Naima Tarihi
(1.Cilt)
(Zuhuri Danışman Yayınları, İstanbul: 1967 )
YAYINCININ ÖNSÖZÜ
Osmanlı târihinin en mühim kaynaklarından biri olan Naîmâ Târihinin yazarı olan Mustafa Naîmâ efendi rivâyete göre 1655 târihinde Halep’te doğmuştur. Genç yaşında İstanbul’a gelerek 1688 senesinde Saray-ı Atik (Eski Saray) teberdârânı (Baltacılar) ocağına girmiştir. Naîmâ Mustafa efendi, küçük yaşından itibaren okuyup yazmağa meraklı idi. Halep’te tahsile başlamış, sarayda, Enderunda tahsiline devam etmiş, rivâyete göre bir aralık Bayezid câmii derslerine de devam etmiştir.Naîmâ Mustafa efendi târihe, yıldız ilmine, edebiyata meraklı idi. Bir müddet sonra baltacılar ocağından Divan-ı hümâyun kâtipliğine çıkarıldı. Aynı ocaktan çıkan Kalaylı-Koz Ahmed Paşanın divan efendisi oldu.
Daha sonra, ilim ve sanat adamlarını himaye etmekle tanınmış olan Amca-zâde Hüseyin Paşa’ya intisap etti, onun teveccühünü kazandı.Amca-zâde Hüseyin Paşa, Şârih el-menar-zâde Ahmed Efendi tarafından yazılmış olan kıymetli bir yazma tarih müsveddelerine malikti. Yalnız; kıymetli olan bu müsveddeler, tanzim ve tasnif edilmemişti. Hüseyin Paşa, bu müsveddeler esas tutulmak üzere yeni bir târih kitabı yazılması vazifesini Naîmâ Mustafa Efendiye verdi. İhtimal ki Naîmâ’nm vakanüvisliğe tâyini de bu vazife ile birlikte başlamış olmalıdır. Naîmâ, çalışkan, zeki, hoşsohbet bir insandı. Devrinin nüfuzlu şahsiyetlerinden şâir ve Reis-ül-Küttap Râmi Efendi Paşa ile, Rumeli Kadı-askeri Yahya efendiler de Naîmâ-yı himaye edenler arasındadır. Bilhassa Râmi Efendi, onu pek takdir ederdi. Bir arahk onu günde 120 akçe ücretle İstanbul gümrüğüne tâyin ettirmişti.
Haşan Paşa’dan sonra sadrâzamlığa, Kalaylı-Koz Ahmed Paşa geçti (1704). Bu yeni sadrâzam, Naîmâ’nm baltacılar ocağından arkadaşı idi. Naîmâ’nm yıldızı parladı. Meşhur Nevşehirli Damat İbrahim Efendi (sonradan sadrâzam olan) de, Kızlar Ağası Uzun-Süleyman Ağanın kâtibi idi. Sarayda nüfuzu vardı. O da Naîmâ’yı çok takdir edenlerdendi. Bu iyi tesadüfler neticesinde Naîmâ, Anadolu muhasebeciliğine tâyin edildi ve Hâcegânlık rütbesi verildi. Fakat bu ikbal devri uzun sürmedi. 1706 başlarında gözden düşerek sürgün edildi (Naîmâ, 1967:11-12).
Değerli tarihçi Ahmed Refik Bey, Naîmâ hakkında yazdığı eserinde, Naîmâ’nm, sadrâzam Çorlulu-Ali Paşa tarafından Hanya’ya sürüldüğünü ispat etmiştir. Yalnız, Naîmâ’nm neden gözden düştüğüne dâir kat’î bir malûmat mevcut değildir. Naîmâ tok sözlü bir kimse idi. Ahmed Refik Bey, Naîmâ’nm, dilini tutmadığını, devrin devlet adamları hakkında ileri geri sözler ettiğini ileri sürerek, bu huyunu, sürgüne gönderilmesinin sebebi olarak gösterir. Başka bir ihtimalde, Naîmâ’nm, bazı devlet adamları hakkında hoşa gitmeyecek şekilde zayiçeler tertip etmiş olması olabilir.
Müverrih Naîmâ’nm zevcesi Hâce Havva Hatun, onun sürgün olduğu günlerde İstanbul’da bulunuyor ve acıklı bir sefalet içinde yaşıyordu. Havva Hatun, bu muztar halini bir arzuhal ile sadrâzam Çorlulu Ali Paşa’ya arzetti. Bunun üzerine Naîmâ’nın Bursa’ya nakline dâir Hanya Muhafızı Osman Paşa’ya 1706 Ekim ayı târihi ile bir hüküm gönderildi. Naîmâ Bursa’da bir sene kaldı ve bir sene sonra Çorlulu-Alî Paşanın müsaadesiyle tekrar İstanbul’a geldi.(Ekim 1707)
Naîmâ, düşüncelerini, hiç bir endişeye kapılmadan açık ve samimî olarak meclislerde söylerdi. Bu dürüst ve tok sözlülüğünü de Sadrâzam Damat Ali Paşa takdir ederdi. Sadrâzamın da en itimat ettiği şahsiyet olmuştu.
Fakat cnun bu ikbâlini,sadrâzamın her nedense pek itimat ettiği, haddi zâtında müfsit ve iftiracı bir kimse olan Kethüda Köse-İbrahim Ağa çekemedi, onu kıskandı (Naîmâ,1967:13).
Naima, genç yaşından itibaren tarihe meraklı idi. Talih onun eline, Şârih el-menar-zadeAhmed efendi tarafından yazılan târihin müsveddelerini geçirmişti. Bu, Naîmâ için bulunmaz bir talih eseri idi. Naîmâ, bu hususu eserinde şöyle anlatır: Sultan Ahmed devri devlet adamlarmdan Şârih elmenar nam mollanın mahdumu yine ulemâdan Ahmed efendi nam kimesne olup, acayip bir üslûp üzere bir târih yazmağa başlamış ve Birinci Sultan Ahmed zamanından Dördüncü Sultan Mehmed devrinde Köprülü Mehmed paşa vaktine kadar Osmanlı devletinin vekayi ve havadisini mufassalen yazmıştı (Naîmâ, 1967:14).
DEVLETLERİN HAL ve TAVIRLARI
Birinci Tavır:
Bu devir, devleti başkalarının elinden koparmak ve memleketi tamamen ele geçirmek için mukavemet edenleri kahrederek şeref ve nimete ulaşma vaktidir. Bu devirde hükümdarlar, güzel ahlâklı, namus ve ahlâkı koruyan, şeriat hükümlerini muhafaza eden, sözünde durnamazlık etmeyen, kibirden kaçınan, kaba yaşayışa ve elbiseye kanaat eden, güçlüklere karşı sabırlı olan, galebe ve şevkete sebep olan asabiyete riayet eden, hayır ve şerde, milleti ve askeri ile beraber olan, ganaimin taksiminde etrafındakilerle müşterek olup, her türlü faydayı kendine tahsis ederek kendini etrafındakilerden daha imtiyazlı etmemekle dostluk gösteren kimseler olurlar (Naîmâ,1967: 44).
Üçüncü Tavır:
Rahat, sükûn ve emniyet devridir. Bu tavrın hali, insan tabiati için mergup (beğenilen, sevilen) olan lezzetli ve iştihalı şeylerden kazây-ı vatr (abdest bozmak) etmektir. Bu zamanda iktisada riayet edip malı çoğaltarak ve büyük binaları,büyük şehirleri tamir ederek muhtaç ve müstahak olanlara ihsan ve ikram edeler, maiyetindeki adamları mal ve mevkiden hissedar edeler, âyan ve yüksek mevki sahibi olanları lâyiki veçhile yükselteler (Naîmâ,1967: 46).
Dördüncü Tavır:
Fakat giderek mevki sahibi kimse arasında haset ve fesada, şahsî garezler yüzünden azil ve nasplar başlar.Rakiplerini bertaraf edip yüksek mevkide kalmak isteyenler adalet yolundan ayrılır, rüşvet açığa vurulur, işleri çevirmekle mükellef devlet adamları mala düşkün olur. Şahsî istidat ve hakikî istihkaka riayet edilmez olur. Zaten bu devirde devletin bünyesi de fesada müsteittir. Bu yüzden hakikat perdesi altında gareze müsteit iddialar, hayırhahlık şeklinde görünerek tamah ve hırs uğrunda hileler alıp yürür. Müzevirlerin ve müfsitlerin kışkırtmasiyle gözü dönmüş olan asker de terbiyesizce hareketlere başlar. Askerin bu karışıklığını bertaraf etmek için harp ile meşgul edilmeleri icapeder. Gûya düşmandan intikam almak ve memleketi genişletmek bahanesiyle kapatılması müşkül harp kapısı açılır.
Eğer bu halde zafer elde edilir ve bundan sonra memleket huzura dönerse çok iyi olur ama, zaferin elde dilmesi müşkül olur ve harp uzarsa mütemadiyen masraf olur ve asker ve rical helâk olacağından devlet zayıflar. Hal böyle olunca yapılacak şey, evvelâ muharebeye son vererek, sulh zamanında memleket işlerini düzeltmektir. (Naîmâ,1967: 47).
Beşinci Tavır:
İsraf, kaybetme ve telef etme devridir. Bu devirde kurenâ (pâdişâhın yakınları) istihkakları olmadığı halde beslenirler. Bu devrin adamları, eslâfa (evvelkilere) mugayir kanunlar vazederler, meskenlerini genişletirler, elbiselerinde ihtişama kaçarak israfa sebep olan zilletlere düşkün olurlar,acayip ve garip âyinler ihdas ederler.Birikmiş hazineler, kadınların zinetleri ve keyif için gayrımeşru surette israf edilir. Havene (hainler) de bunu fırsat bilip şeytanca bir takım hilelerle harîm-i devlete yol bulup girerek menfaat getiren mevkilere musallat olur ve pek büyük mal biriktirir ve böylece devletin emvali (malları) telef olarak memleketin tamiri, hâzinenin doldurulması ve askerin teçhizi (donatılması) gibi hususlar ihmal edilmiş olur. Devlet işlerini görmek için mala ihtiyaç olduğu vakit, bir takım yeni vergiler bile buna kifayet etmez olur. Genişlik devirlerindeki hükümdar ve vezirlerin himmeti ile meşru şekilde mal biriktirmiş olanlardan yardım istenir (Naîmâ,1967: 47-48).
SULTAN SELAHADDİN TARAFINDAN KUDÜS’ÜN KURTARILMASI
Bütün tarihlerde yazılıdır ki o sıralarda düşmanlar sefineleriyle Akdenizde fitneler saçıp 1096 tarihinde Arabistan sahillerini istilâya başlamışlar, Antakya, Payas, Banyas, İskenderiye, Yafa iskelelerini, Sayda, Beyrut, Trablus, Akkâ ve Kudüs-ü şerif kalelerini almışlar, Antakya, Balebek, Reha ve Halep taraflarına piyade ve süvari asker göndererek zarar vermeğe başlamışlardı. Reha, Şam ve Haleb’i defalarca muhasara etmişlerdir. Nerede ise müşrikler, Mısır ve Şam diyarını tamamen zaptedecek hale gelmişlerdi.
Fakat Allahın inayetiyle Eyyubîlerden Sultan Salâhaddin’in güzel tedbirleriyle ehl-i İslâm kuvvetlendi ve birlik oldu. İslâm askerlerine kuvvet geldi, öldürücü kılıçlariyle küffar mel’unlarını perişan ve kale ve şehirleri geri almağa başladı. 1291 târihinde bütün düşmanlar bu sahillerden kovuldu.
Melik Salâhaddin-i Eyyubî’nin İslâm devletleri arasındaki fesadı nasıl defettiğini, kalpleri nasıl birleştirdiğini ve daha ne gibi güzel tedbirler ittihaz ettiğini kendi devleti ulemâsından Abdürrahman Şiraz mufassal bir kitabında yazmıştır. Hattâ merhum «Âlî» bu kitabı Türkçeye tercüme ederek bazı kısımlarını almış ve daha bir çok bahisler ilâve ederek «Nasihat el-Selâhattîn» adında bir kitap yazmıştır (Naîmâ,1967: 51).
DEVLETLERİN ZEVK VE SAFAHATE DALMASI
Malûm ola ki, ümem-i vahşiye (vahşi milletler) diğerleri üzerine galip olur. Bunlar rahata düşkün olmadıklarından tabiatleri şiddetlidir. Fakat bunlar da zenginleşerek rahata alışmağa başladıkları vakit vahşetleri zâil olduğu nisbette cesaret ve şecaatleri de azalır. Nitekim hayvanlarda da böyledir. İnsanların terbiyesine giren atlar, rahat ahırlarda muayyen gıdalarla beslenmeğe başlayınca kibarlaşırlar ve uzun bir yere gitseler, üzerindeki süvarisi indikten sonra gezdirilmeden hemen bağlansa belki ölürler. Tatar ve Arap atları böyle olmayıp sıcağa ve soğuğa tahammüllüdürler.
Bunun gibi bir devlette genişlemeğe başlayınca ziynet ve refaha meyil artar. Nimet ve servet fazlalaşınca mesken ve elbisede ihtişam ve yaşayışta zevk ve safa başlar. Bunların evlâtları da naz içinde büyüdükleri için, babalarından ziyade zevk ve sefahate dalar, zarurî işleri görmez olurlar. Bu suretle giderek harp silâhları ve fennî âletler yapmakta ihmale başlarlar ve düşmanla çarpışmağa ve memleketi muhafazaya askerler memur diyerek kendi şehirlerinde, kalelerinde rahat içinde yaşayıp gurbete çıkmadan, cefâ çekmeden kazanç ile meşgul olur ve böylece devlet sayesinde refaha kavuşurlar.
Bu kabil aklı hafif ve kalbi zayıf olanlar, kadınlar gibi rahata düşkün olurlar ve devleti idare edenleri tenkide başlarlar ve «şöyle yapmak gerek idi, böyle olmak lâzımdı» şeklinde ukalalık ederler, devlet adamlarının yaptıklarını beğenmezler ve böylece, huzur ve rahatlarının kadir ve kıymetini bilmezler ve sâyesinde rahatça yaşadıkları devletin kıymetini anlamazlar (Naîmâ,1967: 51-52).
HALİFELER DÖNEMİNDEN DERSLER
Malûm ola ki, insanlar başkalarının tahakkümü altında ezilmeğe ve itaat etmeğe mecbursa şevk ve hevesi kaçar,çalışamaz, hattâ yiyip içmekten bile kalır. Hazret-i Ömer (R.A.) zamanında Sa’d ibn Ebî Vakkas (R.A.), Kadisiye muharebesini yaparken Ashab-ı Kiramdan Zühre, düşman kumandanlarından Calinus’u öldürerek yetmiş bin dinar kıymetinde olan elbiselerini almıştı. Hazret-i Sa’d “Niçin benden izin almadan takip ve katlettin?” diyerek ganimetlerini Zühre’nin elinden almak istedi. Zühre bunları vermek istemedi. Mesele Hazret-i Ömer’e arzolundu. Halife Hazret-i Ömer, Zühre’nin elinden bu ganimetlerin alınmasını uygun bulmadı ve “Zühre gibi şeci’ ve bahâdır bir kimsenin şehâmet ve şevketini kırmak, kalbini kırmak münasip değildir” şeklinde cevap verdi. Hazret-i Sa’d da bu emir üzerine ganimet mallarını tamamen Zühre’ye iade etti (Naîmâ,1967: 52).
Mülûk ve hukkâm (melikler ve hakimler), ara bulmağa çalışmayıp, küçük kusurlara göz yummaz ve ufak tefek cürümleri,büyük bir şiddetle cezalandırırlarsa halk korkuya kapılır, zelil olur. Ve bu halde yalana, hileye kaçar. Harplerde isteksiz olur ve memleket müdafaasına ehemmiyet vermez.
Lâzım olan odur ki devlet adamları memurlara, halka şefkat ve muhabbetle muamele edip güler yüz göstermelidirler. Bu suretle kalpler birleşir. Halka bol ihsan ve kerem göstermek gerektir.Bu şekilde güzel muamele, şiddetli zekâ sahiplerinde az bulunur.
Ebû Musâ el-Eş’ari Irak valisi iken, Arapların sayılı dâhilerinden olan Ebû Süfyan’m oğlu Ziyad, Hazret-i Ömer’in divanına geldiği vakit azlolunmuştu. Ziyad, azlinin sebebini Hazret-i Ömer’den sordu:«Azlimin sebebi âciz bir kimse oluşumdan veya hiyanetimden dolayı mıdır?» dedi.
Hazreti Ömer ona şu cevabıverdi: “Azlinin sebebi aczin ve hiyanetin değildir. Belki fazla zekân ve ifrat derecede kiyasetini halk üzerine musallat ederek halkı mahzun ve mükedder etmeği mekruh görüp azlini tercih ettim.”
O halde, fazla zekâ ve kiyâset (uyanıklık), siyâset sahibine ayıptır. Bunun içindir ki halk lisanında fazla zekâ ve feraset ashabına, şeytan derler. Fakat böyle deniliyor diye Hukkâmm ahmak ve ebleh olması lâzım zannedilmesin. Devlet adamlarına vakur ve müsamahalı olmak, fazla zekâ ve kiyasetten daha faydalıdır. Hakikat odur ki, fikir kuvvetinin ve akıl fetanetinin (anlayış, zihin açıklığı) fazlası medhul (ayıplanacak kusur) değildir. Yalnız halka ait işlere müsamaha ve müdarayı terkederek halkı mebhut (sersem) ve mecalsiz bırakmak doğru değildir (Naîmâ,1967: 53).
KILIÇ ve KALEM ERBABININ HALLERİNE AİT MÜHİM FAYDALAR
Kılıç ve kalem devlet kuruluşuna âlet ve saltanat umuru için lâzım olup devletlerin kuruluş zamanlarında kılıca ihtiyaç daha ziyadedir. Bu zamanda kalem, hükümdarın hükmünü yürütmesine hizmetkârdır. Kılıç ise maksada varmak için yardımcıdır. Buna mukabil, devletin sonlarında, evvelce beyan edildiği gibi zaaf ve inhitat başlayınca kılıçtan yardım istemeye ihtiyaç kafidir ve her iki halde de kılıç, kalem üzerine galiptir. Bu halde kılıç erbabının rütbe ve devleti yüksek ve ihtişamı fazla olagelmiştir. Ama, orta devirde, devletlerin şevket ve iktidar devirlerinde, kılıçtan istiğna gelir. Malların toplanması, gelirlerin zaptı ve hükümlerin icrası gibi işlerde, kaleme ihtiyaç fazladır ve kalem erbabı, kılıç erbabından fazla itibar görür. Bu devirde kılıç erbabı, lüzum olmadıkça itibar görmez. Bu halde ulemâ ve kâtipler, hükümdarlar ve vezirler yanında makbul olurlar ve nimet ve servete nail olurlar (Naîmâ,1967: 54).
Başka şekilde mezkûr taifeye (askere) bahşiş ye ikramda, itibar göstermekte fazla ileri gidilirse itaatten çıkıp devlet işlerine müdahaleye (karışmağa) başlarlar. Bu mahzurdan başka, devletin azamet devresinin icabı olan refah ve rahat arzusu onlara da sirayet eder. Havayiç ve nafakaları, bahşiş ve ulûfeden ziyade olup, zayıf kaviyi, küçükler büyükleri taklit ederek masrafları çoğaltırlar. Esvap ve zinetleri için mallarını öyle israf ve cehalet yüzünden telef ederler ki çoğu fakir ve borçlu düşer ve halleri yürekler acısı olup harp için sefere gitmek teklif olunduğu vakit âciz ve perişan kalırlar ve bir işe yaramaz hale gelirler.
Eğer israflarına göre bahşiş verilse devletin masrafları artar, vergilerle halkın evleri yıkılır, yine de kifayet etmez.Lâyık olan budur ki her halde itidal üzere hareket edip, kalem ve kılıç erbabından müsteit olanları mekârime (cömertlik) mazhar edip zayıf kalpli ve dar havsalalı olanlara lüzumundan fazla ikram ve inayetten hazer oluna (çekinile) (Naîmâ,1967: 55).
Köprülü Mehmed Paşa’dan nakledilmiştir: İki akıllı iş bilir birlik olsalar âlemi teshir (ellerine geçirmek) ederler, iki olgun hizmetkâr bütün dünyayı efendilerine dost etmeğe ve dostlarını düşman etmeğe kadirdir demişler. Hakikatte de böyledir (Naîmâ,1967: 57).
Boş zamanlarda askere harp âletlerini kullanma talimleri yaptırılmalı ve bu nevi' askerî oyunlarda şecaat ve hüner gösterenlere bahşişler verilerek gayretleri arttırılmalı...Ulemâ (bilginler) ve fuzalâ (fâzıllar)ı en ince ilmî bahisleri ve meseleleri münakaşa ettirerek faydalı risaleler yazmağa teşvik etmeli, muvaffak olanlara, liyakati derecelinde iltifat edilmeli. Böylece ilim, yok olmaktan kurtulur (Naîmâ,1967: 58).
VİYANA SEFERİ ve KARA MUSTAFA PAŞA
1682 senesinde merhum Sultan Mehmed Han hazretlerinin saltanatlarının sonlarında merhum Kara Mustafa Paşa’nın sadrazamlığında İslâm milleti ile Engerus (Macar) seferi açılıp, merhum Kara Mustafa Paşa, deryalar gibi asker ile varıp (Nemçe= Avusturya) nin hükümet merkezi olan «Beç—Viyana» kalesini muhasara edip tahrip eyledi. Yakında kalenin zaptı müyesser olur ümidiyle harbe devam ederken hiç beklenmedik zamanda etraftaki dağlardan küffar (kâfirler, düşmanlar) yıldırım gibi inerek İslâm askerinin etrafını kuşattılar.Osmanlı ordusu bozuldu.
Yeniden tedarikte bulunup zayiatı geri almak için serdar, Belgrad kışlağına çekildi.Serdarın bu mağlûbiyetinden pâdişâh müteessir oldu, önce onun gönlünü almak için okşayıcı mektuplar gönderdi, fakat sonra devletin namusunu kurtarmak için idamına karar verdi. “Gediği açan kapar ve binayı yıkan yapar” darb-ı meseline göre bu mağlûbiyetin çaresini yine Kara Mustafa Paşa’nın bulması ihtimali var iken, pâdişâhın bazı yakınları, gûya devletin ırzını korumak bahanesiyle padişahın hiddetini harekete geçirdiler ve “iki kanadı kırık doğan av meydanına varamaz, halkın nefretini kazanmış olanın elinden bir iş gelmez, hemen vücudu ortadan kaldırılarak mal ve mülkü müsadere edilmelidir” diyerek, pâdişâhı Kara Mustafa Paşanın katline razı ettiler.
Fakat Kara Mustafa Paşa’nın katledilmesi ve malının hâzineye alınması hiç bir gedik kapatmadığı gibi, harp ve mağlûbiyet belâsı da arttı ve çare bulunamadı. Muharebe uzadı, durmadan hududa asker sevki icap etti, hazine boşaldı,hudut eyaletlerinde fesat ve fitne çoğaldı.Venedik mei’unları da sudan sebeplerle sulha hiyanet derek Akdenizde kavga ve Mora’ya asker çıkardı (Naîmâ,1967: 59).
Aynı zamanda Moskof dedikleri kötü huylu hınzırlar Azak taraflarını istilâya başladılar.Velhasıl İslâm ülkesinin dört tarafını düşman gürültüsü sardı. Bu sıralarda sadrâzam olanlar hudutlara asker, mühimmat ve maaş göndermekte büyük güçlükler çektiler. Bunlardan kimi üç beş gün içinde azledildi, kimisi de telâşından mühim işleri göremez oldu.
Birçok vezirler değişti ise de iki taraf arasını bulacak kabiliyette bir vezir gelmedi. Muharebe devam etti. Ordûnun masrafını karşılamak için toplanılan vergiler yüzünden reâya perişan oldu. Nice vezirler, kumandanlar şehit düştü Masrafları azaltıp, hâzineyi doldurmak, askeri dinlendirmek memlekette çıkan ihtilâlleri bertaraf edip, işleri yoluna koymak rahat ve emniyet içinde yaşamakla olacağından, bu huzuru temin edinceye kadar harbe devam icap etti.
Muharebe böylece 1696 senesine kadar devam etti ki, harp başlayalı 15 sene olmuştu. Nihayet pâdişâh hazretleri sadrâzamlık mührünü, Belgrad muhafızı bulunan Hüseyin Paşa hazretlerine ihsan etti (Naîmâ,1967: 60).
Nemçe (Avusturya) tarafından dahi vekiller gelip Karlofça nâm mahalde buluşup, mükâleme yer ve şekilleri tertip olundu Nemçe (Avusturya), Venedik, Moskof ve Leh vekilleri, aracı devlet elçileri ile reis huzurunda toplandılar ve sulh maddelerini konuşmağa başladılar.Reis-ül-küttap Râmi Mehmed Efendinin gayet belâgatli, nüktedan, insicamlı konuşmaları, bu mecliste hazır bulunanları şaşırttı, bir şey sormağa cesaret edenlere öyle ikna edici cevaplar verirdi ki karşısındaki susmağa mecbur olurdu.Bu sulh meclislerindeki konuşmalar toplanıp yazılsa,benzeri olmayan bir mecmua olurdu. Nihayet sulh konuşmaları sona erdi. Çeşitli şartlar ve muayyen müddet ile dört devletin her biriyle sulh aktedildi (Naîmâ,1967: 61).
SİYAVUŞ PAŞA’NIN SADRAZAMLIĞI
Mukaddema (Evvelce) Erzurum ahalisi ol diyarda kışlayan nöbetçi yeniçerilerin zulümlerinden şikâyet yollu mektuplar gönderip ref'olunmalarını (kaldırılmalarını) rica etmişler, Ferhad Paşa dahi teaddilerin (düşmanlıklarını) def’ için onları ol diyardan kaldırıp der-i devlete, odalarına geleler deyû emr-i şerif göndermişti. Bu emrin mazmûnu (mânâsı) Erzurum halkının malûmu oldukta cibilliyetlerinde merkûz(dikili) olan şiddet-i sekime (kuvvetli) dolayısiyle yeniçeriler tedâriklerin görüp kalkınca sabretmeyip, fırsat bu fırsattır deyüp gelen emre güvenerek vakit geçirmeden ihraçları (çıkarılmaları) için hücum edip yeniçerilere ta’n ve izdirâya (hakarete) başladılar. Mücâdele ve müşâteme (söğüşme),aralarında döğüşme ve muharebeye kadar varıp birkaç yeniçeri düşüp bâkileri (geride kalanları) şehirden taşra oldular.
Vezîr-i âzam Ferhad Paşadan ferman geldiğinin duyulması sebebiyle, Erzurum halkının kendilerine olan şenâatlerini mektuplar ile odalarına (bölüklerine) ve zabitlerine bildirdiler. Cemâziyel âhirenin yirminci günü Sadrâzam Ferhad paşa dîvâna gelüp atından inüp divanhâneye doğru giderken Yeniçeriler “Bizi kırmağa Erzurum’a emirler gönderilmiş. Pâdişâhın buna rızâsı var mıdır?» deyû vezire hücum edip çorba yimediler.Zâbitler araya girip güçlükle fitneyi defettiler.Bundan sonra divan taamı yenmeyip ol hal ile dağıldılar (Naîmâ,1967: 63).
Ve bir gün evvel kapucu-başılardan Mehmed ağaya yeniçeri ağalığı verilüp selefi (kendisinden evvelki) Halil Ağa Kastamonu beyi olmuştu. Ve Ferhad paşanın azline sebep olan Erzurum vak’ası ki zikrolunmuştu, ol hususu teftiş için vezîr-i cedid (yeni vezir) tarafından bir kapucu-başı ile yeniçeri ocağından şedid çorbacılar tayin olunup Erzurum’a gönderildi. Vardıkta Hükm-i Hümâyun mucibince bir nice kimesneyi berdar (asıp) ve bir kaç neferi der-i devlete (devlet tarafına) ihzar edip anlar dahi çeşitli cezalara çarptırıldılar.
Bu ukde (düğüm) Erzurum ehâlisinin içinde kalmıştı. Sonra Abaza Paşa hurucunda (çıkışında) meydana vurup ol taifeden (Yeniçerilerden), muradları üzere ahz-i sâr eylediler (intikam aldılar) (Naîmâ,1967: 66).
BOSNA ve MACAR HUDUDUNDA FİTNELER ÇIKMASI
Bosna Beylerbeyisi Hasan Paşa nefsinde yarar ve müteharrik (hareketli) kimesne (kimse) olmakla küffâra (kâfirlere) akından hâli olmayıp Nemçe Çasarı (Avusturya imparatoru) deri delvete elçi gönderip şikâyette bulunup “Hasan paşayı bu serhadden ya kaldırın yahut sulh bertaraf olur” dedikçe “Hasan Paşanın Vezîr-i âzama ve Derviş ağaya (ki musâhib-i şehriyârîdir) intisâbı (pâdişâh musahibi) olmakla sizin gaailenizi defetmeğe yalnız ol kifâyet eder” deyû cevap verilmişti (Naîmâ,1967: 66).
Aynı sene cemâziyelevvelisi ki, —baharın başlangıcı idi—Hasan Paşa yine Bosna askerini ve reâyâsını kaldırıp azîm (Büyük) cemiyet ile küffar tarafına gidüp Yenihisar yakınında Koba nehri üzerinde bir köprü yaptırdı Ve Hırvat diyarı tarafına geçti. Ol serhaddin namdar beyleri ve kıla’ (kaleler) sahipleri ve Erdel Banı, ve Hırvat cenerali bir yere gelüp azîm asker ile karşıladılar. Bir mikdar cenkten sonra İslâm askeri galip gelüp küffar askeri mağlûp oldu. Biraz takip edüp hayli kâfir kırdılar (Naîmâ,1967: 67).
DEVRİN ALİM ve SALİHLERİ
Eş-şeyh Mehmed el-Buhâri:
Buhâra’da ilmin esaslarını sağlamlaştırıp, fünûn-u ilâhiyeyi kuvvetlendirdikten sonra Nakşibendi şeyhleriyle sohbet ederek onların feyizleriyle tarikat âdâbını tamamladı.Sultan Murad zamanında Kostantiniyye (İstanbul) ye inip sonra Rumelinde Silistre’de oturdu. Bin senesi hududunda vefat etti. Çarşı içindeki türbesinde medfundur (gömülüdür).Adı geçen aziz kerametleriyle meşhur bir zâhit (din emirlerine bağlı) ve fıkıh ilminde bilgisi kuvvetli idi.
Eş-Şeyh Mehmed Efendi:
Bursa’da hisar içinde Kavaklı imamı derler bir imamın oğlu olmakla «Kavaklı-zâde» demekle meşhur idi. İlim ve kemal tahsilinden sonra devrin ulemâsından Merhaba efendinin hizmetinde bulundu. Sonra edebî yazı yazmakta, Farsça ve muammada serfiraz (benzerlerinden üstün) olmağın (olmakla) Mısır beylerbeyilerinden mütekait (emekli) Kilâri-Ali Paşa ve vezir Ferhad Paşaya bir müddet muallim ve münâdim (musahip) olmuştu. Sonra Şeyh Hekim Çelebi’ye hizmet ve sohbetlerinin bereketi ile tarikati tamamlamıştı.
Bir müddet Emir Buhârî zâviyesinde irşat seccadesinde oturup bin senesi hududunda dâr-ı fenâdan (dünyadan), dâr-ı âhirete intikal etti.
Ve bu târih hududunda Sivasi Şemsi Efendi ki ‘İbretnümâ, Menâkib-ı Hulefâ-i Erbaa, Gülşen-Âbâd, Mevlûd-i Nebi, Heşt-Bihişt, Menâzil, Mir’ât El-Ahlâk ve Nakd El-Hâtır» nam kitapları telif ve dahi nice kitapları tasnif etmiş, çok değerli kadri yüksek bir şeyh idi.
Ve «Akşehirli Nasuh efendi» ve«Şîr-Yezdan» ve «Turâbî vâiz» ve dahi nice bunlar gibi vâizler ol asırda Osmanlı memleketlerinde nihayetsiz derecede çok olup ahvallerine gereği gibi vukuf müyesser olmamakla yazılmamıştır. Eğer zamanla müyesser olunursa ilhak olunmak (eklenmek) kerem erbâbndan mercudur (rica olunur) (Naîmâ,1967: 71-72).
1592 SENESİ OLAYLARI
Vezir-i cedid (Yeni vezir) Siyavuş paşa sadâret işleriyle meşgul olup, Rebîülâhirin yirmi üçüncü salı günü Kul’a (askere) ulûfe çıkıp yeniçeriye tamamen mevâcipleri (Maaşları) verilip, akçe yetişmeyip iç hâzineden imdat olunmamakla sipahi ulûfesi tedricen tekmil olunmak üzere (taksitle verilmek üzere) teklif olundukta (sipahiler):«Hayır, noksan ulûfe almazız!» diye feryat edip Divan-ıhümâyuna saldırdılar, ol asırda rüşd ve tedbir sahibi nadire-iakran (akranı arasında az bulunur), pâdişâh yanında makbul olan Baş defterdar Emir paşanın başını isteyip, ağalarını taşladılar.
Huzur-u hümâyuna arzolunup iç hâzineden bî-tevakkuf (bekletilmeden) yüz yük akçe verilmiş iken yine almayıp, yüze çıktıklarına binâen inatlarında musir oldular. Çavuş-başı ve kapıcılar kethüdası üç dört defa vardı:«Muradınız nedir? Ulûfenizi alınız. Defterdarın başını neylersiz?» dedikçe, taş yağdırdılar. Bundan sonra kazaskerler çıkıp:«Ulûfeniz verildi, defterdar Âl-i Resûldür (peygamber sülâlesindendir) hiîâf-ı şer’ (şeriata layık olarak) nice katledersiz?» dediler. Dinlemedi. Sonra nasihati mutezamım hatt-ı hümâyun çıkıp kazaskerler gerû varıp okudular, kulak verilmedi. Bundan sonra vezirler kalkıp karşılarına vardıkta yine taşladılar. Sonra Süleymaniye vâizi «Emir Mehemmed efendi» ve küçük Ayasofya vâizi «İbrahim efendi sofileriyle davet olunup vezirler önünde iskemle üzerine oturup olan iş malûm olduktan sonra, bunlar dahi varıp iki defa nasihat ettiler, fayda vermedi.Bundan sonra yirmi kadar sâdât (peygamber soyundan olanlar) gelip:«Âl-i Resulü günahsız yere kati ne demektir?» deyû feryat ettiklerinde taş yağdırıp bir iki seyyidi mecruh ettiler (yaraladılar.)
Bundan sonra defterdar müecevvezesini çıkarıp başına yeşil sarık sarıp kazâya rıza deyû önlerine varmağa karar veripçavuşlar ve divan ehli feryat ve fiğan edip döndürdüler.Ve riyâsetlerinden gelme «Boyalı Mehmed paşa» ki defterdarı sevmezdi, vezir-i âzama hitap edip: «Devletlû! Nice bir bu şahsı siyanet edersiz? (Korursunuz?» Geçende Mirmiran Mehmed paşa ki, vezir iken verdiniz. Bu, hod bir defterdardır, verip fitneyi defedin!» Dedikte, kazasker Bostan-zâde karşılayıp ref-i savt ile (sesini yükselterek):«Bu divan yezit divanı mıdır ki bunda Âl-i Resûl başını gaitan edeler! (yuvarlayalar). Bu, mânâsız sözdür? Sabrolunsun, görelim, niye müncer olur? (Nereye varır?» deyû sabrettirdi.
Ol halde Yeniçeri ağasına hatt-ı hümâyun gönderilip divâna davet olundu. Bütün yaya başıları ve yeniçeri çavuşları neferat ile çarşıları dolaştılar. Seyirciden hesapsız eşkiya saraya dolmuştu, ikindi zamanına kadar münazaa uzayıp, en.sonunda kapıcılar yukarıda olan seyircileri ve şikâyetçileri ürküdürken, gayret-i hak zuhur edip sevk-i takdir ile «Bireurun!» sesi, küçük büyük herkesin kulağına ulaştı. Pâdişâh tarafından işaret ve fitnenin defedilmesi için izin çıktı zannolundu.
Divan ashabı ve pâdişâh mutbağı hademeleri ellerine birer odun alıup kimi mutbak âletleri, bahçe parmaklıklarını kapıp sipahiler üzerine koyulduklarında, sipahiler mecburen geri döndüler. Saray hademeleri ise arkalarından yetişip onları kahramanca sopadan geçirdiler ve bir hoş giriştiler.O sırada meğer saraya odun getiren arabalar, orta kapını önünü kapamışlar. Kaçan sipahiler taşraya yol bulamayıp birbirini çiğneyip taşraya can atıp, bu hal ile üç yüz elli yediadam ayak altında ezilip, geride kalanları güçlükle canlarını kurtardılar. Allahın hikmeti, onların beliyyelerini (sıkıntılarını) bu yoldan defeyledi. Lâşeleri (leşleri) denize döküldü.
Yeniçeri ağası gelip dışarıda olan seyirci cemiyetini dağıtıp yol açmakla divan ashabı çıkıp gittiler. O korkusuz taifenin böyle perişan ve mahvolduklarına Sultan-ı cihan hazretleri (pâdişâh) ziyade memnun olup Siyavuş paşaya hil’-at-i fâhire ihsan ettiler ve sipâhi ulûfeleri için hazırlanan keseleri evvelce olduğu gibi dağıttılar. Defterdarların üçü bile azledilip «Hacı İbrahim paşa» baş defterdar ve «Burhan efendi» Anadolu defterdarı oldu (Naîmâ,1967: 73-74-75).
Mühr-ii hümâyunu Siyavuş paşadan alıp mukaddema (evvelce) Malkara’ya sürülmüş olan eski vezir-i âzam meşhur Koca Sinan paşaya gönderdi (Naîmâ,1967: 76).
Halbuki «Şimdi Rumeli serhadleri Sultan Süleyman devri gibi yiğitlerle dolu değildir. Serhad dirliklerine İstanbul vesair şehir sayeperverleri üşmekle serhad işleri kötü gitmektedir. Düşmandan haberi olan kimse kalmadı. Sefer açıldığı surette dahi kış günleri yakın olmakla bir iş görülmez,bari bahara kadar sabrolunsun ve hazırlıklar tamamlansın»dediler. Fakat bu doğru sözlerin faydası olmadı ve Sinan paşanın harp kararma mâni olamadı.(Naîmâ,1967: 80).
1593 SENESİ OLAYLARI
Düşmanların Serhad Boyundaki İslâm Beldelerine Hücumu
Bahadır Hasan Paşa dahi arslanlar gibi nice zırhlı kâfiri yere düşürdü. Fakat Hasan Paşanın zırhlı gömleğine barut ateşi isabet edip elbisesi tutuştu. Gaziler güçlükle söndürdülersede, ateşten yaralandı. Böyle iken yine askeri cenge teşvip ederdi.Serdar-ı âzam (başkumandan) ol muhtelit askeri ilk görüşte küffar askeri sanıp, korkuya kapılmakla sancağı devşirüb Budin’e doğru gitti. Sair asker dahi nâçar (çaresiz) çözülüp serdarın arkasından gittiği gibi, mağlûp olmak üzere olan küffar yüreklenip, takibe gitmekle Ankara beyi Nîrânî paşa Hatvan’dan çıkıp, yanındaki gazilerle küffarı basıp bazı ganimet ve top ve esir alıp, büyük topları çivilediler.
Küffar dönüp yine kaleyi kuşattı, evvel Ramazana dek döğdü. Fakat Hatvanlının nice güzel tedbirlerinden küffar âciz kaldı. Bu muharebede dahi dört bin kadar adam şehit oldu. Ve küffardan vâfir (birçok) mel’unlar kılıçtan geçti. Olup bitenler der-i devlete arzolunup, esas kahramanlık Hasan Paşa tarafından yapılmış olduğu halde vezir-i âzamın,haksızlığı ile nam, oğlu Mehmed Paşa’nın oldu ve eyâletine ilâve olarak vezirlik ile, murassa’ (kıymetli taşlarla donatılmış) altınlı kılıç ve samur kürk gönderildi (Naîmâ,1967: 88-89).
Usturgon Muhasarası:
Velhasıl küffar Usturgon’a sarılıp yevmiye sekiz yüzkadar top atarlardı. Beru taraftan yeniçeri ve hisar eri vesair askerden yarar serdengeçtiler gönderildi. Dört kadırga ile üç defa ve nice şayka ile imdat gönderildi. Ümerây-a deryadan (deniz kumandanlarından) Rodos beyi bile gönderilmişti.Varıp girdiler ve küffârdan gelen kadırgaları Usturgon’a uğratmayıp ve nice işe yarayıp erlik ettiler. Küffar nice eyyam (gün) dövdükten sonra yürüyüş edip münhezim oldu ve ekseri helak oldu. Yine fâriğ olmayıp (vaz geçmeyip) ıraktan Macar askeri döküp kale duvarlarının çoğunu hâkile yeksan ettiler (yerle bir ettiler). «Neograd ve Fülek halkı gibi vire ile sağ çıkıp kaleyi verin» deyû hezar lûgaviyat ile hîlekârî eylediler (bin türlü dil dökerek hilekârlık ettiler.)
«Biz Rumeli gazileri ve İçel bahadırlarıyız, vire bilmeziz» deyu müttefik ve müttehit (birlik) cenge teşebbüs ettiler. Melâin (mel’unlar): «İşte Tatar askeriniz kaplumbağaya binmiş imdadınıza geliyor» deyu istihza ettikçe bizimkiler de:«Bugün yarın Budin’den asker-i bî pâyan (tükenmez asker) imdada gelur, bize haberleri geldi, hınzırlar... Bizler sizi kaplumbağaya bindirip cehenneme yollarız.» Deyu muhavere ederlerdi. Meğer küffar beyninde «batîyülhareke (ağır hareketli) kaplumbağaya bindi» deyu darb-ımesel ederlermiş.
Üçüncü defada cümlesi birden yürüyüş ettiler. Zabitleri olan mel’unu, hamâilvârî bir altın zincir takınmış, ardlarınca gelür, cümleyi önüne katıp sürerdi.Usturgon beyi, «Şu mel’un düşse, cümle küffar dönerdi,her kim onu urabilirse bölük ve sancak ve ne dilerse verilir» demekle, Budin’den yazılıp gelenlerden Osman nam bahadır, Cezayir tüfengi ile Barûdan (kale duvarından) altın zincirli kâfiri nişan alıp «Ya Allah» deyûp bir yağlı fındık (kurşun) ile göğsünden urup tepesi üzerine atından aşağı yıkar. Bunun üzerine sürüp götürdüğü küffar derhal tersine dönüp akabince (ardından) gaziler çıkıp nice kâfir kırdılar.Münhezim olan (bozguna uğrayan) küffar, taburlarına varıp, kılıca- gelürleri kalmamakla etraf reayası kâfirlerinden imdat yetiştirdi. Yine feragat etmeyip (vaz geçmeyip) döverek hisarı harabe verdiler.
Açlık ve meşakkat dahi halkı nâtuvan (zayıf, kuvvetsiz) etmişti. Kral askeri dahi gelip, kâfir kuvvetlenip kaleye ateş yağdırmağa başladılar. Ramazan-ı şerifte serdar tarafından Tameşvar vâlisi ve Bosna valisi nice asker ile gelip Peşte yakasına kondular.
Usturgon’dan top sadası gelürdü. Bunlar ise serdara itimat etmeyip, «Hatvan cengi gibi olmaya» deyu tevakkuf ederlerdi (dururlardı.) Ramazanın yarısında ince karavullar küffara görünmekle, bir iki dil (esir) alıp, düşmana yan verdiklerinde, mecmu küffar, taburlarım bırakup ardlarına düştükte, Usturgon gazileri de, kaleden çıkıp aç kurt gibi tabura ( düşman taburuna) koyuldular, binden ziyade kâfir kırıp nicesini esir ettiler ve toplarını çivilediler ve yüklenebildikleri kadar barut alıp kusuruna (geride kalanlarına) ateş urdular ve dönüp hisara girdiler.Küffâr-ı mahzul (rezil, rüsvâ küffar) dönüp bu gazab ile Budin köylerine çıkan aylıkçılara sataştı. Budin askerî çıkmakla yine taburuna gitti.Hasıl-ı kelâm serdar-ı âzam Budin yakınına gelmeyince küffar Usturgon ve Hatvan’dan el çekmedi. Sonra kalkıp Komran’da bir yere geldiler (Naîmâ,1967: 90-91).
Kefere ve Yehud, gök ve sarı tülbent sararlardı. Tezlil (tahkir) murat olunup siyah ve kırmızı çuhadan takkeler giymek ferman olundu (Naîmâ,1967: 97).
1594 SENESİ OLAYLARI
1003 hicrî senesinin Muharrem ayının birinci günü, 1594 milâdî senenin Eylül Ayının 16. Cuma gününe tesadüf eder)
YANIK KALESİNİN FETHİ
Çün bin üç senesi girdi. Yanık kalesi muhasarasında bir ay olmuştu. Toplar ve lâğımlar ile içi dışı tahrip ve rahnedar (delik, yıkık) olup, topraklar sürülüp Muharremin on yedinci günü “Yarın yürüyüştür” (hücum) deyu nida olundukta.Allahın lûtfu ile küffar havfe (korkuya) düşüp tabur inhizamından (mağlûbiyetinden) ve muhasarada hadsiz küffar mürd olduğundan (öldüğünden) kendûlere dehşet müstevli olup (kaplayıp), istîmâna (aman istemeğe) razı oldular.
Eğer yürüyüş olsaydı, iki üç tahta köprüden geçmek zor idi ve toplar korkusundan içeride bir çok kâfir çukurlara girmiş ve cenkten el çekmişti.Hakkın inâyeti ile o gece küffar namdarlarından iki bin kâfir çıkıp aman dilemek için serdarın huzuruna geldiler.İstekleri kabul olunup aman verildi. Ertesi gün başları Grof nam pelit on bin kadar hiddetli kâfirler ile çıkıp “Bu Nemçe askerine yuf olsun ki, korkup yer altına ve bucaklara girdiler, yoksa bu kadar bin tüfenkçi sizi kaleye baktırmamak gerekirdi” deyu ağlayarak önlerine düşüp gitti. Mameleklerine (her nesi varsa) dokunulmayıp, gemilere doluşup memleketlerine gittiler. Sonra adı geçen imparator Grof’u duvar içine koyup üzerine duvar yaptılar.
Otuz dörder okka atar iki pirinç toplar, bir kâfirenin (kadın kâfir) vakfı olup küffar üç pare kale rehini ile alıp göndermişler imiş. İstîman (aman dileme) vaktinde serdardan verilmesini niyaz ettiler. Mesâğ-ı şer’î (şer’î izn) olmamakla müsaade olunmadı. Kale zaptolunup sancağı Osman paşaya verilip dokuz akçe ile iki bin nefer üç sene muhafazaya yazılıp üç bin yeniçeri, üç yüz topçu ve bin nefer cebeci tâyin olunup lüzumlu mühimmatı tamamlandı (Naima,1967: 98-99)
EFLÂK VOYVODASI MİHAL’İN İSYAN HABERİ
Eflâk memleketinde koyun, sığır, bal ve tuz çok olup, voyvodalar yenilendikçe İstanbul tüccarı ve ağniyası(zenginleri) akçe verip, varıp akçelerine reayadan koyun ve asel (bal) ve rugan (yağ) toplarlardı. Ve ziyade mürabaha (faizcilik) karşılığında bu eşyayı istedikçe nice kavgalar olurdu.Hattâ muameleciler akçe isteyip beylere sebb (sövme)ve lânet ile cefâ ederlerdi.
Mezbur (adı geçen) Mihal’in hükümet merkezi olan Bükreş’te dört binden ziyade dâyinleri (alacaklıları) ki —çoğu yeniçeriler ve büyüklerin kulları olan faiz yiyiciler idi— Hergün üzerine hücum edip sarayını taşlayıp ellerine giren eşyayı alıp kapısında bulunan adamları döverlerdi. Cefâ ve eziyetleri mel’unun canına kâr edip bir gün bunları (alacaklılarını) davet ve nasihat yüzünden bir kaç söz ile mürüvvet gösterip:«Beni katlederseniz malınız zayi olur, gelin sözüme tâbi olup Eflâk memleketi nahiyelerine tayin olan adamlar ile varıp, tahsil olunan malı götürün ve içinden akçenizi geri alın!» Dedikte nice tereddüt ve inattan sonra razı olurlar. Lâkin tahsil edip götürdükleri mal, cümle düyununa (borçlarına) yetmez. Hesaplarının görülmesi için Yer köyü kadısını davet eder. Hasta olmakla, naibi Ali Can efendi varır. Zira, Eflâk’ta ehl-i İslâm ile bir dâva lâzım gelse Yerköyü kadıları varıp halletmeğe memurdular (Naima,1967: 102)
Mezbûr naip Ali Can’dan rivâyet edilir. Ali Can der ki: Taşra çıktım, eskiden tanıdığım bir kâfir yanıma gelip “Ali Can hoca, yirmi yıllık dostumsun, bu saat çıkıp ikindiye kalma, Yerköy’de bile durmayıp Rusçuk’a can atagör.İş işten geçti” deyup gitti. Vâkıâ şehirde olağanüstü hareket ve küffar güruhunun köşe köşe toplandıklarını görüp hemen koçiye binip alelâcele Yerköy’e geldikte kadıyı agâh edip kalkınca, meğer mel’unlar ol saat cümle dâyinleri (alacaklıları ve anda olan müslümanları toptan katledip güruh ile gelip Yerköy’ü bastılar. Başka çare olmayıp yüzerek Tuna’yı karşıya geçtim, bir adam dahi geçti. Fakat ikimiz kurtulup, toptan Yerköyde olan dört bin den fazla ehl-i İslâmı, erkek, avrat ekserisini katl ve nicesini esir edip sonra ateşe yaktılar (Naima,1967:103)
ÜÇÜNCÜ SULTAN MURAD’IN VEFATI (OCAK 1595)
Cenaze namazının edâsından sonra pâdişâh hazretleri doğru harem tarafına gidip vüzera (vezirler) ve erkân-ı devlet (devlet ileri gelenleri') cenaze ile Ayasofya civarında hazırladıkları mezara gelip defnettiler. Pâdişah-ı cihanın biraderleri olan on dokuz nefer günahsız şehzâde, kement ile boğularak şehitler arasına, katıldüar. Ve pederlerinin yoluna gidip ertesi sabah hepsinin, müftü efendi namazını kılıp mekânı cennet olan pederleri ayağı ucuna gömüldüler.
Merhum Sultan Murad Hanın sinn-i şerifleri (yaşları) elli sene ve saltanat müddetleri yirmi sene içindedir. Yüz ikiadet erkek çocuğu olmuştur (Naima,1967:106).
ÜÇÜNCÜ SULTAN MURAT DÖNEMİ ULEMA VE ŞEYHLERİ
Mevlânâ Mehmed Aydinî: Akhisardan’dır. Mısır diyarında nice zaman kadı, sonra Medine-i Münevvere’de Şeyh-ül-Harem oldu. Fadıl ve mahir bir kimse idi. Üç lisanda şiirleri vardır. Harirî makamatına kısa bir şerhi vardır. Şeyhül-Harem iken fevtolup Baki’de defnedilmiştir. (1000—1591) (Naima,1967:111-112).
Sû'di Efendi: Bosnalıdır. Marifet sahibi mert bir adamdır. İlmiye mesleğine girerek bir miktar emekli vazifesiyle kanaat edip, İbrahim paşa sarayında gılman-ı Has talimine meşgul iken vefat eyledi. Sene (1000 — 1591) Mesneviye, hafız divanına şerhleri ve kâfiye, şâfiye ve Gülistan’a tercüme ve şerhi vardır.
Abdürrahim Çelebi: Kmalı-zâde Ali efendinin küçük kardeşidir.Siroz kadısı olup 1000 senesinde vefat etti.
Molla Abdülkerim İmânı-ı Sultanî: Manisalıdır. İlmiye mesleğine girip Manisa’da müderris iken Selim han oğlu Sultan Murad, ol diyara vardıkta imamları vefat edip yeri bunlara olmuştu. Sultan Murad tahta cülûs edince yüksek mertebelere ulaştı, akranı arasında mümtaz oldu. Sonra kazaskerlik tekaüdü ile serfiraz (benzerlerinden üstün) oldu.
Bir takım garip halleriyle meşhurdur. Bunlardan biri, Yehud taifesi nârenci destar (sarık) ile mollayanî amameler sarınıp sabah akşam karanlıklarda farkedilmezlerdi. Bunları yasak ettirip kırmızı ve mor çuha takke giymek ile tanınmalarını temin etmiştir. Kasımpaşada Müslüman mahallelerine yakın yahudi mezarlarını kaldırıp, bir gece içinde bir mescit yapmıştır. Nihayet derdimend (zavallı) maymunlara acayip oyun oynatıp, yahudi vasıtasıdır deyû nice günahsız hayvanı katlettirmiştir. (1002 — 1593) senesinde öldü (Naima,1967:111-112).
Şeyh Şaban Efendi: Nakşibendidir. Emir Buhârî zâviyesinde (küçük tekke) irşat (uyarma) ile meşguldü. Pâdişâh hazretleri ziyaretine varırdı.
Şeyh Mahmud Efendi Üsküdari: Baba efendi vefat ettikte Rumeli kazaskeri bulunan Sun’ullah efendi târifiyle Ferhadpaşa, Sultan Mehımed camiine vâiz yaptı. Tatlı dilli bir şeyh, faziletli ve işbilir olmakla devlet büyüklerinin kalbini kazandı. Sonra Hoca efendi adamlariyle ülfet ettikte (kaynaşma,görüşme) Sun’ullah efendi terbiye ettiğine pişman olup müftiliği zamanında iltifat etmedi. Hoca-zâdelerin rağbeti artıp Ciğale-zâde ve bazı vezirler perşembe ve Cuma günlerinde va’z meclisine devam edip, gittikçe halk müracaatlerini arttırıp, giderek bir mertebeye vardı ki, pâdişah-ı cihan (cihan pâdişâhı) bile kutb-u zaman (zamanın ermişlerinin başı) olduğuna itikat etti.
Sonra Rüstem paşa kerimesi Ayşe hanım (ona) cami ve hankah (tekke) yaptırıp, Sultan Mehmed camiindeki va’zından vaz geçti. Şeyh Ebül-Vefâ gibi, camiinde hatiplik ve imamlık işlerini kendi yapıp irşatla meşgul olup kerâmet şöhreti dünyayı tuttu. Bir çok şehirlere halifelerini gönderip tarikati zamanımıza kadar devam etmiştir (Naima,1967:113).
Pîr Şeyh Şuca Efendi
Sultan Murad merhumun has mürşidi ve mütehassıs terbiyecisi pîr şeyh Şuca’ efendidir. Bu şeyh, Sultan Murad Manisa’da iken gördüğü bir rüyayı tâbir etmiş ve tâbiri ayniyle çıkmış, sonra nefesinin tesiri ile halk arasında meşhur olmuştur. Sultan Murad pâdişâh olup İstanbul’a gelirken bu.şeyh Şüca’ı da beraberinde götürüp kendisine muhteşem saraylar verdi. Pâdişâhın yakınlarından oldu ‘Padişah şeyhi’ adiyle meşhur oldu. Onun kapısına kapılananlar yüksek mevkilere nail olurlardı. Evi, divan erkânının başlıca müracaat yeri olmuştu. O kadar ki ona müracaat eden büyüklerin kalabalığından yanına varmak için kolaylık kapıları kapanmıştı. İstanbul’da bir memuriyete tâyin olunan veya memuriyetinden azlolunan elbette ol azizi ziyaret eder, elini öperek ona intisap etmekle şeref duyduğunu söylerdi. 1589’de vefat etti (Naima,1967:113).
SULTAN 3.MEHMED HAN DÖNEMİ VEKAYİİNİN TAFSİLİ
Cülûs-u hümâyunun (padişahın tahta çıkışının) üçüncü günü bütün devlet erkânı matem elbiselerini çıkarıp destbûs-i hümâyunla müşerref olup (pâdişâhın elini öpmekle şereflenip) terakkiler verildi. Yalnız yeniçeri taifesine altı kere yüz bin ve altmış bin altın verildi.
Müjde ile Manisa’ya varan Bostancıbaşı Ferhad ağaya hizmeti karşılığında para ve diğer yirmi filorilik kadar in’am (nimet verme) olup, kendi ricasına göre tekrar bostancı başılıkta bırakıldı.(Ferhad ağa, Manisa’da bulunan şehzâde Mehmed’e, pâdişâhlığını bildiren tezkereyi götürmüştü.) (Naima,1967:115).
Ertesi gün, merhum pâdişâh (ölen sultan Murad) zamanından kalan ağalar, cüceler, dilsizler —ki fırsat bulup işlere karışırlardı— taşra çıkarılıp çoğuna Mısır’da bir miktar ulûfe tâyin buyuruldu (Naima,1967:116).
“Eflak ve Boğdan küffarının İbrail ve Akkerman kalelerini kuşatmasının ardından buradaki Osmanlı askerleri Karaçavuş Mehmet ve Mustafa Çavuş araya girdi. Macar beyleri dinlerine göre yemin verip kimseye zarar vermeyeceklerine söz verdiler. Bunun üzerine Ümmeti Muhammed kaleden çıktığında küffar sözünde durmayıp, bin yük kadar malları alıkoyup, halkı feryad ve figan ederek sürüp çıkardılar. Küffar halkı kuşatıp ehli İslam'dan seçilmişlerini esir eylediler ve kimini soyup kimini öldürmeye başladılar. Karaçavuş bu hali görünce “Bire kezzaplar! Hani akdiniz?” dedi” (Naima,1967: 117-118).
SİPAHİLERİN FERHAD PAŞA’YA KARŞI AYAKLANMASI
Ferhad Paşa sefer işlerine çalışırken, bin üç senesi şabanının on ikinci günü (22 nisan 1595) divandan çıkıp sarayına giderdi. Meğer, evvelce Gence kalesinde üç sene kapanıp muhafız vazifesini yaptıktan sonra bölüğe mülhak (eklenmiş) olmak şartiyle hizmet yapıp gelen on bin kadar kuloğulları (Kuloğlu, yeniçeri ocağında, babaları gibi askerlik eden yeniçerilerinçocuklarına verilen isimdir.)mülâzemetten (gidip gelmekten) âciz olup, Dîvân-ı âli kapısında Ferhad Paşaya selâma durup “Muhafaza hizmetimizi eda ettik. Şartımız mucibince esâmilerimiz (isimlerimiz), Asitâne (İstanbul) defterine geçip ulufelerimiz der-i devletten (devlet kapısından) çıksın. Beklemekten hâlimiz harap oldu.” Deyu ziyade ısrar ettiklerinde, Ferhad Paşa bunlara: “Sizin vazifeniz Gence ve Tebriz hâzinesinden verilmek ferman olunmuştur. Niçin emir beklemcyip fitne çıkarmağa kalkışırsız? Büyüklerine itaat etmeyenlerin kendileri kâfir ve avratları boş olduğunu bilmez misiniz?»Diyerek üzerlerine hiddetle hücum etmişti.
Onlar dahi sonu fitneye varacak olan bu sözden muztarip olup sür’atle bölükleri halkı arasına girip: “Üç sene mükemmel surette Gence kalesini düşmandan muhafaza edip, vazifelerimizi istediğimiz için bizi kâfir yaptı, böyle serdardan ne umarız!” deyu nice fitneli sözler ile fesadı tahrik eylediler (harekete getirdiler). Nihayet cümle sipahi ve silâhtar taifesinden bundan evvelki vezir Sinan paşa ve havadarları da anlar ile ağız birliği edip ertesi günü divana geldiklerinde: “Ferhad Paşanın başı kesilmeyince ulûfe almazız” demeğe başladılar ve her kim ulûfe keselerine yapışıp götürmek dilediyse taşladılar. Ağalar ol güruha pend edip (nasihat edip) söylediler.
Çavuş-başı ve kapıcılar-kethüdası varıp nasihat eylediler, onlar da taşa tutuldular. Anlar dahi kaçıp gidince, fitneleri arttı.Daha sonra: «Bütün Gencelilerin ulûfelerini teslim edelim,sizin muradınız ne ise müsaade olunsun» dediler, tesir etmedi.
“Biz akçe kabul etmeziz, divan kapısından vezirleri sağ çıkarmazız. Elbette Ferhad paşanın başı!..» deyu isteklerini arzettiler ve edebi terkedîp hürmette kusur etmekte ısrar ettiler.Bu hal padişaha arzolundukta kazaskerleri nasihate gönderdiler ki, şâir Bakî efendi ve Ebussuud-zâde Molla efendidir,vardıklarında anları dahi eslemeyup:«Ferhad paşanın başı!...» diye ayak bastılar.
«Ol mahal Ferhad paşa dahi pây-i serîr-i âlâya (padişaha) arzedip: “Ben bendeden (kuldan) sâdır olan söz, mahallinde Lala-Mehmed paşa vcsair vezirler hazır idiler ki, büyüklere itaat etmeyenlerin dinlerine zarar mukarrerdir (kararlıdır) dedim. Bu sözde ne hatâ vardır? Bu kulunuz bu dünyadan gitmekle padişaha vezir eksik olmaz. Lâkin bu muratlarına müsaade olunduğu surette, giderek isyanları şiddetlenip onlara mukavemet etmek müşkül olur. O hale gelir ki devletin emirlerini yerine getirmek mümkün olmaz. Bu gailenin (sıkıntının) giderilmesinde alınacak en güzel tedbir budur ki,yeniçeri ağası huzurunuza girdikte şifahen tenbih buyurulsun ki, odalardan silâhlı fazlaca yeniçeri götürüp cebehane altında duralar, bostancı başı kulunuz da memur ola ki, tuvâna (dinç) bostancılardan vâfirini (pek çoğunu) silâhlı olarak ve Demir kapı önünde hazır eyleyeye ve cümlesi işaretinizi gözeteler. Vezirler divandan çıktığı vakit sipahiler hücuma geçerlerse, her taraftan ortaya alıp cezalarını vereler.»
Vezir-i âzamin bu telhisi pâdişâhın mizâcma hoş.düşüp bu tedbiri kuvveden fiile çıkardılar.Kazaskerler arzdan (pâdişâh huzurundan) çıkıp vezirler arza girmişlerdi. Bu sırada pâdişâh, bizzat Ferhad paşaya hitap edip buyurdular ki: “Sen yalnız bunda dur. Benim tarafımdan tekrar vezirlerim' varup nasihat etsinler. Eğer kârgir olmazsa (fayda vermezse) senin dediğin tedarikleri görelim.”
Hakikaten vezir-i âzam pâdişâhın huzurunda kalıp, vezirler sipahi taifesine nasihate vardıklarında ol hettâk-i bîbâkler (korkusuz yırtıcılar) eslemeyip taş urup hücum ettiler. O sırada yeniçeri ve bostancıbaşı, pâdişâhın işareti üzerine boşanıp varup ân-ı vâhidde (bir anda) sipahi taifesini dağıttılar. İki kişi bir yerde kalmayıp perişan ve fitneleri ortadan kalktı.Ol kavgada damad-Halil paşanın başı ve Lala-Mehmed paşanın pazusu taş zahmiyle (yarala masiyle) âzürde olup (incinip) yeniçeri ağasiyle birlikte divanhâneye geldiklerinde tafsîl-i hal arzolundu ve divan dağıldı.(Naima,1967:119-120-121).
Ferhad Paşa ise Şabanın yirmi birinde Davudpaşadan kalkıp Çorlu’ya vardıkta tüfenk-endaz kul-karındaşı yazılmak ferman edip Hüseyin nâm bir sipahiye ağalığını verdi.Ve her menzilde tahrir olunup (yazılıp) ikindi vakitlerinde otak önünde selâmlarlardı. (Naima,1967:123).
EDİRNE’DE KUL TAİFESİNİN VE TOPÇULARIN PATIRTISI
Ramazan-ı Şerifte Edirne’de on gün oturak ferman olunup bu esnada atik seferliden dört yüz nefer topçu gelip hâlâ ferman olan mevcuda ilhak olunup (eklenüp), bunlara ortaları için başka bir çadır lâzım olmakla orduda bir büyük çadır satılırken alıp kurdular. Kul-karındaşları dahi mezbur çadıra müşteri çıkıp veresiye istediklerinde, çadırın sahibi, topçulara para ile sattıktan sonra tekrar talep (istemek) ve mağrurane topçular çadırına hücum eylediklerinde, topçular dahi toplanıp nasihat eylediler. Kabul etmeyip sövmeğe başladıklarından, bunlar dahi kalkıp kimini döğüp, kimini mecruh edip dağıttıklarında, sahib-i devlete (sadrâzama) varıp şekvâ (şikâyet) eylediler.Yüz verilmeyip cümlesi merdud oldu (Naima,1967:123).
Bu esnada Ramazanın beşinde Boğdan ve Eflâk vilâyetleri eyâlet kılınıp Saturcu-Mehmed paşaya tevcih olunup cümle memâlik (bütün memleketleri) mukaataa ile kayıt ve defterdarlığı dahi Yenişehirli-Mehmed beye verildi.Ve on iki bin muvazzaf kul yazılmak ferman olundu (Naima,1967:124).
(1) Eflâk ve Buğdan bu târihe kadar imtiyazlı birer prenslik hâlinde idare edilir ve bu iki voyvodalığa «Memleketeyn — (iki memleket) denilirdi. Bu târihte bu iki prensliğin imtiyazlı vaziyetlerine nihayetverilerek vilâyet haline getirilmiş ve her birine birer vâli tâyin edilmiştir (Naima,1967:124).
Şamlılar, mal taksiminde birbirleriyle kavgaya düştüler ve yollara dökülen esvabı yağmaya giriştiler. Bu arada Ferhad paşa, İstranca dağlarına düşüp, İstanbul yakınına ulaşıp «Litroz» denilen mahaldeki çiftliğine zilhiccenin birinci günü vâsıl oldu ve anda (orada) gizlenip, oradan para ve cevahirden nesi var nesi yoksa valide sultana, hediye etti ve karşılığında cürmü affolunmak müjdesiyle mesrur oldu,(sevindi) (Naima,1967:126).
Küffar, Bükreş boğazında ateşler yakıp gulgule ve hareket üzere bayraklar ile gece içinde bir alay camusları sürerlerdi. Behcet-üt-tevârihte yazılmıştır ki: Kalogeran köprüsü yakınları ormanlı ve bataklı yer idi. Oraya inüdikte bir alay küffar çıkıp kıtale başladılar ve orman ağzına toplar ve tüfenkçiler dökülüp müzayaka (sıkıntı, zorluk) verdiklerinde, Saturcu-Mehmed paşa, Haydar paşa, Hüseyin paşa, Ayaş paşa-zâde Mustafa paşa pek çok asker ile köprüyü geçip düşmana karşı durdular. Dahve-i kübrâdan iki namaz arasına kadar muhkem cenk ettiler.
Düşmandan on iki top alınmakla gerçi galebe göründü. Lâkin mahall-i mezbur (tadı geçen yer) batak ve ormanlı yol olmakla sâlif-üz-zikir (evvelce zikredilen) Mehmed paşa kaçar iken mecruh ve Hüseyin paşa ve Haydar paşa ve Mustafa paşa bataklara batıp şehit oldular.
Men zeraal fiten, Hasad el mihan Yâni “Fitne eken, mihnet biçer” anlamınca (Naima,1967:129).
Rûz-i kitalde (kıtal gününde) vakit dar olmakla ormanın öte başına, sahraya varılmak güç olup gerüye dönülerek nüzul olundu (konuldu), iki gün meks olunup küffârdan dil (esir) getirdiler. Küffârın Bükreş’e vardığı haber verilmekle zilhiccenin on sekizinde Haşan paşa, askeriyle geçip derbendi geçerek sahraya kondu ve akıncılar etrafa,dağılıp esir, zahire ve hayvanat sürüp getirdiler.Mihal Bükreş’i tahliye edip Tirgovişte’ye vardı. Anda dahi karar etmeyip (orada dahi duramayıp) Erdel sınırında olan Sa’bel-mürur (geçilmesi zor) dağlar tarafına gitti.
Vezir-i âzam zilhiccenin yirmisinde derbendi geçip asker ile Bükreş’e varıp sahraya nüzul etti (indi). Bükreş kiliselerine mihrap ve minber konulup namaz kılındı. Ve kubbeler üzerine konulan yaldızlı topları ve salibleri (putları) kırıp suretleri bozdular.
Vezir-i âzam cümle âyan ile Bükreş varoşuna kale yeri idi— mimarlar iki kat hisarlarını tamir etmeğe başladılar.Kereste ve mühimmat tedariki sipariş olunup zilhiccenin sonlarında kale yapılmasına başlandı ve on iki günde tamamlandı. Tafsilâtı gelecek senede zikrolunur.130-(Naima,1967:130-131).
İslam Askeri, Estergon tarafına yöneldi.Osman paşa küffâra hücum edip, aldığı Ciğer-delen kalesini bıraktırdılar. Ol cânibde (tarafta) olan topları çivilediklerinden küffâra dehşet gelmekle dördüncü günü alayını tertip edip giderken serdar olan kişi ârîzî cür’et elde etmek için mest ü lâ-ya’kıl olup (2) at arkasında istifrağa (kusmağa) başlayıp kendüyü yitirmişti. «Hemen yürüsünler!» deyû söyledi. (Aslında korkak bir adam olan bu devşirme, biraz cesaret elde edebilmek için o gün içki içmiş, fakat fazlaca kaçırdığı için kusmağa başlamış ve at üstünde duramaz hale gelmiştir.)
Onun bu halini görenler ta’n (sövmek) ve lânete başladı. Askerin erâzili (rezilleri) daha fazla dil uzatıp Mehmed paşa ve Osman paşaya çavuşlar geldikte Osman paşa: “Bu sefihin sözünü işitmekten ölmek yeğdir!” Deyû yürüdüler. Tepedelen yakınına varıldığı gibi küffâr tüfenk serpüp nice gaziler ile Osman paşa şehit oldu (Naima,1967:132).
ÂSİ MİHAL’İN BÜKREŞ KALELERİNİ İSTİLÂSI (18 EYLÜL 1595)
Bir kere piyade alayları dahi Tuna yalısından yürüyüp bayırdan top ve tüfenk atarak köprüyü ortadan kestiler. Üzerinde olan asker ve ağırlık Tuna’ya dökülüp bazıları köprü üzerine «Medet Allah!» diyerek Tuna akıntısı ile gidip feryat ve fiğan cihanı titretti.
Bu defa da suyun öte tarafından bu tarafa geçmesi imkânsız olan İslâm askerine, küffâr-ı bî aman (aman bilmeyen küffâr) kılıç koyup bir tekine bile aman vermeyip kanları seller gibi aktı! Nice bin müslüman ortalıkta zayi ve telef olup akıncı taifesinin ekserisi karşı yakada bulunmakla hiçbiri de kurtulamayıp, bu suretle akıncılarımızın kökü kesilip münkariz oldu (1). Top ve cebehânenin çoğu düşmana nasip olup, Yerköyü varoşunu mel’unlar yaktılar ve toplarla dövmeğe başladılar. Bu mertebe bir musibet ve hasârat hiç bir vakitte vâki olmamış ve böyle bir inhizam bir târihte görülmemiştir (Naima,1967:136).
(1) Bu târihe kadar Türk akıncıları, Avrupalıları eıı ziyade titreten bir kuvvetti. Avrupa’nın göbeğine kadar bir fırtına gibi ilerleyen bu korku bilmez kuvvet, asıl Türk ordusu cepheye varmadan önce düşman ülkelerini târümar eder, düşmanın maneviyatını sıfıra indirerek, Türk zaferlerini kolaylaştırırdı. Koca Sinan paşanın birbirini takip eden hataları yüzünden bu vurucu Türk kuvveti maalesef bu köprü hâdisesinde tamamen düşman kılıcından geçmiştir.Koca-Sinan paşanın bu uğursuz fenalığı, Türk târihinin unutamıyacağı bir felâkettir (Naima,1967:136).
SİNAN PAŞA’NIN PÂDİŞÂHI SEFERE ÇIKMAĞA TEŞVİK ETMESİ
Bir gün tek ve tenha, Koca-Sinan paşa huzûr-u pâdişâha güzel bir fikir arzetti:
— Pâdişâhım dedi, bundan sonra düşman memleketlerine serdar (başkumandan) tâyin etmek büyük hatadır. Zira, böyle olunca iki şekilden biri husule gelmektedir. Serdar olarak ya sadrâzam veyahut vezirlerden biri gönderilmektedir. Eğer, ordunun başında sadrâzam gönderilirse, Asitaııe-i devlette (İstanbul’da) sadaret kaymakamı olarak kalan vezir, sadrâzam olmak hevesine düştüğü için, cepheye giden sadrâzamım yüz ağarttığını istemeyip mühimmat göndermez, bu suretle de sadrâzam cephede bir iş göremez.Eğer cepheye gönderilen bir vezir ise, vezir-i âzam hased edip «Şayet iyi iş görür, zafer kazanırsa pâdişâhın gözüne girer, bu yüzden vezir-i âzamlığa lâyık görülür» diye düşünür ve bu korku ile vezirin iş gördüğünü istemez.
Bu yüzdendir ki nice senedir bunca hazineler ve asker telef olup, bir iş görülmez. Böyle olmaktansa merhum ceddiniz (dedeniz) Sultan Süleyman Han hazretleri gibi bir kere olsun bizzat sefere azimet buyur ki, nice fütuhata sebep olup, bundan sonra sulh akdetmeğe imkân hâsıl ola. Ve gazve-i Hüsrevânenden (hükümdarca gazandan) din düşmanlarına korku düşe...
Hoca Sadeddin efendi dahi vezire yardımcı olup, Salâtîn-i cihâna (cihan sultanlarına) fatihlik lüzumunu, gazâ- ve cihâdın faziletini anlattı ve Sinan paşanın sözlerini tasdik ve teyit etti. Bu suretle padişah da sefere gitmeğe razı oldu. Sultan Murad Hanın hocası olan Hasan Can oğlu Hoca Sadeddin, evvelce oğlunun kederi ile matem köşesine çekilmiş ve henüz yeni pâdişâh tarafından bir iltifat görmemişti.Bu defa, valide sultanın şevkiyle yine eski makamına iade kılındı ve evvelce olduğu gibi işler, onun eline teslim olundu.(Naima,1967:139-140).
Sinan paşa, âlimleri, şairleri hiç sevmez ve onlara «Toprak başına olsun» derdi, ölümü dolayısiyle bu cümlesi kendine bir şiirle iade edilmiş ve târih düşürülmüştür.
Kerkese’ (toprak başına!) der idi târih didim/ Nola öldü ise ol bed-ahd (toprak bâşına!) (Naima,1967:141).
SULTAN 3.MEHMED’İN EĞRİ SEFERİ
Yollarda Sadeddin efendi her gün vezirlerden evvel pâdişâha yanaşıp umur-u âlemi (dünya ve devlet işlerini) söyleşip Edirne’ye varıldıkta Hoca efendinin ikinci oğlu Es’ad efendi Edirne Kadısı bulunmakla babasına hürmeten pâdişâh hazretleri İstanbul kadılığını ona ihsan edip, mevkib-i hümâyun (pâdişâh alayı) Filibe tarafına müteveccih oldukta Esad efendi İstanbul’a gitti.
Sadaret kaymakamı Hadım-Hasan paşa, o sıradaki İstanbul kadısı Abdülhalim efendi tarafında bulunmakla, valide sultan hazretlerine şefâat için yalvardı. Abdülhalim efendiyi yine İstanbul kadılığında bıraktırarak, Esad efendiyi İstanbul’a koymayıp geri döndürdü.
Bu garip durum Hoca Sadeddin efendiye aksedince vezir-i âzama vardı, sadaret kaymakamı Haşan paşanın edepsizliğinden şikâyet ve oğluna karşı yaptığı ihâneti hikâye eyledi.
Sadrâzam dahi otağ-ı hümâyuna (pâdişâh çadırına) varıp meseleyi arz ve Hoca efendinin teessürünü bildirdi.Pâdişâh hazretleri: “Mehd-i ulyây-ı saltanat (pâdişâh validesi) hazretlerinin şefaati ile olmuştur. Nihayet Mevlânâ Esad efendi başka bir yoldan teselli edilsin” Deyû cevap suretinde ferman-ı hümâyun sudur etmekle sadrâzam İbrahim paşa dahi Esad Efendiyi kazaskerlik payesiyle teselli etti (Naima,1967:143).
EĞRİ MUHASARASI 24 EYLÜL 1596
“Eğri kalesi muhasara edildikten sonra Padişah 3.Mehmet tarafından kale ahalisine davet için bir emri şerif gönderildi. Padişahın bu emrinin metni şöyleydi: Kale içinde olan Beyler ve ahali! Bilmiş olunuz ki şevketle azimetim Eğri fethidir! İmdi, Allahu Teala'nın emri şerifiyle sizi dinimize davet ederiz. Eğer müslüman olursanız size zararım dokunmaz.
Haliniz üzere emlakinizi olduğu gibi tasarruf edip asude olun. Eğer dinimize gelmezseniz, Kaleyi bırakıp çıkıp memleketinize gidin.Bu davetilerin hiç birini de kabul etmeyip cenge başlar bana ve askerime karşı top tüfek ve humbara atarsanız; Allah ve Resulü Allah hakkı için hiç birinizi halas etmem, bilmiş olasınız”
Pâdişâhın bu emrini götüren adamı mel’unlar yakalayıp «casustur» deyû hapseylediler. İslâm askeri metrise (sipere) girip bir gece içinde kalenin etrafına toplar kurulup pâdişâhın fermaniyle kale muhasara olunup her kola bir vezir tâyin olunup «Allah, Allah!» ile cenk ve muhasaraya başladılar ve gece gündüz durmayıp top, tüfenk ve lâğımlar atmağa başladılar (Naima,1967: 149-150).
İki taraftan ahd-ü âmân kararlaştırıldıktan sonra adı geçenleri huzur-u hümâyuna (pâdişahm huzuruna) gönderip «Bizden ikimiz islâma gelmek isteriz» demekle, ağır hil’atler giydirdiler. Fetih ve zafer nevbetleri çalınıp şenlikler ettiler. Rumeli beylerbeyisi Hasan paşa ve yeniçeri ağası ve topçubaşı ve cebecibaşı kaleye girip zaptettiler. (Naima,1967:151).
EĞRİ KÜFFARININ KATLİÂM EDİLMESİ
13 Ekim Pazar günü küffârı bir menzil yer götürmeğe sipahi oğlanı ağası tâyin olunmuştu.Giderken yeniçeri taifesi ellerinden bazı esvap çekip alıp hakaret esnasında, henüz çadırlar arasından çıkmadan, derunları (içleri) yanmış serhad askerleri ve Tatar askeri, bunların Hatvan müslüman halkına ettikleri gadrin intikamı olarak, kılıç üşürüp bir anda cümlesini kılıçtan geçirdiler.Bir tek kimse dahi kurtulmadı.
Gerçi pâdişah-ı âlempenah çıkan beylere âmân kâğıdı verip yemin etmişti. Lâkin ol, çıkan kimselere tahsis olunup beş bin kadar üryan küffâr kılıçtan geçirildi (Naima,1967:151).
(1) Eğri fethinden kırk gün evvel Hatvan kalesi de Avusturyalılara vire ile teslim olmuştu. Fakat Avusturyalılar Hatvan halkını kadın, çocuk, ihtiyar bir tek kişi bırakmadan derilerini yüzmek suretiyle işkencelerle ve vahşice öldürmüşlerdi. Serhad askerleri bu vahşeti unutmamışlardı, intikam hırsiyle ciğerleri yanıktı. Bu katliâm, düşmanın 40 gün evvelki ahit bozuculuğunun bir mukabelesi idi. Hammer bile bunu kabul ve itiraf etmektedir (Naima,1967:151).
Bu sırada gelen casuslardan gayri, alınan diller (esirler) haber verdiler ki çasar (imparator) olan Maksimilianus, Çeh, Leh, Papa ve İspanya vesair çeşitli küffârdan yardım isteyerek kalabalık asker toplayıp yüz bin kadar piyade ve süvari ile üç menzil yakın yerde Tokay kalesi yakınında Mohaç ovasına inerek tabura girdi.Düşman, İslâm askeri ile mukateleye ittifak edip “Ya islâmı ortadan kaldırırız veya cümlemiz din uğruna kırılıp gideriz!” deyû harekete geçmek üzere olduğu haberleri tahkik olundu (Naima,1967:152).
HAÇOVA MEYDAN MUHAREBESİ
Küffârın, uzak sürer uzun topları olmakla asker-i islâmı kendulere yaklaştırmayıp, asır vaktine karib (ikindi vaktine yakın) pâdişâhın üzerinden bir top danesi geçip, bölük halkı alaylarından aşırı düşüp, hamdolsun kimseye zararı olmadı.İslâm pâdişâhı, askeriyle tehlikeli mahalde durmuş olmakla, hünkârı ol mahalden kaldırıp, sonradan şehit olan müteferrika ağası Yunus ağanın hazır kurulmuş çadırına ilettiler (Naima,1967:159).
İkindi zamanı oldukta nâgâh (ansızın) piyade askerini koçılar (bir nevi araba) ile taburdan döküp ardlarınca demirden bir deniz dalgası gibi süvari alaylarını da onlara kafadar edip, on bin kadar tüfenk endaz piyade ve akabince (arkasından) beş altı binden fazla Nemçe (Avusturya) atlısı ile ve kezâlik topların cümlesini hazır edip bir sırada tüfenk ve darbzenlere (kaledöven toplar) ateş verip domuz sürüsü gibi bir yürüyüş yürüdülerki Zal ve Rüstem olsa karşı koymaları tasavvur olunmazdı (Naima,1967:161).
Mukaddemetülceyş olanları ise (öncü olanları) Tatar askerinin içine girerek Fetih-Giray’a arka verdiler. Küffâr askeri, sağ kol tarafından dahi batağı berûye geçip otâğ-ı hümâyun üzerine hücum edip pîşgâh-ı padişaha (pâdişâhın önüne) erdiler.Ol mahal, Rumeli emirülümerâsı Haşan Paşaya «Gelip erişesin!» deyû ılgar ile çavuş gitmiş idi. Buna binaen, Rumeli askeri ile Hasan Paşa, o korkunç yere can atıp erdikte, sağ koldan orduy-u hümâyun üzerine varan küffâın ardlarından hamle ettikte, kefere tüfenkendazları ana yüz tutup durmadan tüfenk serpip, fındık(kurşun) yağdırmakla, Rumeli askerinin dahi yüzünü çevirip,o anda çoğu sipahiler, nusretten me’yus olup, firara yüz tutup düşmandan yüz çevirdiler.
Geride kalan asker dahi mutad hilâfı, üsküflü iç oğlanlarını meydanda görmekle, pâdişâhı dahi kaçmış zannedip girîze (kaçmağa) yüz tuttular. Ol vakitte, iç oğlanlarından serâser elbiseleriyle otuz kadar gulâm eğerli ve eğersiz birer bargire binip kaçmakla, diğer askerden bir kısımlarının da kaçmalarına sebep oldular. Bunlar, pâdişâhı soranlara: «Bir koçıya binip ikindi vakti mirahor ağa önüne düşüp gittiler» demekle büyük perişanlığa sebep oldular.
Taraf taraf dağılıp Budin ve Belgrad semtlerine gittiler. Küffâr dahi «Zaferyap olduk!» mülâhazasiyle ordu çadırlarına girip yağmaya el vurdular.İki binden ziyade mel’unlar ileri sürüp pâdişâhın seccadesine bir ok menzili kadar mahalde cenk ediyordu.Tüfenkten feragat olunup (vaz geçilip), müslümanve kâfir birbirine seyf ile (kılıç ile) girişip yaka yakaya cenkeder oldular.Vezirler ve erkân-ı devlet pâdişâhı ihâta edip (sarıp) durdular. Bazı melâîn otâğ-ı hümâyun iplerine el urdukta, Enderun ağaları hep birden kılıç üşürüp katleylediler.
Mevlânâ Sadettin Efendi pâdişâh hazretlerine «Zafer,sabırladır, güçlük, kolaylıkla beraberdir» anlamlarını beyân,tefsir ve sabır ve sebatın zafer yolu olduğunu anlatıp, ol dindar pâdişâh, hazret-i peygamber aleyhissalât vesselâmın hırka-i şeriflerini giyip, birbirine yapıştırılmış duvar gibi yerinde durup, Cenab-ı hakka münâcat eyledi. Ağlayarak ve huzur ve niyaz ile Cenâb-ı Hakka elini kaldırdı ve fetih ve zafer rüzgârı, tuğ-u Muhammedi perçemin estirdi.
Ateş saçan küffâr, İslâm askerleri çadırlarını kaplayıp ganimet mallariyle perişan olıcak (olunca) Allahın inayetiyle,düzgün safları bozulup, kurulmuş çadırlara birer ikişer kâfir, gâlibâne girip, pervasızca gaarete (yağmaya) meşgul oldukları sırada İslâm askerinin at oğlanları, aşçı, at, eşek,katır sürücüleri, deveci, seyis ve orducu hizmetkâr taifesi,çadırlara giren küffâra girişip balta ve nacak ve buldukları âletler ile kırmağa başladılar. Bu sebep ile Melâine (mel’unlara) zaaf-i hâl târî olup (belirip) karara mecalleri kalmayıp,taburlarını özleyip kaçtıklarında «küffâr bozuldu!» deyû âvâze olup, işiden ehl-i İslâm dönüp mel’unlarm ensesine düşüp,öyle kırdılar ki, sahih rivâyete göre az zamanda yüz bin kadar küffâr yere düşüp, güneş batarken ol geniş meydanda ölülerden tepeler yığılıp, piyâdelerinden tek kimse kurtulmayıp, kılıç artığı olan süvarileri gece karanlığında, bir yerde duramayıp her tarafa perişân ve sabah olunca sahra ve dere demeyip girîzan oldular (kaçtılar) (Naima,1967:162-163).
Tarihçi Peçevi de bu vakayı şöyle anlatır: Küffâr, hazine sandıkları üzerine çıkıp haçlı bayraklarını diktiler ve raksa (oynamağa) başladılar. Çün bu hal manzur-u pâdişâh-ı Deryâ-neval (1) oldukta, Hoca efendi (Hoca Sadeddin efendi) huzur-u hümâyunlarında hazır idi.
Bu garip manzarayı gördü. Pâdişâh hoca efendiye:— Şimden gerû çâre ve tedbir nedir? Buyurmuşlar, Hoca Efendi dahi:— Pâdişâhıma lâzım olan yerinizde durmaktır. Harp hali böyledir. Ecdâd-ı izâmımz (büyük dedeleriniz) zamanlarında olan tabur muharebeleri de çok vakit böyle olagelmiştir.
Mu’cizât-ı Muhammediyye ile (Hazret-ı Muhammed’in mu’cizeleriyle) inşallah fırsat ve nusret (üstünlük) ehl-i îslâmındır.Hatır-ı şerifinizi hoş tutun! Deyû teselli ettiler.Menkuldür ki (nakledilmiştir ki,) küffâr büyükleri hazret-i pâdişâhı ol halde, at üzerinde ve Hocaefendi de rikâbı (üzengi) beraberinde durup iki elleri duaya kalkmış tazarru’ ve ibtihalde (kendini alçaltarak ve bütünvarlığiyle yalvarıp yakarmada) tasvir ettirip, gûya ki, okur üfürür deyû resmin altına Nemçe lisanında «Hoca Efendinin duası kabul oldu» deyû yazmışla .(Naima,1967:165-166).
Küffâr tarafında galip olma âsârı görülmüşken, az zamanda bu kadar küffâr nüfusunun kırılması, insan işi değildir deyû, bu muharebeyi görenler itiraf ettiler. Ve herkes bu en büyük gazânın, Mohaç ve Çaldıran muharebelerinden daha üstün olduğunu ispat ettiler. Zira bu gazada kırılan küffâr, Mohaç’ta ölen küffârın iki misli olduğunda şüphe yoktur dediler.
'Peçevîli nakleder: Zaferle sona eren bu sefer, pâdişâhın tahta cülusu akabinde vâki olmakla, cülûs bahşişi verilen kapı kulları seksen binden ziyade olup, ve elli binden fazlası bu seferde mevcut idi. Rumeli ve Anadolu vesair eyâletler ve akıncı ve eşkinci ve Tatar ve bunların hizmetkârları altmış binden fazla iken bu kadar askerin inhizamı-na (yenilmesine) ihtimal verilmezdi. Hak alimdir ki (Allah bilir ki) bu kadar kalabalık askerin harp meydanında pek azasker kadar cümbüşü ve bahadırlıkları görülmedi. Zira küffârın hücumunu görenlerin malûmudur. Küffâr o garip tertip ile şiddet ve çokluklarına güvenerek ve gururlanarak geldiler.İslâm ordusunun da bu tarafta, kendi çokluklarına güvenleri vardı.İslamların halleri bir kıl üzerinde kalıcak (kalınca), küffârın dahi kemâl-i gururlarından ehl-i İslâmî çokluk ile selb edip (mahvedip) «Âl-i Osmanın güzide (seçilmiş) askeri perişan oldu, meydan bize kaldı» sanıp vücut vermedikleri erâzil asker kılıçsız ve mızraksız, küffârı bi mertebe kırdılarki kıyâmete kadar devirlerin kitabelerine nakşolundu.1596 yılının Rebiülevvelinin beşinci günü bu büyük fetih müyesser oldu (Naima,1967:167-168).
(Esefle söyleyelim ki, Osmanlı imparatorluğunda devşirmelerin hâkim oldukları bu asırda, imparatorluğun asıl ve mert unsuru olan Anadolu Türkü, zaman zaman hakaret görmüş, «Kaba Türk» denilmesinde bir utanç duyulmamıştır (Naima,1967:169).
Aslına bakılırsa fetih ve nusret, zafer, İbrahim Paşa yüzünden olmuştu. Ciğale-zâde bir kuru iddia ile sadâreti elde etti. Ama bundan sonra pâdişâh, Ciğale-zâde ile anlaşamayıp,ol acayip tedbirlere baş vuran vezirden garip haller zuhur eylemeğe başladı.Her hâli pâdişâhın ve sipâhinin kalblerinin dehşete düşmesine ve bütün halkın kendinden nefretine sebep oldu.Hattâ, eşkiyanın çoğalmasına ve edep dışı hareketlerine de o sebep oldu (Naima,1967:170).
1) Zaferin kazanılmasında en mühim âmillerden biri İbrahim paşa idi. Fakat Ciğala-zâde, zaferden sonra İbrahim paşadan evvel pâdişâhın huzuruna girerek, sanki bu zafer kendi eseri imiş gibi yalan ve dolanlarla pâdişâhı ikna etmiş ve böylece sadrazamlık mührünü almağa muvaffak olmuştu.Müteferrika Yunus Ağa —ki muharebe sırasında pâdişâh hazretleri onun çadırına inmişti— ve bir bölük ağası ve bazı tanınmış asker büyüklerinden güzide(seçilmiş) adamlarm boyunlarını vurdurdu. Şehid Yunus Ağa, eski vezir merhum Koca-Sinan Paşanın mirahoru idi
Kötü tedbirlerinden biri de budur ki, Tatar Hanı olan Gazi-Giray Hanı, hanlıktan azlederek, ol seferde bulunan karındaşı Fetih-Giray’ı Han yapmakla, Tatarların arasında karışıklık çıkarıp, sonunda Fetih-Giray Hanın öldürülmesine sebep oldu (Naima,1967:171).
Seferden dönüp Edirne’ye yakın «Harmanlı» mevkiine gelindikte Valide Sultan tarafından «Kıllı dilsiz» denmekle tanınmış «Dilsiz Süleyman ağa» gelip, zaferi tebrik eden mektuplar getirip yolda, araba-i hümâyuna (Pâdişâhın arabasına) yanaşıp sipariş olunan umuru (kendisine verilen vazifeyi), işaret ile pâdişâha, anlattı.Harmanlı’ya inilir inilmez Çavuşbaşı Kitapçı-Ömer Ağa gönderilip, vezirlik mührü Ciğale-zâde Sinan Paşadan alınip,eski sadrâzam İbrahim paşaya teslim olundu. Ma’zul (azledilmiş) vezir Ciğale-zâde, «Gelibolu geçidinden geçirilip Akşehir’e nefy (Sürgün) ve anda (orada) âtıl ve hâli (boş ve işsiz) oturmak ferman buyuruldu (Naima,1967:173).
Hoca efendi dahi (Hoca Sadeddin efendi) hocalıktan çıkarılarak, bundan sonra silsile-i ulemâya ve diğer işlere karışmayıp münzevî olmak ferman olundu (Naima,1967:173).
Veziri Azam Hoca Efendi kaziyeden (meseleden) agâh olup mukârribân-ı Harem-i Sultânî (pâdişâh haremi yakınlarına) haber gönderip:«Hoca Efendi bir pirdir (ihtiyardır) bedduâsından endişe olunur. Atebe-i aliyyeden (pâdişâh sarayından) kendisini uzaklaştırmayalım. Ama bundan sonra devlet işlerinde hiçbir şeye karışmayıp münzevî olsun (köşeye çekilsin) ve bundan sonra ömrünü ibâdete hasretsin.»Deyû cevap gelip ve badehu silsile-i ulemâ lâzım geldikçe sadrâzam kendileri işe girişip lüzumuna göre müftî-ienam (Şeyhülislâm) Bostan-zâde efendi ile meşveret ederlerdi (Naima,1967:175).
KIRIM HANLARI ARASINA FİTNE GİRMESİ
Fetih-Giray Han dahi bu kaziyeyi (meseleyi) hissettikte evvelce kendiyü (kendini) Hanlıkta bırakmağı müştemıl (kavrayan, temin eden) bir hatt-ı hümâyun getürtmüştü.Gazi-Giray, emr-i şerifi (pâdişâhın emrini) meydana çıkardıkta Fetih-Giray dahi hatt-ı hümâyunu (pâdişâhın fermanını) gösterip, Hanlık kavgası başladı. Böylece de Tatarlar iki fırka, oldu (Naima,1967:176).
Zavallı Fetih-Giray, razı olmayup,biraderi ile karşılaşmağı istememiş, ve iki tarafın ahvalive der-i devlete arzolunup yeni ferman gelinceye kadar sabretmek lâzım iken nâdânlar (bilmez, cahil, kaba) zorlayıp, olsaf kalbli Hanzâde (yâni Fetih-Giray), biraderi Gazi-Giray avarup elini öptü.Huzurundan taşraya çıkarken, kapı önünde toplanmış olan Gazi-Giray adamlarından bir kısım Tatar mirzaları bulunup içlerinden biri, biçare Fetih-Giray’m başına bir külünk urup, sairleri de kılıç üşürüp pâre pâre eylediler.
Bununla da yetinmeyip küçük çocuklarına varıncaya kadar cümle ocağını bile kati ve berbat eylediler. Bu suretle Gazi-Giray,‘münâzaasız, Hanlık mesnedinde karar edip, mirzalar ve cümle Tatar itaat etmekle kavga ve ihtilâl ortadan kalkmış oldu.
Fetih-Giray yakışıklı, güzel yüzlü taze bir bahadır ve pâdişâhlığa lâyık bir yiğit iken, Sinan paşanın (Ciğale-zâde) münasebetsiz himmeti ile pareienip evlât ve ikabı (torunları) mahvoldu (Naima,1967:177).
Tatar hanına dahi sefere gitmek için mektup gönderildi.Serdâr Saturcu-Mehmed Paşa, on beş gün Halkalı menzilinde (konağında) eğlenip lâzım olanları tamamladıktan sonra göçüp, konaklaya konaklaya İslâm askeri Edirne’ye, oradan Zilhiccenin yedinci günü Sofya’ya ve yirmi dokuzuncu günü Belgrad sahrasına indiler (Naima,1967:179).
MEŞVERET ve VAÇ TARAFINA HAREKET
Bu esnada Budin halkı arzuhal .edip (halini arzedip):«Usturgon küffâr eline düşeliden beri Budin serhad olup (sınır olup) Emn-ü, aman (emniyet) kalmamıştır. Hisar-ı mezburun (adı geçen hisarın, yâni Estergon’un) fethi çok mühimdir. Kasım gününe dahi zaman vardır. Sonra dahi küçük yaz olur. Küffârın cemiyeti bu sene ol mertebe değildir, inşallah teveccüh buyurulsa . fethi-müyesserdir. Olmazsa der-i devlete yazıp, muhzırlar ve şekvânâmeler göndeririz” dediler (Naima,1967:182).
Mezbur aym on ikinci gününde Tiryâki-Hasan Paşa gelip o esnada Erdeloğlu, Tameşvar kalesini muhasara ettiği haberi gelmekle henüz orduya gelmemiş olan Sivas beylerbeyisi Mahmud paşa ve Rakka beylerbeyisi Ali Paşa ve Adana beylerbeyisi Mehmed Paşa, yanlarında olan asker ile Tameşvar imdadına varmak için emirler gönderildi (Naima,1967:183).
Ertesi günü Kasım günü idi. Evvelki şekil üzere cenk olunurken İspanya’dan gelen piyade kâfirlerin belli başlı bir kaptanı gelip itaat etti ve îslâma döndü.«Dağ başında cenk eden piyâdeyi bozup ol mahal zaptolunursa fetih mukarrerdir» demekle biraz yeniçeri ve at oğlanı tırpan ve nacak ile yürüyüp ardlarınca Bosna ve Budin askeri kafadar oldu (Naima,1967:184).
Naîmâ’nın ifadesine göre İbrahimpaşa, valide Sultanı da ihmal etmiş görünüyor. Halbuki, Hadım-Hasan Paşa valide sultana devamlı olarak büyük paralar, yâni rüşvet göndermek suretiyle Valide Sultanın kendisine dostluğunu temin etmişti.Pâdişâh da validesinin sözünden çıkmazdı. İşte İbrahim paşanın azli ile Hadım Hasan Paşanın tâyininin sebepleri bunlardı (Naima,1967:187).
Rebiülevvelin yirmi üçüncü günü divandan sonra Kapıcılar-Kethüdası Abdullah Ağa, Pâdişâh tarafından gelip mühr-ü şerifi (sadrazamlık mührünü) İbrâhim Paşadan alıp Hadım-Hasan Paşaya teslim etti. Îbrâhim Paşa ber-mûcib-i ferman (ferman mucibince) Üsküdarda Salacak iskelesi yakınında olan bahçesinde oturdu (1).
Hasan Paşa her hafta hilâfet incisinin sedefi olan Valide Sultan hazretlerine meblâğ-ı azîme (büyük para) ve pek çok hediyeler göndermek şartiyle, sadrazamlık rütbesine nâil olmuştu. Ol sebepten,sadrazamlığı zamanında bütün memuriyetleri akçe ile (para ile) satıp, hadden ziyade rüşvet alıp, âlemi birbirine kattı.Manasıp taliplerine (memuriyet isteyenlere):«Sizden aldığım paraları kime teslim ederim biliyor musunuz?» Deyû nâ makbul (akıl almayan) kelimeler söylemekle,Valide Sultanı halkın diline düşürüp hetk-i perde-i edeb etti.(1)
(1) Şeyhülislâmın, pâdişâhın arzusunu hisseder etmez, değersiz bir adam olan Hadım-Hasan paşayı lüzumundan fazla meth-ü senâ etmesi dikkate şayandır. Ulemâ artık, pâdişâhların arzusuna, göre harekete başlamış demektir. Hadım-Hasan Paşa pâdişâh, Üçüncü Mehmed, Eğri, seferine giderken İstanbul’da sadaret kaymakamı olarak kalmıştı. Hasan paşa, Osmanlı târihinde Hadım sadrâzamların beşincisidir (Naima,1967:188).
Hattâ o gafil vezir, Gazanfer Ağanın vücudunu ortadan kaldırmağa kastedip kimesne vâkıf olmadan pâdişâhın rızasını (razı olmasını) almak için cuma günü Ayasofyada seccade üzerinde pâdişâha yanaşıp bazı müfsitlikler isnadiyle katline (öldürülmesine) izin istediğinde, pâdişâh garaz-ı mahz (halis, katıksız garaz) idügin anlayıp razı olmadı (Naima,1967:189).
İkisine de pâdişâhın müsaadesi olmayıp Hoca Sadeddin Efendinin Şeyhülislâmlığa getirilmesi ferman buyuruldu. Hasan Paşa, Hoca Sadeddin Efendiyi münasip görmeyip üç defa telhis gönderip Bâkî Efendinin tâyini arzolunmuş iken, pâdişâh tarafından geri çevrilip «Sadeddin Efendi tâyin oluna...» deyû ferman çıktı. Hasan Paşa ile Hoca Sadeddin Efendi arasında eskiden berû düşmanlık olduğundan Paşa, Hoca hakkında nice yersiz ve uygunsuz kelimeler yazmağa cür’et ettiğinden pâdişâh muğber olup (gücenip), mansıbı iftâda (Şeyhülislâmlık mevkiinde) Sadeddin Efendiyi yerleştirdi. Bu suretle Sadeddin Efendi hem Muallim Sultan (pâdişâh hocası) ve hem müftî-i zaman (zamanın müftüsü, Şeyhülislâmı) olmakla iki saadete nâil ve iki riyaseti hâiz oldu (Naima,1967:190).
Sadrazamlık mührü İbrahim Paşaya verilmek umulur ve hattâ kararlaştırılmış bulunurken, Hoca Efendi vaz geçirttirip, mühür, Cerrah-Mehmed Paşaya teslim edildi (1). (1) Cerrah-Mehmed Paşa’ya cerrah denilmesinin sebebi, vaktiyle pâdişâh Üçüncü Mehmed’i sünnet etmiş olmasındandır. Başka da bir meziyeti yoktur. Ehliyetsiz, silik bir şahsiyettir (Naima,1967:191).
KÜFFÂRIN, HİLE İLE YANIK KALESİNİ İSTİLÂ ETMESİ
Yanık kalesinde yeniçeri ağası olan fâcir, beylerbeyisi Mahmud Paşanın zıdd-ı kâmili (tamamen zıddı) olup, küffâr tarafından bir habbe zahire gelmez iken, bunları iğfal ve idlâl için (doğru yoldan çıkarmak için) gemiler ve arabalarla yük yük hamur gelür idi. Muhafaza erbabı (yâni kale muhafızları) şaraba düşüp ve bunları (kale bedenlerini) boş koyup, kapıcılar kapıyı beklemez oldu.
Bu hususta Paşanın ve başkasının sözünü dinlemeyip, yalnız hisarın sağlamlığına güvenip gaflet ettiler.Peçuy sancağı, beylerbeyisine arpalık olmakla zahiresi ekseriya arabalar ile Peçuy’dan gidip, her sene ikişer üçer yüz araba zahire gider ve dönüşte küffâr yollarını bekleyip cümle (bütün) öküzlerini alırdı. Bu suretle Peçuy’dan beş altı bin öküz dâr-ı harbe gitti. Bazı nahiyede asla öküzler kalmayıp reâya (avratı ile sapan çekip çift sürer oldu) Ramazan başlarında küffâr arabalara çok taaddî edip (saldırıp)Yanık ve Eğri’ye giden birkaç yüz zahire arabaları üzerine geldi.
Evvelce Yanık kalesine iki bin kadar cebeci ve ikibin kul-oğlu yazılmıştı. Bunların çoğu Peçuy’da, ve Koban’da, İstûııi-i BeJgrad’da evlenip, bu yüzden Yanık kalesini bırakmakla, hisar nerede ise bomboş kalmıştı.Bir sene evvel Tata kalesi ağaç top ile alınıp bir tek kimse kurtulmamışken aslâ kimse mütenehbih olmayıp (uslanmayıp) ihtiyata riâyet etmediler. Düşmanın keyd ve mekri (hilesi) görünüp dururken «kaza gelince göz kör olur» anlammca basiretleri bağlandı.
Bir gece Palgı (1) dedikleri hınzır ki Komran kaptanı idi, birkaç bin piyade küffâr hazırlayıp kendi dahi bir iki hin süvari ile gelip peyda ettiği ağaç topu örtüp kendi askerine bile göstermedi ve Yanık kalesine götürüp beri tarafta (yâni kaledeki muhafızlar) gaflet içinde olup bir kat çam tahtası ile yapılmış kapısını kapayıp çekme köprüsünü bile çekmemişlerdi.
Birkaç mürted kâfir gece yarısı kapıya gelip «Nöbetçi!» diye taşradan çağırdılar. Bekçi uyanıp «kimlersiz?» dedikte, kâfirler «Peçuy’dan zahire getirdik, yolda düşman ulaştı, arabalar ile kaçarak güçlükle kurtulduk.
Şimdi ardımızdan gelip bizi basarlar, kapıyı açıp zahireyi kaleye alın!» deyûp, sual ve cevab sırasında ağaç topu kale kapısına nezaketle yanaştırdılar. Nöbetçi oğlan dahi «varayım, kapıcıya haber vereyim» deyûp gitti. Bu kadar güftü gû (dedikodu) olunca topu istedikleri gibi yanaştırıp ateş ettiler. Kapı pâre pâre oldu. Güruh güruh (kalabalık) mel’unlar girip içeride kimi sarhoş, kimi bengi (keyif veren bir otun tiryakisi) olup, gafiller tehlikeyi görünce can başlarına sıçrayıp iki taraftan düşmana hücum edip, hattâ dışarıya çıkaracak hale getirmişken, düşmanın çokluğu bunların mukavemetini kırıp döğüşü döğüşü (dövüşe dövüşe) cümlesi şehit oldular.Yanık kalesi bu hile ile küffâr eline geçti.
Rivayet edilir ki:Yeniçeri Ağası olan mest-i fâciri Palgı dedikleri kâfire canlı olarak götürdüler. On beş yirmi bin kadar altın, yanında bulundu.«Bu altını neye sakladın? Kale muhafazasına sarfetsen olmaz mı idi? Böyle kale mi beklenur?» deyûp başını kestirip bir göndere diktirdi ve «kale muhafazasında ihmal edenin hâli budur!» deyû nida ettirip gezdirdiler. Müslümanlardan ancak beş altı kimse kurtulup Budin’e geldiler. Bunlardan başkası diyâr-ı âdeme gittiler (öldüler). (Naima,1967:192-193).
Bu sene Şaban’ında Yeniçeriler kâtibi Mehmed efendi, Yenikapı Mevlevihânesini tamamladı ki, hâlâ dostların toplandıkları bir yerdir.
Ve yine bu sene vekayiindendir ki ( olaylarındandır ki) Karaman beylerbeyi sefer-i dûrâdurda olup (uzun uzadıya seferde olup), vilâyet boş (başsız) kalmakla Larende’de suhte (softa) namına üç binden fazla eşkiya zuhur edip her türlü fesada ve halkın malını zapta ve evlât ve iyâl-i nâsa (halkın çoluk çocuğuna) taarruz etmekle hadsiz hesapsız alçaklık ve zulüm yaptıklarından, memleket halkı birleşip ol erâzil (reziller) ile harp ederek pek çoğunu katlettiler (Naima,1967:197).
1598 SENESİ OLAYLARI
Varat Seferi Ahvâli Hakkında:
Vakta ki kale dövülmeğe başlandı, gayet sağlam, kuvvetli olduğu anlaşıldı. Evvelce, «bir iki top atımı ile zaptolunur» fikrinde bulunanların sözleri yanlış çıkmakla bu defa «vaktiyle krallardan biri kırk beş gün muhasara edip zaptetmeğe muvaffak olamayıp ricat etmiş (geri çekilmiş)» diye söylenmeğe başlandı (Naima,1967:203).
Birbirine benzeyen musibetlerin işitilmesinden akıllar şaşıp, imdat için asker gönderildiği takdirde mesafe uzak olduğundan başka Tise ve Tuna gibi, deryaya benzeyen iki nehirden asker geçirmek, köprüye mütevakkıf bulunduğundan, Gazi-Giray Han ve diğer devlet büyükleri ile müşavere olundu (Naima,1967:203).
Gelirken ancak üç su geçilmişti. Birinin köprüsü vardı. Dönüşte on iki büyük nehirden sallarla geçmek lâzım gelip,her birinden bin mihnet ve meşakkat ile geçildi.Sularda bir çok kimselerin hesapsız davarları helâk olup, kendileri dahi soğuğun şiddetinden dert hâsıl ettiler. Ve zahiresizlikten yavan buğday yedikleri için askerin çoğu zahir marazına müptelâ olup (dizanteriye tutulup) döküldüler,kaldılar. Bu söylenen sulardan topları palamarlarla çekip geçürdüler (Naima,1967:206).
Koca-Murad Paşa bu sefer de Diyarbakir beylerbeyisi idi ve Halep beylerbeyisi Mahmud Paşa ve Sofu-Sinan Paşa, her biri birer boyunduruğa girip top çektiler. Halkı isteklendirmek için böyle meşakkatlere katlandılar.Göle’den Varat’a üç günde varılmış iken, bu defa on iki günde bin mihnet ile gelindi. Her konakta soğuktan, açlıktan ve zahiresizlikten bataklarda nice yüz adam kalırdı (Naima,1967:206).
Budin’e gitmek efsanesi dahi asker dilinde bir bahane olup açlığın fevkalâde artmasiyle nâtuvan olan asker, derya gibi huruşa, gelip (coşup), hemen yeniçeri gulüv edip (başkaldırıp) serdârın otağını başına yıkıp ve her biri eline birer hizem-pâre alıp (odun parçası alıp), kaçarken serdârın birçok darbelerle başın (başını) yarıp, taş ile pazusunu berelediler.
Matbah (mutfak) ve kilerine koyulup ân-ı vâhidde (bir anda) yağma ettiler. Eğer zabitler erişmese vücudunu pâre pâre edeceklerinde şüphe yoğidi (yok idi).Bundan sonra defterdar Ekmekçi-zâdenin çadırın (çadırını) yıkıp gaaret (yağma) ettiler. Zabitleri tavassutu ile (aracılığı ile) hele fesat defolundu. Ve Budin’e gitmekten vazgeçilip tuğlar Segedin yoluna gönderildi.Güneş batıncaya kadar serdâr, çadırları etrafında gezip, korkusundan otağına girmeğe utandı (Naima,1967:207).
HOCA SADEDDİN EFENDİ’NİN SERDÂR SATURCU-MEHMED PAŞAYA MEKTUBU (1598)
(…..) Din düşmanları kalelerimizi yer yurt edindiler. Yaz ve kış etrafımızda hazır ve bizi mahvetmek için kötü tedbirlerimizi gözetler oldular. Harp âletleri hazır, metris (siper) levâzımı bu kalelerde konulmuş, şaykaları fevkalâde olup bizim sığınağımız olan kaleler, sinmiş düşmana kuvvet oldu. Kulak isterken gözden çıkıldı. Askerin zayıfları hâlâ dökülüp gelmekte... Serhadlerden gelen kâğıtlarda “Şer’i Muhammedi yerine getirilmiyor, zulüm ve bid’atlar arttı. Zapt-ü rapt kalmadı. Allaha ve Resûlünün emri tutulmamakla hakkâm(hâkimler) emri dahi tutulmaz oldu.Zulüm uğursuzluğu şuna sebep olur ki, serdâr olan akrabasını ve kendi adamlarını mevki ve tımar ve pek çok malsahibi etmekle, birbirinden bunu görüp kanun şekline girmiştir.” Denilmekte…
Meselâ: Ferhad Paşa ağaları birkaç yılda, ikişer, üçer yüz binakçelik zeamet sahipleri olmadılar mı? Mahsulleri fevkalâde olmakla efendilerine dahi ziyade hizmet ve sadâkat etmek lâzım iken, ihtiyaçları kalmayınca, vaktinde hiçbirisinin acıyıp efendileri olan Ferhad Paşaya ağlayanını görmedim. Kimi nefer ve çavuş iken, bir yılda efsane ile kâhdefterdar, kâh kapıcıbaşı kâh nüzul emini olup altı bin kızıl altın elde etti.Daha bunun gibi niceleri... Ve düşen mahlûlleri mahalline ve serhad ehline vermeyip, nefsini hıfzetmekle vakitlerini zâyi’ eden devlet vükelâsına şer’an ne lâzım gelür?
Fetvasını sizden isteriz.ümittir ki (ümit edilir ki) bu yıl dahi hafakaan-ı kâlbile geçinmeyüz, mübalâğa değildir. Bütün esrara vâkıf olan Allaha şahittir ki yüreğimiz oynar oldu. Korku ve dehşet her tarafımızı sardı.
«İşlerinizde müşavere ediniz!» emrine uyulmayıp hodreylik (kendi kafasına gitmek, inatçılık) ve hod-pesendlik (kendini beğenmek) hırdemend işi (akıllı işi) ve akıllı gidişi değildir.
Peygamberimiz dahi vahy ile mugayyebâta vâkıf iken, istişare ile memur olup, ümmetinde de sünneti üzere hareket edilirken, terkolunup bir kaç maiyet adamlarınız ve hademeleriniz sözleriyle büyük işler yürütülmesine çalışmanız, kimse tarafından doğru görülmemiştir.Siz, fukaralıktan ağlarsınız, adamlarınızın hazine sahibi oldukları söylenir. Etrafınızdakilere aldanmak büyüklere düşer mi?
Bir kale ki, kıral bir târihte kırk beş gün dövüp almağa kadir olmayıp dönmüş... Ol târihten berü dahi ziyade sağlamlaştırılmasına himmet edilmiş iken, üç top ile almak istemek ve ol bahane ile pâdişâh emri olan mühim işlerden geri kalmak akıldan uzak idi. Ve Budin’i bu şekle komak revâ mı? Bu kadar ümmet-i Muhammed’in diyârına ve İslâm ve devlete zaaf irgürenin cevabını kim verir? Hüküm, büyük ve müteal olan Allahındır (Naima,1967:212-213).
(1) Avusturyalılar Bu'din’i 28 Eylül 1598 Pazartesi günü muhasaraya başlamışlardır. Avusturya kumandanı Arşidük Mathias'tır: Daha evvel Estergon ve Yanık kalelerinin düşman eline geçmesiyle, Budin şehri artık bir hudut şehri haline:gelmiştir (Naima,1967:213).
Budin muhasara edileli kırk gün olmuştu.Budin beylerbeyisi Ahmed Paşa ve serasker:«Biz hem Budin kalesini, hem Peşte’yi muhafazaya kadir değiliz. Peşte’den ferağat olunup (vaz geçip) ahalisi Budin’e geçsin.»Deyû akıl almaz mülâhazada iken Solnok beyi Kulaksız Osman bey, ki Demirkapı’da, nice yararlığı görülmüştü, Solnoklu serhad gazileriyle ikindi vakti yetişip ol fikr-i fâsidi (fasit düşünceyi) bozdu. Peştelileri yanına alıp sabaha dek (sabaha kadar) küffâra karşı Peşte’den vâfir (birçok) toplar dizip cemiyetlerini sokak sokak etti. Diğer asker dahi erişip, Budin’den dahi asker inip hücum ettiklerinde küffârın yüzü dönüp Kasım günü ve kış mevsimi girmekle Budin muhasarasından vaz geçti. Fakat varoşta olan câmileri, mescitleri, binaları ve sokakları yaktı, tahrip etti ve Vaç ovasına doğru çekilip gitti. Allahü teâlâ, Budin kalesini bu suretle hile ve istilâları elinden kurtardı (Naima,1967:215).
Âsi Eflâk voyvodası Mihal Erdel seferi başlayınca, isyan ettiğine pişman olup iğfal yolunu tutmuştu. Fakat, Osmânlı ordusunun Varat’ta bağlanıp kaldığını öğrenince hilesini meydana götürmeğe başlayıp Dimo adındaki lâini elçilik ile Hafız Paşaya göndererek, «Ayaklarına kapanmak için izin istedi ve yeniden sulh akdetmek için kulluğu kabule hazır olduğunu» bildirdi.Hilekâr elçi, Hafız paşa ile buluşup ahvali bildirdi. Mihal, iclâl sahibi (azametli) vezirin ayaklarına yüz sürmeğe gelecekti. Muayyen günde Hafız Paşa, Tuna sahilinde muhteşem otağını kurup ziyb ve ziynet ile (süs ile), esbab-ı ihtişam (ihtişam sebepleri) tertip olunup Mihal’in geçeceği gemiye intizara başlandı. Uzak yoldan krrmızı çuha örtülü koçiler (bir nevi araba) görünüp, Mihal’in.-elçisi olan Dimo lâininden soruldukta:«Hazine ve hediye arabalarıdır» deyû cevap verdi. Herkes elçinin sözüne inanarak bunu beklerken düşman aksi taraftan görünüp silâhsız olarak seyre dalan halka saldırıya koyuldular.
Mihal-i Dal’ın askeri yirmi binden fazla olup Hafız Paşanın yanında ancak üç bin adam vardı. Bunların da harp âletleri yoktu. Uzaktan görünen hediye arabaları meğer top arabaları imiş. Melâin (mel’unlar) küffâr (kâfirler) cenge başladılar. Bir miktar muharebe olunup mukavemet muhal olmakla (imkânsız olmakla) firarı ihtiyar ettiler (kaçtılar) (Naima,1967:216).
Mervidir ki (rivâyet olunur ki), Hafız Paşanın cümle mâmelekini (varını yoğunu) yağma ve gaaret etmişlerdi.Giydiği libas (elbise) ve destarını (sarığını) dahi Mihâl’e götürdüklerinde, mel’un ebedî ihânet (hainlik) kastedip Paşanın selîmisini (bir nevi kavuk) ve libasını (elbisesini) bir fersûde avrete (bunak bir kadına) giydirip: «Serdârı tuttum, görün!» deyû askerine gösterir ve «Anınla bunun farkı yoktur» deyû şemâtet (gürültü) edip gülerdi (Naima,1967:217). Hafız paşanın Niğbolu bozgununun târihi 30 Eylül 1598’ dir.
Serdâr (Başkumandan) Saturcu-Mehmed Paşa bir iş göremedikten başka, küffârın (kâfirlerin) Budin kalesini muhasara ve tahrip ettiği serdârla, sadrâzam Cerrah-Mehmed Paşanın taksiratına hamledilerek (kusurlarına verilerek) ikisi dahi azledildi. «İbrahim Paşa, yarar, iş bilir,, kuvvet ve kudret sahibi, ve şanlı bir vezirdir, her veçhile serdârlığn hakkından gelir» deyû cumad-el-âhirenin dokuzuncu günü (1 )hâtem-i vezâret (vezirlik mührü) kendilerine verildi. Cerrah-Mehmed Paşa nekris hastalığına tutulmuş olmakla divâna (Bakanlar Kuruluna) varmaktan kalıp, Nişancı Paşayı sarayına götürüp, şikâyet arzuhallerini ona okutup, kanun üzere hükümler vermeğe ve iş sahiplerinin işlerini görmeğe memur etmişti.«Vekâlet ile sadrazamlık olmaz» deyû pâdişâha bildirip azlettirdiler (Naima,1967:217-218).
Kırım Hanı, Saturcu’nun en samimî dostu idi. Han, İbrahim paşanın tatlı mektuplarına inanmamasını Saturcu’ya söylemiş ve yanına çağırmıştı. Fakat zavallı Saturcu, entrikacı İbrahim paşanın mektuplarına tamamen inanarak kendisini öldürmeğe memur olan ağayı parlak bir surette karşılamış, ona muhteşem ziyafet vermiş, fakat tam ziyafet sofrasına oturulduğu vakit Yeniçeri ağası, pâdişâh tarafından gönderilen idam fermanını okuyarak, neye uğradığını anlayamayan Saturcu’nun boynuna derhal kemendi atmış ve onu boğmuştur (Naima,1967:222).
Yeniçeri Ağası Tırnakçı-Hasan Ağa, yeniçerilerle Çatalca menzilinde ordudan ayrılıp Kırkkilise yolundan Belgrad'a gitti (Naima,1967:220).
SERDÂR-I EKREM İBRÂHİM PAŞANIN UYVAR KALESİNE HAREKETİ (1599)
İki bin silahlı frenk gelip Serdarın emrine girdiler. Serdâr-ı ekrem dahi anlara iltifat edip Kanije seferine gittikte iptida metrise bu frenkler girip ol metrise (sipere) girdikleri gece bakî mevâcipleri (maaşları) olan elli bin floriyi dahi kendülere teslim ettiler.Bu tâife, sefer hizmetinde ve harpte tamam kulluklar edip her seferde serbazlık (yiğitlik) ve kemal-i celâdetle (bütün şecaatle) sair kefereden mümtazlık ederlerdi (seçilirlerdi) (Naima,1967:233).
Semendire sancağında ve Tameşvar yakasında ne kadar delikanlı tuvâna cenge kadir reâya var ise, kendûye (kendine) gelip, bayraklar alıp, bölüğü bir koldan eşkiya define ittifak ettiler ve bunlara in’am ve ihsanı (bağışı), zabitlerine, üzerinde arslan sureti nakşolmuş bir Selânik seccadesi idi. Anı alıp, reâya arasında anınla iftihar eder giderlerdi (Naima,1967:234).
Naîmâ’nın şu tasviri şayan-ı dikkattir. Osmanlı devleti, yükselme devrinde, meselâ Kanunî zamanında, hıristiyan tebaaya karşı gayet adilâne davranır, en küçük bir zulüm yapmaz, hiç bir hıristiyanın malına el uzatılmazdı. Bu yüzden, hıristiyan devletler idaresindeki ahali, âdil Osmanlı idaresine geçmeği cânü gönülden isterdi. İdare bozulduktan sonra bu adilâne hareketten de eser kalmamış, hıristiyan tebaa yer yer isyana başlamıştı.
Fakat Naîmâ’nın anlattığına göre İbrâhim Paşa Kanunî devrindeki adalet devrini yaşatmak suretiyle âsayişi teminde büyük muvaffakiyet göstermiştir (Naima,1967:235).
İbrahim Paşamn Halep’te,Şam neferlerini katlettirmesi:Bu senenin Rebiülâhırında meydana gelen olaylardandırki Şam yeniçerisinin, miri malı tahsili bahanesiyle Halep diyarınınfukarasına musallat olmaları ve ezâ ve cefaları hadditecavüz etmişti. Bu yüzden Halep beylerbeyisi Hacı-îbrahimPaşa, zikrolunan Şamîlerden (Şam yeniçerilerinden) onyedi şahsın boynunu urdurdu. Bu yüzden iki kul arasında nicemüddet şikak (uyuşmazlık) düşüp hesapsız haksız yerekan döküldü.(Naima,1967:236).
GÜRCÜ HÂKİMİ SİMON’UN CÂFERPAŞA ELİYLE ESİR EDİLMESİ:
Gürcü hâkimleri görünüşte pâdişâh fermanına itaatli, fakat içten isyana hazır olup, bunlardan Simon Gori kalesini ansızın istilâ edip, bir miktar viran ettikte, Tebriz ve Van emirülümerâsı yiğit vezir Câfer Paşa, hakkın inâyetiyle esir etti. Yine gürcü beylerinden Aleksandr Hanın başını kesip oğullarını yakaladı ve mezbûr (adı geçen) Simon ile beraber o senenin Rebiülevvelinde Dergâh-ı Hudâvendigâra (pâdişâha) gönderdi.
Simon, Gürcistan’ın eski Karthli krallarından Birinci Luarsab’ın oğludur. Gori kalesini eline geçirerek, İranlılar himayesiyle Osmanlılara karşı gelmiştir.Bir müddet sonra, müslüman olmuştu. Birinci Sultan Ahmed Han zamanında vefat etmiştir. Simon’un. Yedikulede mahpus olduğu sırada yazdığı rübâidir:
Gaaret-zede-î çarh-ı sitemkâr oldum/ Halkun gözüne ânun için hâr oldum
Ger gitti ise esb-ü-şütür bâriyle/ Bârîye şükürler ki sebükbar oldum
Hükmî Çelebinin cevabı:
Bir Kalasın almağ ile (Gorî) nin/ Gör şimdi Yedî-kulede dizdar oldun (Naima,1967:236-237).
1) Yahudi kadını Kira, her türlü saray entrikalarına âlet olmuş mel'un bir kadındır. Bu yol ile muazzam bir servet sahibi olmuştur. Bir aralık İstanbul gümrüğünü iltizama almış ve karşılığında kalp akçe vermişti. Bu kalp akçeler Sipahiye dağıtılmak istenmiş, işte bu yüzden Sipahiler isyan ederek Kiray’ı parçalamışlardır.(Naima,1967:238).
Abdâlhalim nam sekban bölük-başısı ser-eşkiya (eşkiya başı) ve reâyânm can düşmanı olup memâlik-i mahrusadan (Osmanlı memleketlerinden) Reha (Urfa) etrafında ref’i livâ-i isyan etti. (İsyan bayrağını çekti) (Naima,1967:239).
Derakap Mehmed Paşa dahi varup mezbûr hisarı muhasarave tazyik eyledikte, Kara-Yazıcı’ya, Hüseyin Paşayı teslim etmek şartiyle kendine sancak verileceği vaadolundu.Kara-Yazıcı, Hüseyin Paşayı feda edip kaleden aşağıya indirdi ve kendi, sulh ahitnamesi gereğince Urfa’dan kurtulup kendine verilen Amasya sancağına gitti (Naima,1967:239).
İBRAHİM PAŞA’NIN KANİJE CANİBİNE GİDİŞİ 1600
Çün hengâm-ı şitâ (kış günleri) geçip fasl-ı bahar (bahar günleri, faslı) erişti. Geçen sene Zilhiccesinde serdâr-ı ekrem Kurban Bayramı namazını Belgrad’da kıldıktan sonra sahraya çıkıp, asker cem’i için bir ay kadar ârâm ve tekmil-i mühimmâta (mühimmat ikmaline) kıyam edip der-i devlette kapı-kulunun mevcuduna mevâcib (aylıklar) verilip cizye defterleri tevzi olunmuştu.
Mah-ı mezbûrun evâilinde Yeniçeri Ağası Tırnakçı-Hasan Ağa neferi ile ve bölük ağaları ve topçiyan (topçular) ve cebeciyan (cebeciler) Darüssaltanadan (İstanbul’dan) çıkıp Belgrad’a gittiler ve adı geçen ayın sonlarında orduy-u hümâyuna dahil oldular (Naima,1967:242).
Kaledeki Küffâr Barutunun Ateş Alması:
24 Eylül 1600 pazar günü, kuşluk vaktinde bir azîm sada kopup âdem gövdesi kadar taşlar ve topraklar havaya perran olup (uçup) iki saat kadar zaman gubar ve duhan (toz ve duman) içinde kale nihan oldu kaldı. Badehû (sonra) açılıp gördüler ki, kalenin iki azîm kalesi vardı. Biri havaya uçmuş... Meğer içerude müslüman esirleri gece ile top gediklerini doldurmaktan gelirken,baruthane kapısını açık bulup, biri yanmış fitil bırakmış...İçinde olan bin kantardan fazla barut ve cebehane üzerinde zindan içinde olan yüz yetmiş esir, avret ve oğlan ve dahi üzerinde beyleri ile sarayı, cümle havaya atılıp helâk oldular (Naima,1967:246).
Kanije önündeki Asker-i mansur ol mahalden tabur üzerine varıp muharebeye meşgul olduklarında keminde olan (pusuda) müşrikin hâlâ ordu askerden hâlidir, deyû zahire ve barut getirip kaleye girmek fikriyle yürüdüklerinde serdâr-ı namdar, orduda bulunan müteferrika vesair asker ile süvar olup yeniçeri zümresini önüne katıp küffâra karşı çıkmıştı.
Küffâr-ı hâksâr yeniçeri alayına hücum, ettikte, koyun sürüsü kurttan ürker gibi yeniçeriler firar ederken (kaçarken) serdârın önünden güruh güruh geçtiler. Serdâr-ı ekrem bunlara:«Behey yoldaşlar! Niçin böyle edersiz?» Diye görüp cenge tergip ve tahriş eyledi müfid olmadı (fayda vermedi). Serdâr anları koyup bizzat küffâr alaylarına karşı gittikte melâin (mel’unlar tüfenk-endazları önüne katıp çadırlara duhul (girmek) mertebesine yakın olmuş ve arada bir batak kalmıştı. Yanında olan üç dört yüz sipahi ve silâhtar ile eriştiği gibi tüfenk serpip, iç-oğlanlarından ve sipahilerden nicesini şehit ettiler.Serdâr bir püşte ardına geçip durdu.
O mahalde yeniçeri ağası kılıcını düşürmüş, feryat ederek serdârın yanına gelip:«Hâl nice olur? Cümle ehl-i İslâm paymal oluyor? Diye ağladı. Serdâr ona bakmayıp, Rumeli ve Anadolu beylerbeyisine ve Mehmed Kethüdaya ve topçu-başıya dört kıta buyrultu yazıp, asker tabur üzerinden dönüp, ordu cânibine (tarafına) gelmek fermân eyledi. Serdâr, yanında asker olmadığından azîm müzayekada (sıkıntıda) bunalmıştı.
Asker bilcümle gelip, küffâra hücum eylediler. Küffâr bunlara dahi tüfenk serpip cenk eylediler. Mehmed Kethüdanın atı düşüp, yedeğine bindi.Asker bilcümle gelip, küffâra hücum eylediler. Küffâr bunlara dahi tüfenk serpip cenk eylediler. Mehmed Kethüdanın atı düşüp, yedeğine bindi. Yeniçeriye ne kadar ikdam olundu, kırk elli neferden ziyade bulunmayıp, çadırlarından baş göstermediler (1) (Naima,1967:248-249).
KANİJE HİSARININ FETHİ VE KÜFFÂRIN ÇIKIŞI
Kanije’nin kafirleri yedi gün sabahtan akşama dek cenk ederlerdi. Ve her gün kâfirin galebesi zahir olurken Müslümanların, muharebeyi terketmelerini hile zannederlerdi. Bu hâl üzere min indillah küffârm kalblerine ru’b (korku) ilka olunup görünüşte mucib bir sebep yok iken rah-ı idbâra düşüp kaçtılar ve kale dahi metanette ol rütbede idi ki, top darbeleriyle teshiri (elde edilmesi) mümkün değildi. Eğer barutlarına ateş düşmese, alınmak muhal (imkânsız) idi. Zira kırk üç gün muhasarada henüz yollar, yarı derecede olmuş ve andan öte serapa (baştan başa) batak olup en zor yeri kalmıştı. Aynı zamanda kaht ve gala (kıtlık ve pahalılık) müstevli olup bir okka tuz bir kuruşa bulunmadığından gayri, kasım günü girmekle yeniçeri bir gün dahi tehir etmeyip (geciktirmeyip) zarurî avdet ederlerdi. Hasılı avn-ı bârı (Allahın yardımı) yâri kılıp vaktiyle küffâın idbârı müyesser ve hisar dahi güzel bir şekilde müsahhar (ele geçirilmiş) oldu. LillâhülHamd ve’l-minne... (Naima,1967:251-252).
“Kanije Hisarı'nda önce düşman toplarla dövüldü. Küffar inatlarından vazgeçip kaleden çıkmak istemediler. Cumartesi gecesi tamamen yağmur altında sabaha dek cenk kesilmedi. Serdarı Ekrem o gece “Yarın yürüyüştür, umumi hücumdur” deyu askeri tembih etmiş ve yürüyüş yolları odun ve meşe ile doldurulmuştu.Sabah ile beraber İslam askeri yürüyüşe muntazır iken ansızın kale kapısı üzerine bir sancak dikilip “Aman” sedası ayyuka çıktı. Küffar, serhadin mutemet adamlarından Peçuylu Koca Sinan Çavuş’u rehin istediklerinde gönderildi. Müteakiben içeriden iki belli başlı kafir, boğazları altın zincirli, biri Macar ve biri Nemçe beylerinden çıkıp Serdarı Ekreme geldiler. Muratları üzere aman kağıtları aldılar.
Serdar Ekrem, kafir beylerine “Cebehane ve toplar padişahındır. Baki ne varsa götürün. Bir kimseden rencide olmazsınız” dedi.Bu kere küffar yüz bulup “İçeride atlımız ancak 200 kadar er ola. Bakileri piyade 1.500 kadar cenkçi, gerisi avrat ve oğlandır. Ne götürseler gerek?” dediklerinde Serdarı Ekrem tarafından elbise ve eşyalarını götürmek için 200 deve ferman olundu.
Ertesi gün bütün İslam askeri alaylar bağlayıp durdular. Küffar beyleri seher vakti kalenin anahtarlarını getirip Serdarı Ekrem’e teslim ettiklerinde ayinleri üzere alay kurup mal ve aileleri ile güruh gürüh çıktılar. Hatta tavuk ve kazlarını, tekne ve beşiklerini bile develere yükletip yola çıktılar (Naima,1967:249-250).
Asker varıp, mahsur-u mezburun yiyecek vesair metaa ait satılık şeylerini satın alıp dostane (dostça) muamele ettiler.Rumeli beylerbeyisi Mehmed Paşa ve Mehmed Kethüda koşulup üç gün gittiler. Kapomuk nam harbî kule göründükte ,adamları gelip karşılayıp, bir gün anda (orada) oturup, giden paşalara azîm hediyeler ve çorbacılara ( zabitlere) yüz donluk çuha ve devecilere birer donluk çuha verilip döndüler (Naima,1967:251).
İBRAHİM PAŞANIN KARA-YAZICI’YI DEFETMEK İÇİN SERDÂR OLUŞU
Geçen sene de Kara-Yazıcı dedikleri şakiye Çorum sancağı verilip fesattan rücû etmek (vaz geçmek) şartiyle af suretinde birkaç gün müdârâ olunduğu bundan evvel zilcrolunmuştu.
Mezbur İbrahim Paşa dahi kenduye koşulan asker ile yola düştükte Kayseri’ye sahrasında eşkiya güruhu karşı gelip iki taraf askerinin karşılaşması vâki oldu.Celâli askerleri yirmi bin kadar vardı. Büyük bir muharebe olup Paşa münhezim oldukta Celâli askeri münhezimlere kılıç koyup on beş kadar çorbacı ve bin neferden ziyade yeniçeri düştü. Paşa kaçıp Kayseriye hisarına güçlükle düşüp, beraber kaleye düşenlerden maada taşrada kalanların çoğu eşkıya elinde maktul oldu (öldürüldü).
Mezkûr şakinin verdiği hüküm sureti budur ki, ehemmiyetine binâen naklolundu:
Kara-Yazıcı’nın Hükmü: (1)
(1) Kara-Yazıcı tarafından Kayseriyeli birine verilen bu yazılı kâğıt,cidden dikkate şâyândır. Bu hükme nazaran Kara-Yazıcı, Osmanoğullarının hâkimiyetini Anadolu'dan atmağa, ve onun yerine kendi hükümdarlığını ilâna karar vermiş görünmektedir. Osmanoğulları hakkındaki kanaatleri de dikkate şâyândır (Naima,1967:254).
«Kayseriye sakinlerinden işbu hâmil-i hükm-ü şerif (hükmü şerifi taşıyan) Mehmed nam kimesne, biinâyetillahiteâlâ (Allahın inayetiyle) münhezim olan (mağlûp olan) serdâr İhrahim Paşa muharebesinde, bu canibe kemâl-i ihlâsla ( samimî olarak) itaat etmekle cemi tekâlif ve rüsumdan (bütün vergilerden) muaf eyledim. Ve eline bu hükm-ü hümâyunu verdim ve buyurdum ki dest-i Osmaniyan bu taraflardan bilkülliye münkati ve saltanat bilâ nizâ’ cana mukarrer ve mukadder oldukta (Osmanoğullarının eli bu taraflardan tamamen kesilip, saltanat kavgasız, gürültüsüz benim oldukta) tarafımdan tâyin olunan emir ve hüküm mucibince mezburu (yâni Mehmed nam kimseyi) muaf ve müsellem tutup (S.B.) rüsum ve tekâliften bir nesne teklif etmeyeler.Her kim bu hükme itaat etmezse cezası verilür. Ve bu hükm-üşerifi elinde ipka edip (bırakıp) mazmûn-ı Hümâyunu ile amel eyleyeler (Naima,1967:255).
İBRAHİM PAŞANIN VEFATINDANSONRA SADRAZAMLIĞIN YEMİŞÇİ-HASAN PAŞAYA VERİLMESİ (1601)
Yeni vezir Hasan Paşa «Bu sene de hurûca (çıkmağa,serhade gitmeğe) mecal olduğu takdirde geç varılmakla, bir iş görülmek muhaldir (mümkün değildir), ne hâl ise ol tarafta Lala-Mehmed Paşa serdâr olup muhafaza eylesin, gelecek sene de tam tedarik ile gidilsin.» deyû özür etmiş iken,Şeyhülislâm Sun’ullah efendi hilâfına zâhip olup (aksini düşünüp) “Serdârın acele gitmesi çok mühim ve çok lâzımdır» deyû Cenab-ı pâdişahiye söyleyip ibram etmekle bir veçhile tehire (geciktirmeğe) derman olmayıp, nihayet Belgrad cânibine atf-ı inan eyledi (o tarafa yöneldi).Ama, bu ibram için Sun’ullah efendiye bîhuzurolup (huzursuz olup, gücenip) şeyhülislâmlıktan azlettirmeyince hareket etmedi. Deri devlette ilmiye ve askerî mansıplarını kendi reyi üzere münasip kimselere tevcih edip ve fetvâ riyasetinden Edirne pâyesine varıncaya kadar değiştirip, kimini terfi, kimini azil ile tahkir etti (Naima,1967:262).
Safer ayının dokuzuncu Perşembe günü azîm alay ile İstanbul’dan çıkıp aslâ çadır ve eşkal (ağırlık) götürmeyip ılgar künan (ılgar ederek) sebük-bar (ağırlıksız) gidip, şöyle ki her konakta kendûye meşeden çadırlar yaparlardı ve sayesinde (gölgesinde) istirahat ederdi. Bu veçhile müsareat ile yirmi yedinci günde Belgrad’a erişti (Naima,1967:263).
KÜFFÂRIN KANİJE HİSARINA TEVECCÜHÜ
Cuma günü sala vaktinde gelip, kalenin topu altına girdiler. Tüfenk-endaz gaziler öğle namazı vaktin edek eskisi gibi cenk ettiler. Bâdehû (sonra) kâfir durup:«Muhammed dini hakkı için bari bir top atın!»Diye gördü. Fakat Hasan Paşanın tenbihi üzere:«Kalede bir tane topumuz yoktur. Olsa atıp sizi öldürmekte çekinir mi idik?» dediler.
Küffâr, gerçek sanıp sevinç ile Ferdinandoş krala ahvâli söylediler. Mezbur dahi küffâr beylerini davet edip ertesi yine gönderdi. Ol gün dahi üslûb-u sâbık üzere (eskisi gibi) muamele olunup bu defa çok cenk ettiler ve:«Top atın, kralımız duysun!» deyû niyaz ettiler. Yine kel’evvel (evvelce olduğu gibi) cevap verildi ve: «Biz bunda birkaç günlük misafiriz. Böyle cezire yerde insan durur mu? Pâdişâhımızın nice bin böyle palangası var.» dediler.Ama, kaçan ki Hasan paşa bu tedbiri öğretip,«Topumuz yoktur sözünü söylen» demişti. Ağalar itiraz edip «Bu sözü düşmana söylemek iyi değildir, üzerimize gelmeğe kasitleri yok ise de, tamaha düşüp gelmelerine sebep olur» dediklerinde Hasan paşa:«Siz sözümü tutun, bilmediğiniz yer vardır, ben topları mahalline saklarım!» dedi (Naima,1967:269).
Küffarın içinde Zirinoğlu da vardı. Ona “Sen ne dersin?” denilince « Ben, Sultan Süleyman zamanında Sigertvar’a kapanmıştım. Taşra kalesi kolaydır, ama iç kalesi müstahkemdir.Her kaleye kırkar top gerektir ve etrafında olan gölü Sultan Süleyman yüz bin yük yapağı doldurduktan sonra bir ol kadar toprağı su üzerinden aşırıp kaleye havale eyledi. Ve zor ile aldı. Sizin dahi o lkadar kuvvetiniz var ise ve Türk askeri üzerinize gelmezse belki bir maslâhat (iş) görürsünüz ama, bildiğim budur ki, eğer bu yıl Kanije’yi kurtarabilirseniz bundan büyük hizmet olmaz. Fakat anda dahi (yâni Kanije’de) bir sâhir-i mekâr (büyücü düzenbaz) adam vardır. Anın hilelerine akıl ermez.Yirmi senedir biz anın kâse kâse zehirlerini içmişizdir. Her ne vakit ki hastalığı veya öldüğü yayılsa, derakap vilâyetimizin birinde zuhur eder, neticede dâr-ı diyârımızı harap etmiştir. Bu âna dek kimse önüdne duramayıp, kendine muârızları üzerine hile ile galip olagelmiştir!» deyûp hâmuş oldu (sustu).
Frenk beyleri dinlemeyip: «Bu şahıs bizim cengimizi görmemiştir. Yahut Türk ile birliktir, bize korku verir» deyû sözlerine kulak asmadılar.(Naima,1967:269-270).
Bundan sonra Hasan Paşa topçuları yanına çağırdı:— Bu kalede ne kadar top vardır? dedi.
— Büyük ve küçük yüze yakın top vardır, dediler.
— İmdi cümlesin hazır edip gülbank Muhammedi çekildikte iptida büyük topa ateş edip, sonra hepsini bir uğurdan küffârın topluluğuna doğru atarız. Dedi.
Pes, cümle topları doldurup müntazır oldular ( beklediler).
Hasan Paşa iki rekât namaz kılıp dua etti. Sonra,evvelâ büyük topa, daha sonra cümle toplara ateş verip yerler zelzeleye geldi (titredi). Küffâr birbirine girip neye uğradıklarını bilemediler.Ferdinandoş kral, dört beyleriyle otururken üçünü top urup helâk etti. Ve nice bin nüfus zâyi ve telef olduktan sonra çadırlarını kaldırıp suyu geçmek istediler. Gaziler çıkıp akşama dek azim cenk eylediler. Küffâr suyu geçip Sigetvar yakasına kondular (Naima,1967:271).
Akıllı Hasan paşa itti (söyledi): «Ey gaziler! Malûmunuzdur ki ol melâin (mel’unlar) sizi, kayırdığından nasihat etmez. Ol başlardan ve kâfirin yaygarasından hiç üşenmen! Bilmiş olun...Size birkaç sözüm var. Benden yana kulak tutun. .Bu mel’unların gösterdikleri başlar gerçek midir, yalan mıdır? Evvelâ Karapençeyi gönderelim. Diyelim ki sahih haberi götürdü. Sahih olduğu surette biz kaleye anlar için kapanmadık. Pâdişâh sağ olsun. Hemen bir ednâ (en aşağı) kuluna-buyursa onlar gibi olur. Bizim kapanıp sâbît-kadem olmamız (ayak dirememiz) din-i İslâm uğruna ve hak yolunadır. Ama kalenin inşallahü teâlâ alınmayacağına birkaç delilim vardır.
Biri budur ki, merhum sadrâzam İbrâhim Paşa bu kaleyi muhasara ettiği vakit bu kadar gün döğüp alamayıcak (alamayınca) «Eğer Hak teâlâ fethini müyesser ederse Medine-i Münevvereye vakfolsun» dedi. Bundan sonra fethi müyesser oldu. Mercudur ki (umulur ki) ol Sultan-ı Enbiyaya (Hazret-i Muhammed’e) vakfolan, kâfire düşmeye...
Ve biri dahi budur ki, küffâr-ı hâksar, Rebiülevvelin on ikinci gecesi Peygamberimizin velâdeti (doğumu) gecesi gelip muhasara etti.Server-i enbiyâ (Peygamberlerin en ileri geleni) hazretleri âleme rahmet için geldiği gece hürmetine bu kalede mahsur olan ümmeti dahi ümittir ki rahmetinden behre yap ola (Naima,1967:277-278).
Bu tarafta Kara Pençe-Osman, zikrolunan mektubu beynel küffar (küffâr arasına) bırakıp Sigetvar’dan odabaşıları alıp serdâra gitmişti. Anlar dahi Mohaç’a gelip dördüncü günü orduda serdâra girdiler. Kale ahvâlini bildirip:«İmdada mecal var mıdır? Kale elden giderse hâl müşkülolur.» Deyû vâfir söz söylediler.
Serdâr emreyledi. Ulûfe verilip: «Bugün akşama kadar dağıtılsın, yarın Kanije üzerine giderim!» dedikte bazı erkân ( devlet büyükleri):«Kasım günü geçti. Bundan sonra asker ile bir yerde durulmaz ve hayme hargâh (çadır ve büyüklerin çadırı) dahi kurulmaz. Gitmek zamanı değildir.»Diyicek (deyince) serdâr yemin eyledi ki: Askerden bir fert (bir kimse) gelmezse de yalnız kendi adamlarımla gideyim (Naima,1967:290).
Muhasara sırasında bir gün Hasan Paşa Ömer Ağayı davet edip:«Üç yüz yarar yiğit hazır olsunlar, inşallah zafer müyesserolur!» dedi ve kendi bayrağını verip bunları kaleden dışarı düşmana saldırı için gönderdi. Nehir suyu donmuştu. Buz üzerinden yürüyüp geçtiler. Karşılarına bir kâfir beyi gelip:«Beni içeru getürün, müslüman olmak isterim!» deyû takkesini çıkardı.
Ömer Ağa bunu paşaya gönderdi. Gördü ki başında mücevher taç var. Altına kürsü koyup sordu. Cineviz kaptanı olup:«Bin neferim var idi. Çadırımda kırk bin altın nakit ve eşya kaldı. Bırakıp İslam’a geldim ve kale rehini olarak aldığım toplar kaldı» deyû ağladı.Paşa ona bir mutalla ( yaldızlı) tülbent sarıp iman telkinetti (Naima,1967:292).
Ömer ağa evvelki metrisi basıp dokuz yüz kâfiri hemen kılıçtan geçirdi. Ve yüz elli kadar kâfiri esir edip içeru gönderdi. Ve ol metriste olan on iki pâre topu ve cebehâne ve barutu içeri çektiler.
Paşa, sabah namazını kılıp Sigetvar kapısının üst yanında oturdu Bir kese altın ve bir kese kuruş yanına koyup baş ve dil (esir) götürenlere akçe döktü.. Ve önünde başlar, kubbe gibi yığılıp tahminen on sekiz bin baş gelmişti. Bu ahvâli yazıp serdâra ol mahalden adam gönderdi (Naima,1967:292).
Hasan Paşa dahi ikindi namazını kıldıktan sonra metris ve kaleden üç bin adam ile Muslu beyi ve Ömer beyi küffâr ordusuna gönderdi ve onlara:«Olmaya ki küffârı tamamen yok etmeden ganimet toplamağa bakasız ve her yoldan ikişer bayrak aheste aheste varıp, ardınızda kâfir komayıp kıra kıra gidin» deyû tenbih etti.Ve buradan dahi olanı yazıp serdâra bildirdi.Bundan sonra Hasan Paşa akşam namazını kılıp kaleye girdi. Bu taraftan gaziler anlatıldığı şekilde yürüyüp çadırlara vardıkta, kalan küffâr anları görüp firar etti (kaçtı), Yatsu zamanı tabura girip zaptettiler ve her kapıda bayrak dikip adam kodular. Hasan Paşaya bildirip azîm ateşler yaktılar ve sabaha dek zevk ve safalar sürdüler.
Kaçak küffâr dağlara düşüp sahralarda perakende oldular. Hasan paşa sabah namazından sonra kahramanvari süvar olup orduya geldikte gaziler istikbal edip (karşılayıp) mübârek-bad-i gazâ için (gazayı tebrik etmek için) el öptüler.Ol dahi anlara nevâziş ve tahsin gösterip hayır dua.eyledi. Ve Ferdinandoş kralın otâğma doğru varıp içeri girdi.
Gördü ki, bir âlî (yüksek) taht, etrafı trabzan, biri altın biri gümüş parmaklıkların başları elvân cevahir ile murassa ve müzeyyen ve direkleri başına birer elmas konulmuşki, her biri Rumeli haracı değer idi.İki tarafında on ikişer kürsü konulmuş, kırmızı kadife örtüler ile saçakları inci ve sırma ile örülmüş her biri zîkıymet(kıymetli) ve taht önünde tahminen altı zira’ uzunluğu semat (sofra), ol dahi sanayi güna gün ile (türlü türlü sanatlar ile) müzeyyen idi.
Hasan Paşa anda iki rekât namaz kılıp hamdü senâ ve fetih şükranesi için dua edip ağladı. Ve bu nusret mücerret Hak Teâlânın inâyeti ve Hazret-i Resûl-i ekremin mucizatı eseridir deyup, kılıcını çıkarıp tahtı ortadan kılıçladı ve geçip üzerine emîrâne ( emirce) oturdu. Sair beyler ve ağalar ol kürsiler üzerine alâ merâtibihim (mertebelerine göre) oturdular. Hasan Paşa cümlesine hitap edip vâfir vaaz ve nasihat eyledi. Sabır ve sebatın lüzumunu söz ve kalb birliği ile serdâra itaat etmenin faydalarını bildirdi. Ve «Her kim bu gazada bulundu ise inşallahü teâlâ meğfurdur ( günahları bağışlanmıştır)» dedi.
Sonra «Otâğa evvel gelen kimlerdir?» diye sual etti. Yedi nefer ilerû gelip üç yeniçeri, dört serhadlı kendûlerin bildirdiler.Hasan Paşa onlara: Bu otağda, cebehâneden gayri her ne var ise sizindir!»dedi.
Gece ile tabura gelen asker, gerek Ferdinandoş’un otağından, gerek gayri çadırlardan emval (mallar) ve eşya gaaretine(yağmasına) el koymayıp serdârın taksimine intizar ile sabaha dek beklediler. Ol sahib-i şecaatlerin istikametleri (Ol şecaat sahiplerinin doğrulukları) serdârlarına bu mertebe itaatlerinden malûm olur. Hasan Paşa’nın dahi kral otağını cümle eşyasiyle ol yedi nefere verip tamahkârlığa düşmemesi ne kadar himmeti yüksek olduğuna delâlet eder. Her kaçan ki asker böyle itaatli ve serdâr olan cömert tabiatli ve temiz huylu ola... Elbette mazhar-ı lûtf-i Rabbil’ibad olup (Allahın lûtfuna mazhar olup) ve sonunda fevz ve nusret ile ( başarı ve zafer ile) dilşat ( gönlü sevinçli- olagelmişlerdir (Naima,1967:294-295).
Bazı esirlere inhizamın (mağlûbiyetin) aslını sual ettiler.«İçeriden çıkan kâğıt ele geçtikten sonra içimize korku düşüp gözümüze yeşil başlı Türkler hayaletler gibi görünmeğe başladı ve siz hücum ettikçe anlar dahi hücum eder gibi görünüyorlardı» derlerdi.
Bu inhizamda Malta Herseği Don Juan nam muânid (inatçı) bir tarafa gidemeyip libâsmı çıkardı. Ve bir kebeye sarılıp hasta gibi dört gün bir hendekte yattı. Beşinci gün Mekomorya’dan Zirin-oğlu adamları gelip tabur döküntüsü ararken üzerine gelip ol dahi «Beni götürün!» deyû niyaz etmekle Zirin-oğluna ilettiler. Kendini bildirdikte ikram ile vilâyetine gönderdi.
Bu cenkte yetmiş seksen bin kâfir kılıçtan geçtiğinden gayri, İtalyan ve Nemçe (Avusturya) piyadelerinden kurtulanlar yollarda dökülüp dondu kaldı. Bir bölüğü dahi üryan ve nâlân, diyarlarına revâne olup ancak canlarını kurtardılar.
Peçuylu, Ömer Ağadan nakleder:«Küffârı takip ettiğimizde yer yer onar on beşer kâfir cem olup ateş yakıp otururlardı. Bizi gördüklerinde harekete kudreti olan ayak üzeri kalkıp şapkasını çıkarır tazim eder gerû otururdu. Biz dahi kırmaktan (öldürmekten) usanıp,bir bölük âciz ve zebunu öldürmek erlik değildir, deyû incitmez olduk, ve ileriye canluca, mülebbes (giyinmiş) ye müsellâh (silâhlı) kâfir kesmeğe giderdik (Naima,1967:297).
EŞKİYA KARA YAZICI’NN İSYAN ETMESİ
Kara-Yazıcı, hayme ve hargâh ve bâr u bengâh döküp bakiyet üs süyuf (kılıç artığı) eşkiya, ile firar ederek gelip Canik dağlarında karar eyledi. Hasan Paşa dahi ardınca sürüp Tokat şehrine girdi (Naima,1967:300).
Mezbur Şah-Verdi ve Yular-Kastı ve Tavil nam kimseler ki her biri büyük bir belâ şaki idi. Kara-Yazıcı’nın biraderi Deli- Hasan yanına gelip birkaç bin eşkiya ile Canik’ten çıkıp Hasan Paşa’nın Diyarbakır’dan gelen ağırlığını gaarete gittiler ve bir mahalde basıp istedikleri gibi yağma ve gaaret ettikten sonra güruh-i enbuh ile (kalabalık bir güruh ile) durmadan Tokad’a geldiler. Hasan Paşa’nın yanında mevcut asker olmamakla hücumlarına takat getiremeyip Tokad kalesine tehassun etmişti (sığınmıştı).
Eşkiyanm askeri şehri gaaret ve yağma ettikten sonra Paşanın «Cennet bağı» dediği murassa’ ve mücevher şekûfelerini bozup tâlân eyledi.Bununla dahi kanaat etmeyip «Elbette kaleyi alurum ve paşayı giriftar ederim(yakalarım)» deyû şehir kenarına konup hisarı muhasara eyledi. Bu haber der-i devlete vâsıl oldukta Tavâşi zümresinden ol asırda Diyarbakır beylerbeyisi bulunan Hüsrev Paşaya vezâret (vezirlik) verilip Kürdistan askeriyle Celâli def’ine namzet kılındı (Naima,1967:305).
Haşan Paşa emvalini (mallarını) gaaret ettiklerinde nükudu(parası) kalkan ile, dîbâ, çuha ve kumaş gibi mütenevviayı kılıç zirai ile ölçüp üleştiler ve bundan, ziyade kuvvet bulup yedi sekiz sene memleketleri zîr-i dest-i tasallutlarına aldılar (kimseye rahat vermeyecek şekilde elleri altına aldılar) (Naima,1967:306).
Vakta ki Allahın inâyetiyle fethi müyesser oldu. Erdel’e gitmekte bir mahzur kalmadı. Bu kasitle Budin’e varılıp köprüden Peşte sahrasına geçildi.Küffâr taburu Estergon mukabelesinde Ciğerdelen nam mevkide idi. Her akşam İslâm askeri «Allah, Allah!» dedikleri gibi, küffâr dahi sabah akşam hep birden Yezûş diye çağırırlardı. Ve ardınca üçer azîm top atarlardı. Küffârdan atılan topların sadâsı Peşte sahrasında işitilirdi (Naima,1967:309).
Küffâr askeri, serdârın gitiğini işittiği gibi toplarını kaldırıp Femandoş Kral Macar ve Hırvat ve Frenk askerini ve kaptanlarını ( kumandanlarım) önüne katıp mah-ı mezburda eski Budin’e gelüp Çil adasına tombaz gemileri ile köprü bağlayüp Kız adasına geçti. Ve donanma gemileriyle yürüyüp, Peşte’nin Tuna kenarı duvarsız olmakla, köprüyü bozup girdi.Karadan ağaç top ile sarıldı. İslâm askerinin bir bölüğü Tuna yalısında olan büyük kaleye tahassün edip (sığınıp) Budin’den bir iki şayka gelüp, kudretleri olan asker ve halk karşıya geçtiler. Geride kalan zayıf erkek ve kadınlarla çocuklar, hepsi yakalandılar.
Beş bin kadar kâfir, girip Peşte’yi zapteyledi. Maadası, eski Budin altında tabur kurup Gürz-ilyas üzere olan palangayı aldılar. Budin hisarını muhasara edüp Gülbaba cânibinden on pâre top ile toprak kule önüne ve Bec kapısından metrisler ve toplar kurup muhkem dövmeğe başladılar.
Gördü ki, küffârın hesapsız askeri ol havalide güruh güruh oldu, kemâl-i şiddet ve germiyet ile cenge başlamışlar.Ve Budin kalesi yirmi sekiz pâre top ile dövülüyor:Asla İslâm askerinin gelişinden korkulan ve çekinmeleri yok.Ve Peşte’de küffâr mâlâmal olup (dopdolu olup) bugünlerde ele geçirilmesi imkânsız ve küffâr, Kızlar Adasından Peşte’ye köprü bağlayıp, İslâm askerini Tuna’ya ve Budin’e yaklaştırmaz..
Serdâr, Budin’i bırakıp gittiğine nâdim eyledi ve Amavud inadına pişman oldu ama, ne faide...Nice müşavereden sonra bir iki yerden Peşte’ye on pâre top kurulup muhasara olundu. Poyraz ve Öküz ve Deli-Balta misali zorbalar dahi metrise yeniçeri gibi girip adamlariyle başka bir kol oldular ve mezburlar, adamları olan zorbalar ile metrise gelüp gittikçe Murad paşa ve Mahmud Paşa vesair beylerbeyiler ayar üzere durup ıraktan bunları selâmlar idi Bunlar, cümle paşaları ve büyükleri bir hoşça haklarlar idi.İki taraftan Budin kütür kütür dövülürdü. Küffâr taburuna karşı Tuna kenarında dört badaloşa kurulup,anınla köprüler kesildi. Peşte’ye küffâr geçemeyip yalnız Budin üzerine düştüler.
On beş gün geçince-İslâm ordusunda büyük bir kıtlık ve pahalılık meydana geldi. Bir kile un yirmi altına, ve bir kile arpa on beş altına çıkıp ol dahi bulunmayıp,çaresiz asker Budin’den zahire getirdi (Naima,1967:311-312)
Budin kadısı Hâbil efendi ki, seksen yaşından fazla idi ve gayetle pir idi. Guzâtı (gazileri) cenge teşvik edip kendi eliyle bir kâfir öldürdü.Bu esnada durmadan azîm yağmurlar dahi yağıp minba’d (bundan sonra) metriste durmak zamanı geçip küffâr yeis ve hüsran ile toptan çekip Estergon’a doğru gitti. Guzat, ardınca varıp batakta kalan toplarını basıp Budin’e getürdüler.Mehmed Paşa her birine ihsanlar eyleyip, ahvâli serdâra bildirdi. Serdâr Yemişçi-Hasan Paşa dahi, Asitâne-i Saadete (İstanbul'a) arzedip haslar ile üçüncü vezirlik, seraskerlik beratını irsal eyleyip, Rumeli eyâletini Murad Paşaya tevcihetti (Naima,1967:311-312).