Hayat Mücadeleleri
Selahattin Adil Paşa’nın Hatıraları
(Zafer Matbaası, İstanbul - 1982)
HARP OKULU GÜNLERİM
Perşembe akşamları yoklamasında ise o haftanın dersten veya davranıştan dolayı hapis cezası alanların veya cuma izinlerinden yoksun kalanların isimleri okunur ve dayak cezası hak edenler de divan dayağına çekilirdi. Omuzu geçmemek şartıyla değneklerle hükümlünün kaba etlerine vururlar ve sonunda her yoklamada olduğu gibi ‘Padişahım çok yaşa’ diye bütün öğrenciler tarafından bağırılmak suretiyle merasime son verilirdi. Bu ‘çok yaşa’ları ‘baş aşağı’ diye değiştirerek söyleyenler de az değildi. Tabi belli etmeden.(Sarıbay,1982:21-22)
ASKERLİK HAYATIMIN YOLCULUKLARI
23 Aralık 1902 bir Pazartesi günü Nemçe Kumpanyasının Kariolia vapurunda babamın sağladığı birinci mevki bir kamara yolcusu olarak İstanbul’dan hareket ettik. O zaman kabotaj hakkımızın bulunmayışı ve ‘seyr-i sefain’ Deniz Yolları vapurlarının yeter sayıda olmaması sebebiyle Osmanlı İmparatorluğu kara sularında çoğunlukla yabancı gemilerle ulaşım yapılmakta idi.(Sarıbay,1982:27)
Çanakkale’de kısa bir beklemeden sonra 25 Aralık 1902’de Midilli Adasına geldik. Vapurumuz gece yarısına yakın hareket edeceğinden karaya çıkarak şehri gezdim. Memurlar ve pek az kimseden başka halkı genellikle Rum olan kasaba, kıyıdaki temiz binaları güzel otel, gazino ve lokantaları, düzenlenmeye başlayan parkı, sokaklarının tamamen havagazı ile aydınlatılmış olması ile uygar bir kasaba hissi bırakmıştı.(Sarıbay,1982:28)
İstanbul’umuzun Tatavla (Kurtuluş) ve Yenimahalle gibi semtlerinde oturan birkaç yüzyıllık Osmanlı uyruklarından Rumların Türkçeyi öğrenmemeleri... (Sarıbay,1982:28)
Bu tarihlerde Çanakkale’de olduğu gibi bütün Batı Anadolu şehir ve kasabalarında Rumlar çoğunlukta idiler. Lozan barışı ile Rumlar Yunanistan’a oradaki Türkler de Türkiye’ye geldiler.(Sarıbay,1982:28)
İZMİR
26 Aralık 1902 sabahı İzmir Limanına girdik. Karaya çıkarak Rumca levhalı sahildeki bir gazinoda çayımızı içtikten sonra şehrin hemen her tarafını dolaştık. Mağazaların isimleri, halkının çoğunluğunun arababacılarına kadar şapkalı olmaları insana bir İslam-Türk şehrinde olduğuna şüphe uyandırıyor. Ara sıra bellerinde koca kamaları, tabancalarıyla dolaşan efeler ve geniş şalvarlarıyla görülen Giritli göçmenler ne yazık ki ‘Gavur İzmir’ diye anılan bu güzel şehrimizin beklenen gerçek yüzünü göstermekten çok uzak bulunuyordu. Şehir içinde büyük hanlar, depolar, limandaki bir Nemçe (Avusturya), iki İtalyan, iki Fransız, iki Yunan ve bir Rus vapuru, sahildeki büyük otel ve gazinoları, kordon boyunca beyaz boyalı cumbalı, insana yeni yapılmış hissi veren büyüklü küçüklü güzel temiz evleri, iki tiyatrosu ile memleketin bu parçasının devamlı bir çalışma ile huzur, servet ve refah getiren bir yeri olduğunu gösteriyor. Postahanelerine varıncaya kadar okullarıyla, ticarethaneleriyle bu mübarek yurt parçasının sanki biz Türklere değil de ecnebilere, azınlıklara aitmiş gibi bir izlenim uyandırması gerçekten yürekler acısı idi.(Sarıbay,1982:28-29)
İzmir’deki Türklerin ise büyük çoğunluğu işçilik ve hamallıkla ancak hayatlarını kazanabiliyorlardı. (Sarıbay,1982:29)
RODOS
Vapurumuz gece yarısına doğru pırıl pırıl ışıklar içinde kalan İzmir’den ayrılmış ve ertesi sabah Rodos’a vardığında beyaz fesleri, geniş şalvarları ile hoşa giden Müslüman Türk fatihlerinin garip torunları oldukları hatıra gelen kayıkçıların gayreti ile yükünü boşalttıktan sonra yoluna devam etmişti.(Sarıbay,1982:29)
Osmanlı Devleti Tanzimat Devrinden itibaren Avrupa’dan aldığı borçları ödeyemediğinden, alacaklılar memleketimizin birçok önemli gelir kaynaklarına el koyarak alacaklarını kendileri toplamaya başlamışlardı.(Sarıbay,1982:29)
MERSİN/ANTALYA
Akdeniz kıyılarımızın hemen her türlü uygarlık araçlarından yoksunluğunu Mersin de çekmekte idi. 1951 yılında mebusluğum sırasında bazı bölgelerimizde yaptığım bir inceleme gezisinde bir iki gün de Mersin'de kalmıştım. Tam yarım yüzyıllık bir aralıktan sonra görmüş olduğum fark ne yazık ki doyurucu olmaktan çok uzak, hatta üzüntü verici idi. Hatta o tarihte suyu bol diye not etmişken 1951 tarihinde şehri susuz bulmuştum.(Sarıbay,1982:30)
Bir Fransız kumpanyası tarafından idare olunan tren yolu ile Antalya’ya vardım. Halkın önemli bir kısmı Arapça konuşuyordu. Suriyeliler gibi giyiniyor, binalarda, lokanta ve dükkânlarda bu durum müşahede ediliyordu.(Sarıbay,1982:30)
KIBRIS
Kıbrıs’ın Larnaka limanına demirledik. Vaktin azlığı dolayısıyla şehre çıkmadım. Üç Camii, dört kilise ve bir saat kulesi görünüyordu.(Sarıbay,1982:33)
Limasol, Larnaka'dan daha büyük ve zeytin, hurma, harup ağaçlarıyla, yeşil bir vadi tarafından çevrilmiş hoş bir görünüme sahipti. Şehirde birisi büyük üç kilise ve bir Camii görünüyordu.(Sarıbay,1982:34)
BEYRUT
Beyrut’ta halk hangi din ve mezhepten olursa olsun tamamen Arapça konuşur. Arap dilinin açıklığı ve berraklığının ve Araplardaki temsil yeteneğinin tesiri belli idi. Türkçe bilenler ne yazık ki pek azdı. Fransız etkisi ve kültürü sebebiyle Fransızca konuşanlar özellikle aydın tabakada Türkçe ’den fazla idi. Hakim millet olmak dolayısıyla Türk toplumu için ne acıklı bir durum değil mi? (Sarıbay,1982:36)
ŞAM
Şam’da Türklerle Araplar arasında ne yazık ki bir sempati ve kaynaşma duygusu uyanmamış ve bunda şüphesiz dil farkı önemli bir rol oynamıştır.(Sarıbay,1982:41)
Vilayet ve ordu merkezi olmak dolayısıyla geliri giderini karşılamayan Şam'da da maaşlar ve diğer hükümet ödemeleri düzensiz ve bazen aylarca aksar, subaylar maaşlarını tedahülden kurtarmak ve ailesinin masraflarını kapatmak zorunluğu dolayısıyle maaşlarını sarraflara kırdırırlardı.(Sarıbay,1982:42)
Eğitim ve öğretimden ziyade eldeki hayvanlar ve lüzumlu eşyanın korunması işini ön planda tutmaya alışmış olan tabur kumandalarının... (Sarıbay,1982:43)
Haziran başlarında evvelce bir İngiliz şirketi tarafından yapılmasına başlanmış olan Hayfa-Bisan demir yolunun hükümet tarafından yapılmasına başlanmıştı.(Sarıbay,1982:43)
HAYFA
Hayfa, biri Arap mahalleleri, diğeri Alman kolonilerinin oturduğu iki kısmından meydana geliyordu. Esas şehri meydana getiren ve sahil ve arkasındaki yamaçlarda kurulan hükümet dairesi, pazar yeri, çarşısı ve diğer yerleriyle Arap mahalleleri ne kadar harap ve berbat ise öteki birbirlerine paralel ve dikey, orta kısmı şose ve kenarları selvi ağaçlarıyla gölgelenmiş yaya kaldırımlı yollarda parsellenmiş ve her aile için ön ve arka tarafları bahçeli 200 kadar evleri, kilisesi ve oteli ile temiz ve güzel bir mahalle meydana getirilmişti. (Sarıbay,1982:44)
Eski kasabadan iki saat kadar ötede sahile hakim Karmel tepesi hristiyanlarca kutsal sayıldığından Würtenbergli 50 kadar Alman katoliği dini duygularla 1869 tarihinde Hayfa ‘ya göç etmiş ve Alman uyruğundan ayrılarak hatta fes giymek suretiyle yerli geleneğe uymak istemişler ve bu bölgede yerleşmişlerdi. Fakat zaman geçtikçe gerek idaremizin gerek yerli halkın bazı tatsız hareketlerinden dolayı sonradan bu niyetlerini değiştirmişler ve bir Alman konsolosluğunun kurulmasına sebep olmuşlardı.(Sarıbay,1982:44)
Karmel yamaçları satın alınarak 7 sene önce, 10 sene içinde yarısını bağ ve yarısını çamlık haline getirmek şartıyla her göçmen ailesine 30 metre genişliğinde ve 100 metre uzunluğunda olmak üzere 3 bin metrekarelik toprak dağıtılmış, çıplak ve taşlık yamaçlar verimli bir hale getirilmişti.( Sarıbay,1982:45)
AKKA
Abbas Efendi İran'da babası tarafından kurulan ve bir çeşit İslam protestanlığına benzeyen ve kendi adıyla anılan Bahai mezhebinin halifesi olduğundan İran'dan çıkarılmış ve hükümetimizce de Akka'ya sürgün ve orada oturmaya mecbur edilmiş, tarih, astronomi ve din bilimlerinde derin bilgisi olan, düzgün konuşan, kısa zamanda Akka'da kendisine ayakdaşlar bulmuş, Bahailiği Amerika'ya kadar tanıtmış gayet zeki bir adamdı.(Sarıbay,1982:46)
Abdulhamit II. Devrinde dışarıdan getirilen kitaplar da sansüre tabi idi. Kitapda yasaklanmış bahisler bulunursa bunlara el konulurdu.(Sarıbay,1982:48)
İmparatorluğun son zamanlarında İstanbul'daki büyük devletlerin elçiliklerine ait Boğaziçi'nde demirli özel gemileri vardı.(Sarıbay,1982:49)
YAFA
İngiliz Başbakanı Balfour'ın himmeti ile kurulan İsrail kolonisinin kısa bir zaman sonra burada bir devlet kuracaklarını belki akıllarından geçirmemekle beraber Baron Rothchild (Roçild)'in ve Amerika siyonist kuruluşunun büyük para yardımlarıyla Yahudilerin bölgede esaslı şekilde yerleşmekte oldukları göze çarpıyordu. Evvelce sağlıklı olmayan bir alandan ibaret bulunan Zemmarinde bataklık kurutulmuş, okaliptüs ağaçlarından bir orman meydana getirilmiş, etrafı amber fidanları ile çevrilmiş geniş iki şose ile bağlı bir tepecik üzerinde 500 kadar kargir binalı bir köy ortaya çıkmıştı. Güzel bir hastane, umumi bahçe, yetiştirilmiş bakımlı bağlardan toplanan üzümlerin işlenmesi için büyük bir şarap fabrikası yapılmış, en yüksek noktada yapılan büyük sarnıçlardan her tarafa su dağıtımı sağlanmış, sözün kısası üzülerek söylenmelidir.
Bugün bile memleketimizde benzerini görmediğimiz uygar bir köy kurulmuştu. Fransız, Rus, Alman ve Musevi göçmenleri kıyıya yakın bölgelerde birçok köyler kurmuşlardı.
Bütün toprakları ekmişler; zeytin, dut ağaçları, bağlarla süslemişler ve eski sahiplerini işçi gibi kullanmakta idiler. Yafa, Beyrut'a oranla çok küçük, iyice bir kasaba. Ne yazık ki senede binlerce hristiyan ve müslüman hacıların kutsal Kudüs şehrini ziyarete geldiği bir sahil kasabası olmasına rağmen bir küçük limanı bile yok. (Sarıbay,1982:55)
KUDÜS
Kilisenin döşemesi gayet eski kilimlerle örtülmüş ve Gregoriyen Ermeniler için de üçgen biçiminde bir yer ayrılmıştır. Kilisenin iç hizmetlerinde bir mezhepten olan rahip diğer mezhebe ait olan bölüme ayak basmaz ve el sürmez.(Sarıbay,1982:63)
Genel görünümü ile bir bütün meydana getiren mabedin çeşitli mezheplere ait olduğu kabul edilmiş olan kısımlara diğer mezheplerden kimse karışamaz, el süremez. Hatta İsa'nın doğduğu yer bütün mezheplere ait olduğundan duvarları tozlu, resimlerden bazılarının camları kırılmış olduğu halde kimse tamir ve temizlemeye yetkili değildir.(Sarıbay,1982:64)
AMMAN
Akşama doğru Kafkasyalı Çerkez göçmenlerinin yerleştirildiği Büyük Seyir Köyü’ne ve güneş batarken de Amman'a ulaştık.(Sarıbay,1982:65)
Askerimizin hiç kimseye başvuramadan bir kenarda unutulup kalması neticesinde ölmüş olduğunu ve gömülmesi için kefenlik bulunamadığını haber verdiler. 13. Şube şefi mühendis Cevdet Beyle tavla oynamakta olan Albay İzzet Bey, memleketin fedakâr evlatlarının hayatına hiçbir kıymet verilmediğini, tedbirsizlik, bakımsızlık yüzünden ölüp gittiklerini söyleyerek hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamış, bütün sinirleri bozulmuş ve hepimizi de üzüntüye boğmuştu.(Sarıbay,1982:66)
İSTANBUL’A DÖNÜŞ
21 Temmuz sabahı sisli bir hava içinde İstanbul’a yaklaştığımız zaman 1877 Ayastafanos Antlaşması zafer hatırası olarak Rusların yaptıkları büyük anıt göze çarpıyordu. (Sarıbay,1982:69)
Bu arada ağrıyan bir dişimi de 1,5 lira karşılığında doldurtmuştum.(Sarıbay,1982:70)
MAKEDONYA GÜNLERİM
1903 ayaklanması, Avrupalıların hükümetimiz üzerinde baskı yaparak sürekli girişimlerde bulunmalarına sebep olmuş ve Makedonya bölgesinde kullanılmak üzere jandarmanın ıslahı için Selanik’te bir okul açılmış, aylıkları artırılmış ve bir Fransız generali bu işle görevlendirildiği gibi III. Ordu bölgesindeki illere yabancı jandarma müfettişleri tayin edilmişti. Serez bölgesinde de bir Fransız subayı bu görevde idi.(Sarıbay,1982:75)
Drama ve etrafında Rumeli'nin en uyanık, talihli ve zengin bir halkı yaşıyordu. Üç dört katlı kargir binaları ve temiz boyalı tahtadan yapılmış evleri ile Nusretli bugünkü ilçelerimize bile üstün olan köyleriyle insanda rahatlık duyguları uyandırıyordu. (Sarıbay,1982:75)
Bölgedeki Bulgarların yamasız, temiz kıyafetlere girmiş olduklarını gördükçe bu durumu fakir ve bakımsız hale gelmiş zavallı Anadolu Köy ve köylülerimizin hüzün verici hali ile kıyaslayarak sızlayan kalplerimiz bu bölgede aynı acıyı duymaktan kurtuluyordu. (Sarıbay,1982:76)
Bu satırları yazarken aradan elli sene kadar bir zaman geçtiği halde yüzyıllarca dünyayı titreten Türk kahramanlarının torunlarının hala yaralarının sarılmadığını ve en basit hayat ihtiyaçlarına bile kavuşamadığını görmek ne acı ve üzüntü vericidir. Acaba ne için bizler kararlı ve normal bir ilerleme yoluna giremiyor ve şekilden şekle geçerek doğru ve devamlı bir yön bulamıyoruz? (Sarıbay,1982:76)
Makedonya’nın Bulgaristan'a katılmasına taraftar olmayan Sandaleski, çetesiyle birlikte 31 Mart olayında Drama gönüllüleri ile birlikte Hareket Ordusuna katılmıştı. (Sarıbay,1982:81)
İTTİHAT VE TERAKKİ CEMİYETİNE GİRİŞİM
Bu arada II. Ordu kurmayından Yüzbaşı Kazım Bey 'de İstanbul Harp Okulu tabiye öğretmen yardımcılığına atanmıştı. Aramızda az zamanda derin bir samimiyet başlamış ve memleket davaları üzerinde açıkça yaptığımız görüşmeler karşılıklı bir güven ve dostluk meydana getirmişti. İttihat ve Terakki Cemiyeti ve çalışmaları hakkında yaptığımız görüşmelerde Kazım Bey kendisinin cemiyete girmiş olduğunu söylemiş ve benim de katılmamı önermişti. Zaten daha idadi sınıflarında iken gizli gizli okuduğumuz Meşveret, Mizan, Kanun-ı Esasi, Mahkeme-i Kübra gibi cemiyetin veya Avrupa'daki hürriyetçilerin yayınladıkları gazete ve broşürleri okuyarak, babamın da bu konudaki aydınlatmalarından faydalanarak psikolojik ve fikir bakımından hazırlanmış bulunduğumdan yapılan öneriyi büyük bir memnuniyetle kabul ettim. Bir cuma tatilinde bana önder olan Kazım Karabekir'in evine giderek Kur'an-ı Kerim ve silah üzerine el basarak yemin ettikten sonra Cemiyete girdim.(Sarıbay,1982:83)
Her sene Ramazan ayından evvel başlayan genel sınavlar için İstanbul dışındaki harp okullarına İstanbul Harp Okulu’ndan müfettişler gönderilirdi. 1908 Senesi imtihanları için ben de Erzincan Harp Okulu'nda görevlendirildim. Özel olarak da cemiyet propagandasına çalışacaktım.(Sarıbay,1982:84)
Vapurda Selanik'ten gelen ve Trabzon'da Rumeli'deki hareketleri anlatarak cemiyet namına propaganda yapan bir subay arkadaşla tanıştım. Vapurumuz Giresun ve Samsun'a uğradığı zaman buralarda karaya çıkarak dilimiz döndüğü kadar yapılan ihtilalin sebepleri, meşrutiyet yönetiminin memlekete hürriyet ve serbestlik ile beraber ilerleme ve mutluluk yolunu açacağı hakkında birer konuşma yaptık.(Sarıbay,1982:89)
Edirne ‘de Sultan Selim (Selimiye) Camii yakınındaki büyük ordu gazinosunda genel bir subay toplantısı düzenlenmiş ve durumun görüşülmesine ve tartışılmasına geçilmişti. Nihad Bey, tümenin Nazım Paşa aleyhindeki hareketini uygun bulmadığını ve diğer tümenlerin görüşleri öğrenilmeden yalnız Edirne’deki bazı subayların aldığı karar ve davranışın doğru olamayacağını bildirdiği gibi topçu Yüzbaşı İhsan Bey de Nazım Paşa'nın tutum ve davranışlarını eleştirmişti. İstihkâm yüzbaşısı Sabri Bey buna cevap vererek Nazım Paşa'nın Edirne'ye dönmesi için harekete geçilmesini ve bir heyetin İstanbul'a gönderilmesini ileri sürmüştü. Nazım Paşa’nın leh ve aleyhine tartışma uzayıp gidiyor ordu subay topluluğunun birbirine karşıt iki gruba ayrıldığı görülüyordu. (Sarıbay,1982:93)
ASKERLİK SİSTEMİMİZ
Bazı subayların babalarının aracılığı ve etkisi ile ve birbirleriyle yarışırcasına hiçbir kıdem dikkate alınmayarak süratle terfi ettirilmek suretiyle sınıf arkadaşlarından dört beş sene fazla ilerletilmiş olmaları üzüntü yaratırdı.(Sarıbay,1982:104)
Abdülhamit devrinde kur'a efradının toplanması bir dereceye kadar düzenli ve zamanında yapılmakta, fakat kanuni süre hizmetlerini tamamlamış olan erlerin terhisi, özellikle Yemen gibi uzak yerlerde bulunanlar daha çok olmak üzere hemen daima gecikir ve çoğunlukla mali imkânsızlıklar yüzünden senelerce geri kalır, birliklerde yedi sekiz senelik erler birikir kalırdı. (Sarıbay,1982:94)
Bu havadis tabii derhal tümenimize de yayıldığından süresini doldurmuş erlerin eğitime çıkmak istemediklerini ve ‘Terhis İsteriz’ naralarıyla barakaları terk ederek kasabaya ve istasyona indiklerini öğrendik. Durum ciddiyet kazanmıştı. Yalnız son kur'a erleri ile talime çıkmaya ve bir taraftan da adeta isyancı bir davranış gösteren erlere gerekli nasihatlerde bulunarak kendilerini susturmaya çalışıyorduk. Fakat geceleri de tabancalarımızı yastıklarımızın altına koyarak uyuyorduk. Bir hafta, on gün kadar bu durum devam etti ve nihayet erlerin senelerine göre kısım kısım yollanmalarına başlanmış olduğundan sükûnet sağlandı. (Sarıbay,1982:94)
31 Mart olayı üzerine Drama gönüllü taburları ve buna bağlı Rum ve Bulgar çeteleri de gelmek suretiyle toplanmayı tamamlamış olan ordu birlikleri aldıkları emir dairesinde çeşitli kollar halinde İstanbul'a doğru yürüyüşe geçmişti.(Sarıbay,1982:98)
BÜKREŞ ASKERİ ATEŞELİĞİM
Osmanlı-Rus seferlerindeki büyük meydan savaşı alanlarını görmek için seyahat ediyorduk. Bu arada Buza bozgunu adıyla tarihimize geçen Buzeu ve Ploesti bölgesini gezmiş ve bu kasabanın parkında bazı şehitlerin mezar taşlarının muhafaza edilmiş olduğunu, Baltacı Mehmet Paşa'nın Rus Çarı Deli Petro'ya galip gelerek onu teslime mecbur ettiği Prut Meydanını ve Doburca'da hareket merkezimiz olan Babadağ ordugâhımızı, bir aralık Rusçuk, Varna, Plevne üzerinden Sofya'ya ve buradan niş yolu ile Belgrad'a gitmiştik. (Sarıbay,1982:109)
Sinaya, Karpat Dağlarının güney yamaçlarını kaplayan büyük çam ormanlarını, çeşitli akarsuları, düzgün ve temiz yolları, yazlık hükümet merkezi olması dolayısiyle elçilik heyetlerinin, Romanya büyüklerinin evleri ve büyük otellerle süslenmiş bir şirin kasabadır.(Sarıbay,1982:111)
TRABLUSGARP’TAKİ GÖREVİM
Bingazi ve Derne’de İtalyanlarla savaşmak üzere ikinci grup olarak gelen ve hastalanmasından dolayı İskenderiye'de hastaneye yatmış olan Mustafa Kemal Bey'in (Atatürk) hastaneden çıkar çıkmaz İskenderiye'deki Reis el-Vecv sarayında Hidiv (Mısır Valisi) Abbas Hilmi Paşa'yı ziyaret etmesini gerek memleket çıkarlarına ters düşmesi gerek şahsi görevime karışılma sayarak bir an evvel cepheye hareketini Ömer Fevzi Bey vasıtasıyla bildirmeye mecbur olmuştum.(Sarıbay,1982:126)
Sünusi büyük Şeyhi Ahmet Şerif El-Mehdi'ye bağlı bulunan ve hemen bütün Bingazi bölgesine yayılarak 30 dan fazla zaviye kurmuş olan Sünusilerden her alanda büyük yardımlar görülmekte idi. (Sarıbay,1982:120)
GİRİT İSYANI
Girit’te isyancılar kısa zamanda idare merkezi olan Vani kasabasına kadar bütün adaya hâkim olmuşlardı. Vali Prens Kupas Efendi'nin başvurması üzerine Kuşadası'ndan bir askeri birlik ( Yaklaşık 400 kişi ) Vani'ye gönderilmiş ise de adaya çıkmayı başaramamış ve vali, konağında sarılı kalmıştı. Sonradan Vani’ye ve ada güneyindeki Molla İbrahim'e gönderilen donanma tarafından adanın bombardıman edilmesine zorunluk duyulmuş ve valiyi konağından almak üzere donanmadan gönderilen römorköre binmeyi kabul etmeyen vali ‘Böyle bir durumda valinin yerini bırakmasının doğru olmadığını’ ileri sürerek bir zaman daha kalmayı yeğ görmek suretiyle tam bir Osmanlı ruhu ve yüksek bir iradeye sahip olduğunu göstermiş, geçmiş ve gelecek devlet adamlarına parlak bir örnek vermişti. (Sarıbay,1982:133)
Avrupa hükümetlerinin de kansız başarılan bu büyük inkılabımız ( 2. Meşrutiyetin ilanı) karşısında lehimize bir cereyanın meydana geleceğine ve özellikle İngiltere ve Fransa gibi hürriyet taraftarı milletlerin bu inkılabı destekleyeceklerine bağlanan ümitlerin ne kadar boş olduğu ne yazık ki pek kısa zamanda meydana çıkmıştı. (Sarıbay,1982:137)
BALKAN SAVAŞINDAKİ GÖREVİM
On onbeş evi geçmeyen savaş hattındaki diğer bütün Bulgar köyleri gibi halkı etrafındaki dağlara çekilmiş bulunan köyün okuluna yerleştiğimiz zaman, bu küçük Bulgar köy okulu dersliklerinin siyah tahtası ile cetvel, gönye ve büyücek pergeli ile kazalarımızda bile eksik olan öğretim araçları ile donatılmış olduğu hayret ve ibretle görülmüştü. (Sarıbay,1982:153)
Beslenme konusu ordunun önemli bir sorunu olmuştu. Vima nehri kuzeyindeki topraklar hemen tamamen çorak, kayalık ve bitki yetiştirmekten yoksun bulunduğundan ve bu durum karşısında ordu kumandanlığı tarafından beslenme meselesinin çözüm ve düzenlenmesini sağlamak maksadıyla benim Avlonya’ya hareket etmekliğim kararlaştırılmış olduğundan 30 Kasım’da daha ortalık ağarmadan çamurlu, kötü ve dar bir patikadan yavaş yavaş Avlonya’ya hareket ettik. Ortalık ağardığı zaman uzaktan Adriyatik Denizi görülüyordu. Biraz sonra zeytin ağaçları ile örtülü tepeye çıkınca kasaba da karşımıza çıktı. Saat yaklaşık olarak sekize geliyordu. Şehir henüz sessiz ve hareketsizdi. Yollarda bize şaşkın şaşkın bakan tektük insanlara rastlanıyordu.
Evvelce alayla birlikte gelmiş olan Teğmen Asaf, hükümet konağının yerini bildiğinden doğruca eski mutasarraflık binasının önünde hayvanlarımızdan indik ve kapıcının yol göstericiliği ile Celalettin Beyle birlikte evvelce mutasarrafımız tarafından işgal edilmiş olan temiz ve genişçe bir odaya çıktık. Biraz sonra geldiğimizi haber alan beyaz keçe külahlı ve fesli bazı adamlar birer ikişer şaşkın bakışları ile bizi süzerek merhaba deyip etrafa yerleştiler. Arnavutluk’un bağımsız olduğundan, İsmail Kemal Bey’in Prensliğinden, hangi yoldan, nasıl geldiğimizden söz ettiler. Durumu bildiğimizi, ordu karargâhından İsmail Kemal Bey’le görüşmek üzere gönderildiğimi ve beni ne vakit kabul edeceklerini öğrenmelerini rica ettim. Kahvelerimizi içerken havadan sudan bir süre konuştuk. Beklemedikleri bu durum karşısında tutum ve davranışlarında tereddütlü, sözlerinde nazik ve belki biraz heyecan ve merak içinde saygılı bir halleri vardı.
Ne de olsa yüzyıllarca egemenliği altında kaldıkları Türk Milletinin, yenik durumda da olsa kahraman Türk ordusunun bir temsilcisi idim. Bir saat kadar sonra İsmail Kemal Bey’in beni beklediği haberini getiren birisi ile oturduğu eve gittim.(Sarıbay,1982:176-179)
Genel durumundan biraz bahsettikten Yanya Savunmasını yapan ordumuzun beslenme ihtiyacını ve zorluğunu, beslenmesini sağlamak maksadı ile Avlonya’ya gönderilen süvari birliğimize karşı yapılan muamelenin orduda husule getirdiği menfi tesiri açıklayarak Arnavutluk istiklalinin esas itibariyle hükümetimiz tarafından kabul edilmiş bulunması dolayısıyla herhangi bir müdahale ve saldırının bahis konusu olamayacağını, fakat ordumuzun da bu mahrumiyete uzun müddet dayanamayacağını ve ordunun beklediği yardımın yerine getirilmesine biran evvel başvurulmasını ilave ettim. İsmail Kemal Bey sakalına damlayan gözyaşları arasında bana cevap olarak ‘Ben Osmanlı Devletinin nimetiyle yetiştim. Birçok yüksek vazife ve memuriyetler üstüme aldım. Hükümetin düştüğü bugünkü acı durumdan sizler kadar bende üzgünüm. Ancak Osmanlı Devletine olan bağlılığımızı korumakla beraber hiç olmazsa Rumeli’nin bir kısmını Sırp ve Yunan Ordularının saldırı ve işgalinden korumak amacı ile bağımsızlık ilan etmek zorunda kaldıklarını’ söyledikten sonra ‘Avlonya’da kaldığım takdirde orduya yapılacak her türlü yardıma tanık olacağımı’ bildirdi. (Sarıbay,1982:182)
Yanya’daki erlerin, özellikle birliklerine katılmamış olan dağınık erlerin durumu yürekler acısı idi. Zavallı askercikler haftalardan belki aylardan beri bir avuç bazen kavrulmuş bazen haşlanmış, bazen ekmek haline getirilmiş mısırdan başka bir gıda alamamış, en ufak hastalıktan kendilerini kurtaracak ilaçtan yoksun, bütün dünya ile alakası kesilmiş, eski moralinin zerresi kalmamış, benliğini değil, varlığını unutmuş gibi idi. Gıdasızlık yüzünden yarı deli, vücudu bir deri bir kemikten ibaret kalmış ve üzerindeki palaspare elbisesinin omuzlarından bir iskelet veya korkuluk halini almış olduğu görülen, yüzü ve organları bir mumya gibi kararmış ve kurumuş bu memleket çocuklarına yollarda veya açlıklarını gidermek için ot bulmak ümidiyle dolaştıkları sırtlarda sık sık rastlanıyordu. Tam bir yoksulluk içinde ümitsiz bir sefalet ve perişanlığa düşen ve Eyüp sabrına benzer ümitsiz bir tevekkülle sessizce dayanabilen bir toplumu bilmem tarih yazmış mıdır? (Sarıbay,1982:188)
1908 SONRASI GÜNLER
Hemen her sene bazen birkaç defa “Hürriyeti Ebediye Tepesi” ne gider ve birçok hatıralarla bağlı olduğum şehitleri ziyaret ederim. (Sarıbay,1982:190)
Bab-ı Ali Olayı, İttihat ve Terakki Partisinin Enver Paşa gibi ileri gelenleriyle Yakup Cemil ve Mümtaz Bey gibi partinin fedaisi denilen gözü pek adamlarının o günkü hükümeti (Kamil Paşa Kabinesi) devirip iktidarı ele geçirmek için 23 Ocak 1913 günü ihtiyar sadrazam Kamil Paşa başkanlığında hükümet toplantısının yapıldığı Bab-ı Ali’yi (bugünkü İstanbul vilayet konağı) basarak harbiye nazırı (Savunma Bakanı) Nazım Paşa ve Yaverlerini öldürerek sadrazam Kamil Paşa’yı zorla istifa ettirme olayıdır.(Sarıbay,1982:196)
1.DÜNYA SAVAŞI GÜNLERİ
Derneğin (İttihat ve Terakki Cemiyeti) ahlak sağlamlığı, tuttuğunu koparır ve alçak gönüllülüğü ile herkesçe sevilmekte olan başkanı Talat Bey (Talat Paşa) sadrazamlık makamını üzerine almıştı.(Sarıbay,1982:196)
Almanya’dan Mareşal Liman Von Sanders başkanlığında getirtilen ve ordu kadrosuna alınan reform kurulu arasında bulunan Bronzar Paşa Genel Kurmay Başkanlığına atanmıştı. Sınıfımızın çok kıymetli bir öğrencisi olan Hafız İsmail Hakkı Bey ise Genel Kurmay ikinci başkanlığına, yine sınıfımızdan Mehmet Kamil Bey (Paşa) müsteşarlığa, İsmet (İnönü) ve Kazım (Karabekir) Beyler Genel Kurmay şube müdür yardımcılıklarına getirilmişlerdi. Çünkü Şube müdürlüklerine Alman Subaylar atanmıştı.(Sarıbey,1982:197-198)
Skoda Fabrikası (Avusturya-Çekoslovakya) yapımı yüksek güçlü dağ topları diğer Krup, Schneider ve Rus firmalarının dağ toplarına bir ölçüde üstün vasıfta olmakla beraber istenilen amacı sağlamaya yeterli görülmemiş idi. Krup, Schneider fabrikalarının Skoda dağ toplarından üstün vasıfta toplar üzerinde deneyler yaptıkları biliniyordu.(Sarıbey,1982:199)
LONDRA’DA MAHKEME
Bir gün kapısını açık gördüğümüz ve müze sandığımız büyük binalardan birine girdik. Sırmalı elbise giyen bir hademe bizi karşıladı ve ayaklarının ucuna basarak bizi bir merdivenden yukarı çıkararak tiyatro localarına benzeyen bir balkon kısmına götürdü. Güzel koltuklara oturduk. Aşağımızda çok süslü ve zengin salon, bir yanda beyaz proklarıyla, siyah cüppeleriyle yer almış dört beş kişi oturmakta ve önlerinde bir kişinin konuşmasını dinlemekte idiler. Koca salonda çıt yoktu. Manzara insana korku ve saygınlık veriyordu. Buranın bir mahkeme olduğunu anladık ve bizimkilerle kıyasladık.(Sarıbay,1982:200)
ÇANAKKALE SAVAŞI
Karargâhta, müstahkem mevkiim genel durumu ile cephane, silah ve diğer araçların mevcudu ve ihtiyaçları ile son yıllarda birbiri arkasından gelen İtalya ve Balkan Savaşları dolayısıyla meydana gelen askeri olaylar hakkında hiçbir doküman ve bilgi yoktu. (Sarıbay,1982:208)
Çanakkale’de ne girişteki, atış uzaklıkları 7000 metreyi geçmeyen 22 çapındaki kısa menzilli ağır topların ve ne de ikişer toplu Ertuğrul ve Orhaniye Bataryalarının düşman saldırısının makas ateşi karşısında ciddi bir savunma güçleri olamayacağından… (Sarıbay,1982:210)
Rumeli Hamidiye tabyası içine ve bir topun döşemesine rastlayan 38 santimetrelik 900 kiloluk mermilerden… (Sarıbay,1982:219)
Herkes büyük bir azim ve imanla beklenilen saldırının vatan için hayati önemini değerlendirerek görevine sarılmış, birçok noktalardan “Allah-u Ekber” le başlayan Ezan sesleri göklere yükselmişti. (Sarıbay,1982:222)
Saat 13:30’a doğru durum ciddileşmiş, toplarımızdan bir yardım görmediğimiz takdirde, sonuç Allah’ın kaderine bırakılmış oluyordu. Çok geçmeden düşman donanmasının gerek merkez grubu gemilerinde gerek yanlarında bulunan Fransız Zırhlılarının hareket ve ateşlerinde bir duraklama görülmüştü. (Sarıbay,1982:226)
Biraz sonra merkez grubundan İnfelexible kruvazörü ile Agamennon zırhlısının hat gerisine doğru çekilmekte olduğunu öğreniyorduk. Rumeli ve Anadolu sırtlarındaki karşılıklı obüs bataryalarının mermileri tesirini göstermiş, aldıkları isabetlerle gerek Agamennon gerek İnfelexible’in güvertelerinde önemli hasar meydana gelmişti. Agamennon’ın baş tarafı da işlemez hale gelmiş İnfelexible’de yangın çıkmış, aldığı bir torpil yarasından su almaya ve dengesini kaybetmeye başlamış olduğundan her ikisinin savaş hattından çekilmesi amiral tarafından emredilmişti.(Sarıbay,1982:226)
Saat 13:45’de yerlerini İngilizlere bırakmak üzere çekilmekte olan Boguvet’nin müthiş bir patlama ile birkaç saniye içinde büyük bir su sütunu arasında kaybolduğu görüldü. (Sarıbay,1982:227)
Ne yazık ki Kanlıdere saldırıları Zundern Stern hücumlarının tekrarlanması şeklini almış ve 1. Tümenin kumandanı Cafer Tayyar Bey’in (Paşa) isabetli önlemlerine kadar birçok alayların boş yere ve neticesiz kayıplarına sebep olmuştu. (Sarıbay,1982:255)
V. Ordu Kumandanı Mareşal Liman Von Sanders, aralarında Yarbay Mustafa Kemal Bey’inde (Atatürk) bulunduğu astlarının çoğunun kanaatlerinin aksine, düşmanın Saroz Körfezi ile Arı burnu ve Seddül Bahir bölgelerine çıkartma yapacağını düşünüyor ve ona göre önlemler alıyordu. Bu düşüncenin yanlışlığını birkaç gün sonra Anafartalar Çıkartması başlayınca kendisi de anlamıştı.(Sarıbay,1982:257)
Binbaşı Fevzi Bey, bir taarruz yapılmasına lüzum görülmediklerini, bugün asli kuvvetlerin cepheye yanaştırılıp arazi, bölge ve taarruz hedeflerini görüp tanımalarına ve yorgunluklarını gidermeye bırakılıp (9 Ağustos’ta) şafakla taarruza geçilmesinin uygun olunacağını, güney grubunda ilk çıkartmalar sırasında yaptırılan kanlı ve sonuçsuz saldırılardan ders almış olduğundan bildirdi. Grup kumandanı tümen kumandanlarının bu görüşlerini hal ve duruma uygun bularak saldırının (9 Ağustos) sabahı yapılmasını kabul etmiş ve orduya da bildirmişti. Bu karar ve grup emrinin çok yerinde olduğunu uygulama göstermiş ise de, kurmay sınıflarında kendisinden çok faydalandığımız ve değerli bir kumandan olan Fevzi Bey’i, üzerine aldığı bu ağır sorumluluktan dolayı, takdir yerine Liman Paşanın tekdirine uğramaktan kurtaramamıştı. İlahi kader başka türlü olacakmış; Fevzi Bey sonradan Viyana Askeri Ateşeliği’ne atanarak savaşın sonuna kadar ordumuzu müttefik Avusturya ordusunda temsil etmiştir.
Grup emrine uyularak 34. Alay, arazinin örtülü kısımlarından faydalanarak Bakabava-İsmailoğlu sırtlarına, 35. Alay Tekketepenin hemen gerisine, 36. Alay Kavaktepesi gerisine sürülmüş ve birliklere 9 Ağustos sabahı yapılacak taarruz için gereken emirler verilmişti. 6 - 9 Ağustos 1915 günlerinde düşman kuzey grubumuz sağ yanına saldırarak Damakçılık Bayırı ile Conk Bayırında bazı ilerlemeler yapmış ve hatta Conk Bayırının yüksek hattından bir kısmını zapt etmeyi başarmış idi. Bunlara karşı yapılan ayrı ayrı karşı taarruzlarımız ne yazıkki sonuçsuz kalmıştı.(Sarıbay,1982:260-261)
Çanakkale’de cephenin en büyük eksiği top cephanesinin sınırlı oluşu idi. Vehip Paşa günde dört mermiden fazla harcayan batarya kumandanını sigaya çekiyordu. (Sarıbay,1982:269)
Birkaç gün sonra bir İngiliz torpidosu ile Çanakkale’ye hareket ve akşam heyetin bulunduğu İngiliz gemisine kabul ve misafir edildik. Bize ayrı kamaralar ayırdıkları gibi yemekte de rütbelerimize göre yer ayırmak ve her suretle nazik ve misafirperver davranmakta kusur etmiyorlardı. Yemeklerin sonunda kral adına içilen bir küçük kadeh çeriden başka içki kullanılmıyordu. Biz de bu kadehe ‘padişahımız için’ (tabi sessizce içimizden) diyerek iştirak ediyorduk. (Sarıbay,1982:301)
KUVAYİ MİLLİYE GÜNLERİ
Temsil heyetinde bulunan Anadolu Temsilcilerinin de katıldığı Mebuslar Meclisinin İstanbul’da toplanmış olmasından dolayı, resmi hükümete karşı isyan etmiş bir topluluk sayılmasından kurtulamayan “Kuva-i Milliye” yöneticileri…(Sarıbay,1982:315)
Bu durum karşısında artık İstanbul Hükümeti ile ilişkinin devamına imkan görülemediğinden Anadolu da bağımsız bir idare kurulmasına ve bunun için Ankara’da Mebuslar Meclisinin toplanmasına Temsil Heyeti tarafından karar verilmiş ve hazırlığı başlanmıştı.(Sarıbay,1982:316)
Kuvayi Milliye’ye olan kalpten bağlantıma rağmen topçu kumandanım Yarbay Tevfik Bey’i kıtır kıtır kestiren ne kendisi ne birliği disipline girmeyen bir sergerde ile birleşmeyi kabul etmedim. (Sarıbay,1982:317)
Gece Sivil veteriner Yako Efendinin evinde pansiyoner olarak kalan bir subayın davetine bende katıldı isem de ne bu içki âlemini nede bugün ilan edilen Bolşeviklik ve yeni kurulan Sosyalist Fırkası tarafından yapılan gösterileri hoş bulmayarak saat birde beraber inmiş olduğumuz istasyon karşısındaki Osmaniye Oteline döndüm. (Sarıbay,1982:321)
23 Haziran’da Mustafa Kemal Paşa tarafından yapılan davet üzerine paşalarla beraber ziraat okuluna gittik. Nihad Paşa’nın Diyarbakır (Güney Ordusu), Nurettin Paşa’nın da Konya’ya (Merkez ordusu) atanmalarının uygun görüldüğünü öğrendik. İsmet Paşa (İnönü) Genel Kurmay Başkanı olarak bana da, batı cephesi kumandanlığını üstlenmiş olan Ali Fuad Paşa’nın (Cebesoy) yerine XX. Kolorduyu önerdiği zaman durumu bilmiyordum. “Düşüneyim” dedim. Akşam Milli Savunma Bakanı Fevzi Paşa (Mareşal Çakmak) ile görüştüm, fikirlerini dinledim. Durumda henüz bir kararlılık olmadığını, Kazım (Karabekir) ve Nihad (Anılmış) Paşa’ların da merkez işlemlerinden memnun olmadıklarını, Nurettin Paşa’nın da Bursa’ya dönmek istediğini öğrenmiştim. Bir karar vermekte mütereddit idim.(Sarıbay,1982:322)
Bugün Ceyhan kasabası kuzeyindeki Mercibin, Mercimek gibi devlete ait faydalanılabilen topraklar; yerleştirilebilen ve toplamı milyonu geçtiği söylenilen Arnavut, Çerkez, Tatar, Nogay, Boşnak, Kürd göçmenlerinin hayatlarına mal olmuş ve üzerinde yaşanmaz bir hale gelmiş bulunuyordu. Bu milyonluk topluluktan şimdi ancak birkaç bin kişi kalmıştı.(Sarıbay,1982:327)
Kadirli’deki Asur ve eski Türk eserlerini gördükten sonra eski bayındırlık ve uygarlık yerine bugünkü kamış kulübelerden kurulu köyün, gölgeliğe sığınmış sıtmadan tir tir titreyen ve birkaç gram kininden de yoksun bulunan zavallı halkına karşı yüzyıllar boyu gösterilen ilgisizlik karşısında lanet okumaktan kendimi alamadım. (Sarıbay,1982:328)
Büyük ders alınacak bir husus da güç paylaşımı, genel savaştan ( Birinci Dünya Savaşı ) biraz evvel yapılan Ermeni tehcirine kadar kasabanın bankeri haline gelmiş olan Agop Ağa hesabına yapılmıştı. Eski aile gelenek ve gösterilerine devam etmek düşüncesi ile yaptıkları büyük masrafları kapatamadıklarından yavaş yavaş mülklerini rehin etmek zorunda kalarak bu Ermeni sarrafın önünde boyun eğmek ve onun arzularına uymaya mecbur kaldıklarından kasabanın servet kaynakları yavaş yavaş Agop Ağa’nın eline geçmişti. Bu durumun ne yazık ki Gaziantep için de aynı olduğunu sonradan öğrendim. Bu suretle hemen bütün Anadolu’nun ticaret ve ekonomik hayatından başka Doğudaki nüfus yoğunluğundan memleketin savunma imkânlarını da çok zorlaştırabilecek bu iç yara, hükümetin tehcir kararı ile kesin olarak kapatılmıştı.(Sarıbay,1982:331)
Maraş’ta gerek Fransız’ların kötü idaresinden gerek mühimce bir yekûna ulaşan yerli Ermenilerle Suriye’den gelen gönüllü Ermeniler’in saldırılarından bıkarak dini, milli ve vatani duyguları bir kat daha artan halk, Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin Teşkilatı sayesinde dışarıdan hemen hiçbir yardım görmeden Fransız işgaline karşı ayaklanmış ve bir Cuma günü kasabanın büyük camiinde öğle namazından sonra şehrin merkezinde Fransız işgalinde bulunan kaleye hücum ederek Fransız bayrağını indirmiş ve beraber getirdikleri Türk bayrağını çekmek suretiyle mücadeleye başlamışlardı. (Sarıbay,1982:333)
10 Eylül günü Munzur Yaylasında ve ertesi günü Andırın’da Yağcızade İbrahim Ağa’da misafir oldum. Andırın havalisi bol suları, güzel tabii ormanlarıyla İsviçre’yi andıran bir yayla ise de ne yazık ki yolsuz ve bakımsızdı. Halk aşiret hayatı yaşıyor, bir senenin büyük kısmını yaylada çadır içinde geçiriyordu. (Sarıbay,1982:346)
Gaziantep’teki Kuvayi Milliye Güçleri, Ordu Kumandanlığına şu mektubu göndermişti: Geçirdiğimiz iki üç denemeye rağmen yine ‘Pazartesi obüsler ve toplarla içeriye giriş hareketinde bulunacağınıza dair’ yaptığınız vaatlere güvenerek belirli saatlerde erlerimizi, öz Türk evlatlarımızı harekete geçirdik. Allah’ın yardımı ile birkaç siper işgal ederek bir iki saat orada tutunduk. Ne yazık ki beklediğimiz hareketin, yardımlarınızın yüzde birini bile görmedik. Bu bize önemli kayıplara mal oldu. Şimdiye kadar dökülen Türk kanı yetişmiyormuş gibi önemli ve kıymetli kanlar ilave etmek suretiyle memleket Pazartesi gününden itibaren matemlere, felaketlere uğradı. “Geldik, geliyoruz, biraz sabredin, kurtaracağız” diye öteden beri özellikle son kuşatmanın birinci gününden itibaren 75 gün içinde yaptığınız vaatlerden üzülerek söyleyebiliriz ki en küçük bir fayda bile sağlayamadık. Cephanesizlikten bahsettik, inanmadınız. Açlığın varlığımızı bir kat daha ezmeye başladığını bildirdik, aldırmadınız. Günlerce, haftalarca açlığa katlanarak teklifiniz üzerine, sorumluluğumuza büyük ve önemli görevler verdiğiniz halde büyük bir ümitle beklediğimiz şu Pazartesi gecesi bizi kurtarmaktan ziyade felakete attı. Bundan dolayı sizi Büyük Millet Meclisi Başkanlığı’na şikâyet etmeye ve gerekirse bütün insanlık ve Müslüman âlemine, uğradığımız durumu ilan etmeye çalışacağız. (Sarıbay,1982:362)
Memnunluk verici olan bir husus, beklenen Yunan saldırısı sonucunda Eskişehir’in düşmesi halinde Ankara’dan çekilmenin meydana getireceği olumsuz etkilere yer verilmek amacı ile hükümet merkezinin şimdiden Sivas’a nakli hakkında verilen ve Genelkurmay Başkanlığı tarafından 2-3 Temmuz 1921 tarih ve 618 sayılı (Kişiye Özel) olarak cephe kumandanlarına yapılan tebligatın uygulanmamış olmasıdır.(Sarıbay,1982:378)
Sakarya savaşlarında Almanya’dan fişek ve uçak satın alınması için Saffet (Arıkan) ve Nuri (Conker) Beyler Rusya yolu ile Almanya’ya gönderilmişlerdi. Ne yazık ki bir milyon altın liraya mal olan bu girişim beklenilen sonucu vermemişti. (Sarıbay,1982:401)
Artık ne Milli Misak Antlaşması, ne Sivas Kongresi kararları ne de dünyadaki rejimlerden hiçbirisine uymayan fakat “Biz bize benzeriz” formülü ile tespit edilmiş ve zamanla bütün gücü başkanlığa geçmiş olan “B.M. Meclisi Hükümeti”ne son verilerek cumhuriyet ilan olmuştu.(Sarıbay,1982:407)
Milli hareket sırasında meydana gelen olayları, değişiklikleri izlemekten doğan fikir ve kanaatlerim sebebiyle şahsi hâkimiyetle yönetimin birleşmesinden ürkmüştüm.(Sarıbay,1982:407)
Milli harekete katılmayan subay komutan ve memurların maaşları kesilmiş ve hepsinin ordudan atılması ve bir kısmının Anadolu’da kurulmuş olan harb divanlarına verilmesi istenmişti. (Sarıbay,1982:414)
Lozan Konferansının kesintiye uğraması ve Topkapı Sarayında bulunan hazinenin acele Anadolu’ya götürülmesi kararı üzerine İmparatorluğumuzun pek kıymetli bu tarihi hazinesi kethüda Refik Bey merhumun ilgi ve gayretiyle yüzlerce sandığa yerleştirilerek ve hiçbir kayba meydan verilmeyerek sessizce Konya’ya gönderilmişti. (Sarıbay,1982:415)
Kahraman cedlerimizin bu kıymetli eserleri bu güne kadar sahipsiz kalıp harap olmaya mahkûm bırakılmış ve birçokları çürüyüp gitmiştir. (Sarıbay,1982:421)
O sırada İstanbul’da yayınlanmakta olan Akşam Gazetesinde seçim işleri hakkında Yakup Kadri Karaosmanoğlu bazı makaleler yayınlamakta idi. Bunlar bir ihbar sayılmıştır. Yakup Kadri Bey’in İstanbul seçimleri hakkında yaptığı ihbarlar üzerine Afyonkarahisar milletvekili Ali Bey, Mustafa Kemal Paşa tarafından hükümet lehinde propaganda çalışmaları yapmak üzere İstanbul’a gönderilmişti.(Sarıbay,1982:419)
Son zamanlarda meydana gelen olaylar yeni bir tahakküm ve zorbalık devrinin hazırlıklarını gösteren gidişatı memleket için hayırlı bir yön olarak görmüyor, yeni görev ve sorumluluklar almayı uygun bulmuyordum. Barışın yapılması ile rahata kavuşacak vatanın geleceğine duacı olarak İstanbul’un boşaltılma işinden sonra ordudan ayrılmaya karar vermiş bulunuyordum.(Sarıbay,1982:423)
General Harrington tarafından İtilaf Devletleri orduları namına 29 Ağustos’ta Türk ordusu için Sumer Palas’ta bir çay ziyafeti verilerek İstanbul’daki askeri, sivil birçok kişi çağırılmış ve kumandanlıkça da 19 Eylül 1923’de Beykoz Parkında bir garden parti ile buna karşılık verilmişti. (Sarıbay,1982:424)
Tam beş sene süren ve bizlere çok acı yaşatan bu ölüm kalım mücadelesi de son buluyor ve milletimize geleceğin ümit kapıları açılıyordu.(Sarıbay,1982:425)
İSVEÇ
İsveç’te geçirdiğim on gün içinde ziyaret ettiğim birçok şehir, kasaba ve köylerdeki gözlemlerim, resmi ve özel kişi ve kuruluşlarla temaslarım bende İsveç’in dünyanın en mutlu hayata kavuşmuş terbiyeli, nazik ve çalışkan bir milletle meskûn olduğu inancını bırakmış ve sonradan ailemle birlikte iki sene kadar (1929 ve 1930) kaldığım bu kuzey ülkesindeki incelemelerim, ilk ziyaretimdeki bu kanaatimi takviye etmişti. (Sarıbay,1982:441)
Coğrafi durumu, asırlardan beri savaşlardan uzak kalmış, değişmez meşruti, demokratik bir krallık sayesinde İsveçliler iklim ve toprakların elverişli olmamasına rağmen memleketlerini en medeni milletler derecesine yükseltmişler ve her manası ile geniş bir refaha kavuşmuşlardır. Bende bu fikri yerleştiren sebeplere gelince; bir kere milletin yükselmesinin en mühim olan maarifin ulaştığı yüksek seviye, memlekette okuyup yazma bilmeyen bir kişi bulunmayışı kadar her mesleğin çeşitli basamaklarında uzman kıymetli kişiler yetiştirmiş olmasıdır.(Sarıbay,1982:442)
İsveç’te işsizlik yoktur. Palaspara kıyafetli bir kişiye hatta büyük birkaç şehirden başka istasyonlarda hamala bile tesadüf edilmez. Her sınıf esnaf işinin başında, mesleğinin müsaadesi ölçüsünde temiz giyinir, vazifesi dışında ise tam bir hanım veya efendi kıyafetinde, dini ve hususi merasimlerde erkekleri siyah elbise ve silindir şapkasıyla, kadınları siyah kürk mantolarıyla görürsünüz.(Sarıbay,1982:443)
Tahsil, terbiye, görgü neticesi belki biraz da iklimin tesiri ile sinirli olmayan İsveçliler dürüst, başkasının haklarına daima saygılı, medeni insanların nitelik ve üstünlüklerine sahip, namuslu, haluk kimselerdir. Menfaatlerini bilmekle beraber kendilerinde hiyle, aldatma, rüşvet, fesat, hırsızlık, vazifeyi kötüye kullanma gibi hallere, kavga, saldırı gibi sosyal terbiye noksanlıklarına rastlanmaz.(Sarıbay,1982:444)
İsveç’te biradan başka alkollü içkiler kanunla sınırlandırılmıştır. Her aile ayda ancak muhtelif cinsten toplam üç kilo alabilecek surette karneye tabi tutulmuştur. Otel ve lokantalarda ancak sofrada yemek sırasında içki alınabilir. Geceleri saat onbirde bütün eğlence yerleri kapalıdır. Bu tedbirler sayesinde sarhoş bir kimseye rastlanmaz. (Sarıbay,1982:446)
Hemen her medeni memlekette olduğu gibi hükümet ve güvenlik teşkilatı halkın yardımcısı ve koruyucusu olarak görev yapar ve hiçbir suretle varlığını duyurmaz, hükmetmeye, karışmaya yeltenmez. Şehirler ve kasabalar hariç olmak üzere her yerde polis görülmez. Görülenler de halkın normal hayat ve serbestçe hareketlerine, kanun ve başkasının hak ve hürriyetine aykırı bir olay olmadıkça, daima gözlemci, seyirci ve istenince isteği ve ihtiyaçları yerine getirmeye hazırdır.(Sarıbay,1982:446)
Eski tarihi dostumuz ve Moskof Çarlığına karşı bir müttefikimiz olan bu yüksek milletin ulaştığı medeniyet ve insanlık seviyesine gıpta ile hayran kaldım.(Sarıbay,1982:447)
BİZDEKİ SİSTEM
Ne yazık ki İstiklal Harbindeki muvaffakiyetimizle gerek dâhilen, gerek haricen her türlü dertlerden arınmış olarak elimize geçen büyük fırsattan faydalanma imkânını sırf kişisel amaçlar yüzünden kullanamadık ve aradan otuzbeş sene geçtiği halde cumhuriyetimize, doğru bir yön veremedik. Ne için? Sorumlusu kim? (Sarıbay,1982:447)
Nedense bizde genellikle imar zihniyeti, tahriple bir tutulmakta. Roma Bizans devirlerinin toprak altındaki eserlerini meydana çıkarmak şöyle dursun kendi imparatorluk devrimizin tarihi artıkları da bugün birer birer yıkılıp gitmektedir. Bu güne kalanları da yabancı arkeologların gayretine borçlu bulunuyoruz.(Sarıbey,1982:450)
HOLLANDA
İlk defa gitmiş olduğum Hollanda hakkında bazı düşüncelerimi ekleyeceğim. Birinci Dünya Savaşının felaketlerinden kurtulmuş olan ve nüfusu birkaç milyonu aşmayan Hollandalılar, özellikle II. Dünya Savaşından sonra bugün istiklallerine kavuşmuş bulunan Endonezya’nın büyük çoğunluğu Müslüman olan geniş, zengin tarım ve maden kaynaklarını sömürmek sayesinde dünya ticaret âleminde önemli bir mevki sahibi olmuşlar ve kendilerine büyük servetlerle müreffeh bir hayat temin etmişlerdir. Sömürge halkının iş ve emekleriyle kolayca elde ettikleri bu hazineler, memlekette israf ve eğlence yolunu da açmış, dans ve eğlenceye ilgi artmış, hatta iptila derecesine varmış görülmektedir. Hemen her caddede görünen barlar iş zamanından sonra dolar. (Sarıbay,1982:461)
Apartmanın hemen yakınında bir kilise, bunun karşı tarafında da Tier Garten içinde bir gazino bulunuyordu. Halkın zevk ve istirahatine yarayan bu güzel binada müziğin, mabedin yakınlığı dolayısıyla yasaklanmış olduğunu öğrendim.
Dini duyguların incitilmesi amacıyla alınan bu tedbir karşısında bizim İstanbul’da Park Oteli karşısındaki Camii’n durum ve maruz kaldığı emri düşündüm. Vaktiyle İstanbul’un bir iki büyük otelinden birisi olan Park Otel’in arkasında olan küçük bir mescit Atatürk’ün emriyle “Eğlence ile ibadet bir arada olmaz” diye kapatılmıştı.(Sarıbay,1982:463)
PARİS ve SÜRGÜNDEKİLER
Paris’te üç gün kalarak Rauf Orbay ve Adnan (Adıvar) beylerle görüşüp dertleştik. Birini Deniz lisesinde, diğerini tıp fakültesinde – Almanya’ya kaçmasından önce – devam ettikleri zamandan beri tanıdığım ve sevdiğim bu iki muhterem vatandaşın İstiklal Savaşı sırasında çeşitli sorumluluklar altında kendilerini memlekete adamış olduklarına şahit olduğum bu yüksek vatanseverlerin hal ve durumları cidden üzücü ve acı idi.
İzmir suikast tasavvurunda hiçbir ilgisi olmadığı halde uğradıkları iftira ile beş altı seneden beri yaşadıkları hayat dayanılmazdı. Samsun’a çıkan Mustafa Kemal Paşayı karşılayan ve başlangıçta Temsil Heyetinde bulunan, sonradan İstanbul’da toplanan Mebuslar Meclisinde İngilizler tarafından tutuklanarak Malta’da aylarca esirlik hayatı geçirdikten sonra Lozan Muahedesinin imzasına kadar Başbakanlıkta herkesin hürmet ve güvenini kazanarak başarılı bir yönetim gösteren Rauf Bey, akraba ve dostlarının yardımları ile bir otel odasında binbir zorluk içinde yaşamaktaydı. Böbreklerinden rahatsız bulunan Mustafa Kemal Paşa’nın cepheye her gidişinde kendisine yoldaşlık ederek onu kötü alışkanlıklarından muhafaza eden ve sağlığını koruyan, İçişleri Bakanlığı yaptığı sırada meşhur İngiliz casusu Mustafa Sagir’in fesatlarını önleyen Adnan Bey ise bir Fransız üniversitesinde Türk Dili Öğretmenliği maaşı ile ve belediyenin Orlean Kapısı civarında memur ailelerine ayırdığı bir apartmanın beşinci katında eşi Halide Edip Hanımla birlikte olgun bir sabır ve bekleyişle yaşamak mecburiyetinde idiler. Kendilerine karşı nankör ve haksızca yapılan yakıştırmalar sebebiyle yokluklar içinde vatana hasret çekerek geçen seneler maddi olduğundan fazla manevi bakımdan da onları hırpaladığını görerek içim sızlamıştı.(Sarıbay,1982:477)
AVRUPA ÜLKELERİNDE
Bir gün sonra da Erikson’ın telefon atölyesini Sivert kablo fabrikasının direktörü ile ziyaret ederek akşam treni ile Trelleburt’a hareket ettim. (Sarıbay,1982:483)
Eyfel kulesi civarında Sein (Sen) nehrinin iki tarafına ayrılan yerde Fransa’nın bütün sömürgeleri hrıstiyanlık propagandası için, Katolik, protestan pavyonları ve dünyanın çeşitli kıtalarındaki inşaat, hayat tarzlarını, yaptıkları sanat eserlerini sergileyen pavyonları gezdim. (Sarıbay,1982:483)
Aylardan beri geçiremediğim dimaği baş ağrısı bütün seyehat boyunca beni rahat bırakmadığından Berlin’e gelince ilk işim evvelce tavsiye edilen Prof. Dr. Schmidt’e başvurmak oldu. Doktor kendi özel metoduyla gözlerimi uzun boylu incelettikten sonra tahlil için bir miktar kazurat istedi ve tekrar gelişimde baş ağrısının karaciğerden meydana geldiğini söyleyerek belirli eczahanelerde yapılabilen ve yalnız bitkisel bir terkip olan reçetesini yazdı. Harlem mühtahzar kapsüllerini kullanmaklığımı tavsiye etti. Reçeteye ilave ettiği not ile Anhalter istasyonu civarındaki eczahaneden ilacı yaptırıp tedavisini takip ettim. İkinci tertibe lüzum kalmadan bu rahatsız edici baş ağrısını geçirmiş oldu.(Sarıbay,1982:496)