YOZGAT- SORGUN- GEDİKHASANLI
MEHMET ŞAKİR EFENDİ
(Derleme, Yozgat,2014)
HALİL İPEK ANLATIYOR:
Şakir Efendi Kayseri medreselerinden mezun olduğunda ilminden dolayı mağrur gezmektedir. Her rastladığı hocaya sorular sorup zor durumda bırakmaktan keyif alır. Her yıl Ramazan ayında gittiği Bafra-Merzifon taraflarında bu halini devam ettirir. İlmi gerçekten çoktur. Öyle ki Kevser Suresi'nin tefsirini tam 30 gün boyunca anlatır. Bir Ramazan dönüşünde Çorum'da Şiranlı Mustafa Efendi'nin müritlerinden biri gelip, şeyhinin O'nu dergâha istediğini söyler. Biraz tedirgin olur ama davete icabet edip dergâha gider. Girdiği esnada Mustafa Efendi sohbet etmektedir. Şakir Efendi gidip şeyhin eline uzanır. Şeyh Efendi, "Gel bakalım ilmiyle mağrur Şakir” der ve elini avucunun içine alır. Şakir Efendi'nin bu anla ilgili söylediği şu söz, nakledilmektedir: "O anda bildiğim her şeyi unuttum. Hatta Allah lafzının elifini bile unuttum!.” (İpek,2014:15)
Günün birinde bir seyyah gelip Şakir Efendi'ye misafir olur. İkindiyi, akşamı ve yatsıyı kılarlar. Misafire yemeği ikram edilir. Misafir akşam yatacağı zaman, "Hocaefendi, çok ikramını gördüm, memnun oldum. Ben erkenden kalkıp giderim, görüşemeyiz, hakkını helal et” der. Hoca efendi hanımının yanına gider ve misafirin yolda yemesi için bir şeyler hazırlamasını söyler. Hazırlanan yemeği alıp misafirin odasına girer. "Efendi, madem erken kalkıp gideceksin, şunu al yolda kahvaltı edersin” der. Seyyah, "Hocaefendi boşa zahmet etmişsin. Sabaha çıkmadan sabahın rızkını yanımda bulundurmaktan hayâ ederim. Benim Allah'a tevekkülüm var. Sabahın sahibi sabahın rızkını da verir” deyince Hoca mahcup olur ve "Keşke yer yarılsaydı da içine girseydim” der.
Yine İstiklal Harbi günlerinde Şakir Efendi'ye gelirler. "İnsanlar doğudan batıdan İç Anadolu 'ya hicret ediyorlar. Kâfirler buralara kadar gelirse biz nereye hicret edeceğiz?” diye sorarlar. Hocaefendi de "Hiç üzülmeyin evladım, İç Anadolu'da Allah rızası için yemek yediren oda sahipleri var. Onların hürmetine buraya kâfir ayağı basmayacak” der. (İpek,2014:19-20)
Hacı Ahmed Efendi Hazretleri'yle beraber, Hacı Şakir Efendi'nin kabrini ziyarete gittiğimizde Fazlı Hafız da vardı. Fazlı Efendi Yasin-i Şerif okudu. Ziyaretten sonra arkadaşlardan biri Ahmed Efendi Hazretleri'ne sordu: "Şakir Efendi Hazretleri ziyaretimizden haberdar mı?” Ahmed Efendi Hazretleri de "Haberdar, haberdar. Kabre vardığımızda yok idi, sonradan geldi. Kabrin başında bağdaş kurup oturdu. Fazlı Efendi'nin Kur'an'ını dinledi” buyurdular.
Şakir Efendi Hazretleri kerametten şöyle bahsederdi : "Kerametin ilk basamağı kabirdeki ölünün haline vakıf olmaktır. Bir evliya dünyayı avucunun içindeki su gibi görmezse o evliya değildir... ''(İpek,2014:23)
Paşaköy'de namaz kılmayan bir adamı köylüler devamlı tenkit ederler. "Sen namaz kılmıyorsun, öldüğünde cenazen kılınmaz” derler. Adam Şakir Efendi 'ye gelip durumunu sorar: "Hocaefendi namaz kılmayana bir fetva var mı?” der. Hocaefendi de, "Bir hafta sonra gel, kitaplara bakıp bulayım” der. Adam gidip hafta sonra gelir. "Buldun mu fetvayı Hocaefendi?” der. Şakir Efendi adama, “Kitaplar diyor ki namaz kılmamak için ya kâfir olacaksın, ya deli olacaksın, da çocuk olacaksın! Bunun üçünden biri sende var mı?” der. Adam, "yok” deyince, "O halde git namazını kıl yavrum!” der. (İpek,2014:24)
Şakir Efendi'nin son zamanlarında gözleri görmez olur. Talebesi Şeyhzade Ahmet Efendi; "Hocaefendi İstanbul'da iyi bir göz doktoru var. Seni götürelim, tedavi ettirelim” der. O da "Yok evladım, gitmem. Bu Allah ü Teâlâ'nın bana verdiği bir nimettir. Allah'ın verdiği nimeti istememek nankörlük değil midir? Hem ben görüyorum evladım, üzülmeyin. Tavandaki merteklerin üzerinde yürüyen karıncayı bile görüyorum” der.
Ahmed Efendi Hazretleri İstanbul'daki bir arkadaşını Şakir Efendi'nin yanında fazlaca övünce, Hocaefendi der ki, "O arkadaşı medh ü sena ediyorsun ama o camekân içinde balık besliyor, hayvanların hürriyetine mani oluyor. . . "
Şiranlı Mustafa-yı Rûmî Hazretleri'nin oğlu Faik Efendi, İskilip'ten Şakir Efendi 'yi ziyarete gelir. Üç gün konakladıktan sona müsaade isteyip atına biner. Şakir Efendi atının gemini tutup çeker. Faik Efendi, "Yapma Hocam, beni mahcup ediyorsunuz” deyince, Şakir Efendi, "Benim şeyhimin oğlu ta İskilip'ten beni ziyarete gelecek ben onun atının başını çekmeyeceğim, öyle şey olur mu?” der ve artlarında köy görünmez oluncaya kadar atını çeker. (İpek,2014:25)
ALİ ŞAKİR ERGİN ANLATIYOR:
Eskiden Anadolu'da kötü bir âdet vardı. Bir yerde bir hocaefendi vefat etti mi çevreden gelip cenazeye iştirak eden hoca veya okuryazarın her biri, vefat eden hocanın kitaplarından veya ona ait eşyadan birini alır, "Bu bana hocanın hatırası olsun, onu çok severdim” der, götürürdü. Muhtemeldir ki Şakir Efendi'nin birçok malzemesi de bu şekilde yok olmuştur. (İpek,2014:28)
Bizde halk içinde bir söz vardır; "Mum dibi aydınlatmazmış.” O'nun çevresi de O'nu tanımaktan ve anlamaktan uzak kalmışlar galiba. Yine Efendi Baba'mdan dinlemiştim. Bir ziyareti sonrası yakınlarının Hocaefendi 'ye karşı son derece yakışıksız ve kaba davranışlarını görüp rahatsız olduğunu ve üzüldüğünü söyleyince, "Üzülme Ahmet'im! Bunlar (ev halkı için) bizim gerçek halimizi bilseler zaten korkarlar ve bizimle beraberler yaşayamazlar. Bu böyledir” diyerek mevzuuyu kapatmıştır. (Ergin ,2014:29-30)
FAZLI LEKESİZ ANLATIYOR:
Ahmed Efendi merhum Karga'da öğretmen iken bir gün Şakir Efendi'ye ziyarete gider, giderken de iki sepet elma götürmeyi arzu eder. Annesi Hafize Hanım o zaman hayatta. Onun müsaadesini almak ister. Hafize Hanım demiş ki, "Oğlum bir sepet neyine yetmiyor, birini al götür!” Ama Ahmed Efendi ikisini de alıp hocasına gitmiş. Hocaefendi iki sepetten birini almış, diğerini geri götürmesini söylemiş. (Lekesiz,2014:37)
MEHMET ŞAKİR EFENDİ’NİN OĞLU HALİS SUNTAY ANLATIYOR:
Son dönem gözleri görmez oldu. İyice ihtiyarlamıştı. Vefat ettiğinde 13 yaşındaydım. Şapka İnkılabı olduğunda birisi babamı şikâyet etmiş, "şapka giymiyor” diye. Hükümet iki müfettiş tayin etmiş, köye elmişler. Ben hatırlıyorum bunu. Müfettişler babamın odasına girdiler, orda ne gördülerse gelir gelmez halleri değişti.Babam onların geleceğini bildiği için yemek hazırlatmıştı. Yediler içtiler, akşama kadar sohbet ettiler. Köyden gittikten sonra hükümettekilere anlatmışlar. Ceza verilmediği gibi bir de 12 lira maaş bağlamışlar babama. O maaşı kendisi almadı.
Babamın bir kamyon kitabı vardı. Şimdi hiç kalmadı. Laz Hoca diye bir talebesi vardı, şimdi yanında yatıyor. Kitaplarının çoğunu o aldı. Kalanları da ne oldu kimse bilmiyor. Ondan kalan bir defter vardı. Onda Şakir Efendi'nin şeceresi, hal tercümesi kendi eliyle yazılıydı. Özel bir mahfazası da vardı. Şimdi o da yok, kim götürdü bilmiyoruz. (Suntay,2014:40)
Şakir Efendi 'nin ahlâkı, Resulullah Efendimizin ahlâkıydı. Müthiş bir cazibesi vardı. Yanına giren, kalkmayı istemezdi. Konuşması çok tatlıydı. Kimseyi incitmez, kimseye kızmazdı. Kendi emsallerine hep "efendi” diye hitap ederdi. Küçüklere de "yavrum” derdi. Kimsenin arzusunu geri çevirmezdi ama bir keresinde zor durumda kalmış. Sorgun'da kuraklık olmuş. Babama gelmişler, "Hocam biz yağmur duasına çıkacağız, siz de gelseniz” demişler. "Oğlum beni götürmeyin” demiş. Sebebini de şöyle izah etmiş: "Şimdi beni götürürsünüz, yağmur yağarsa 'Şakir Efendi keramet sahibiymiş' derler, yağmazsa 'Şakir Efendi'de iş yokmuş' derler.” Ama çok ısrar etmişler, gitmiş. Allah da bir yağmur vermiş ki o kadar olur.
Babayiğit bir adamdı. Son zamanlarda gözlerini kaybetti. Biraz zayıf düştü. Devamlı odanın camının önünde otururdu. Bir büyüteci vardı, gelene gidene onunla bakar, tanırdı. Gözlerinin görmemesine hiç üzülmezdi. Devamlı şükrederdi. (Suntay,2014:42)
MEHMET ŞAKİR EFENDİ’NİN YİĞENİ BAHRİ SUNTAY ANLATIYOR:
Bizim köyde devlet mektebi olduğundan oraya giderdik. Eski yazıyı kimse okutmazdı. Okutmaya kalkan olsa gidip karakola şikâyet ediyorlardı. Ama bize yakın köylerde Akbucak, Çavuşköy gibi yerlerde gizli gizli okutmuşlar. O köylerde okul yoktu, o yüzden eski yazıya devam etmişler gizli gizli. Bizim emsallerimiz olan o köylülerin hepsi eski yazıyı bilir ama biz öğrenemedik. Bizim köyde çok sıkı tutuluyordu. (Suntay,B,2014:41)
MEHMET ŞAKİR EFENDİ’NİN HOCASI
ŞİRANLI ŞEYH HACI MUSTAFA EFENDİ
Mekke’de dergahı bulunan Dağıstanlı Yahya Efendi'nin dergâhında mürşid seviyesine ulaşmış üç Mustafa vardır. Biri Şiranlı, biri Yemenli, diğeri de Pakistanlıdır. Bunlardan sadece birisi Medine'de kalabilecek, diğerleri gönderileceği yerlere gideceklerdir. Yahya Efendi, kendisi bir tercihte bulunmak istememiş. Üçünün de eline birer kâğıt verip Medine'ye göndermiş. Üç arkadaş Medine'ye gelip Ravza-l Mutahhara'ya varmışlar ve boş kâğıtları oraya bırakıp sabahı beklemeye başlamışlar. Sabah ezanıyla birlikte Hz. Peygamber (s.a.v.)'in kabrinin başına vardıklarında Pakistanlının kâğıdına Hindistan, Yemenlinin kâğıdına Medine yazıldığım görmüşlerdir. Şiranlı Şeyh Hacı Mustafa Efendi 'nin kâğıdında ise Anadolu-Çorum yazısı bulunmaktadır.
Mustafa Efendi, görev yeri belli olmasına rağmen bir türlü Medine'den ayrılmak istemez. Ama verilen göreve, gösterilen yere gitmek zorunda olduğunun da bilincindedir. Günlerce Mescid-i Nebevi 'ye gider, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in kabri başında gözyaşı döker. Bir gün huzuruna kabul edileceğine dair manevi işaret aldıktan sonra Medine'den ayrılır.
İstanbul'a gitmek için Cidde limanına gider. Ancak yanında yol parası yoktur. Fakir bir derviş olarak gemiye biner. Kontrol esnasında biletsiz olduğu için gemiden indirilir. Kaptan limandan ayrılmak için bütün hazırlıkları tamamlamıştır ama gemiyi bir türlü hareket ettiremez. Makine aksamı elden geçirilir, bir arızaya rastlanmaz. Hikmeti araştırılırken bileti olmadığı için indirilen yolcu gelir akıllarına. Şehrin her yerinde o dervişi ararlar. Sonunda bir mescitte namaz kılarken bulurlar. Ona yalvarıp gemiye binmeye razı ederler. Artık manevi bir engel kalmamıştır. Gemi normalden daha hızlı yol alır ve beklenenden önce İstanbul'a varır.
Gemiyi durduran Kara Şeyhin kerameti, kısa zamanda tüm İstanbul'da yankılanır. Bu olay o kadar çok meşhur olur ki devrin padişahına kadar ulaşır. Sultan II. Abdülhamit Han, şeyhülislamın başkanlığında İstanbul 'un tanınmış âlimlerini toplar. Şiranlı Şeyh Hacı Mustafa Efendi'nin de katıldığı birçok mesele tartışılır. Mustafa Efendi, manevi ve ilmi ağırlığıyla dikkatleri üzerine toplar. Padişah, Şeyh Efendi'den çok etkilenir ve sarayda kalmasını teklif eder. Ancak Mustafa Efendi, Şeyh Yahya Dağıstani'nin görevlendirdiği yere gitmek arzusundadır. Bu nedenle teklifi kabul etmez. Kendisine verilen atiyyeleri de hazineye bağışlayarak maddi bağımlılık altına girmekten kurtulur. (Erkoç,2014:54-55)
‘Çorumlu Pir’ diye de bilinen Şiranlı Şeyh Hacı Mustafa Efendi, Çorum'daki dergâhından hareketle İskilip, Tokat, Niksar, Sivas, Alucra, Samsun, Amasya, Darende, Afyon gibi belli başlı merkezlerde irşat faaliyetlerinde bulunmuştur. Bu nedenle talebe ve müritlerinin sayısı bilinemiyor. 366 tane halifesinin olduğu söyleniyor. Bayburtlu Ahmet (Amcasının oğlu), Tokatlı Hacı Salih Efendi, Darendeli Mahmut, Alacalı Ahmet Efendi, Tokatlı Mustafa Haki,Niksarlı Ahmet Efendi, Sivaslı Mustafa Taki, Niksarlı Ahmet Efendi, Sivaslı Mustafa Taki, Başçiftlikli İnce İmamzade Hasan Efendi, Mesudiyeli Sarıalizade Ahmet Efendi, İskilipli Ömer Efendi, Tosya Çeviklili Mehmet Gülşen, Torullu Hacı Osman, Çalganlı Osman, Alucralı Hacı bunlardan bazılarıdır. (Erkoç,2014:57)
Şeyh Hacı Mustafa Efendi, irşadı söz ile değil, örnek yaşayışla olacağına inananlardandır. Bir başka ifadeyle irşat, kâil ile değil hâl iledir. Onun tasavvuf terbiyesinde sükût/sessizlik hâli çok önemlidir. Zira sükût, derûnî tefekkürdür. Bir kişinin hâli, bin kinin sözünden daha tesirlidir. Hem günlük ferdi zikirde, hem de hatme-i hacegân denilen toplu zikirde bunu titizlikle uygular.
Bir gün Mustafa Efendi 'nin tekkesine medrese tahsili görmüş bir kişi geldi. Şeyhin halkasına oturdu. Şeyh Efendi, sükût halindeydi. Beklemekten sıkılır.-Efendi, böyle sükut etmek yerine burada toplanan insanlarla sohbet etseniz ve onlara İslam'dan bir şeyler öğretseniz daha iyi olmaz mı?
Mustafa Efendi hiç cevap vermedi. Adam çıkıp gitti. Olayı izleyen müritlerden biri:-Efendim, adam sizi azarlar gibi konuştu. Niye cevap vermediniz? Deyince Mustafa Efendi, -Sükûtumuzu anlamayan sözümüzü hiç anlamaz, diyerek sükut halini kavramanın önemine işaret etmiştir.
Şiranlı Şeyh Efendi, maneviyatı güçlü bir insandı. Allah aşkı ve Peygamber sevgisiyle birlikte Kur’an-ı Kerim’e büyük bir saygısı vardı. Onu okuyan ve yazana da elbette hürmet ederdi. Kazancızade Hacı Osman Efendi iyi bir hattattı. Geçimini Kur’an –ı Kerim yazarak sağlardı. Yazdığı Kur’an-ıKerim sayısı kırkı geçmişti. 1877 Osmanlı – Rus Savaşı, diğer adıyla 93 Harbi sırasında memlekette kıtlık hüküm sürüyordu. Osman Efendi de ailece üç gün aç kalmışlardı.
Osman Efendi, bir sabah Kellegöz Camii’nde kalan cüzünü tamamlamak niyetindedir. Onu yazıp teslim ederek ve ailesinin geçimini temin için üç beş kuruş alacaktır. Fakat ardından kendisine seslenildiğini duyar. Dönüp bakar. Şiranlı Şeyh Efendi'dir. Eliyle gelmesini işaret eder. Gitmeze olmaz.
İçinden, "Be mübarek, senin yanma gelinceye kadar ben iki sayfa daha yazardım” diye geçirir. Şeyh Efendi ısrarla içeri girmesini ister. Osman Efendi de aynı şeyleri içinden geçirmeye devam eder. Şeyh Efendi, "Hoca, bırak şu iki sayfa derdini. Sen bunun şevkiyle iki Kur'an daha yazacaksın” derken kapının arkasındaki un çuvalını gösterir. Onu alıp götürmesini, afiyetle yemelerini söyler. Hattat Hacı Osman Efendi ömrü boyunca bu iyiliği unutmaz. (Erkoç,2014:58-59-60)
Şeyh Efendi miraç konusunu ayrıntılarıyla anlatır, bir takım manevi işaretlere temas eder. Bu esnada Kürt Hoca baygınlık geçirir. Sohbetin bitiminde ayıldığı esnada yanında sadece Şeyh Efendi vardır. Elini yüzünü yıkattırır. Şöyle bir dolaşalım, diye dışarı çıkarlar. Geze geze Hıdırlık mezarlığına gelirler. Kürt Hoca'nın bileğinden tutar. "Evladım, zaman zaman ibret almak için buraya gelmek istiyorum. Ama buradaki mevtaya zahmet verdiğim için utanıyorum” der.
Kürt Hacı Mustafa Efendi bu ziyareti şöyle anlatır: "Şeyh Efendi bileğimden tuttuğu zaman gözümün perdesi sıyrıldı. Baktım ki Kabristan’ da ne kadar cenaze varsa dimdik ayakta. Şeyh Efendi'ye karşı el pençe divan durmuşlardı. Bileğimi bıraktığı zaman perde kapandı. Mezar taşlarından başka bir şey göremez oldum.”
Aslında Şiranlı Şeyh Efendi, Kürt Hoca'yı mahcup etmek niyetinde değildir. Onun "ene”den kaynaklanan gururunu kırarak "ben” duygusundan sıyrılmasını sağlamaktı. Bu olaylar zinciri hedefine ulaştı.
Şiranlı Şeyh Hacı Mustafa Efendi, altı yedi defa hacca gitmiştir. 1303/1886 yılındaki hac ziyaretinden dönerken meşakkatli olan yolu seçmiştir. Niyeti Şam'ı ziyaret etmektir. Şam'a vardığında onu ulema ve meşayıhtan müteşekkil bir heyet karşılamıştır. Bu heyetin içinde Aşçı İbrahim Dede de bulunmaktadır. Aşçı İbrahim Dede hatıratında Şeyh Efendi ile ilgili izlenimlerini uzun uzun anlattıktan sonra onun ruh, nefis, âlem ve ubudiyetle ilgili sohbetlerinden bazı örnekler verir:
"Ruh ikidir. Birincisi, ruh-ı hayattır. İşte bu ruh, emr-i Rabbani olan ruhtur. Diğeri, melekler âlemine gidip gelen ruh-ı revanidir. 'Ben sizin Rabbiniz değil miyim?' hitabında 'evet' diyen ruh budur. Bu ruh, cism-i latiftir ve hakikat-i insandır. 'Nefis denilen şey, bir cevher-i latiftir. Ruh ile kalp arasında bir vasıtadır. Ruhtan feyz-i Rabbaniyi alıp kalbe döker. Bu nefis, hakikate karşı ve Cenab-l Hakk'a asi değildir. Bu nefse sövmek ve lanet etmek caiz değildir. Bu nefis, daima ruh tarafına meyleder. Ancak buna nefs-i emarelik ve sair sıfat-ı mezmume insan tarafından gelir ve nefse arız olur. Nefis, daima seni Hakk'a ulaştırmaya çalışır. Sen onun muhalifi olan şeyleri ona teklif etmekle onu yoldan çıkarırsın. 'Nefsini tanıyan, Rabbini tanır' hadis-i şerifi bunu beyan eder.”
“Lailaheillah” kelime-i tevhidindeki lam elif, yazılış itibarıyla makas gibidir. Nasıl makas bir şeyi kesip iki parça ederse lam elif de masivallahı kestiği için ona işaret olarak makas biçiminde yazılmıştır. Ancak, "La mevcud” mülahazasında "Masivallah yoktur” deyip keser atarsan o zaman bu gerçekleşir. Burada maksat, onun yok ve Allah'ın var olduğunu ispat etmektir. İnsan da lam elife benzer. Başım aşağı, ayaklarını yukarı çevirdiğimizde lam elif gibi olur. Bu da insanın fani olduğuna bir işarettir. Bu remizler ancak aşk ile kavranır.
"Sünnet namazlarına gelince, farzlardan önce kılınır ki Cenab-ı Hakk'ın huzuruna varmadan önce insan kendini ibadete hazırlamış olur. Fatihanın evvelinde Cenab-ı Hakk'a hitap yoktur. "Yalnız sana ibadet ederiz” ayetine kadar kul kendini Cenab-ı Hakk'ın huzurunda olmaya hazır eder. "Yalnız sana ibaret ederiz” ayetinden itibaren kul, Mevla'sının huzurunda olduğunun şuuruna varır ve ona göre namaza devam eder.” (Erkoç,2014:61-62)
Şiranlı Şeyh Mustafa Efendi’nin o dönemin zor şartlarına rağmen altı yedi defa hacca gittiğini belirtmiştik. Bir defasında müritleriyle birlikte deniz yoluyla hacca gitmek için İstanbul’a uğramıştı. Bu esnada Hacı Hasan Paşa’nın delaletiyle saraya davet edilmişti. Yemekler yendikten sonra Padişah, Hicaz’a gidecek yolculara “surre” adı altında bağış ve ihsanda bulunmuştu. Herkes bu ihsanı kabul etmesine rağmen Şeyh Efendi verilen hediyeyi kabul etmemiştir. Sebebini açıklama babında kendi kendisine “Bi’se’ı-ulema fi-babi’ı-ümere.” Yani “âlimlerin kötüsü emirlerin kapısında bulunur” demiştir. Yavaş sesle söylemesine rağmen padişah bunu duymuş ve şeyhe gücenmiştir. Ancak Şeyh Efendi Hasan Paşa’nın himmetiyle saraydan kurtulabilmiştir. (Erkoç,2014:63)
Hoca Kamil (Yöney)'in anlattığına göre, Şeyh Hacı Mustafa Efendi, Hıdırlık'a on beş günde bir gider ziyarette bulunurmuş. Ancak şadırvandan ileri gitmez ve türbelere çıkmazmış. Ziyaretlerini türbenin kıble tarafındaki pencereden yaparmış. Sebebini soran bir müridine "Mescidin girişinde iki mübarek şehit daha yatıyor. Nasıl olur da ben onları çiğneyerek sahabelerin kabirlerini ziyarete gidebilirim?” diye cevap vermiş. Yıllar sonra cami ve türbenin bugünkü şekliyle inşası için temel kazılırken Şeyh Efendi'nin işaret ettiği noktada mumyalaşarak hiç bozulmadan kalabilmiş çok eskiye ait iki ceset bulunmuş. O zaman Şeyh Hacı Mustafa Efendi'nin kerameti anlaşılabilmiştir. İhsan Sabuncuoğlu o mezarların günümüzdeki çifte merdivenin altında kalmış olduğunu belirtir. (Erkoç,2014:63-64)