ayak diredi. Bir kaç gün sonra, yani 11 Ekimde, kale içine kapanan Kaptan Paşa da bu acı zarurete boyun eğmek zorunda kaldı. Kendi ve askerinin kılıçlarını bırakarak düşmana teslim etti. Kaleyi müdafaa eden 20 000 kişilik Türk ordusundan kahramanca bir müdafaadan sonra, sadece 6000 kişi kadarı hayatta kalmıştı. (Yorga,1948:344-345)      

Trabzon Paşası Hazinedaroğlu Osman'ın maiyetindeki Karadeniz uşakları harekete geçmişlerdi. Bayburt kalesi önünde yapılan bir muharebede Burzof telef olmuştu. 30 Temmuzda Reis Efendi, teklif olunan şartların kabulünün, bir İslam hükümdarı için, meşru ve bağımsız bir Padişah için tamamiyle imkânsız olduğunu İngiliz ve Fransız elçilerine cevap olarak bildirdi.

Fakat Selimiye'de Ruslar, Sadrazamla karşılaştılar. 12 Ağustosta Osmanlı Devletinin elindeki son ordudan yalnız acıklı bir enkaz kalmıştı. 19 Ağustosta 15 000 kişi tarafından müdafaa olunan Edirne teslim oldu. 20 Ağustosta Kazaklar Kırklareli, Lüleburgaz, Rodosto, Dimetoka, İpsala ve Enes'de göründüler. Böylece Rus ordusunun büyük bir kısmı, Türk başkentinin önlerine kadar gelmiş bulunuyordu.

İstanbul'da hemen bir müdafaa kuvveti teşkil olundu. Bizzat Padişah, Ramis Paşa'daki karargâha gitmeğe karar vermişti. Hakikaten de Sultan Mahmut, Sancağı Şerifin himayesi altında 10 Ağustosta törenle karargâha gitti. Hatta Osman Paşanın komutasında olarak Edirne üzerine kuvvetler gönderilebileceği bile umuluyordu. Halkta Padişahtan memnun olmadığına dair hiçbir alamet görülmüyordu. Sultan Mahmut'un böyle bir anda soğukkanlılığı ve sakinliği muhafaza etmesi, Avrupalıların da hayranlığını mucip oluyordu. (Yorga,1948:351)      

Erzurum’un düştüğü ve Seraskerin Ruslara esir olduğu haberi İstanbul’a gelmiş Başkent ahalisi söylenmiye başlamış, birkaç eski yeniçerinin asılması mecburiyeti hâsıl olmuş ve Osman Paşanın askerleri ancak istemiyerek komutanlarının peşinden gitmişlerdi. Rumeli'den dönen Anadolu askerleri o kadar tehlikeli görülmüştü ki, bunlar hemen karşı sahile geçirilmişlerdi. Yeni ve büyük bir ihtilal yakın imiş gibi görünüyordu; Fransız elçisi, Padişahın ve nazırlarının hayatını gayet ciddi olarak tehlikede görüyordu. Şimdi Sultan Mahmud'un çelik iradesi, daha kuvvetli olan mukadderatın isteği önünde kırılıyordu.

Fakat Çar, kendini alicenap göstermek, "dostça düşüncelerinde samimi olduğunu isbat etmek" istiyordu . Ordularının fethetmiş oldukları bütün yerleri geri veriyor ve Gürcistan'da, İmereti, Mengrelistan ve Guriel'de Rus hâkimiyetinin ve Ahalcık'ın Rusya'ya ilhakının tanınması ile iktifa ediyordu. Babıali'yi uzun zaman kendi iradesine tabi bulundurmak için, 15 milyon Hollanda dukası harp tazminatı ve Rus tüccarlarının uğradıkları zararlara karşılık da bir milyon beş yüz bin dukanın ödenmesini istedi ve kabul ettirdi. (Yorga,1948:353)     

İşte 14 Eylülde Edirne'de yapılan ve aynı ayın 26’sında tasdik olunan antlaşmanın içindeki hükümler bunlardan ibaretti. Avusturya elçisi, bu Edirne Antlaşmasını, "muzaffer bir devletin zayıf bir düşmana şimdiye kadar kabul ettirmiş olduğu antlaşmalardan hepsinin en ağırı", Babıali'nin "Artık bağımsız devletler arasında sayılmadığına" bir alamet olarak vasıflandırıyordu. (Yorga,1948:354)     

Metternich ise, bu gibi şartlar altında "Osmanlı Devletinin vaşamakta devam etmesi tamamiyle şüpheli bir hale gelmiştir" diyordu. (Yorga,1948:355)     

Harp tazminatının bir milyon kuruş daha indirilmesine karşılık olarak Sultan Mahmut, Yunanistan’ın Osmanlı İmparatorluğundan tamamiyle ayrılmasına muvafakat etti. (Yorga,1948:356)     

  MISIRLI MEHMET ALİ PAŞA’NIN İSYANI ve SURİYE ile ANADOLUYU İŞGALİ

Yunanistan'da ayaklanan Rumlara karşı savaşılırken Mehmet Ali Paşa, muhakkak ki kendi askeri kuvvetlerini ve hazinesini korumadan harcayarak, Padişaha yardım etmişti. Sultan Mahmut,   Mora'da kazanmış olduğu bütün  başarılarını, üstelik daima mükâfatını istemiye alışkın olan Mehmet Alı Paşaya borçlu idi. Hakikaten de yeni teşkil olunan Osman1ı ordusundaki Avrupa örneğine göre mızraklı süvarilerle kırmızı fes1i ve mavi ceketli Nizam askerleri, Fransız öğretmenlerin ve Piemonte'li süvari subayı Calosso’nın bütün gayretlerine rağmen, henüz harp yapacak bir seviyeye gelmiş değillerdi. Küstah Rum korsanlarının hareketlerini durdurabilecek kudreti ancak Mısır filosu gösterebilmişti. (Yorga,1948:358)     

Yeni Fransız hükumeti, daha 1 Aralık 1829 da, yani Cezayir'in Fransızlar tarafından işgal edilmesinden önce, Babıali'ye başvurmuştu. Sonra da Kasım 1830 da Fransa'nın İstanbul elçisi, Mısır Valisi Mehmet Ali Paşanın yardımiyle Cezayir valisini, aynı zamanda Tunus ve Trablus komşularını, "İslamlığın yüz karasını" teşkil eden bu adamları  uzaklaştırmayı ve buraların doğrudan doğruya Padişah hâkimiyeti altına sokulmasını Osmanlı hükümetine tavsiye etmişti. Buna göre Osmanlı Padişahı, Cezayir'in idaresi için beş yıl müddetle oraya bir paşa tayin edecek ve aynı zamanda, Fransız konsolosu Rousseau'yı memleketinden koğmuş olan Trablus valisi ile Tunus valisine karşı Fransız menfaatlerinin korunması için gerekli tedbirleri alacaktı. (Yorga,1948:359)     

Mehmet Ali, kendisi sıkışık bir durumda bulunmasına rağmen, Padişahın hazinesine 500 bin Mısır Taleri bağışlamıştı ve bu meblağı bir milyona kadar çıkarmak fikrinde idi. Buna mükâfat olarak Mehmet Ali'ye resmen Kandiye Paşalığı verildi. Burada Avrupa usullerine göre yetişmiş Osman Nureddin adında bir subay, komutayı üzerine alacaktı (Girit adası, ertesi yılın ilk aylarında tamamiyle yatıştırılmıştı.) Buna karşı Mehmet Ali Paşa, İskenderiye'de inşa olunan bir korveti, değerli, bir arabayı ve yirmi dört Arap atını İstanbul'a göndermekle şükranlarını arzetti.

Mehmet Ali Paşa, görünüşte dağılmıya ve çözülmiye başlamısa benziyen Osmanlı İmparatorluğunun Asya'daki topraklarından Suriye'de asayişi iade edebileceğini ve böylece, tıpkı Girit ve 1827 ye kadar elinde kalmış olan Mora gibi, burayı da kendi nüfuzu altına alabileceğini umuyordu. Bu işte Babıali'nin kendisine ciddi bir surette mukavemet edeceğini hiç te beklemiyordu. (Yorga,1948:360-361)     

O sıralarda Van ve Bağdat paşaları, Babıali'ye karşı isyan etmişlerdi. Padişahın gönderdiği elçiyi öldürmüş olan Bağdat paşasının üzerine, komşusu Halep paşası gönderilmiş ve bunun tarafından yenilerek esir edilmişti. Şam’da halk ayaklanarak paşayı öldürmüştü. Sultan Mahmut, kısa bir zaman önce Rusya'dan dönmüş bulunan Kaptan Halil Paşayı Suriye sahillerine göndermeği tasarlamış, fakat Halil Paşa oralara gitmemişti. Bütün bu olaylar, Mehmet Ali Paşaya, son ve kesin darbeyi vurmak için cesaret veriyordu. 1831 Ekiminde, aklı başında, itaatli ve sadık Fellahlarla Araplardan teşekkül eden 9000 piyade ile 2000 süvariden ibaret Mısır ordusu, El-Ariş üzerine yürüdü. Öte yandan Mısır Valisinin evlatlığı İbrahim Paşa, daha önce Akka önüne gelmek amaciyle, yedi firkateyn, altı korvet, yedi top gemisi ve üç çifte direkliden teşekkül eden donanmasına mensup bir gemiye bindi. 5000 nüfuslu Gazze ve 3000 - 4000 nüfus Yafa, hemen ona teslim oldukları gibi daha sonra Kudüs ile Fenike sahillerindeki limanlar da İbrahim Paşanın eline geçti. (Yorga,1948:3362:363)     

En sonunda İbrahim Paşa, 27 Mayısta bizzat idare ettiği gayet çetin bir hücumdan sonra Akka kalesini de ele geçirmeğe muvaffak oldu. Abdullah Paşa, Mısır'lı komutana teslim oldu; şerefli bir tarzda kabul olundu ve hiç vakit geçirilmeden Mısır'a gönderildi. Mısır'lılar, Akka'ya sahip olmak için 4000 ölü vermişlerdi.

Şimdi sıra Şam'a gelmişti. Gerçekten de İbrahim Paşa, daha haziran içinde Şam üzerine yürüdü. Ali Paşa, başkenti bırakarak Humus ordugâhına sığındı. Bunun üzerine Mısırlılar ve Dürziler, başlarında Başkomutan ve Emir Beşir bulundukları halde, 18 Haziranda İç-Suriye'nin en büyük ve en bayındır şehri olup o zaman 150 bin nüfuza malik bulunan Şam'a girdiler. Şam'da Yahudilerle Hıristiyanlar, beraber ancak 10 000 kadar idiler. Şehrin 20 üyeden teşkil olunan idare meclisine bunların da temsilcileri alındı. Artık Hıristiyanlar, hiç çekinmeden at üstünde caddelerde dolaşabiliyorlardı. Halep şehri de İbrahim Paşaya itaat etmekte hiç bir tereddüt göstermedi. Böylece bütün Suriye Mısırlıların eline geçmiş bulunuyordu. Bununla beraber hutbelerde Padişahın adını zikretmekte devam olunuyordu.

İbrahim Paşa taarruza geçti (2 Temmuz). Mısırlıların ilerlemelerini durdurmak için Mehmet Paşa, emir beklemeden alelacele Homs'a kadar gitti. Halep paşası onu gayet parlak bir şekilde istikbal etti. Mısırlıların sayısı, Nizam askerlerinden çok üstündü: 40 top ile 10 000 Osmanlı askeri, Mısır komutanının 44 top ile 16 000 kişisine karşı savaşaçaktı. Mehmet Paşanın iyi yetişmemiş olan askerleri, tam bir kabiliyetsizlik gösterdiler ve daha meydan muharebesi başladığı sıralarda dağıldılar (7 Temmuz). Topçular ne yapacaklarını şaşırdılar. Komutan, Mısır ordusunun taarruzunu durdurmak değil, onların sağ kanatından taarruza geçeceklerini önceden kestirmek kabiliyetini bile gösteremedi. Şahsi cesareti ise hiç bir işe yaramadı. Çok geçmeden geri çekilmek işaretini vermek zorunda bırakıldı ve bu çekiliş Türklere 2000 ölü ile 2500 esire maloldu. Şimdi İbrahim, "düşman paşalar"ın kuvvetlerine karşı bir zafer kazandığından bahsediyor ve mağlup ettiği orduyu Padişahin ordusu olarak saymak istemiyordu. İstihkar ederek, sayıları ne olursa olsun, "bu gibi adamlara" karşı yürümeğe daima hazır olduğunu ifade ediyordu. 10 Temmuz da muzaffer komutan, boşaltılmış olan Hama’ya girdi ve çok geçmeden, Suriye'nin fethini tamamlamak amaciyle, Halep'e doğru yürüyüşe geçti. Gerçi Ağa Hüseyin Paşa, Mısırlılardan önce Halep'e gitmeğe muvaffak oldu. Fakat Halep ahalisi onu kabul etmek istemedi. Böylece Hüseyin Paşa, acelecilikten beraberinde götüremediği 16 topu orada bırakarak geri çekilmek zorunda kaldı. 18 Temmuzda İbrahim Paşa, törenle şehre girdi.

Daha o zamanlar, aralarında yüksek subaylar da bulunduğu halde bir takım kimseler Osmanlı Ordusundan kaçarak başka bir İslam ordusu olan Mısırlılara katılmağa başlamışlardı. O bölgenin sömürülmüş ve fena muamele görmüş olan ahalisi, mükemmel disiplinle hareket eden Mısır askerlerini kendisinin ve "vatanın hakiki kurtarıcısı" olarak görüyordu. Hakiki bir Müslüman, kahraman bir muharip ve mülayim bir efendi olan İbrahim Paşayı selamlamak üzere Urfa'dan ve uzak Diyarbakır'dan adamlar gönderildi.

İbrahim Paşa daha ileri giderek Adana'yı da işgal etti. Çok geçmeden Toroslarda bulunan bütün şehir ve kasabalar onun eline düşmüştü. Fakat İbrahim Paşa bu surete yalnız Kuzey sınırını emniyet altına almak amacını güdüyordu. Ancak, memleketin son kuvvet kaynaklarını da zorlayarak, Mısır'dan alelacele yanına getirttiği Fellah ve Araplarla, çok geçmeden Sadrazam tarafından Rumeli'den gönderilmiş Nizam, Arnavut ve Boşnaklardan teşekkül eden yeni bir Osmanlı ordusuna karşı talihini deneyecekti.  Eğer Padişahın kuvvetleri karşısında mağlup olmamak istiyordu ise, sonbaharda, Ekim ayının ortalarında taarruza geçmek zorunda idi. Böylece Konya ve Adana Paşaları, geçitlerden geri atıldılar ve İbrahim Paşa, Ereğli'de coşkun alkışlarla karşılandı. (Yorga,1948:367-368-369)     

Birkaç hafta önce bir fermanla Mehmet Ali Paşanın bütün mirası kendisine sağlanmış olan bu adam şimdi İbrahim Paşanın elinde idi, Bir Mısır subayı "Sadrazam siz misiniz?" diye Reşit Paşaya sordu, Reşit Paşa ise "Bir an evvelisine kadar Sadrazam ben idim" diye cevap verdi. Buna rağmen muharebenin neticesi, daha uzun zaman belli olmadı. Aralık ayının soğuk bir gününde 15000 Arap, padişahın 35000 kişilik bir ordusunu yenmiş, hatta imha etmişti. İbrahim Paşa topçularının üstünlüğü, zaferin kazanılmasında büyük ölçüde amil olmuştu. Şimdi muzaffer Mısır komutanı ile İstanbul arasında yalnız Trabzon Paşasının kuvvetleri ile bir de Ahmet Fevzi Paşanın askerleri bulunmakta idi. (Yorga,1948:370)     

1830’da bir nazır Fransız parlamentosunda nutuk verirken Türkiye'yi bir '''cenaze'' diye vasıflandırmıştı. (Yorga,1948:371)     

Böylece Afyon Karahisar, Bilecik ve İzmir'de bir Mısır idaresi kuruldu. Fakat Mısır Paşasının boyun eğmek istemediğine dair gelen her haber ve Kütahya'ya kadar gelmiş bulunan İbrahim Paşanın ileri hareketi, Padişaha, kalben nefret ve tel'in ettiği Rus yardımına dayanmak zaruretinde olduğunu hissettiriyordu. Rus elçisi Buteniyef', Ahmet Fevzi ve Rum tercüman Logotheti'in şahsiyetlerinde, elverişli bir zamanda Padişaha gerekli dilekleri bildirmek için iyi birer vasıta bulmuştu  (Yorga,1948:373-374)     

Bunun üzerine de Varenne ile Amedci Reşit Bey, Suriye'deki dört paşalığı Mehmet Ali'ye bırakmak suretiyle Barış yapmıya yetkili olarak Kütahya'ya gittiler. Orada basit bir asker hayatı sürmekte olan İbrahim Paşa, bunları Marseillaise'in nağmeleri arasında şerefli bir tarzda kabul etti. Mısır'lı komutan, Alaiye. Adana, Urfa ve Rakka’yı da istiyordu. Fakat sonunda Alaiye'den vazgeçti ve Fırat bölgesi hakkında Padişahın kararını kabul etmeğe hazır olduğunu bildirerek yalnız Adana üzerinde ayak diredi. Kendisine yardım etmiş olanlar hakkında genel bir af ilanını da istedi. Mısır orduları hemen geri çekilmeğe başladılar. (Yorga,1948:375)

Şimdi sıra, Rus dostları da memleketlerine göndermek işine gelmişti, Kütahya Barışının arefesinde Amiral Kumani'nin komutası altında ikinci bir Rus filosunun getirdiği Muraviyef, 5000 kişi ile Hünkâr İskelesi'nde bulunuyordu. Birkaç gün sonra Amiral Hersavski, 8000 kişi daha Büyükdere'ye çıkardı. Sultan Mahmut, 13 000 kişilik bu orduya -11 piyade taburu, 8 süvari gurubu ve 36 top- mümkün olduğu kadar güleryüzle geçit resmi yaptırmak zorunda kalmıştı.İstanbul'daki Rumlar kendi dindaşlarının gurur ve huşu ile büyük Paskalya Şenliklerine iştirak ettiklerini gördükleri zaman, alkış tufanı koparıyorlardı. Gerçekten de bütün İstanbul, Rusların hükmü altında idi. Ne Padişahın az sayıda askeri ve ne de Padişah tarafından sistematik bir surette korkutulan ve sindirilen İstanbul halkı, İstanbul'da Türk hâkimiyetini koruyabilecek durumda idiler.

Ancak güç hâlde Fransa, Mehmet Ali'yi bütün Anadolu’yu boşaltmak emrini vermeğe ikna edebilmişti. En sonunda Mısır Valisi, Mayıs başında Sultan Mahmut tarafından kendisine “icara verilen" Anadolu vilayetinden vazgeçti. Fakat Kont Orlof, elçi ve başkomutan sıfatiyle İstanbul’a gelmişti ve Rus askerlerini geri çekmiye pek de niyetli görünmüyordu. İngiliz ve Fransız donanmaları Bozcaada'ya kadar geldiler. Bunun üzerine nihayet Ruslar, Çarın doğum günü olan 9 Temmuzda geri çekilmeğe başladılar ve çok yaltaklanıcı bir şekilde 12 Temmuza kadar İstanbul'dan tamamiyle çıkıp gittiler. (Yorga,1948:376:377)

Lakin Sultan Mahmut, Mısır valisi ile çıkan her anlaşmazlıkta İstanbul'da barış lehinde gayret sarfeden hami devletin (yani Rusya'nın) isteğine aykırı olsa da, Mehmet Ali Paşanın üzerine yürümek kararında idi. İçki iptilası ve suiistimallerin tesiri ile vücudunun düşmüş olmasına rağmen, Padişahı, yeni bir ruh canlandırmış gibi görüyordu. (Yorga,1948:384)

1833 Mayısında özerk Sırbistan'ın yeni sınırları da İstanbul'da Babıali tarafından tanındı. Buna göre muhtar Sırbistan, Kraina, Timok, Parakin, Kurşevaz, Staravlaşka ve Drina'yı içine alıyordu. (Yorga,1948:385)

Memleketeyn Prenslikleri, gene İstanbul’da Rumlar tarafından temsil olunuyorlardı. İlk defa olarak Sultan Mahmut, Hristiyan kalmış olan Rum dilberlerini sarayın en mahrem odalarına almıştı. (Yorga,1948:387-388)

Sonunda İbrahim Paşa kuvvetleri ile karışık bir boğuşmıya tutuştu.Serasker, tek bir saat içinde bütün süvari birliklerini kaybettiği gibi piyadesinin çözülmesi yüzünden sonunda korkunç bir bozguna uğradı. Osmanlı Devleti, 24 Haziran’da artık Fırat boyunda bir orduya malik bulunmuyordu. (Yorga,1948:393)

                                             SULTAN ABDÜLMECİT DÖNEMİ

Sultan Mahmut’un en büyük oğlu Abdülmecit, Sultan ve Padişah olmuştu. Hiç kimse onun kendi başına Devleti idare edebilecek bir kabiliyet gösterebileceğini beklemiyor, fakat herkes ona yardım etmiye hazır bulunuyordu. (Yorga,1948:394)

İbrahim Paşa, Anadolu’dan İstanbul üzerine yürümek üzere hareket edecek olursa, kesin bir müdahalede bulunmak, için tamamiyle hazır bir askeri İstanbul’da kaldı. (Yorga,1948:399)

29 Aralıkta İbrahim Paşa Şam'dan ayrıldı.6000’ne yakın kadın ve çocuk onun arkasından gittiler. Ancak bir aydan daha uzun bir zaman sonra, Hüseyin Paşanın komutası altındaki Türk Askerleri tarafından gözetlenen ve Araplar tarafından takıp olunan Mısır ordusunun dağılmış ve perişan attıkları Gazze'ye gelebildi. Topçu kıtaları ise Arap körfezine giden kestirme yoldan yürüyüşe geçmişlerdi. (Yorga,1948:402)

Londra konferansı, üzerinde anlaşmazlık bulunan noktalar hakkında karar vermek amaciyle yeniden toplandı. Aralarında uyuşan diplomatlar, ayın 10 unda ne Mehmet Ali Paşanın ve ne de ondan sonra İbrahim Paşanın tevcihi almak üzere İstanbul'a gitmelerine lüzum olmadığını ve Mısır valisinin torunları arasında en büyük erkek evladın arda olarak mevkie getirilmesi gerektiğini ilân ettiler. (Yorga,1948:404)

Bundan böyle Mısır'da tam bir sükûnet ve Babıali'ye karşı tam bir itaat hâkim olmuştur. Hatta Babıali, Kuzey Afrika kıyılarında kendini artık o kadar kuvvetli görüyordu ki Sardinya Kralına, Tunus Beyine karşı harekette bulunmayı yasak etmeğe bile kalkmıştı. Ancak Osmanlı gemilerinin Cezayir yakınlarında herhangi bir şekilde hareketine engel olan Fransız donanması ile bir çarpışma tehlikesi karşısında Osmanlı hükümeti geriledi. (Yorga,1948:405)

1846 tarihinde Mısır valisi Mehmet Ali Paşa Türk başkentine geldi ve hala hükümleri cari olan eski usullere aykırı olarak Sultan Abdülmecit onu ayakta kabul etti. Bundan maksat, ihtiyarlığına saygı göstermek, fakat bilhassa bu ziyaretin siyası önemini belirtmekti. Bir müddet sonra, şuuru bozulan Mehmet Ali Paşanın artık devlet işlerini çeviremiyecek bir hale gelmesi üzerine, hastalıktan ölüme yaklaşmış olan İbrahim Paşa da, 1848 Ağustosunda İstanbul'a geldi ve tevcihi kabul etti. Fakat İbrahim Paşa, babasından önce öldü. Bunun üzerine Mısır'ın idaresi başına geçmek sırası, Mehmet Ali'nin en büyük oğlu Tosun'un oğlu olan Abbas'a gelmişti. Padişah ise, Abbas Paşadan daha muti bir vassal bulamazdı Fakat Babıali, ancak 1851 de bizzat İskenderiye'ye giden Dâhiliye Nazırı Fuat Paşanın gayretleriyle, Tanzimatın Mısır'da, da tatbik edilmesini kabul ettirmiye muvaffak olabildi. (Yorga,1948:406)

Faysal Abdullah ibni Reşit (ölümü 1844 veya 1845) ve bunun oğlu ve ardası Telal gibi şahsiyetler Padişahın veya Mısır Hidivinin küçültülmüş birer örnekleri olarak ortaya çıktılar. Bunların hepsinin Saray ve Maliye Nazırları, Hariciye Vezirleri, sütunlarla süslenmiş sarayları - Cepeli Şammar'ın başkenti olan Hayel'de olduğu gibi-, orduları ve topları vardı. Abdullah ibni Saud'un tekrar iktidara getirilen oğlu ve Riyad emiri "Sultan Türki, Mısırlılardan kurtarıldıktan sonra kendisini tanımak istemiyen Hasa (Lahsa) bölgesine 1830 da hücum etmişti. (Yorga,1948:407)

Fakat, çökmekte olan ve yakın bir gelecekte tamamiyle çözülmeğe doğru giden bir devletin koruyucusu rolünü oynamak isteyen Rusya, bundan sonra da tahriklerde bulunmaktan geri kalmıyordu. (Yorga,1948:411)

       SULTAN ABDÜLMECİT DÖNEMİ’nde YAPILAN ISLAHAT ÇALIŞMALARI

Yeni zihniyetin üstün kabiliyetli temsilcileri olan Ali ve Fuat Pasalar, bir müddet beraber çalıştıktan sonra  bu iki kuvvetli devlet adamı, olağanüstü bir enerji ve büyük bir ustalıkla devleti idare ettiler. Onlar, reform tasarısını zamanında, hatır gönül ve istisna tanımaksızın uygulamak suretiyle garanti edilebileceğine inandıkları daha iyi bir istikbale tamamiyle güveniyorlardı. Meselâ Ahmet Fevzi gibi Batı kültüründen yalnız biraz Fransızca ile biraz da modada olan dansları öğrenmiş olan yenilik taraflılarının yerine şimdi öyle insanlar gelmişlerdi ki bunlar, Hıristiyan ve ileri Avrupa'nın siyası kavramlarından faydalanarak köhnemiş Türkiye'yi modern, vahdetli, kuvvetli ve disiplinli bir orduya dayanabilen bir devlet haline getirmek emelinde  ve istidadında idiler. Yenilik taraflılarının en gençleri arasında Londra, Paris ve Lizbon'da elçi olarak vazife görmüş bulunan Fuat, gayet güzel söz söylemek kabiliyetine malik olduğu gibi dedesi İzzet Molla (Osmanlıların Monti'si) gibi hem Fransızca ve hem de Arapça şiir yazardı.

Batı kültürü ile yetişmiş Türklerin sayısı çabuk artıyordu. Zengin bir Rodos'lu olan Ahmet Fethi, selis bir şekilde Fransızca konuşurdu. Sonradan Londra büyükelçisi ve Sadrazam olan Kıbrıs'lı Ahmet, öğrenimini Paris, Metz ve sonra Almanya'da yapmıştı.Efendilerden birinin oğlu olan Vefik'in kabiliyetleri, Avrupalılar tarafından olağanüstü sayılarak övülüyordu. Harp Okulu Müdürü Emir Paşa, Cambridge'de matematikten bir mükâfat kazanmıştı. Onun İngiltere'deki öğrenim arkadaşı Derviş Efendi, hizmeti görülmüş bir tabiiyât araştırmacısı idi.

Padişah, tebaasının mal ve canına kayıtsız şartsız hükmetmek hakkına artık malik olmak istemiyordu. Onun memurları, körü körüne itaat eden köleler olmak durumundan çıkmışlar, efendilerinin hür müşavirleri ve düzenlenmiş bir devletin hizmetkarları mertebesine yükselmişlerdi. Bundan böyle hükümdarların özel bir hazinesi yoktu ve kendisine devlet gelirinden her ay için 10000 kese ödenek verildi. Padişahın emri altında gerçek anlamda nazırlardan teşekkül eden bir meclisi vükala (harp), topçu, deniz, adalet, dışişleri, maliye, ticaret ve tarım, İç İşleri ve bir özel müşavirler heyeti (Meclisi Has) mevcuttu.

Bu Has'a Vezir Şeyhülislam ve iki daha yüksek memur iştirak ederlerdi. Meclisi has haftada iki defa toplanırdı. Bu toplantılar, eski Kubbealtı Divanı yerine kaim oluyordu. Hükümdar, her yıl bir defa Meclisi Ahkâmı Adliye (Meclisi Valâ) ye gider, burada bir hitabede bulunurdu. Böylece bu küçük meclis, bir Avrupa parlamentosuna benziyordu. Olağanüstü durumlar karşısında gizli bir meclise başvurulur ve bunun yardımı ile en âcil işler hallolunurdu. Bu gizli meclis, vezir, harp ve deniz nazırlarından ibaret olup ona Padişah başkanlık ederdi. (Yorga,1948:424-425-426)

 

(Prenses  Mihrimah'ın düğününde Reşit Paşa, temsil olunmakta olan Avrupa hükümdarlarının sıhhatına kadeh kaldırdı.Ahmet Efendi adında bir Türk subayı, S. Juan d'Ulloa'ya karşı taarruza şerefli bir şekilde iştirak etti ve bu yararlığından dolayı kendisine Legion d'honneur nişanı verildi.) (Yorga,1948:426)

İdareleri altına verilmiş bulunan toprakların genişliğine göre vali veya mutasarrıf unvanını ta şıyan idareciler - Avrupa tarafında 15, Asya tarafında 17 ve Afrika'da 3 adet olmak üzere- eyaletlerini Padişahın ve ilgili nazırların buyruklarına göre idare ediyorlardı. Bunların maiyetinde kaymakamlar ve doğrudan doğruya nazıra tabi olan ayrı ayrı livaların (toplamı 142 dir) mutasarrıflar vardı. Bu livalar, müdürlerle mütesellimler tarafından idare olunan kazalardan ve nahiyelerden teşekkül ediyordu. Nahiyelerin başında bulunan idarecilere muhtar veya kocabaşı denirdi. (Yorga,1948:427-428)

Ceza Kanunu kitabı, 1846 da, idare Hukuku el kitabı 1847 de yürürlüğe kondu. Ceza kanununda hükumet aleyhinde söz söyleyene bir seneden beş seneye kadar hapis ve ihtilal teşebbüsünde bulunanlara müebbet hapislik veya ölüm cezası konmuştu. Fakat idare başında bulunan kimselerden kanuna aykırı hareket edenler de suçlarına göre ceza çekeceklerdi.

Başkasının mülkünü kendine mal eden bir memur, mevkiini kaybedecek ve bir yıl müddetle sürgüne gönderilecekti. Aylığından başka para edinenler, yani rüşvet alanlar, üç yıldan beş yıla kadar küreğe mahkûm edilecekler, onlara bu rüşveti verenler de ayni cezayı göreceklerdi Vergi vermekten kaçınacak olan vatandaşlar zindana mahkûm dileceklerdi. Bu kanun, hususi suçlar hakkında da çok sert hükümler koyuyordu.

Ubicini, üç yıl içinde İstanbul’da hiç bir idam vakası olmadığı gerçeğini övmektedir. Öfkelendiği bir sırada hizmetçisini öldüren bir Konya paşası, kürek cezasını ekmek üzere kalyonlara sevkolundu. Fakat yargılama usullerine yeni olarak hiçbir şey ilave edilerek tamamlanmadı ve bundan böyle de patriyarkal gelenekte devam etti. (Yorga,1948:429)

1847 de Rumlar, deniz askerliği hizmetine kabul olundular; Hıristiyanlardan asker toplanması işinden, kendilerinin itirazları üzerine vazgeçildi.   (Yorga,1948:430)

Deniz kuvveti, 74 gemiden teşekkül ediyordu. Bunlar arasında üç birinci ve on üç ikinci sınıf gemi, 14 firkateyin, 12 krovet ve '4 çifte direkli (Brigg) vardı. Bütün donanmada 4000 top bulunuyordu.Donanma komutanı Süleyman Paşa, memleketi bir ıslahata kavuşturmak için çalışanların fikirlerine iştirak ediyor ve tıpkı onlar gibi kendisi de aylığından başka her çeşit gelirden vazgeçiyordu.Eğitim işinin düzenlenmesi yolunda, Padişahin 1845 te çıkardığı emirnameye rağmen , 1846 ya kadar pek az bir iş yapıldı. Okumak, yazmak ve hesap öğrenmek metotları hemen hemen her Müslümana açık bulundurulan ilkokullarda (mektep) ayni mihanikilikde kaldı. Okumak yazmak bilen Müslümanların nisbeti yüzde beşi bile bulmuyordu. Büyük camilerin medreselerinde de teoloji ve felsefe meseleleri üzerinde yapılagelen gururlu gevezelik, bundan sonra da devam etti durdu. Medreseler vakıf gelirleri ile beslenirdi. İstanbul'da 300, Edirne'de 50 medrese vardı. Sultan Mahmud'un kurduğu askeri okulların yanında, aynı şekilde kısmen yabancı öğretmenlerle Galatasaray'da bir tıbbiye okulu vardı. Batı memleketlerine, Paris ve Londra'ya gönderilen öğrencilerden -bunlar arasında ulemadan da gençler vardı- pek nadir olarak vatana gerçekten faydalı olabilecek kimseler çıkıyordu.Avrupa’ya gidenlerin en büyük kısmı, dini bir kayıtsızlık, ahlak düşkünlüğü, moda, eğlence tutkunluğu ve esasen kendilerinde mevcut bulunan fena huylara ilave olarak Batı Memleketlerinde kazandıkları ahlaksızlıklar ile yurda dönüyorlardı. (Yorga,1948:431)

1 Eylül 1846 da Ayasofya yakınında bir Üniversitenin temeli atıldı. İlköğrenimin mecburi olduğuna dair ferman çıkarıldı. Buna göre altı yaşından itibaren bütün çocuklar okullara gideceklerdi. Bir erkek çocuk, ancak ilkokulu bitirdikten sonra esnaf çıraklığına alınabilecekti. Okul öğretmenlerinin faaliyetlerini denetlemek göreviyle bir komite meydana getirildi. Bu öğretmenler, artık Avrupa örneklerine göre aylıklarını devletten alan sivil memurlar olup Kur'an'ın kendilerine yüklediği vazifeyi din gayretiyle yapan ve bunun için herkesten gönlünden kopanı alan hocalar değillerdi. Hiç vakit geçirilmeden İstanbul'da altı Rüşdiye (lise) açıldı. Bu okullarda gramer ile Kısası Enbiya yanında Osmanlı Tarihi (1837 de Said Efendi, Osmanlı tarihinin ana hatlarını yayınlanmıştı), dünya tarihi, coğrafya, aritmetik ve geometri okutuluyordu. Şimdilik ulemadan seçilen öğretmenler, sonra Fransız usulüne göre kurulmuş öğretmen okullarında yetiştirileceklerdi. (Yorga,1948:432)

Tıbbiyenin bir kitaplığı vardı. İstanbul'da daha başka 39 kitaplık vardı, fakat bunlar yalnız Müslümanlara açıktı. (Yorga,1948:433)

Reşit Paşanın Fransız katibi Cor'ın verdiği sayılara göre; Mısır 6900000, Eflak 460000, Buğdan 230000, Sırbistan 460000 vergi ödüyordu.Şimdilik hazine, eski sipahilere 9 Milyon ve vakıflara yardım olarak hemen hemen 3 milyon ödüyordu.  (Yorga,1948:434)

1948 de Fransız tebaasından Jacques Alleon ile Emmanuel Baltazzi, devletin verdiği 50 milyon kuruşluk bir avans sermaye ile Osmanlı Bankasını kurdular.Aslında bu gelirler, yeni ordunun 82 milyon frank tutun masraf ve ihtiyaçlarını karşılamak için harcanıyordu. Saray yalnız 18 milyon alıyordu. Rusya'da olduğu gibi askeri rütbelere göre beş sınıfa taksim olunan sivil memurların aylıkları ise ancak 46 milyon tutuyordu. Bayındırlık İşleri (Türkiyenin henüz İstanbul'dan Edirne'ye kadar bile düşenmiş bir şosesi yoktu) için iki milyondan biraz daha fazla bir miktar ayrılmıştı. 1841 den itibaren yüzde 12 ve sonra yüzde altı faizli kaimelerden teşekkül eden devlet borçlarının faizleri de iki milyonu pek aşmıyordu. (Yorga,1948:435)

İmparatorluk içinde yalnız iki milyonu Avrupa’da olmak üzere 19 - 20 milyon Müslümana karşılık iki milyon Rum, bir buçuk milyon Arnavut, iki milyon dört yüz bin Ermeni, Sırplarla birlikte altı milyondan fazla İslav yaşıyordu. (Yorga,1948:438)

Marunî patriki, Protestan kutsal kitabını yaktırdı; (Yorga,1948:440)

Her çeşit aşırı hareketler, devlet paralarının suiistimali gibi eski rejimin fena adetleri devam edip gidiyordu. Blanqui'nin 1841 de Sırbistan'da rastladığı (Ağa) Hüseyin Paşa, kendisine 1.150000 franklık bir gelir temin etmişti.Yeniçerileri ortadan kaldıran bu Hüseyin Paşa, maiyetinde 1400 memur besliyor ve paralarını 27 demir kasa içinde saklıyordu. Efl'ak'te tahıl, Makedonya'da zeytinyağı, Bulgaristan'da koyun ticareti yapıyordu.Bu Paşanın, şüphesiz ki her tarafta imtiyazlı bir durumu vardı. Zengin ve itina ile hazırlanan sofrasında beyaz ekmek ve Bohemya kristal bardakları içinde Macar ve Fransız şarapları görülmekte idi

Basit bir molla, bir yıl Şam'da kaldıktan sonra tasarruf ettiği 184 000 frank ile İstanbul'a dönebiliyordu. Padişahın eniştesi Mehmet Ali gibi hiç bir bilgiye sahip bulunmıyan ve Avrupalılarla temas icap ettiği zaman ne yapacaklarını bilemiyecek bir duruma düşen kimseler, yeni devrin kibar ve Avrupa muhitinde yetişmiş kimselerle aynı safta Bulunuyorlardı. (Yorga,1948:441)

İşte bu esaslara uygun olarak ve böyle bir ülküye hizmet etmek amacıyla, 1863 de Bebek'te Robert Kollej kuruldu. Fakat bu okul, karşısında bulunduğu dâvanın büyüklüğü içinde ancak pek az bir iş görebilmiştir. (Yorga,1948:442)

Türkiye’de bulunan İngilizler, sonradan Müşavir Paşa olan eski tenkitçi Slave ile bunun selefi Walker istisna edilirse, siyasi ve iktisadi reformların tatbikinde hemen hemen hiçbir rol oynamamışlardı. Buna karşılık Fransızlar, bütün mevkilerde, öğretmen olarak askeri ve Tıp, Veteriner ve Ziraat okullarında, müteşebbis ve mühendis olarak (Borel'in Meriç'i gemi işletmesine elverişli bir hale getirmek ve Enos limanını mükemmel şekle sokmak planı) bayındırlık işlerinde hizmet görüyorlardı,

Profesörler arasında Dr. Hermann, Dr. Bernard ve Dr. Spitzer gibi Almanlar da bulunuyorlardı.Ebeler için ilk kadın öğretmen Viyana'dan getirtildi. Diğer taraftan İngiliz Davy ve Dawson da yeni hastaneleri kurmak işi ile görevlendirildiler. Amerika'lı Davis da Ziraat Okulunu teşkilatlandırdı. Para çıkarma işleriyle İngiliz mühendisi Taylor meşgul oluyordu.İstanbul'da İngiliz bilgini Longworth ve Kürdistan taraflarında, sonradan İngiliz elçisi tayin edilecek olan tanınmış Layard çalışıyorlardı. Padişahın doktoru, Byron’ın bir dostu olan Millinger idi. White, İngiliz ateşeleri Wood ile Doria'dan Osmanlı hanedanının bir tarihini yazmalarını bekliyordu.1821 den önce Melling, Hatice Sultanın mimarı idi. Nihayet Mısır'da Mac-Ardley ile bayanı, uzun yıllar boyunca Hidivin dokuma sanayiini idare etmişlerdi. (Yorga,1948:443-444)

Bütün bu devletler  arasında İngiltere, Yakın Doğunun ticaret bakımından sömürülmesinde arslan payını alıyordu. XVII. yüzyılın sonlarında Türkler, "İngilizlerin kuvvet, maharet ve sanayi mamulatı kalitesinde bütün milletlere üstün olduklarına inanıyorlardı.” (Yorga,1948:443-445)

Bu sebepledir ki İngiltere, Rusların İstanbul Boğazında yerleşmeleri fikrinden daima nefret ediyordu. Kesin sonuçlu harpten çok kısa bir müddet önce White şöyle yazıyordu: "Eğer İstanbul ve yakınlarındaki sular halen mevcut veya yeni kurulacak olan bir devlete geçecek olursa, Britanya'nın menfaatları bundan çok büyük zararlar görecektir. Bu takdirde yalnız bizim ticaretimiz sekteye uğramış ve Yakın Doğuda bizim siyasi nüfuzumuz gömülmüş olmakla kalmıyacak, üstelik donanma için yapmakta olduğumuz masraflar da önemli ölçüde artacaktır. Çünkü biz deniz kuvvetlerimizi şimdi İstanbul Boğazında duran tarafsız donanma seviyesine çıkarmak zorunda kalacağız" Haddizatında bu, 1839 da Chatham'ın şu beyanatına temel teşkil eden fikrin ayni idi: "Osmanlı Devletinin yaşamakta devam etmesinin İngiltere için hayati önemde bir zaruret olduğunu söylemiyen bir kimse ile ben konuşmam” (Yorga,1948:443-446)

Fransız İmparatoru da "Mümkün olduğu kadar Türkiye'nin ömrünü uzatmayı kendi devletinin menfaatine uygun sayıyordu."  O vakit Fransızlar arasında Türkiye'yi en iyi tanıyan Ubicini, kehanette bulunurcasına şöyle yazıyordu: Eğer Abdülmecid'in modernleştirilmiş Osmanlı Devleti, günün birinde kendini müdafaa etmek için yeni bir istilaya karşı savaşmak zorunda kalacak olursa, "harp sahnelerinde tek başına kalmıyacaktır.

Rus diplomatlarının, günden güne sıkışmış olan Doğu Hıristiyanları lehine basit bir notadan başlayıp özel bir görevle İstanbul'a gönderilmiş olan bir Rus yaverinin ültimatomuna kadar varan gayretleri ile önceden haber verilmiş oldu. Çar Nikolay'ın kanaatına göre bu harp, köhnemiş iç kavgalar ve reform üzerinde çıkan fikir ayrılıkları dolayısiyle çok zayıflamış olan Abdülmecit'in Devletinin tamamiyle parçalanması ye Ayasofya kubbesi üzerine tekrar haçın dikilmesi ile sona erecektir. (Yorga,1948:443:448)

 

1818 de Kudüs'te yalnız 40, Beyt ul Lahm'da 6, Nazareth'te 6, Roma'da 4, Yafa'da 4 Fransız yaşıyordu. Akka. Tüccarları, 1841 den 1842 ye kadar, Napoleon’ın Akka. Savaşında kaybetmiş olduğu askerlerin kemiklerini topladılar. (Yorga,1948:443-448)

1833 te Avusturya, Türkiye’nin muhtemel bir paylaşılması için Çar ile bir sözleşme imzalamıştı. Rus hükümdarının akrabası olan Prusya Kıralı ise, Çarın adeta himayesinde bir devletin başkanı gibi idi. Geriye, 1852 de aracılık rolünü üzerine almak istiyen İngiltere kalıyordu, 1. Nikolay, nezdindeki İngiliz elçisine 1853 yılı ocak ve şubat aylarında Türkiye’nin muhtemel bir paylaşılması için doğrudan doğruya bir teklifte bulundu . Bu teklife göre Çarın kendisi –hem de yalınız olarak- Rumanya, Sırbistan ve Bulgaristan'ı alacak, kuzeni olan İngiliz Kıralına ise Girit, Mısır ve ilah ... gibi memleketler düşecekti;  İstanbul serbest liman olacaktı olacaktı. (Yorga,1948:453)

Bu teklife Londra’nın ancak 9 Eylülde verdiği red cevabı henüz gelmeden Petersburg'da Çarın harp yaveri Mencikof’un olağanüstü elçi olarak İstanbul'a gönderilmesine karar verildi. Aynı ayın 28 inde Mençikof, aralarında Karadeniz'deki Rus donanması komutanı Kornilef'in de bulunduğu amirallerden, generallerden ve diplomatlardan teşekkül eden parlak bir maiyet erkânı ile Rus deniz kuvvetlerine mensup "Gürler" adlı gemi içinde İstanbul önüne geldi. (Yorga,1948:453:454)

Mençikof, üzerinde sokak elbisesi olduğu halde ve fakat hususi bir kabulde hazır bulunmak üzere , doğrudan doğruya Padişahın eniştesi olan Sadrazam Mehmet Ali Paşaya  gitti. Rus elçisi, aldığı talimata göre Osmanlı Dışişleri Bakanı Fuat Paşaya hiç bir saygı göstermemişti. Üstelik de hakkında açıktan açığa beyanatta bulunarak onu aldatıcı bir nazır, "ministre fallacieux" olarak vasıflandırmıştı, Böylece Çarın temsilcisi Fuat Paşayı mevkiinden çekilmiye zorlamış ve yerine Rıfat Paşanın geçmesini sağlamıştı.

Bu mağrur Rus, Sadrazamı da düşürebileceğini ümid ediyordu. Bu takdirde Sadrazamlığa geçirmek istediği adayı, vaktiyle Hünkâr İskelesi Antlaşmasını imza etmiş ve Sultan Mahmud'un dul kalan zevcesi Sultan'ın itimadını kazanmış bulunan  Hüsrev Paşa olmasa bile, hiç olmazsa geçen yılın nisanında mevkiden çekilmiş olan Reşit Paşa idi. Hâlbuki İngilizler, Reşit Paşayı kendilerinin en iyi dostu olarak görüyorlardı. Babıali üzerinde büyük nüfuz sahibi bulunan Rum reayadan Aristarkhi ile Vogoridi, bunun sağlanması yolunda çalışıyorlardı.Fakat söylendiğine göre Devletin şerefsizliğe düşürülmesine muvafakat etmektense altun, gümüş ve mücevher satmayı tercih edeceğini beyan etmiş bulunan Mehmet Ali Paşa, mevkiinde kuvvetli bir surette tutunuyordu. (Yorga,1948:455)

Bunlardan başka Mençikof, Rum Patriğinin kaydıhayat şartı ile atanmasını ve bu sayede Çar tarafından korunmakta olan bir dinin bundan böyle artık keyfe göre azillerle aşağılanmamasını talep etti. (Yorga,1948:456)

19 Nisanda Mençikof Babıali'ye bir nota verdi. Bu notada hiç alışılmadık tarzda hakaret edici sözler kullanıyor ve gerek eski Dışişleri Bakanı gerekse Padişahin kendisi muaheze olunuyordu. Aynı notada söylendiğine göre Padişah, Fuat Paşanın hareket hattı yüzünden "yüksek dostluk vazifelerine" olduğu kadar "bir hükümdarın şerefine" de yakışmıyacak bir duruma girmiş bulunuyordu. Mençikof gene bir takım garantiler verilmesini istiyordu. Hem de bu garantiler "resmi taahhüt" mahiyetinde olacak ve "Babıali'nin ve Rusya'nın tebaalarından büyük bir çoğunluğun inandığı ve nihayet Rus İmparatorunun mensup bulunduğu dine" ilişilmiyeceğini teminat altına alacaktı. (Yorga,1948:458)

Mençikof, Babıali'nin kararını öğrenmek üzere 13 Temmuzda Sadrazamın köşküne davet olundu. Fakat Abdülmecit, sadece nazırlarının neticeyi söylemek yetkisini aldıklarını ona söylemek için göründü ve hemen perde kapandı. Bunun üzerine mutaazzım elçi yapayalnız kaldı. Osmanlı devlet adamları, kendilerini tahkir etmiş olan Mençikof ile görüşmeyi reddederek istifanamelerini verdikleri zaman, Rus elçisi, sıkışık bir durumda ve utanarak gitmek zorunda kaldı. (Yorga,1948:460)

Ayın  31 inde Rus Şansölyesi, İngilizlerin bütün itirazlarına ve tereddütlerine rağmen Mençikof'un hareket tarzını Çarın tamamiyle tasvip etmekte olduğunu; altı aydan beri Besarabya' da yığılmış bulunan General Dannenberg komutasındaki Rus kıtalarının, "materyel garantiler" elde edilmesine ve Padişahın yola getirilmesine kadar istenen "manevi teminatı" zorla elde etmek amaciyle, "bir kaç hafta içinde" hududu geçeceklerini açıkladı. Eğer Türkiye bu tehlikeden sakınmak istiyorduysa, elçinin İstanbul' da bıraktığı bir anlaşma mahiyetindeki "nota"yı, hiç değişiklik yapmaksızın  imzalamalı ve Odesa'ya göndermeli idi. Bunun üzerine Türk Dışişleri Bakanı, sakin bir lisanla Türkiye’nin bir "taahhüde" girmek istemediği, çünkü buna mecbur da olmadığı cevabını verdi. (Yorga,1948:462)

Rus hükümetinin daha önce verdiği mükerrer teminata rağmen Mençikof’un isteklerini Padişahın “tebaasından büyük çoğunluk” üzerindeki haklarına tecavüz olarak sayan ve 1841 antlaşmasına göre Osmanlı Devletinin resmen Avrupa büyük devletlerinin müşterek garantisi altında bulunduğunu hatırlatan İngiltere ile Fransa, donanmalarını Çanakkale’ye gönderdiler. (Yorga,1948:463-464)

Eğer Ruslar 15 gün içinde Memleketeyn Prensliklerini boşaltmıyacak olurlarsa, askeri kabiliyetini göstermek ve Ruslara karşı beslediği kin ve nefret duygularını savaş alanlarında yatıştırmak için uzun zamandan beri bu fırsatı beklemekte olan Ömer Paşa, ordusiyle Tunayı geçecekti. Aynı zamanda devletlere, Rus ticaret gemilerine ilişilmiyeceği ve dost devletler ticaret gemilerinin de eskisi gibi Boğazlardan geçebileceği bildirildi. (Yorga,1948:467)

Softaların bir ayaklanmasından sonra İstanbul'da karışıklıklar çıkacağından korktuğunu ileri süren Türk hükumetinin davetine uyarak, Beşike körfezinde demirli duran İngiliz ve Fransız gemilerinden bir kaçı Eylül sonunda Boğaza girdi. (Yorga,1948:468)

                                                    KIRIM SAVAŞI  (1853-1856)

Ekim Ayı sonunda, -ayın 28, 29 ve 30 unda- Prens Ştirbei ile Prens Ghica'nın memleketlerinden çekildikleri sırada ilk Türk - Rus çarpışmasına şahit olundu. Dobruca'da bulunan İsakça kalesinden bazı Rus gemilerine ateş açıldı. Tuna'yı geçen Ruslar, Turtukaya yakınlarında Mısır askerini karşılarında buldular. Bunlar, üst başları yırtık ve perişan olmasına rağmen, olağanüstü bir din gayreti ile Padişahın ve bütün İslamlığın davası uğrunda döğüşüyorlardı.

Genç Padişah, gelecek ilkbaharda muzaffer ve şanlı Devletinin düşmanlarına karşı savaşan askerinin zaferi için komutayı bizzat kendi eline alacağını ilan etti. Bir yandan da dost Batı devletlerinin gemileri, Türk başkentini korumak ve orada kışı geçirmek üzere, Ekim başında İstanbul önüne geldi.     

Fakat bir kaç gün sonra, ayın 30 unda, Türk Visamiralinin Sinop limanında demirli bulunan yedi firkateynden ibaret donanması, içindeki -söylendiğine göre- 4000 deniz askeri ile birlikte bir Rus baskını sonucunda tamamiyle yok edildi. Bu baskını yapan Rus Karadeniz donanması komutanı Nakhimof'un komutasında altı büyük harp gemisi ile daha birçok küçük gemiler vardı.

Bu Rus başarısı, Rusya'da büyük bir inanma ile hatıralarda yaşamakta olan İmparatoriçe Katherina'nın azametli devrinde Orlof'un kazanmış bulunduğu Çeşme Deniz Zaferini andırıyordu. (Yorga,1948:469-470)

Rus Başkomutanı  Silistre'yi düşürmek amacı ile bütün harp kuvvetlerini bir araya topluyordu. Nisan sonunda Silistre'nin muntazam bir şekilde kuşatılmasına başlandı. Bulgaristan'ın Tuna kıyısında bulunan bu Osmanlı kalesi, Moltke'nin Osmanlı komutanı Hafız Paşanın askeri sıfatiyle Mezopotamya'da bulunduğu sıralarda Prusya subaylarından Bluhme tarafından kuvvetle tahkim edilmişti. Bu defa da kalenin kahraman müdafii Musa Paşanın (çok geçmeden şerefli bir şekilde şehit olmuştur) yanında yardımcı olarak Alman Albayı Grach bulunuyordu. 9 Hazirana kadar Rusların yaptıkları bir çok hücumlar boşa çıktı. Bunun üzerine yorgun ve hasta düşen Paskiyeviç, efendisinin ümitlerini gerçekleştiremediği bir komutanlık mevkiinden alındı. Bir kaç gün sonra Ömer Paşa, Silistre garnizonunu takviye etmeğe muvaffak oldu. Bu sıralarda vukua gelen bir çarpışmada General Schilder telef oldu ve bizzat Gorçakof bir yara aldıktan sonra ancak canını kurtarabildi. Gorçekof 12000 kişi kaybetmiş, fakat hiç bir iş görememişti. 1829 da Varna için yapıldığı gibi Paskiyeviç, kaleyi teslim etmesi için ona dört milyon teklif ettiğine inanılıyordu. (Yorga,1948:474-475)

Tam Avusturyalıların sınırı aştıkları bir sırada Ömer Paşa, ancak dört yıllık bir ayrılıktan sonra, büyük ve muzaffer bir ordunun Başkomutanı sıfatiyle 22 Ağustosta tekrar Bükreş'e girdi.Ekim başlarında da her iki Prens başkentlerine dönmüş bulunuyorlardı. Dobruca'da artık Rus askeri kalmamıştı. Türkler bu vilayete sahip olmayı Çernavoda yenilgisi ile ödemişlerdi, Asya tarafında bile artık döğüşülmüyordu, Her şey Türklerin lehine dönmüştü. Sohum Kaleye kadar Kafkasya'nın bütün kaleleri Mayısta Türklere bırakılmıştı. (Yorga,1948:476)

11 Mayısta 27 000 Fransız ve 5 000 İngiliz askeri Gelibolu’ya çıktılar. Bu şehir ahalisi, kadınları büyük bir ihtimam ile gizledi ve sonunda da evleri, üzerlerinde yalnız numaralar bırakarak şehri terketti.

15 000 İngiliz askeri de Üsküdar’da bulunuyordu. Bunların çoğu, mütecessis Türklere kırmızı ceketlerini göstermekle hayrete kapılmış hatunlara serenatlar çalmak ve çiçek buketleri takdim etmekle meşgul idiler. İngiliz Kıralının oğlu Cambridge Dukası şerefine Avrupa usullerine uygun bir ziyafet verildi. 1 Mayısta Prens Napoleon da Türk başkentine geldi. Fransız Prensi merhum Valide Sultan'ın sarayına yerleştirildi. Büyük misafir, Padişaha ve sonra da Reşit Paşaya ziyaretler yaptı. Padişahın yanında yemek yedi ve Sultan Abdülmecit onu sarayın büyük kapısına kadar uğurladı.

Fransız istihkâm kıtaları Gelibolu'dan Edirne'ye kadar uzanan ve üzerinden geçilmesi kabil olan şose üzerinde boş yere çalıştıktan sonra Gelibolu'da işsiz kalan müttefik kıtalar bizzat İstanbul'a hareket ettiler. İlk önce, Haziranda, General Yusuf'un komutasındaki yakışıklı ve tören elbiseleri giydirilmiş Cezayir sipahilerine karşı hayranlık duyuldu. Birkaç gün sonra 10000 Fransız askeri Davut Paşa orduğâhına yerleşti.

Sultan Abdülmecit, Batı Avrupalı dostlarının, gönderdikleri bu askerlere ve kendi kıtalarına geçit resmi yaptırdı. Eski siyası fetih hakkının, bundan daha eski olan değişmez Bizans etiketinin ve ürkek bir şekilde kendi içine kapanmış olan İslam mazisinin temsilcisi olan bu Osmanlı Padişahı, derin ve şefkatli gözlerinin hülyalı ve melankolik ifadesi  ile bu alışılmamış sahne karşısında "solgun ve hareketsiz" duruyordu. Bu geçit resmi sahnesi, seleflerinin mirası olan Osmanlı ülkesi içine önüne geçilmez bir hızla girmekte olan yeni adetleri ve ruhu temsil ediyordu.

Osmanlı hükümdarı, bu sakin ve konuşkan yabancılara bol bol ihsanlar tevcih ediyor, balolarına şeref bahşediyor ve bu sırada hoşa gidecek bir şekilde iyi bir Fransızca konuşuyordu.Çok geçmeden kendisi de Legion d'honneur ve İngiliz Bağçe nişanlarını taşıyacaktı. Fransız İmparatorunu şahsan İstanbul'da selâmlıyabileceğini ümit ediyor ve onun için duvarlarına baştanbaşa inci takılmış bir yatak odası hazırlatıyordu.Yüksek Türk memurları, "Kuzeyde toplanmış olan bulutları dağıtan bu güney rüzgârının" ileticilerine  karşı gayet nazik, hatta yaltaklanırcasına hareket ediyorlardı. Bunlardan bazıları, mesela Ethem Paşa, Reşit Mehmet Paşa ve Derviş Paşa, Fransa'da okumuşlardı. Ahali de bu yabancıları, zevksiz "zarafete" rağmen, dostça karşılıyor ve Beyoğlu'nda çalınan sevinç çanlarına karşı kayıtsız kalıyordu.

Yabancı subaylar için bir tiyatronun da açılmış bulunduğu esrarlı İstanbul'da bir kaç hafta kaldıktan sonra bu misafirler, tanınmış İspanyol Generali Prim  müstesna olmak üzere, karargâhlarını terkederek Varna'ya gittiler. Temmuz sonunda Fransızlar, Rus ordusunun Dobruca'da geri kalmış olan pek az sayıda kalıntılarını boş yere aradılar. Fakat Fransızlar, korkunç bir düşman olarak karşılarında kolerayı buldular ve bu uzak gurbet diyarında binlerce kurban verdiler.

(50.000 Fransız’ın tifüsa kurban gittiğinden ve bunların İstanbul'da 14 yeni mezarlığa, gömüldüklerinden bahs olunuyordu)

Bununla beraber bir hedef bulmuş olmak için  en sonunda, daha önce Odesa bombardıman edildikten sonra, Napoleon'un eski bir fikri ele alınarak Rusları Kırım'da vurmak kararı verildi. Kırım'ın büyük askeri limanı Sıvastopol'un Türkler için daimi bir tehdit teşkil etmesi  ve bu limanın Ruslara Karadeniz hakimiyetini sağlamakta bulunması, bu kararın alınmasına amil olmuştur. Fakat tasviri imkânsız fedakârlıklar ve kurbanlarla yapılan ve hemen hemen iki yıl süren müttefik gayretlerine mukavemet eden Sıvastopol, Çarın bütün düşmanlarını hayrette bırakacak şekilde Rus tahammülünün ve sebatının sembolü olacaktı.

5 Eylülde İngiliz ve Fransız donanmaları, içinde 58000 asker bulunduğu halde, Varna'dan harekete geçti. Bu suretle başlıyan harekete Türkler, çok tali bir derecede, sağ cenahın öncüleri olarak iştirak ettiler. Komuta, Mareşal St. Arnaud'da idi. Bunun ölümünden sonra yerine Canrobert geçti. Gerek Alma çayı meydan muharebesinde (20 Eylül), gerek İnkerman meydan muharebesinde (5 Kasım) ve gerekse hemen başlanan Sıvastopol'un muhasarasında Abdülmecit'in askerleri, İnkerman meydan muharebesi ile Balaklava'da Rus baskısı karşısında geri çekilmek zorunda kalmış olmalarına rağmen, büyük bir cesaret ve disiplin ile döğüşüyorlardı. Türk askeri, Eupatoria'da Rusların şiddetli 'bir istirdat teşebbüsüne başarı ile karşı koydu (Şubat 1855). Müttefik orduların zaferini, hiç de aşağı sayılmıyan savaş yardımcıları sıfatiyle Türkler de kutluyorlardı. 2 Mart 1855 de Çar Nikolay'ın ölmesi, Osmanlı Devletinin istikbali için daha büyük bir emniyet vaad ediyordu.İlkbaharda, Sıvastopol'un her taraftan irtibatını kesmek amaciyle Kerç ve Yenikale mevkileri zaptolundu. Bunlar, XVIII inci yüzyıl boyunca Osmanlı ve Rus müsabetleri tarihinde sık sık geçen iki şehir ismidir. Aynı zamanda müttefik gemileri Azak Denizine de girdi. Şimdi yeni gelen Sardunya askeri de Pelissier’in başkomutanlığı altında savaşıyordu. Bunlar, Kont Cavour tarafından büyük bir ustalıkla takip edilen İtalyan Birliği ülküsü için bir Avrupa harbinin bu sahnesinde kan döküyorlardı. Hala mukavemete devam edebilen Malakof müstesna olmak üzere bütün kaleler, büyük kayıplar pahasına olmakla beraber, alındıktan ve İtalyanların Çernaya suyu kenarında kazandıkları zaferden sonra nihayet Sıvastopol 8 Eylülde düştü. Uzun zamandan beri beklenen bu hal suretinin elde edilmesi üzerine bütün dünya geniş bir nefes alır gibi oldu. (Yorga,1948:478-479-480-481-482)

16 Mart 1854 te Hıristiyanlar, İstanbul'daki zabıta mahkemesi örneğine göre yeni bir teşkilata tabi tutulacak olan bütün Türk mahkemelerinde tanıklık etmek hakkını almışlardı. Her ne olursa olsun bu, faydalı ve verimli bir yenilikti. Ali Paşa’nın, yüzyıllardan beri aşağı görülen ve esir muamelesi yapılan reayanın mensup bulundukları ırk ve mezheplerin Türk ırkı ve Müslüman dini ile bir tutulmamasına karşı cephe almasına 15 Mayısta Hıristiyanlara Osmanlı ordusunda hizmet görmek hakkı tanındı. Bundan böyle haraç, Batı memleketlerine mahsus şeref duygusundan mahrum olup 15 yıllık bir ordu hizmeti imtiyazından faydalanmak istemiyen kimseler tarafından başka bir isim altında verilecekti. (Yorga,1948:484-485)

Konferans üyeleri arasındaki fikir mübadelesi neticesi olarak 9 Ocak 1856 da bir hattı hümayun çıkarıldı. Padişahin resmen ilan ettiği bu belge ile reayanın lehine bir takım tamamlayıcı tedbirler alınıyor ve onlara, Müslümanlarla tam bir eşitlik sağlanıyordu. En nihayet Osmanlı hükümdarı, kayıtsız ve şartsız bir dini tesamuhu, Hıristiyanların devlet memuru olabilmek ve yabancıların İmparatorluk içinde toprak satın alabilmek haklarını kabul etmeğe karar vermişti. O zamana kadar papasları tarafından idare olunagelen birer dini cemaat halindeki reaya yerine şimdi eşit haklara sahip tebaalar kaim oluyordu. Artık eski tezyifkar adlariyle anılmalarına müsaade edilmiyecek olan bunlar, sayıları, iktisadi ve sosyal durumları ile mütenasip olarak mahkemelere ve ordu hizmetine iştirak etmek hakkını alıyorlardı. Mensup bulundukları kiliselerin idaresi bahsine gelince bunda patrik ve piskoposlara bağlı olmayacaklar, fakat hem din adamları ve hem de başka kimselerden seçilecek olan meclisler tarafından idare edileceklerdi. (Yorga,1948:489)

Son olaylar Türkiye'de pek az kimselerin farkına varabildiği bir uyanma meydana getirmişti. Gerçi eski Osmanlılarla alelade halk, vatanlarının artık mevcut olmadığı, büyük Padişahların kendilerine bir arda bırakmaksızın toprak altında bulundukları, ordulariyle devleti baştanbaşa kat' ve işgal eden yabancı "gavurların" artık efendiye inkılap ettikleri dini vazifelerini zahiren olsun yerine getirmiyen siyah paltolu adamların Tanrı ve milli an'aneye, Osmanlıların şerefli mazisi ve islâmlığın istikbaline ihanet eden kimseler haline geldikleri kanaatında idiler.

Fakat  Fransızca konuşan, şampanya içip evlerini Paris modasına göre döşeyen, Fransız usulü baloların ve Batı memleketlerine mahsus bürokrasinin hayranı olan Türkler, şimdi şu inanı besliyorlardı ki, kendilerine oldukça saf insanlar olarak görünen Frenklere biraz ustalıklı muamele etmek suretiyle bir kaç yıl önce ölüm döşeğinde sayılan Osmanlı Devletini gençleştirmek ve kuvvetlendirmek mümkündü. Böyle düşünen Türklerden biri "Biz Rusları Batı pensi ile kavradık" bir diğeri, yani Fuat Paşa ise “Bizim kuvvetimiz. Onların anlaşmazlığında mündemiçtir” diyordu. . (Yorga,1948:494:495)

İngiliz Kıraliçesi Viktoria'yı ziyaret etmek amaciyle Fransızlar İmparatorunun Osborne'ye bir seyahat yapması fikri, İngiltere'de ortaya çıktı. Daha önce Thouvenel, hastalıklı, içki ile eğlenceye kendini kaptırmış ve bu tutkuları yüzünden günden güne çökmekte olup devlet işlerine artık karışmaz bir hale gelmiş olan Osmanlı Padişahı tarafından kabul olunmuştu. (Yorga,1948:507)

Bu arada Babıali, Avusturya'nın belki de galip geleceğini ümit ederek, Cuza'yı tanımakta tereddüt gösterdi.Osmanlı hükumeti mayıs sonunda, yani kesin sonuçlu meydan muharebesinden önce, muvafakatini vermekle beraber çifte seçimi, yani her iki Prenslik için tek bir hükümdarın seçilmesini, Paris Anlaşmasına aykırı diye vasıflandırdı. Padişahın isteği ile Rumanya Prensi, en sonunda İstanbul'a geldi.

 

                                     İMPARATORLUĞUN PARÇALANMASI

Osmanlı başkentinde Cuza, kendi memleketlerinde oturan Türkleri yabancı olarak saymasına ve onlara bu şekilde muamele yapmasına  ve bu arada Tuna boyuna bir teftiş seyahatine çıkan Sadrazamı ziyaret etmeği reddetmiş bulunmasına  rağmen, bağımsız bir Prens gibi karşılandı.

Prens, "Beyrut" harp gemisine binerek İstanbul'a geldi ve Emirgan sarayına misafir edildi.Buraya gelir gelmez Osmanlı Dışişleri Nazırı Prensi ziyaret etti. Padişah tarafından kabul olunduğu sırada Osmanlı Hükümdarı birkaç adım Prense doğru ilerledi. Gala temsilinde Sultan Abdülmecit ile Prens Cuza aynı locada oturdular.Prens Cuza, tamamlanan Rumanya Birliğinin tanınmasını istedi. Babıali, hayat kaydı şartı ile Prensin şahsı için bunu kabul etmeğe mütemayil idi. (Yorga,1948:515)

5 Şubat 1862 de Rumanya Birliği ilan edildi. Üç yıl sonra, Prens Cuza'nın bulunmadığı bir sırada Bükreş sokaklarında bir karışıklık görüldüğü zaman Sadrazam Ali Paşa, müdahale edebileceğini düşünerek sert ve haysiyet kırıcı bir tavır takındı. Prensin Sadrazama verdiği cevap kesin idi: Prens, anlaşma gereğince kendi devletinin "Babıali’nin hiçbir şekilde müdahalesi caiz olmıyan tam bağımsız bir yönetime" malik bulunduğunu belirtti ve Rumanyalılar ile en iyi münasebetler idamesinin Babıali için zaruri olduğuna işaret etti.

En sonunda Prens Karol, İstanbul’a geldi ve burada Prusya Hükümdar hanedanının bir üyesi olarak kabul olundu. Hakikatte ise Osmanlı İmparatorluğu ile yeni Rumanya Devleti arasında, vergi ve bir de diplomatik yalan istisna edilirse, bütün bağlar koparılmıştı. (Yorga,1948:516)

Türkler, önce, Uşice , Sokol ve çok geçmeden Kladovo'yu (1862) , sonra da Sabac, Semenclri. Belgrat'ı (1867) boşalttılar. Beş yıl önce Sırp başkenti, buradaki Türk garnizonu tarafından topa tutulmuştu (15 Haziran 1862). Mihael, küçük Zvornik'i de işgal etmek istiyordu. Gerçekten Türkler, Sırp topraklarından çıkıp gittiler. Gerek Belgrat kalesi ve Battal Camisi, gerekse fakir Türk mahallelerindeki ağaç ve kerpiç evler tamamiyle tahrip olundu. Mihael bağımsız bir hükümdar gibi hüküm sürüyor, nadir olarak halk meclisini toplantıya çağırıyor ve Sırbistan’ın hükümdarlığını kendi ailesine sağlıyabilmek için ordusuna dayanıyordu. (Yorga,1948:517)

Osmanlı İmparatorluğu ile küçücük Karadağ Devleti arasındaki münasebetlerin burada sözü geçmesi vesilesiyle Karadağ bağımsızlığının gelişmesi hakkında bir iki söz daha ilave edelim: Karadağlılar, Babıali'ye günden güne daha ziyade düşman olan bir devlet olarak ortaya çıkmışlardı. (Yorga,1948:518)

En son olarak, Yunanistan'a gelince burada romantik Kıral Otto ile Kıraliçe Amelie’nin bir halk hareketi sonucu olarak bir Hellen Cumhuriyeti hülyasını taşıyan kimselerin ayaklandığı Atina'dan 1862 de kaçmak zorunda kaldıkları zamana kadar -5 haziranda Danimarka Prensi Wilhelm, Yorgi unvanı. İle Yunan Kırallığına seçildi- "büyük proje" ile yani bizzat İstanbul'da yerleşebilmek ümidi ile meşgul olunuyordu. Daha sonra bahsedeceğimiz gibi 1858 de Girid'te yeni bir ayaklanma oldu.

1866 da, sonra da Haziran 1873 de Hidiv unvanını alarak Mısır'ın bağımsızlığını kazandı. Mısır Hidivi bir ordu bulundurmakta serbest bırakıldı. 1860 da Mısır ordusunun mevcudu 11000 piyade, 2000 süvari ve 20 bataryadan ibaretti.Aynı şekilde Hidive, yabancı devletlerle kendi sorumluluğu altında müzakerelere girişmek hakkı da verildi. Fakat bundan sonra Mısır, 80000 kese yerine 150000 kese vergi vermekte devam edecekti. Mısır'a ilk kadı da İstanbul'- dan gönderildi. Artık İsmail Paşa, sürekli bir hükümdarlık kurmak için Mısır'ın yerlilerine dayanabileceğine inanıyordu.

İsmail Paşa, Osmanlı Devletinin en önemli parçalarından biri olan bu vilayetin paşasını da 1863 de ziyaret eden Padişahı çok parlak bir şekilde karsıladı ve Osmanlı hükümdarının gururunu okşamak için daima yeni yeni vasıtalar buldu. Hidiv, Abdülaziz'e 12000 adet yeni tüfenk ve hatta iki Mısır alayı hediye etti. Fakat bütün bunlarla efendisinin ihtirasını tatmin etmeğe muvaffak olamadı.

Böylece 1870 den önce Osmanlı İmparatorluğunun bütün vergi veren eyaletleri kendisinden çözülmüş ve bunların her biri kendi milli veya mahalli amacını takip etmeğe başlamış bulunuyordu. Reşit Paşanın, Ali ve Fuat Paşaların düşündükleri ve gerçekleştirmeye çalıştıkları gibi, ayrılma temayülleri bir anane şeklini almış olan yerlerin arta kalan kısımlarından tam birliğe sahip bir devlet kurmak ülküsü, kendileri ile birlikte ortadan kaybolmuştu. Ali Paşa gözden düşmüştü. Fuat Paşa ise devletin ve Osmanlı hanedanının uğradığı felaket ve zilletleri, yeni Türkiye’nin çözülüşünü büyük bir teessürle seyretmek zorunda kalmıştı. (Yorga,1948:519-520-521)

Şurası muhakkaktır ki azametli ve kendi bünyesinde birliğe kavuşturulmuş bir devlet meydana getirmek ülküsü peşinde koşmuş olan Ali ve Fuat paşalar, Avrupa diplomasisinin baskısı ile yahut da modaya uyarak samimi olmıyan bir takım tedbirlere başvurmuş mürai veya yalancı insanlar değillerdi. Onların istedikleri şey, imkân içinde gördükleri ıslahatı gerçekleştirerek Avrupa anlamında yeni bir Türkiye Devleti vücuda getirmekten başka bir şey değildi. Eksik ve şüpheli malzeme ile bu yeni binayı yükseltmek için ellerinden gelen her şeyi yapmışlardı.

1858 de Thouvenel, “Memleketeyn Prensliklerinin düzeni meselesi hallolunduktan sonra iç reformlar meselesine sıra gelecektir"  diyordu. Yeni Ceza kanunu, eski şeriat hükümleri yerine tamamıyle kaim olmuş değildi. Şimdi, öldürülenin akrabaları tarafından affolunacak bir kaatil, hapse mahkûm edilecekti. Ceza kanunundan sonra şimdilik medeni kanunun yapılması işine girişildi. Ceza kanunu ilk önce 1864 te Ruscuk’ta ve sonra 1866 da Edirne’de yürürlüğe konmuştur. (Yorga,1948:522-523)

Artık tamamiyle faydasız bir hale gelmiş bulunan sipahilerin hakları yerine arazi mülkiyeti kanunu ikame edildi. Devlet, dirliklerini geri alırken, devletin bu eski gayretli müdafilerine sadece yıllık küçük bir ödenek bağlamakla iktifa etti.

Sadrazam Ali Paşa’nın araya girmesi ile birleşmiş Ermeniler, Marunilcr ve Melkit'ler için de, buna benzer bir statü değilse bile, hiç olmazsa Batı Kilisesi içinde imtiyazlı bir durum sağlandı. Ceza kanunu ilk önce 1864 te Rusçuk’ta ve sonra 1866 da Edirne’de yürürlüğe konmuştur. (Yorga,1948:523)

Sultan Abdülmecit çok israfçı bir hükümdardı. Meşru olan yedi karısının aylık masrafı yalnız bir milyonu buluyordu. Sarayında dört beş bin insan bulunduruyordu. Aile eğlenceleri, oğullarının sünnet ve kızları ile torunlarının evlenme düğünleri masrafları muazzam yekunlar tutuyordu. Üstelik pahalıya mal olan saray ve köşkler yaptırıyordu.

İşte bu şekilde bir hayat süren bu Padişah, 26 ağustos 1859 da, kendisi tarafından tamamiyle ihmal edilmiş olan devlet işlerinde düzen ve tasarruf yapılmasını emretti. Bizzat kendisi, bu yolda saray personelinin doğrudan doğruya siparişler vermelerini yasak edecek kadar ileri gitti. Bazı kimseler, devletin içine düştüğü fena ekonomi durumunun sebebini doğrudan doğruya Padişahın şahsında görüyorlardı. (Çok mahir bir piyanist, gösterdiği başarının mükâfatı olarak l0000 kuruş aldı. 1830 da doğmuş olan en büyük oğlu Murat, kendine altun tabaklar döktürmüştü. (Yorga,1948:524-525)

 

Bu yüzden Hüseyin Paşa ile Şeyh Ahmet Efendinin idaresi altında hükümdara karşı 1859 da bir suikast tertip edildi. (Kuleli Vakası)

Sözde bu suikastın amacı, genç olmasına rağmen - Sultan Abdülmecit henüz kırk yaşını bile doldurmamıştı - işe yaramıyan Padişahı, başka türlü mümkün olmadığı takdirde, öldürmek suretiyle ortadan kaldırmak, parlamento ve sorumlu bakanlar vasıtasiyle devlet işleri yürütülen tam bir meşruti rejim kurmaktı.

Fakat bu suikast tertibinden vaktinde haber alındı ve Sadrazam Rıza Paşa ile mühtedi Ferhad - Stein, "fedailer" e karşı şiddetle hareket ettiler. Suikasdın elebaşıları ancak Fransız elçisinin araya girmesi ile ölümden kurtulabildiler ve alelade mevkuflar olarak Asya'ya sürüldüler.

Bu olaydan kısa bir zaman sonra 5 Ekim 1859 da İstanbul’daki yabancı elçiler Babıali'ye bir memorandum vererek vaadolunmuş bulunan reformların hala gerçekleşmemesinden duydukları memnunsuzluğu belirttiler. Bu elçilerden birinin Osmanlı imparatorluğunun fakirleşmesini ve ahlak fesadını açıktan açığa ifade eden tavsifi gibi, devletin “tedrici olarak çürüyüşü”, tahammül edilmez bir hal almış gibi görünüyordu.

Vali ile Defterdarlar, öteden beri yapılageldiği şekle uyarak, eski zor rejimi uygulamakta bir mahsur görmüyorlardı. Saray entrikaları ile saraydaki aile geçimsizlikleri sonucu olarak, sadrazamlarla silik şahsiyetler olan nazırlar sık sık değişiyorlardı.

İngiltere’nin yeni İstanbul temsilcisi, daima daha güç bir hale girmekte malî durumun düzenlenmesi için devlete ait bulunan geniş toprakların Avrupa Kapitalistlerine icara verilmesini, hatta satılmasını tavsiye etti. Böylece devlet, buna ait garanti kağıtları ile yeni bir kredi açmak hakkına malik olacaktı. Fakat Babıâli, sarayın parlak hayatı ve Padişahın hediyeleri için batı Avrupa parasına günden güne daha ziyade ihtiyaç duymasına rağmen,  hükümdarın ve başka iktidar sahiplerinin idaresine bağlı yeni bir maliye meclisini kurmakla iktifa etti. (Yorga,1948:525)

Fransız temsilcisi Thouvenel'in İstanbul'dan ayrılmasından sonra elçiler arasında en önemli şahsiyet olarak kalmış bulunan Bulwer, Babıali'ye yeni bir tasarı verdi. Bütün  Osmanlı ülkelerindeki İngiliz konsoloslarının verdikleri bilgilere dayanan bu tasarıda, Hıristiyan vali muavinlerinin tayini, öşürlerin kaldırılması ve bunun yerine halktan nakit para olarak vergi alınması şeklinde mali bir reform; genel bir teftiş (Sadrazam, Suriye'deki karışıklık dolayısıyle Niş'ten geri çağırılmıştı) bilhassa Tanzimat Meclisi ile Adliye Meclisinin birleştirilerek 12 üyeden ibaret küçük bir parlamento teşkil olunması, yüksek komisyon sıfatiyle bütün yönetimi denetliyecek olan memurların beş yıl müddetle tayin olunmaları gibi tedbirler tavsiye olunmakta idi.

Fakat bunlar, İstanbul'daki devlet adamlarının büsbütün elinde olan şeyler değildi. Çünkü Osmanlı devlet adamları, o dönemde  şu 'iki şeyi elde edecek durumda değillerdi: Birincisi namuslu, iyi yetişmiş, çalışkan memurları bulmak ve bunların tayin edilmesini keyfine göre hareket eden Padişahtan temin etmek ve ikincisi o zamana kadar geçen beş asırdan beri 'hiç bir zaman kimse ile paylaşmadan hâkimiyet sürmeğe alışmış olan Müslümanların fanatizmasını kırmak. İşte bunlar mümkün değildi. (Yorga,1948:526)

Türkiye’nin örnek olarak aldığı Fransa' da da vilayet meclisleri  imparatorun despot memuru olan Prefet’nin yanında fazla önemi haiz olan müesseseler değildi. Hıristiyan reayaya daha çok lazım olan şey, şose, iyi polis ve okullardı ki bunlar hemen hemen hiç yoktu.

Ancak 1852 de İsmail Paşa, köylüyü zorla çalıştırmak suretiyle Trabzon’dan memleket içerisine doğru bir şose yaptırmağa başlamış, fakat yalnız birkaç kilometresini tamamlatabilmişti.Sonra 1864 te Makedonya, Arnavutluk ve Eski - Sırbistan'da  başka şoseler yaptırılmıştı. 1872’de Selanik – Mitrowitza şosesine başlanabildi. (Yorga,1948:527)

Avusturya  Başvekili Prens Metternich, eskiden Türklere, Batının anlayışsız, fakat o nisbette yaygaracı "halk efkârı" tarafından yabancı, tarihi olmıyan ve tatbikatta değersiz bir manada istenen ıslahata karşı mukavemet göstermelerini; devletin hemen yerine başkasını koymanın imkânsız göründüğü dini esaslarını muhafaza etmelerini; fena idarecilerin yerine iyilerini getirmelerini; Hıristiyanların dini müesseselerini ve imtiyazlarını korumalarını tavsiye etmişti. Muhakkak ki bu öğütler, en iyi tedbirler olacaktı ve gerek Müslümanlar, gerekse Hıristiyanlar, can ve gönülden buna riayet ederlerdi. Fakat 1860 yılında hiç bir devlet adamı, bir defa tutulmuş bulunulan yolun ortasında duraklamak, Paris ve Londra'dan sağlanması zaruri bir hale gelen istikrazlar için krediler kesildiği takdirde yalnız kendi geliri ile kalmak ve nihayet Rusya'nın  gün geçtikçe daha belli surette ortaya çıkan Türkiye'yi parçalamak kararına karşı memleketin yegâne koruyucusu olan Batı devletlerini darıltmak isteyemezdi. (Yorga,1948:528)

Suriye Müslümanları, kendilerine efendi olmak isteyen Hıristiyanlara karşı harekete geçmek saatinin dağlık bölgede çalmış bulunduğunu biliyorlardı. İlk önce Şam ayaklandı. Burada 25000 Hıristiyan oturuyordu. Halk ve aynı zamanda şehirdeki garnizon, bu Hristiyanlara saldırdı ve merhametsizce öldürdü. Öldürülenler arasında Amerika ve Hollanda konsolosları da vardı. Evlerinden hemen hemen hiç bir eser bırakılmadı. Ancak Cezayir’de, İslamlığın asil duygulu müdafii Abdülkadir'in hareketi sayesindedir ki bu ayaklanma sahnelerine bir son verildi. (Yorga,1948:529)

En sonunda Lübnan'ın teşkilatlandırılması tasarısı, İstanbul'a çağırılmış olan Beyrut komisyonu tarafından tesbit olunmuştu. İngiltere, gerçek anlamda bir Hidivlik Rusya ise, üç kaymakamlık -üçüncü kaymakamlık, sayıları 35000 kadar olan Ortodokslar için olacaktı- taraftarı idiler. Nihayet Fransız tasarısı, herkese uygun göründü.

Buna göre Lübnan'da tek bir kaymakam bulundurulacaktı ve bu da Hıristiyan olacaktı. Beş yıl müddetle görevi başında kalacak olan. Bu kaymakamın yardımcısı olarak bir meclis bulunacaktı. Bu meclisin üyeleri, yarısı hayat kaydı ile tayin olunacak ileri gelenlerden ve yarısı da seçilecek kimselerden ibaret olacaktı. Memleket yedi bölgeye ayrılıyordu. Her bölgede bir kaymakam vekili bulunacaktı. Kaymakam vekillerinin üçü Marunîlerden, biri Dürzilerden, biri Müslümanlardan ve biri de birleşmiş Rumlardan olacaktı.

General Beaufort'un askerleri, konferans İstanbul'da kesin bir karara vardığı zaman, Suriye'yi tamamiyle boşalttılar. Şahab'ı tayin etmeyi tehlikeli gören Babıali, vaktiyle bir görevle Memleketeyne gönderilmiş olan Davut Efendi adında bir Ermeni’yi Lübnan'a yollamak hakkını aldı. Davut Efendi Müşir ve Paşa unvanlariyle yola çıkarıldı. İdare merkezi Deyr-el - Kamar olacaktı. Fransız adayı Mecit, Kesruan vilayetinin müdürlüğü memuriyetine geçirildi. Belediye teşkilatı her tarafa teşmil olundu.

1866 da Türk kıtaları, Hozan dağında asilerle uzun boylu çatışmak zorunda kaldılar. Her zamanki gibi bu sefer de asker kaçakları pek çoktu. Bunların reislerinden biri olan Softa Mehmet, tanınmış bir eşkıya başı oldu. (Yorga,1948:536-537)

Arnavutluk'ta Klan'lar arasında olduğu gibi Müslümanlar, Katolikler ve Ortodokslar arasında da karışıklıklar devam ediyordu. Epiros'da 250000 Müslüman vardı ve bunlardan yalnız 11000 i Türk’tü. Meselelerin çoğu, çalınan koyun veya silah yüzünden çıkmakta idi. 1854 den 1856 ya kadar bu sebeple 1200 ev yakılmıştı. 1860 da Türk kıtaları, gayrimemnun Mirdit'lerin reisi (Prenk) olan Bib-Doda’ya karşı harekete geçtiler. Sonra bu elebaşı yakalandı ve İstanbul'a getirildi. Bu bölge için yeniçağ henüz başlamamış bulunuyordu. Alessio bölgesinde oturan 17000 insandan yalnız 50 tanesi doğru dürüst okumak ve 10 tanesi yazmak biliyordu. 1870 tarihlerine doğru yalnız Yanya'dan Arta'ya kadar ve Argyrokastro'ya  doğru, sonra deniz sahiline ve Korfu istikametine doğru geçilebilir şoseler vardı. (Yorga,1948:538)

Van vilayetinde Ermeniler ahalinin 1/3 ünü ve Türkler şehirlerde 1/6 sını teşkil ediyorlardı. Ticaret yolu boyunca Pers vatandaşlarının Erzurum'da 13 hanları ve 300 odaları vardı; İran konsolosu, Paşa ile fiyatları beraber tesbit ederdi. (Yorga,1948:538)

                                            SULTAN ABDÜLAZİZ DÖNEMİ

Muhafazakâr eski Osmanlılık anlamında bir tepki devri, 25 Haziran 1861 de hiç beklenmeden Sultan Abdülmecid'in ölüm ile başlamış gibi görünüyordu. Sultan Mecid, Avrupalı elçilerin zevceleri için komplimanlar yapıyor, çocuklarını onlara takdim ediyor, mutad olarak konuşmak istemesine rağmen Fransızca anlıyor, babası gibi kendi resmini yaptırıyor ve hatta Paris gazetelerini üstünkörü okumakla meşgul oluyordu.

Bir yandan ölü Padişah yatak odasında adi bir hasır üstünde bırakılırken, öte yanda alayişli bir surette tebrik edilen yeni Padişah Sultan Abdülaziz, 9 Şubat 1830 da doğmuştu. Kendisi, memlekette yetişmiş, yüksek bir eğitim göstermişti. Fakat hayvan yetiştirme işinden çok iyi anladığı gibi ata binmekte ve avcılıkta eşsiz bir usta idi. Birdenbire parlar ve herkesten şüphelenirdi. Kabına sığmaz bir irade  sahibi, fakat kendi başına bir istikamet takip etmekten aciz idi. Şimdilik  çok ümitler beslenen meziyetleri ile İstanbul halkınca tanınmakta idi. Halk, ancak nadir olarak büyük şenliklerde ihtimamla her tarafı kapatılmış çadır içinde, "yakalanmış bir kartalın gözlerine benziyen hülya dolu" ve içinde rencide edilmiş gururunun yanında çılgınlık ışıkları parıldıyan gözleri ile yakışıklı genci görebilmişti.

Abdülaziz, Padişah olur olmaz hemen Harbiye Nazırı Rıza Paşayı azlederek yerine Namık Paşayı geçirdi. Sadrazam Kıbrıslı Mehmet Paşa ise 7 Eylüle kadar mevkiini muhafaza etti ve bir zaman sonra 7 Eylülde yerine Ali Paşa getirildi. Padişah, yeni Sadrazam Kıbrıslı Mehmet Paşayı ürkütecek bir tarzda fena adetlerin ıslahcısı, ağır mali yükler altında bulunan devletin gelirlerini ihtimamla idare eden bir adam olarak ortaya çıktı. Sarayda intizamı kurdu ve bir takım tasarruf tedbirleri aldı; hassa hazinesinin üçte birini feda etti; fedaileri affetti ve ağabeyisinin sadakatsiz müşavirlerinin muhakeme edilmelerini emretti.

Yeni Padişahın, yeğeni Murad ile Abdülhamit ve Reşad'ı sarayda alıkoyması ve bunları Mısır'a yaptığı seyahatte beraberine alması, herkeste büyük bir hayret uyandırdı. Hatta şehzade Murat, 1867 de milletlerarası büyük sergiyi ziyaret etmek üzere Paris'e gitti. Müslümanların müsamahasız hâkimiyetinin yeniden kurucusu ve ırk ayrılığı gözetmeksizin bütün tebaasının baba gibi bir koruyucusu olduğunu gösterdi.

Fakat Sultan Abdulaziz, Valide Sultanın şahsiyetinde fena bir müşavir bulmuştu. Bununla beraber üç zevcesi mütezavi ve zararsız kadınlardı. Daha birkaç ay sonra Sultan Osman'ın bu torununda da, Abdülmecid idaresinin en büyük musibetini teşkil etmiş olan uğursuz bir israf düşkünlüğü inkişaf etti. Eskiden 2000 insan sığındırabilen Çırağan sarayını, Şark masallarında tasvir edilen tarzda lüks bir saray haline getirdi. Dolmabahçe Sarayı gibi daima yeni binalar, onun gözünü ancak doyurabiliyordu, Kısa bir zaman sonra beş köşk yaptırarak bunları Garbın en pahalı lüksü ile donattı.

III. Napoleon'u misafir edebilmek fırsatı çıkıyor gibi görününce fevkalade bir memnunluk duydu. Daha sonra Fransız İmparatoriçesi Eugenie İstanbul'a geldiği zaman, yüksek misafirin yalnız iki gününü geçirdiği yatak odası, büyük bir paraya maloldu. İçinde 900 kadın bulunan saray için ve her gün 500 misafir ağırlamak için daimi olan para ihtiyacını karşılamak amaciyle memleketin idaresi, pervasızca mütemadi değişmelerden doğan bir anarşi içine götürüldü.

Bununla beraber Sultan Abdülaziz, 1864 de vilayetlerin ıslahatına başlamıştı. Ancak 18 Eylül 1871 de ölen Ali Paşadan, Nevres ve Kamil Paşalardan sonra, evvelce gözden düşmüş bulunan Fuat Paşa, İngilizler tarafından desteklenerek yavaş yavaş menkubluktan kurtuldu ve 10 Mayıs 1862 de Sadrazamlığa geçirildi. Fuat Paşa, Padişahın üzerinde büyük bir nüfuz kazandı. Padişah kendisine "babam” diye hitab ederek sarayda oturması için onu davet etti. Bundan sonra Fuat Paşa, aslında devleti idare eden şahsiyet olmuş ve vilayet teşkilatı ıslahatına da onun teşebbüsü ile başlanmıştır.

Vilayet, bir valinin faaliyette bulunacağı bölge olup tamamiyle Fransızların "Prefecture” teşkilatına benzemektedir. Mutasarrıf, sancak veya livanın "sousprefet"sidir. Kazalar, kaymakamların, nahiyeler de muhtarların idaresi altındadır. Muhtar, Fransa’da ikinci imparatorluğun “Maire”ine tekabül etmektedir. Bu memurlardan her birinin yanında birer adliye, maliye ve eğitim, nafıa, ziraat ve ticaret işlerinin müdürleri vardır; çok kere konsoloslarla münasebetleri idare eden ayrı bir müdür ve bir de muhasebeci bulunmaktadır. Şeriye mahkemeleri, davası olan herkese açıktır ve kadılar daima meşguliyet bulmaktadırlar. Bunun yanında; Kaza için bir nizamiye mahkemesi vardır. Bunun üyeleri seçim ile getirilir ve üyelerin yarısını Müslüman olmıyanlar teşkil edebilir. Fakat bu mahkemenin başkanı kadıdır. (Yorga,1948:541)

Şimdi Fransızlar, vakıfların hukukî durumunun değiştirilmesini istiyorlardı. Vakıf gelirleri, tembelleri ve camilerin sahte teoloji bilginlerini değil, devletin hazinesini beslemeli idi. Şüphesiz ki bu müdahalenin sebebi, yeni Türkiye Devleti rejiminin gelişmesine yardım etmek kaygısı değildi. Esas amil, istikbali karanlık görünen ve iflasa doğru gitmekte olan Osmanlı maliyesinden alacaklı olan Fransızların menfaatlarını korumaktan ibaretti. Hatta 8 Haziran 1867 de nihayet Fransız imparatorunun elçisi, hiç bir hususi kayda tabi tutulmaksızın yabancıların Osmanlı ülkeleri içinde toprak satın alabilmeleri hakkını elde etti. (Yorga,1948:542)

Devlet, boş bulunan geniş toprakların imarını teşvik etmek amaciyle; bu toprakları ilk işleyene yalnız pul resmi karşılığı olarak mülkiyet hakkı veriyordu. Toprak mahsulleri bir veya iki yıl için ve hatta pamuk ekilen yerlerde beş yıl için vergiden muaf tutuldu.  (Yorga,1948:544)

İstikbalin memurlarını yetiştirmek üzere 1862 de bir mülkiye mektebi kuruldu ve 1875 de bu müessese tamamlandı. 1864 de bütün memleket içinde 15071 ilkokul vardı ve bunlara 660 000 öğrenci devam etmekte idi. Bu okullardan 12509 u Müslümanlara ait olup içlerinde 524.771 okur öğrenim yapmakta idi. 1876 da İstanbul'da mevcut 470 okuldan 280 ine yalnız Türkler devam ediyorlardı. Geri kalanlardan 77 si Rum, 48 i Ermeni Katolik, 8 i Bulgar, 4 ü Yahudi, 5 i Protestan ve 1 i Sırp okulları idiler. (Yorga,1948:542-543)

Daha o zamanlarda Galatasaray Okulunun öğretim programında Fransız medenî hukuku dersine de yer verilmişti. Bir Osmanlı padişahının ilk defa olarak tayın ettiği Rum nazır, Agathon idi.     

Sıbyan okullarından dört yıllık bir öğretim yapan Rüşdiyelerden, üç yıllık bir öğretim yapan ve programında Fransızca ile ekonomi dersleri de bulunan İdadiyelerden, altı yıllık bir öğretim yapan ve programında ilmi dersler bulunan Sultaniyelerden her yıl yüzlerce kabiliyetli genç insanlar mezun oluyorlardı. Bu gençler, çeşitli devlet görevlerinde, memleketin adetleri ve ırkın düşünüş tarzının o an için müsaade ettiği nisbette, Türkiye’nin modernleştirilmesini devam ettirecek elamanlardı. Bu okullar 1857 de ancak 39 tane iken 1874 te sayıları 386 ya çıkmış ve bunlara 19.356 öğrenci devam etmiştir. (Yorga,1948:545)

                      OSMANLI DEVLETİNİN EKONOMİK VAZİYETİ (1860)

Devletin borcu günden güne fazlalaşıyordu, Fakat krediye pek az alışkın olan ve yarı çılgın Padişaha tamamiyle itaatkar bulunan nazırlar, bu borcun ne demek olduğunu ve bir devletin karanlık istikbali için bundan doğacak mükellefiyet ve siyası neticeleri hiç düşünmüyorlardı. Bundan başka vilayetlerin gelirleri ile kuvvetli bir orduyu yeni bir donanmayı, pahalı bir idare ve adliyeyi, modern bir okul sistemini beslemeğe imkan yoktu.

Senelerden beri İstanbul’da Yeniçerilerden başka devlet hizmetkârlarına aylık para vermeğe alışılmış değildi. Nafıa işleri, tanzimattan önce olduğu kadar tanzimattan sonra da meçhuldü. Köprü, yol, kervansaraylar, camiler ve okullar, ancak özel şahısların bağışlariyle yapılmış ve yaşatılmıştı.

Devletin toprakları içinde cereyan eden uzun ve  yıpratıcı harplerin, Rus akınlarının - Silistre, Şumla ve Varna bölgelerinde merhametsizce hareketlerin izleri hala belli idi.  Rum,  Arnavut, Bosna ve Bulgar ayaklanmalarının  sonucu olarak hemen bütün memleket bir harabe halinde idi. Bundan başka Memleketeyn Prensliklerinin, Yunanistan, Sırbistan ve Mısırın imparatorluktan ayrılmalarından sonra geri kalan daha az verimli, tabiatın çok daha az lütfuna mazhar olmuş ve medeni seviyesi düşük vilayetler yeni  siyasi ve askeri hayatı beslemek zorunda idi.  (Başkentin nüfusu hakkında bak: 797.000)

Nizamiye ve deniz askerleri, yargıçlar, idareciler, müşavirler, öğretmenler, bunlara ilave olarak Batı memleketlerinden  gelen ve ıslahat görmüş Osmanlı Devletinin saadeti ile gelişmesi yararına olarak elçilikler tarafından çok kere himaye edilen açgözlü iktisadi sergüzeştçiler, bütün bunların yükünü o topraklar çekmek mecburiyetinde idi

İstanbul'da 40000 hizmetçi ve köle ile sayısız avareciler yaşıyorlardı. Tarım; (1860 da Türkiye, İngiltere'ye.3011227 sterling  tutarında toprak mahsulleri ihraç edebilmişti.), hayvancılık; hala ortaçağ seviyesinde bulunan ve yabancılar tarafından günden güne memleketin iç bölgelerine sürülerek oralarda da takibata uğrayan yerli ev zanaatı; teşebbüs kabiliyeti az, cesaretsiz, daima  değişen şartlar ve soygunculuğa mütemayil bir idare dolayısiyle her an tehlikeye mâruz ticaret;   bütün bunlar bu kadar zengin bir memlekette ancak cılız sular çıkarabilen kuvvetsiz kaynaklar halinde idi.

Şoseler yoktu. Ticaret anlaşmalarında yabancı devletler tarafından konan şartlar, 1860 dan sonra da kâfi derecede ağır kalıyordu. Bir İngiliz devlet adamının sade ve pervasız cevabı şöyle idi: "Biz döktüğümüz kanın bedelini isteriz" 29 Nisan 1861 de İngiltere ve Fransa ile yapılan ticaret antlaşmasında Türk ihraç mallarının gümrüğü yüzde sekiz olarak tesbit olunmuştu.Fakat her yıl azaltılarak yüzde bire indirilecekti. İthal mallarının gümrüğü ise yüzde beşten yüzde sekize çıkarıldı. Transit mallarının gümrüğü de yüzde üçten yüzde bire indirildi. Altun ve gümüş itina ile muhafaza edildi ve saklı tutuldu. Hâlbuki bu kıymetlerin yeni ekonomi gelişmesi için kullanılması gerekli idi . Madenler, çabuk zengin olmak peşinde koşan siyaset adamları tarafından kendi menfaatlerine olarak icara verildi.

Gerçi devletin 1660 da geliri, 1830’dakine nazaran üç kat yükselmiş, önce 4 milyon Sterling iken şimdi 11 milyona çıkmıştı. Bu çoğalma, her şeyden önce vergi toplıyanların daha sıkı bir şekilde kontrol edilmeleri sayesinde sağlanabilmişti. (Yorga,1948:54-:548-549)

Daha Kırım harbi sırasında imparatorluğun yırtık pırtık kıyafetli askeri ve on yıldan beri aylık veremediği memurları vardı. Türkiye’yi büyük mali fedakarlıklara katlanmak zorunda bıraktığı bu olaylar devrinin başlangıcında Osmanlı hükümeti, birçok hazine bonoları dağıtmıştı. Padişahın özel masrafındaki açığı kapatmak için de 200 milyon sehim ve aynı zamanda 300 milyonluk tahvil çıkarmıştı. Şimdi ise, Cor Alleon (yahudi), Durand, Baltazzi (Baltacı, Ermeni veya Rum), Rout, Pelletier, Longueville gibi Fransız adlarını taşıyan ve İstanbul'da gerçek anlamda kredi ailelerini teşkil eden bir takım şarklı (levantin) kapitalistler ve ajanlar, İngiltere'den bir istikraz almak için aracılık yapmak teklifinde bulundular.Yalnız kontrolcularda değişiklik yapılması istendi ve böylece 1854 de üç milyon Sterlin istikraz yapıldı. Faizin yüzde kırk olduğu bir memleket için böyle bir istikraz büyük bir saadet idi

Bir İngiliz devlet adamının acı acı alay ettiği bir prensip derhal tatbik olunmıya başlandı. Bu, "eskilerini ödemek için yeni istikrazlar yapmak" prensipi idi. Batının memnun olmıyan kapitalistleri ise, o andaki kayıplarından dolayı, çok uzak olmıyan bir gelecekte memleketin bütününe sahip olacakları ümidi ile kendilerini teselli ediyorlardı.

1855 de Osmanlı hazinesi beş milyon, 1858 de de gene beş milyon borç aldı. İlk istikraz için gerek İngiltere ve gerekse Fransa garanti vermişlerdi. 1858 de yalnız sarayın masrafı altı aydan daha kısa bir zaman içinde üç milyonu buldu. Gene Sultan Mecit zamanında 20,7 milyon daha borç yapıldı (1860). Sonra Abdülaziz Avrupa bankalarına başvurarak 1861 - 62 de onlardan 8 milyon çekti. Artık iş  daha büyük bir sürat kazandı: 1863 - 64 de bir sekiz milyon daha, 1865 de 36 milyon, gene 1865 de 6 milyon, 1867 de 2,5 milyon, 1869 da 22 milyon, 1871 de 5,5 milyon, 1872 de 11,1 milyon, 1873 de 28 milyon, 1874 de 40 milyon borç alındı.

Gerçi Fuat Paşa kaime rejimine son verdi. Fakat para temin edebilmek için 1866 tarihine kadar Mısır' dan alınan verginin ve Suriye gümrüklerinin, İstanbul'a ayak bastı paralarının (1858), tuz, tütün, damga, ticaret vergilerinin (1862), gümrük ve öşürlerin (1863), ağnam ve maden vergilerinin (1865) ve bunlardan başka daha bazı vilayet gelirlerinin rehin olarak bırakılmaları lazım gelmişti. Bununla beraber devletin borcu, 1874 de 18.299.817.83 Sterlini bulmuştu. Bundan başka devlet 40 milyon da iç istikraz yapmıştı. (Yorga,1948:550-551)

Avusturya Yahudileri, bir "Austro-ottoman Bank" ve bir "Credit autsro turc" gibi kurullarla İstanbul'a saadet getirmek amaciyle Türkiye’ye gelmişlerdi.Bunlar mütemadiyen "Türk' iflasının daimi tesviyesi" işinde çalıştılar.

Türkiye'de yeni israf devrinin başlamasından en çok faydalanan İngiltere olmuştu. Kırım Harbinden yirmi yıl sonra Osmanlı İmparatorluğunun İngiltere’den ithalatı 18500000, İngiltere’ye ihracatı ise 10 milyon Sterlin idi. 1877 de Türk limanlarına uğrayan gemilerin yüzde 19 ü İngiltere’ye, 18 i İtalya’ya, 16 sı Avusturya-Macaristan'a ve 13 ü Fransa'ya aitti. İngiltere’nin ticareti 1850 den 1860 a kadar geçen zaman zarfında iki katına çıkmıştı.

1870 de Türkiye'ye 7 milyon sterlinlik mal gönderiyor ve Türkiye’den biraz daha aşağı değerde mal alıyordu. Fakat 1874 de bu nisbet yediye beş olmuştu. Türk köylüsü her tarafta İngiliz pamuklu dokuması giyiyor ve bazı yerlerde İngiliz sapanı kullanıyordu. (Yorga,1948:547-548-549-550-551-552)

Türk hükümeti, Enes' ile Selanik'i birbirine bağlamak niyetini gösterdi. Türkiye; bunları yapacak olan müteşebbislere hatların gelirlerini, bu yolların geçecek olduğu vilayetlerin telgraf gelirlerini ve aynı zamanda İngiliz kıtalarının Hindistan'a serbestçe sevk olunabilmelerini vaad ediyordu. Fakat 1872 ye kadar Osmanlı İmparatorluğu, demiryolu olarak yalnız Üsküdar ile İzmit arasındaki hatta malik bulunuyordu. İzmir – Aydın hattının, Rumeli demiryollarının ve 1876 da da Selanik Mitrovitza şimendüferlerinin inşasına çalışılıyordu.

1863 de güney Dobruca'dan geçmek üzere Çernavoda - Köstence hattı İngilizler tarafından yapıldığı gibi 1868 de tamamlanan başka bir demiryolu, yetkili vali Mithat Paşanın desteklemesi ile Doğu Bulgaristan'dan geçerek Rusçuk'u Varna'ya bağlıyordu. (Yorga,1948: 553:554)

Sultan Abdülmecid'in portre resimcilerini ve tiyatro dekoratörlerini  veren, 1820 de örneklere göre de olsa odaya hakim olan ve en çok sevilen roman lektürleri getiren  Fransızlar ise, başka bir alanda kuvvetli idiler.Fransızlar, üstelik gerilemiş olan ipek sanayiine son zamanlarda ancak yüzde 15 ile iştirak ediyorlardı.Fakat Lübnan'daki en büyük dokuma kurulları, 1860 dan önce sonra, kendilerine aitti. İngilizlerin Makedonya mallarını satın almakta oldukları bir sırada Fransızlar, tıpkı Pigeonun İstanbul'da yaptığı gibi, Bulgaristan'da da değirmenler kurmuşlardı. Perthuis fis Kumpanyası, 1860 dan itibaren Beyrut ile Şam arasındaki şose gibi yapılması gayet çetin bir işi meydana getirdi . Bu şirket, 50 yıl müddetle şoseyi işletmek imtiyazını aldı. Fermand Mongel, Haydarpaşa - İzmit hattını , Gavaud ise Galata tünelini tamamladı. Daha sonra, 1874 de, Laporte ve Miribel şirketi, Bursa - Mudanya demiryolunun inşasında çalıştı. (Yorga,1948:554)

Ali Paşanın kızı Fransızca konuşuyordu. Fuat Paşanın sonradan tanassur ederek katolik olan ve Belçika elçisi ile evlenen karısının ve Fatma Sultanın Avrupavari elbiseleri vardı. Haremde Fransızlar gibi elbise giymek için Padişahın buyrultusu mevcuttu. (Yorga,1948:554)

Grignan müessesesinin talebeleri, Reşit paşa varislerinin çiftliklerini idare ediyorlardı. (Yorga,1948:554)

                         OSMANLI DEVLETİNDE MİSYONERLİK ÇALIŞMALARI

Bir Amerikalının cömertliği sayesindedir ki İstanbul (Bebek) da daha önce sözü edilen. Ve Osmanlı ülkesinin bütün çocukları için açık bulundurulan bir College kuruldu. Çok rağbet kazanan ve Bulgar kültürüne büyük hizmetleri dokunan bu okul, kurucusunun adı ile Roberts - College diye anılır. Beyrut'ta Hristiyanlık propagandası amacı ile bir Arapça basımevi açıldı Bütün bu sistematik fetih teşkilat ve faaliyeti, İngiliz konsoloslarının kontrolü altında idi. Büyük bir titizlikle seçilen bu konsoloslar, 1854 den beri gerçek anlamiyle bir "karşı hükümet" teşkil ediyorlardı. (Yorga,1948: 553:554)

Katolik propagandası, 1848 den beri bir piskoposun hüküm sürdüğü Filibe'de ve Edirne'de Paulikian'lar arasında, İtalyan ve İslav papaslarından, Ligorian'larla Kapuzi’lerden faydalanıyordu.Aynı şekilde İtalyanlar, Sultan Abdulmecid'in bir şükran borcu olarak dost Fransızlar İmparatoruna bağışlamış olduğu yıkık St. Anna kilisesinin  bulunduğu Kudüs'te de kuvvetle temsil ediliyorlardı.

Bununla beraber Latin kilisesinin hâkim bulunduğu başka merkezlerde ise önder olarak Fransızlar ortaya çıkmışlardı. Bu Fransızların mevkileri o kadar kuvvetli idi ve halk tarafından kendilerine o kadar kuvvetli bir sempati besleniyordu ki, 1870 - 71 de Avusturyalıların  onların yerine geçmek üzere büyük bir güvenle giriştikleri tesebbüsler boşa çıktı.

1839 da Filles de la Charite de St. Vincent de Paul, okullar açmak amaciyle İstanbul' a ve sonra da İzmir'e gelmişlerdi. Çok geçmeden hayretle işidildi ki Cezayir Valisi Hüseyin'in özbeöz kız torunu, bu hemşirelere duyduğu sevgi dolayısiyle Katolik dinine girmişti.

Gene aynı zamanda Fransız elçiliği tercümanı Cor, Notre Dame de Sion tarikatinin terbiyecilerini Osmanlı başkentine yerleştirdi. Bu merhametli tarikat hemşireleri, Bursa'da takdire değer bir faaliyet gösterdiler . İstanbul’da Fransız rahiplerinin St. Benoit ve St. Joseph adlı iki eğitim müessesesi ile iki hastaneleri vardı. İmparatorluk Fransasının bir yardım göndermiş bulunduğu Filibe’de Fransız rahipleri çalışıyorlardı. Bunların seminerleri Zeytinlikte idi. Burada, 40 kadar papaslık bölgesi kurabilecek sayıda ve kendilerine inananların sayısını 40000 kişi tahmin ettikleri tarikat papazları faaliyette bulunuyorlardı.

1858 de Üsküdar’daki 12.000 Katolik, bir fermanla kendilerine bir kilise bina etmek hakkını kazandılar. Fakat daha uzun zaman ibadet, tahtadan mihrabı bulunan basit bir avluda yapılmıştır. Burada; Cizvitleri öğretmen ve seminer kurucuları olarak yerleştirmek istiyen Avusturyalılar çalışıyorlardı.

Bu başarılardan cesaret alarak onların milli gelişmesi için her tarafta dostlar arayan Bulgar halkını kazanabileceklerine inanıyorlardı. O zaman "Bulgaristan" adlı bir gazeteyi çıkarmakta olan Dragan Zankof, İstanbul'da Papanın vekili Brunoni ile resmi bir anlaşma yaptı. 14 Nisan 1861 de Monsignore Sobolski, Bulgar Piskoposu olarak takdis edildi. Haziranda Babıali tarafından tanındıktan sonra, gene aynı ay içinde, Kiyef de bir Ortodoks manastırında yanlış yola saptığından dolayı pişmanlık duyarak günah çıkartmak için Rusya'ya gitti.

Ermenistan'da ise Fransa, Zeytun bölgesi için de hürriyet vaadederek. 1866 da patrikliğe seçilen Hassun taraftarlarının birlikçi (unionist) partisini destekledi.Ve nihayet Lübnan'da Lady Esther Stanhopes adında garip bir şahıs dağlarda uzak harikalar diyarından gelmiş bir prenses olarak ortaya çıkarken, İtaatli Maruni elemanları ile yeni bir Fransa meydana gelmişti

Beyrut'ta Lazarist misyonerlere, Cizvitlere ve St. Vincent - de- Paul tarikatına mensup hemşirelere rastlanmakta idi. Bunlar Papa elçisi unvanına sahip ve Kapucin tarikatına mensup bir papasın idaresi altında idiler.Bugün orada bu sonuncuların 600 öğrencisi olan bir okulu, bir Dames de Nezareth manastın, bir Rum - Katolik College'i, bir Maruni lisesi, dağlık bölgenin kız öğretmenleri için bir öğretmen okulu, aynı zamanda Arapça bir gazete çıkarmakta olan Cizvitlerin bir "Üniversitesi" vardır.

Soeurs de St. Joseph'ler, Sayda'da okuturlardı. Lazarist'ler tarafından kurulmuş olan Antura College'i, genel olarak itibar 'kazanmıştı. 1860 da bu okula devam eden 300' öğrenci arasında, Mısırlılar  (ki Mısır'da Mottetbe" ordu komutanı bulunuyordu) Nubia'lılar, Habeş'ler ve hatta İran'lılar da vardı. Aynı derecede halis Fransız olan Chazir'deki Cizvit College'i, Antura College'i ile yarış ediyordu. Fransız İmparatoriçesi Eugenie, İstanbul'da Ermeni Katolik "Kutsal Kadın Kilisesinde" dini âyine gittiği zaman kilisede yirmi Katolik piskoposu bu ayine iştirak etmişti. (Yorga,1948: 557-558-559)

Öte yandan 1830 tarihine doğru Elbasan Katolikleri Türk olmuşlardı. (Yorga,1948:556)

 

 

 

 

                                             GİRİT AYAKLANMASI

Ahalisinin çoğu Rum (50 000 Müslümana karşı 150 000 Rum) olan, 1821 den beri memnunsuzluğu daima artan ve sızlanan Girit adası, uzun zamandan beri bir ayaklanmıya hazırlanıyordu. Bunu çok iyi bilen Türk idarecileri, ayaklanmanın önüne geçmek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Buna rağmen Türk valileri, önce Mısır valisine ve 1840 dan sonra da Osmanlı hükümdarına hizmet eden Mustafa Paşa zamanında 1841 ayaklanmasını bastırmakla uğraşmak zorunda kalmışlardı. 1852 de Mustafa Paşa Sadrazam olduktan üç yıl sonra, Girit'te doğmuş olan oğlu Veli Paşa, yenilikler arıyan adaya vali olarak gönderildi

1858 de Veli Paşa halka kilise bina etmiye müsaade etti ve kendisi de buna yardım etti. Hatta birçok Türk cemaatleri bütün mevcutları ile din değiştirerek Hıristiyan oldukları zaman bile, buna karşı bir harekette bulunmadı. Aynı yılın yazında bir takım asiler ortaya çıktılar ve Veli Paşa İstanbul’a kaçmak zorunda kaldı Sami ve Hüseyin Paşa1ardan sonra İsmail Paşa, 1862 de dağlık bölgelerde çıkan bir ayaklanma ile mücadele etmek zorunda kaldı.

Paris'te yaşıyan Kallergis tarafından kışkırtılan Girit'liler, Mayıs 1866 da kendi düşüncelerine göre çok ağır olan vergileri protesto etmek üzere Padişaha başvurdular.İsteklerinin reddedilmesi üzerine önce 6000 Mısır askeri, biraz sonra da başka kıtalar Girid'e gönderildi ve çok geçmeden adada 40 000 kişilik bir kuvvet ordugâh kurdu. Bu arada ihtilalci bir milli meclis meydana getirilmişti. Bu meclis, kaç bin silahlıya dayanarak, Türkiye'den ayrılışı ve Yunanistan’la "ayrılmaz ve ebedi birleşişi" 2 Eylül 1866 günü Sphakia’da ilan etti.

Girit ayaklanması büyük devletlere, 1856 da kendisini eşit haklara sahip bir devlet olarak kabul etmiş olan Hıristiyan Avrupa’ya karşı üzerine aldığı yükümlülükleri yerine getirmiyen Babıaliye, tavsiye, azar ve hatta tehdit yollu sözler söylemek için fırsat vermişti. Kaçan Girit'lileri kendi gemilerine sığınmasına müsaade etmiş olan Fransa, hattı hümayunda taahhüt olunan bütün işlerin harfi harfine yerine getirilmesi üzerinde ayak diredi. Paris hükumeti, tıpkı bir kaç yıl önce Rumanya’da yapıldığı gibi, Girit’de de bir Avrupa komisyonunun denetimi altında bir plebisit yapılmasını istiyordu. (Yorga,1948: 557-558-559-561)

                                            BOSNA HERSEK AYAKLANMASI

Bosna beylerinin Avrupa usulü kıyafete ve Tanzimat kanunlarına karşı mukavemetleri, 1850 den sonra tamamiyle ortadan kalkmıştı. Fakat Hersekde daha başka bir hava esiyordu. 1861 de Hersek, demirci Luka Vukaloviç'in önderliği altında ayaklandı. Islahat vaad etmek üzere Ömer Paşa Hersek'e gönderildi ise de kendisini dinliyen bulunmadı. Açıktan açığa Karadağ ayaklananları kışkırtıyordu. Fakat Bosna meselesi, Karadağ'dan memleketlerine dönmüş olan Nüvesin kasabası ahalisinin sebebiyet verdiği 1875 ayaklanması ile yeniden tazelenmiş oldu. (Yorga,1948:565)

Daha aynı yılın Nisan ayında Hersekliler kütle halinde Karadağ’a göç etmiş ve bu suretle ancak 118.000 Türk tarafından işgal olunan bu memleketteki memnunsuzluğu açıklamış idiler. 31 Temmuzda, vergi memurları ile çıkan bir kavgadan sonra, genel ayaklanma ilan olundu. Bir kaç Türkün kafası kesildi. Asiler, Trebine önüne geldiler. Beyler kendi emniyetlerini tehlikede görerek korkuya düştüler. Türk kuvvetleri ağır kayıplara uğradılar. Kısa bir zamanda 40 000 kişilik bir ordu elde bulunduran Mehmet Ali ve Şevket Paşaların bütün askeri hareketleri, bir netice sağlıyamadı. (Yorga,1948:566-567)

Daha mart ayında asiler, Rus, Sırp ve Karadağlı "kardeşleri”ile Avrupalı "insanlık dostlarının” gönderdikleri para ve harp malzemesi ile kuvvetlenmiş oldukları halde, cüretli hareketlerine yeniden başladılar. (Yorga,1948:569)

Lâkin şimdi, Bulgar ayaklanması, Avrupa devletleri konsoloslarının Müslüman halk tarafından Selanik’in bir camisinde öldürülmeleri (bunun sebebi  bu konsolosların bir Müslüman kızını kaçırmaları idi.)Hemen Fransız, Alman ve daha başka Hıristiyan devletlere ait gemiler Selânik önüne geldiler. 5 Kasım 1875 de İgnatiyef Padişah tarafından huzura kabul edilmiş ve 7 Kasımda Reşit Paşa Hariciye Nazırlığına tâyin olunmuştur. (Yorga,1948:570)

20 Ocak 1876 da Babıâli, Bulgaristan'da iki vilâyet teşkil etmeğe hazır olduğunu bildirdi. Bu iki vilâyetten biri, Tirnova, ötekisi de Sofya olacaktı. Filibe ile Kızılgaç birincisine, Veles ile Sturmitsa, Astoria, Üsküp, Niş ve Bitolia da ikincisine dâhil olacaktı.

9 Haziranda Babıâli, Sırp hükûmetinden niyetlerini sordu. Ristiç, Sırbistan'a katılmak üzere Bosna’yı ve Karadağ'a verilmesi için de Hersek'i istedi. Hâlbuki İgnatiyef, Bosna'nın Avusturya ile Sırbistan arasında paylaşılması için teşviklerde bulunmuştu. Bu garip istekler, 29 Haziranda Türk hükûmetine bildirildi ve Babıâli bunları reddedince kendisine harp ilân edildi. Sırbistan Prensi ilk safta 80 tabur piyade ile 33 bölük süvari ve 27 batarya, ikinci safta ise 80 tabur daha piyade çıkarabiliyordu. Birkaç gün sonra, Türklerin eski bir düşmanı olan Karadağ Prensi Nikita da aynı şekilde hareketle harp ilân etti. Bunun üzerine hemen Ömer Paşa Vidin'den, Ahmet Eyüp Paşa Pirot'tan ve Niş'den kalkan Serasker veya Serdarı Ekrem Abdülkerim Paşa, harekete geçtiler. Temmuzda Serasker, Zayçar ve Bregovo da Sırpları bozguna uğrattı. (Yorga,1948:571-572)

Büyük devletlerin reva gördükleri bu muameleye karşı koyabilecek yalnız bir kuvvet vardı. Padişahın hiç bir nüfuzu kalmamıştı: Hastalıklı, korkak, bozuk şuurlu, kendi adamları tarafından "kötü huylu” ve mecnun sayılan Sultan Aziz, devlet işleriyle hemen hemen hiç meşgul olmuyordu.Uzun zamandan beri devletin idaresi, bir sınıf olarak efendilerin elinde değildi. Çünkü Sultan Mahmud, bunların da nüfuzunu kırmış, efendi sınıfını bir yana atmıştı. Yeni moda diplomatlar ve bürokratlar ise, her vasıtaya başvurarak birbirlerinin ayağım kaydırmanın peşinde idiler.Fakir, ihmal edilmiş, cahillik içinde yaşayıp giden ve bir müddetten beri merkezî hükûmetin her türlü keyfî muamelesinden korunmamış olan Osmanlı halkı, Manastır ve Kıbrıs'ta olduğu gibi yalnız anî ve heyecanlı öfkelerle kendi memnunsuzluğunu açığa vurabiliyordu. (Yorga,1948:573)

Mısır Hidivinin kardeşi ve eski Osmanlı nazırlarından Mustafa Fazlı Paşa, kısa bir zaman içinde kalabalık taraftar bulan Genç Türkler hareketinin önderi olarak sayılıyordu. Mustafa Fazlı Paşa, doğrudan doğruya Padişaha, Türk ırkının fizik ve ahlâk bakımından düşkün bir hâle geldiği, malî rezaletler ve büsbütün çökmek tehlikesi hakkında, tam bir güvenlik içinde oturduğu Bruxelles'den sert sözlerle bahsediyordu.

Yeni Şeyhülislâm Hayrullah Efendi sırf Padişaha karşı cephe alabilmek için bu mevkie geçirilmişti. Birkaç gün sonra, 30 Mayıs günü, Sultan Abdülaziz'in istîfa etmek niyetinde olduğunu bildiren bir belge okundu. Abdülaziz, ardası ve Abdülmecit'in oğlu Sultan Murad'a (21 Eylül 1840 da doğmuştur), yeni enerjik ıslahat yapması, bunlar arasında bir devlet bütçesi yapılması ve kendi aylık ödeneklerinin indirilmesi öğütlerinde bulunuyordu.

Bir fetva ile Sultan Aziz, iktidarsız, israfçı ve ehliyetsiz olarak ilân edilmişti. Hüseyin Avni ve Rüştü Paşalar, bahtsız Sultan Aziz'e Dolma Bahçe sarayında bir hadım ağası vasıtasiyle kendisinin "istîfa”sını tebliğ ettiler. Tahtından indirilen Padişah, kendisinin ihtimamla muhafaza ettiği donanmayı beklediği yardımda bulunması için boş yere imdada çağırmak istedi. Birçok fenalıkların asıl sebebi olan yaşlı annesi ile birlikte önce Topkapı ve sonra Çırağan sarayına gitmek zorunda bırakıldı.

Çok geçmeden yayılan korkunç bir habere göre Sultan Aziz, 4 Haziranda bir sinir buhranı sırasında kendini öldürmüştü. Şah damarları açılmış ve kan içine batmış olduğu halde odasında bulunmuştu. (Yorga,1948:574-575)

                                                   SULTAN 2.ABDÜLHAMİT  DÖNEMİ

İstanbul Konferansı Kararlarına Göre; Birçok nahiyeleri idare edecek olan müdürler, her yerde çoğunluğu teşkil eden dine mensup insanlardan olacaklardı. Mutasarrıflarla kaymakamlar da aynı prensipe göre iş başına getirileceklerdi. Beş yıl müddetle tâyin olunan ve yalnız mahkeme karariyle işten çıkarılabilecek olan valiler, (Bulgaristanda Hıristiyan valilerin iş başına getirilmesi şarttı), Padişah tarafından ve ancak büyük devletlerin tasvibi ile atanacaklardı. Valiler, Hıristiyan ve Müslümanlardan teşekkül edecek olan bir meclisin ve ayrıca bir de daimî idare meclisinin deneti altında bulunacaklardı. İdare meclisi, yargıçların tayinine nezaret edecekti. Aynı şekilde devletler, Temyiz Mahkemesinin terkibinde de söz söylemek hakkını mahfuz tutuyorlardı. Jandarma askerliğine Hıristiyanlar da alınabilecekti. Vilâyetlerin gelirlerinden yüzde otuzu, kendi yerlerinde sarfolunacaktı. En son olarak da bu ıslahatın tatbikine nezaret etmek üzere bir Avrupa kontrol komisyonu kurulacaktı. (Yorga,1948:577)

Bir yandan bunlar olurken öte yandan Osmanlı ordusu, demiryollarının bulunmaması yüzünden yığınak yapamıyordu. Fakat Rusçuk yakınlarında 10.000 den fazla Türk askeri vardı ve bunlar Skobelef'in komutasındaki Rusları gözetliyorlardı.

1877 yılında 26 Haziran’ı 27 Haziran’a bağlıyan gece ilk Rus kıtası, kuvvetli bir düşmana rastlamaksızın, Zimnicea mevkiinde Tuna'yı geçti. Kazaklardan teşekkül eden süvari öncüleri, Plevne'de yalnız bir Türk piyade bölüğüne rastladılar. 14 ünçü Rus kolordusu, İbrail ve Kalas'dan geçerek 22 Haziranda Dobruca'ya girmişti. Bu arada Ruslar; bir Türk filotillasının Poti önünde görünmesinden sonra, Asya cihetinde 30 Nisanda Bayazıd ile Ahalcık'ı işgal etmişlerdi.

Çok büyük bir  güvenle bu harbe başlamış bulunan Rusya'nın, Avrupa'da 120 000 den fazla, Asya'da ise 60.000 kadar askeri vardı ve bu iki ordunun birleşmesi ile İstanbul'u zaptedemeseler bile -Ruslar, 8 Haziranda İngiltere'ye İstanbul’u almıyacakları hakkında teminat vermişlerdi.Hiç olmazsa kuşatıp her tarafla bağlarını kesebileceklerini ümit ediyorlardı. Petersburg'da yüksek mahfiller, o zamana kadar Rusya'nın Babıâli nezdindeki elçisi İgnatiyef'in iyimserliği tesiri altında kalarak Türkiye’ye kolaylıkla diz çöktürebileceklerine kesin olarak inanmışlardı. Fakat işler, tahmin ettiklerinin tamamiyle tersi bir hal aldı. Bunun başlıca iki sebebi vardı: Birincisi, İstanbul'da iş başında bulunan insanların ruhen metinlikleri ve bu ülküye bağlı bulunmaları idi. İkincisi de Kırım Harbi zamanındaki Fransız subaylarının ve bunların yetiştirmiş oldukları Türk subayların kurmuş oldukları Osmanlı Ordusu idi.

Yeni Osmanlı ordusunda erin hizmet müddeti, faal nizamiye askeri olarak dört yıl, yedek (ihtiyat) olarak iki yıl, redif ve müstahfaz olarak da üç yıl idi. Osmanlı harp kuvvetleri, yedi ordu halinde teşkilâtlandırılmıştı. Bunların merkezleri, İstanbul, Şumla, Manastır, Erzurum, Şam, Bağdat ve Yemen idi. Genel mevcudu, 134.000 piyade, 20.500 süvari, ilk hatta 540 top ile 15.000 topçudan ibaretti. İhtiyatta 96.000 ve redif olarak da 25.000 kişi vardı. Başıbozuklar, Kürtler ve Araplar bu sayıların içinde değildir. Osmanlı Devleti, son gayretini göstermek şartiyle düşmanın karşısına 660.000 kişilik bir kuvvet çıkarabilecek durumda idi. Hattâ harp yılında yapılan bir tahmine göre bu sayı, 813.000 asker ile 2012 topa çıkıyordu. Subaylar, harbiye okulu ile askerî idadilerden yetişiyorlardı.

Fakat aylıkların bir türlü düzenli olarak verilememesi, âdet hâlini alan para yokluğu yüzünden, eskisinden hemen hemen farksız olarak, bir türlü düzene konamamıştı.Tophanede, Kırk Ağaç, Zeytinburnu yakınlarında ordu ve donanma malzemesi imâl etmek için yıllardan beri çalışılıyordu. (Yorga,1948:580-581-582)

Sultan Abdülâziz'in, gerçekten kendi eseri olduğundan gurur duyduğu Osmanlı donanması, 1870 yılından sonra 21 zırhlı, buharla işleyen 5 firkateyn, gene buharla işleyen 12 korvet, 5 topçeker, 26 taşıt gemisi olmak üzere 185 parça gemiden teşekkül ediyordu. İçinde 2500’e yakın top ve sekiz yıl hizmetle mükellef 28.500 asker vardı. Heybeli Adada bir deniz okulu kurulmuştu. Böylece 1876 da Osmanlı Devletinin elinde 16 sı zırhlı olmak üzere 116 kuvvetli harp gemisi ile savaşa hazır 5000 den fazla deniz askeri vardı.

Türkler taarruzî hareketlere girişmek istemiyorlardı. Ahmet Eyyüp Paşanın komuta ettiği Silistre ordugâhında ve Rusçuk'ta olmak üzere Tuna boylarında 30.000 kişilik bir kuvvete mâlik idiler. Nisan başlarından beri Osman Paşa, kırk bin kişilik bir ordu ile Vidin'de bulunuyordu. Aynı derecede kuvvetli bir ordu ile Süleyman Paşa, Karadağlıları gözetliyordu. Sırplara diz çöktürmüş olan Abdülkerim Paşa ise hemen hemen 50.000 askerle Şumla'daki büyük ordugâhda yer almıştı. Abdülkerim Paşa, Bulgaristan geçitlerini müdafaa etmek üzere öteki ordularla işbirliği yapabilecek bir durumda idi. Asya cephesine Muhtar Paşa gitti. Daha 25 Haziranda bu komutan, Ermeni soyundan Rus generali Boris Melikof ordusunu Sevin'de ağır bir yenilgiye uğrattı. Sohum Kaleyi aldı ve Fazlı Paşanın komutasındaki 10.000 kişilik kuvveti Abazaların oturduğu dağlara karşı harekete geçirdi. Yukarda da söylediğimiz gibi daha 30 Nisanda Rusların kazanmış oldukları Bayazıd şehri, şimdi tekrar Türkler’in eline geçti. (Yorga,1948:583)

Bu arada dokuzuncu Rus kolordusu, 16 Temmuzda Niğbolu’yu teslim olmıya zorlamıştı. Fakat General Şilder 19 Temmuzda Plevne önüne geldiği zaman, Vidin’den intikal etmiş bulunan ve bu Bulgar Pazar yerinin müdafaasiyle büyük bir şöhret kazanacak olan Osman Paşaya rastladı. Hâlbuki Osman Paşa’nın Sofya’da olduğu sanılıyordu.Rus öncüleri, iki defa ağır surette yenildiler. (Yorga,1948:584:585)

Kışın muhasara çemberlerini yarmak için yaptığı son ve ümitsiz, birkaç saat başarı ile bir çıkış hareketten sonra 10 Aralıkta Osman Paşa yaralanarak teslim olduğu vakit, aralarında muhafız alayları da bulunan 120.000 kişilik bir Rus ve Rumanya kuvveti Plevne önünde savaşıyordu.

( “Osman Paşa; orta büyülükte ve tıknaz bir vücutta; siyah bir sakal, büyük ve melankolik gözlerin son derece cazip bir ifade verdiği yüzünü çerçeveliyor.Onun bütün hâl ve tavrı sakin, vakarlı ve sempatiktir" (Yorga,1948:586-587)

20 Ocakta Strukof ve sonra Skobelef, Edirne’deki  eski saray havaya uçurulduktan sonra 18 Ocaktan beri Çerkeş başıbozukları tarafından terk olunmuş Edirne'ye girdiler. Büyük Duka Nikolay, 26 Ocakta tıpkı bir Doğu imparatoru gibi Edirne'de karşılandı. (Yorga,1948:588)

Server Paşa ile Namık paşa, Büyük Duka Nikolay'ı Kazanlık'da bulmıya memur edildiler ve bunlar, Ocak ayının sonuncu günü Edirne'de barış mukaddematını imzaladılar. Buna göre Varna ile Şumla müstesna olmak üzere Bulgaristan'ın henüz Ruslar tarafından zaptolunmuş bulunmıyan bütün kaleler, Küçük Çekmeceye ve Gelibolu'ya kadar bütün Rumeli ve Anadolu tarafında da Erzurum Ruslar'a veriliyordu. Önce Karadağ'ın sonra Rumanya ile Sırbistan'ın bağımsızlıkları ve Bosna ile Hersek'de yapılacak ıslâhat tesbit olundu.

 

Bunun üzerine İngiliz donanması, Mithat Paşanın vücude getirmiş olduğu parlâmentonun dağıtıldığı 14 Şubat günü, Osmanlıların bütün protestolarına rağmen, İstanbul önünde göründü, Rus orduları da artık İstanbul'a yaklaşmışlardı ve Çar tarafından derpiş edildiği şekilde İstanbul üzerine hücum etmenin -genel asayişi korumak amaciyle zamanı gelmiş çatmış gibi görünüyordu. Fakat tam bu sırada İstanbul'un yanı başındaki Yeşilköy'de Ayastafanos Antlaşması diye tanınan barış imzalandı (3 Mart 1878). Bu 3 Mart tarihli, insanî duygularını tahrik etmek için Abdulhamid'in başvurmuş olduğu Çar Aleksandır'ın tahta çıktığı günün yıldönümü idi. Rus Büyükelçisi İgnatiyef, kazandığı zaferin neşesini tatmak için İstanbul'a geldi.Türkiye, şimdi kaybettiği Avrupa’da 195.000 ve Asya'da 35.000 kilometre kare  topraktan daha fazlasını veremezdi. (Yorga,1948:589)

Büyük Britanya'nın yardımını sağlamak fakat yalnız Rusları Kars ile Ermenistan mevkilerini boşaltmak istememeleri halinde(Osmanlı Hükûmeti, İslamların dinî haklarına saygı göstermeleri şartı ile) Kıbrıs Adasını İngiliz dostlarına verdi. Ada üzerinde egemenlik hakkının gölgesini muhafaza etmek için Padişahın Adaya bir komiser tâyin edebilmesini ve bir kısım gelirin İstanbul'a gönderilmesini istedi. (Yorga,1948:591)

Türkiye’nin bu kadar büyük kayıplara uğramasının bir sebebi de, İstanbul’da önder olabilecek kuvvetli şahsiyetlerin noksanlığı idi. (Yorga,1948:595)

İşte bu şartlar içinde, melankolik göründüğü halde çok geçmeden gerçek anlamda bir devlet adamı olduğunu isbat eden II. Abdülhamit gibi mahir bir siyaset oyuncusu, Avrupa’nın ezici vesayetinden korunmak için birçok kaçamak yolları bulmakta güçlük çekmiyordu. (Yorga,1948:597)

Şimdilik ateşli yurtseverler kuzey sınırında çalışıyorlardı.1878’de Müslüman Arnavutlar, nefret ettikleri Karadağlıların antlaşma gereğince Guzinye ve Plava bölgelerine girmelerine karşı koydular: Cakova kadısının önderliği altında toplanarak din için savaşmıya başladılar ve kendilerine karşı gönderilen Abdullah ile Mehmet Ali Paşaları, kutsal dâvaya ihanetçi sayarak öldürdüler. (Yorga,1948:599)

Türk askerleri, 1883’e kadar Arnavutluk'ta kalmakta devam ettiler.1882’de devletler, Arnavutluk için de bir statü vücude getirmeği düşündüler. Buna göre memleket beş bölgeye ayrılacaktı; Üsküdar'da oturacak valinin yanına dağlık bölgeler için Başkaptan olarak bir paşa verilecek, her sene toplanacak umumî bir meclis ile dördü Müslüman olmak üzere 12 üyeden müteşekkil bir daimî encümen kurulacak, kaza ve nahiyelere şef sıfatiyle Kaptan veya Bayraktarlar gönderileceklerdi. (Yorga,1948:601)

Macera peşinde koşan Garibaldi'cilerin de iştirâk ettikleri Yunan çetelerinin sınırı geçmesi üzerine Babıâli, 18 Nisanda Yunanistan'a harp ilân etti. Bir yandan Yunanlıların Preveze, Yanya ve Meluna geçidi üzerine yaptıkları hücumlar başarısızlıkla sona ererken Osmanlı orduları Başkomutanı Ethem Paşa, Nisan sonunda Larissa'ya doğru ilerliyordu. Türk ordusu 1885 - 87 de Golz ve biraz sonra buna katılan Grumbkof Paşalar tarafından hazırlanan yeni bir teşkilât kanununa göre tensik ve ıslâh edilmişti. Bu ordu, bizzat Selânik'e gelmiş bulunan Plevne kahramanı Osman Paşa’nın 1877’deki ordusuna lâyık olduğunu bir kere daha gösterdi. Larissa (25 Nisan) ve Velestinos'dan sonra Pharsala (5 - 6 Mayıs) ve Volo, hemen hemen mukavemete rastlamaksızın Türkler tarafından işgal olundu. (Yorga,1948:614)

XVIII. yüzyıl sonlarına doğru Polonyalı seyyah Mikoşa şöyle yazıyordu: "Ermenilere, Türkler tarafından, herhangi bir milletten daha çok saygı gösterilmektedir. Onlar, Rumlardan daha geniş bir din hürriyetine mâliktirler”

Mikoşa, Ermenilerin "eski âdetlerini” tamamiyle unutmuş olduklarını izah ettikten sonra devam ediyor: "Geçmişte kendilerinin ne oldukları üzerinde katiyen düşünmüyorlar... Fikir bakımından bir ihtilâl plânını kavrıyabilecek kabiliyette değillerdir.... Hattâ Osmanlı Devletinin çökeceği günün yaklaşmakta olduğu kendilerine söylendiği zaman bundan memnun olmadıkları bile görünmektedir"(Yorga,1948:616)

Eski Türkler, iyi zamanların ebedî olarak geçmiş bulunduğuna çoktan beri kani bulunuyorlardı. Onlar, Dobruca’dan, Bulgaristan, Karadağ, Tesalya ve Girit’ten kaçan dindaşlarının, Padişahın himayesinde verimsiz ömürlerini doldurabilmek için Asya'ya göç ettiklerini görüyorlardı. Boğazların ötesinde bu manzarayı seyreden her Türk, artık daha uzun zaman sakınılması mümkün olmıyan bir zaruret icabı olarak aynı şeyi yapmıya hazırlanıyordu. Gençler, çok kötü aylık karşılığı olarak daha kötü hizmetler görmek üzere, yalnız devlet memurluklarında yükselmek peşinde idiler.Okullar, hakikatte daima çoğalan ve içinde Doğu memleketlerine mahsus uyuşukluk ile Avrupa'ya mahsus evrak yazıcılığı birleşen bürolara, iş sahiplerin eziyet etmek ve onları soymak için adamlar yetiştiriyordu. (Yorga,1948:624-625)

Bağdat – Basra  demiryolunun yapılmasına Alman Anadolu şimendüfer Kumpanyası tarafından başlanması ve Haydarpaşa limanı ile Haydarpaşa - İzmit - Ankara hattının inşa edilmesi ve sonra Almanlar tarafından Selânik - Manastır demiryolunun yapılmasına girişilmesi; bunlardan başka Ankara - Kayseri ve Eskişehir - Konya demiryolları imtiyazının Alman sermayecilerine verilmesi; - bütün bunlar Abdülhamid'in Almanya'ya temin ettiği ekonomi menfaatleri arasındadır.

Sekiz yıl önce yapılması bitmiş olan 1764 kilometre demiryolundan 1300’ü (Bunun 750’si Avrupa'da idi) henüz tasarı halinde veya inşa halinde yalnız Anadolu'da 1379 kilometreden 544 ü Alman müteşebbislerinin elinde bulunuyordu. Abdülhamit, bunların adamlarına ustaca muamele etmesini pekiyi biliyor ve böylece onları şükran borcu olarak susmağa ve yaranmağa mecbur ediyordu. (Yorga,1948:629)

Aynı zamanda kendi emniyetini sağlıyacak kutsal mahiyette yeni bir vasıta Olarak Halifelik siyasetiyle ortaya çıkmaktan da hoşlanırdı.  Ağabeyisinin eski nazırlarından ve sonradan Tunus hükûmetinin başına geçmiş olan Berberî Hayrettin’in fikrini memnunlukla  kabul ederek Tunus valisini kendi vasalı olarak saymaktan, Trablus'ta fanatik Senusî'lerin hareketini desteklemekten, Avrupa'da kendisi aleyhinde çalışan Hidiv İsmail Paşayı azletmekten, Tunus'ta Müslümanların Fransa’ya karşı memnunsuzluklarını körüklemekten ve Mısır milliyetcilerinin yabancılara karşı yaptıkları mücadelenin önderi Arabî Paşa ile münasebete girişmekten ve nihayet Arabistan’da Kızlarağası Behram vasıtasiyle Panislamizm için çalışmaktan haz duyuyordu. (Yorga,1948:629)

Avusturya, Türkiye'de yeni rejimin kurulduğu haberine, kendi işgali altında bulunan Bosna ve Hersek vilâyetlerinin daha 5 Ekimde ilhakı ile cevap verdi. Buna karşı hafif bir tazminat olarak Babıâliye, Yeni Pazar sancağı verildi. Jön Türkler, antlaşmaya ve hakkaniyete aykırı olarak yapılan bu hareketi protesto etmeği uygun görmediler. (Yorga,1948:634)

Aynı günde Bulgar Prensi Ferdinand, yeni meydana gelen Bulgaristan Çarlığı’nı, hattâ daha ilerisine giderek "Bulgarların” Çarlığını ilân etti. Bir kaç gün sonra da bu yeni unvan, büyük devletler tarafından tanındı. Esasen bu devletler, Türkiye'nin haklarından ziyade, "en kötü anlamda milletlerarası bir büyük spekülasyoncu olup marifetleri herkesçe kâfi derecede bilinen Yahudi sermayecisi Baron Hirsch tarafından” 1874 - 88 yıllarında inşa olunan Rumeli Şimendüferleri Kumpanyasının hakları ile ilgileniyorlardı.

1909 Mart’ında yapılan bir anlaşmaya göre Osmanlı hükûmeti, Bulgaristan’dan 100 milyon Mark tazminat alacaktı. Fakat Babıâli, Rus elçisinden, büyük bir kısmı Doğu Rumeli vergisinin teşkil ettiği bu paranın, Rusya’ya hâlâ ödenmemiş olan 1877 - 78 harbinin tazminat borcuna mahsup edileceğini öğrendi. 6 Nisan tarihli protokolün imzasından, hem de Rusya’nın aracılığı ile imzasından ve demiryolları meselesinin halledilmesinden sonra yeni Bulgar Çarlığı, ilk defa olarak Rusya tarafından resmen tanındı. (Yorga,1948:635)

1909 yılı için bütçe 25 milyon Türk lirası gelir ve 30,5 milyon TL. Gider. 1908 de devlet borçları 129,9 milyon TL. olup Rusya'ya tazminat da buna dâhildi. 1910 da bir Alman Avusturya gurubu, yeni rejime 11 milyon TL ve bir Fransız gurubu da 6,5 milyon TL. ikrazatta bulundular.(Borç para verdiler) (Yorga,1948:637)

Osmanlı hükûmeti, şehirlerde daimî birer garnizon bulundurmak suretiyle ve Hicaz demiryoluna dayanarak ayaklanmanın genişlemesine engel olabileceğini umuyordu. Fakat Kızıldeniz’e giren İtalyanlar, büyük bir ihtimalle İngilizlerin kendi taraflarında bulunmaması dolayısiyle, Arapları bir müttefik olarak kendi taraflarında bulmamışlardır. (Yorga,1948:641)

 

Güncel Haberler