Cevdet Paşa Tarihi
Cilt:2
Ahmet Cevdet Paşa
(Başbakanlık Kültür Müsteşarlığı Yay, İstanbul,1973)
MISIR GAİLESİNDEN KAYNAKLANAN GELİŞMELER
İngiltere, Osmanlı devletine otuz top, bin karabina, beş yüz fıçı barut göndermiş, madencilikte ve inşaatçılıkta işe yarayabilecek birtakım aletler hediye etmişti. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:3)
Ne kadar ibret ve hayretle karşılanacak hallerdendir ki daha birkaç yıl önce topraklarını Rusya'dan ve Avusturya'dan korumak için Fransa'dan medet uman ve her halinden kuşkulandığı İngiltere'ye karşı güvenilir bir müttefik arayan Osmanlı Devleti, Avrupa'da olayların umulmayan gelişmesi üzerine, Mısır'ı Fransa'dan geri alabilmek için İngiltere'nin ve topraklarını korumak için de Rusya'nın yardımına başvurmuş oldu.(Ahmet Cevdet Paşa,1973:4)
Kadıların ve nevvabların cahil kimselerden seçilmemesine; bu işe lâyık bilgili ve ahlâklı kimselerin gönderilmesine çok dikkat edildi. Neticeye bağlanmış dâvaları para yiyerek bozmasınlar diye kadılara sıkı tenbihler yapıldı. İmamlık ve Hatiplik İçin. ehil ve lâyık kimseler bulunması gerektiği sarayın emri olarak her tarafa bildirildi. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:4)
Her yıl Kâbe Örtüsü Mısır'da yeniden dokutturulur ve Mısır hacıları ile Kâbe'ye gönderilirken bu sene, Mısır'ın elden çıkmış olması yüzünden İstanbul'da, Sultanahmet Camii’nin şadırvan avlusunda dokunup işlendi ve Padişaha gösterilip beğendirildikten sonra Üsküdar'a geçirildi.
Fransızların Mısır'ı ele geçirmeleri Mekke yakınındaki Müslüman halkı çok üzmüştü. O civardaki şeyhlerden birinin halkı coşturması üzerine önemlice bir kalabalık Mısır'ı kurtarmak amacı ile coşup yola çıkmıştı. Yollarda onlara katılanlar olmuşsa da düzenli ve silâhlı Fransız askeri karşısında bu nizamsız kalabalık perişan olmaktan başka bir şey yapamamışlardır.
Cezzar Paşa, Fransızlardan öç almayı aklına koymuş olduğu için, onun hazırlanışı ve davranışı asıl Frenklerin çanına ot tıkayabilecek güçte idi. O sırada Bonapart, Müslümanlığı kabul etmiş görünüp, Cezzar Paşa’nın da Mısır Emîrlerinin de kendi başlarına hareket ettiklerini, yoksa Osmanlı Devletinin kendisi ile müttefik olduğunu ileri sürüyordu. Fakat halk, bunun basit bir yalandan ibaret olduğunu artık anlamıştı. Şam tarafından gelecek kurtarıcı Osmanlı birliklerini bekleyip duruyordu.(Ahmet Cevdet Paşa,1973:5)
RUMELİ OLAYLARI
Devlet, Mısır işleri ile uğraşıp dururken Rumeli'de de İşler büsbütün karışmıştı.Yol kesen, köy basan, adam soyan. serseriler arttıkça artmış, azdıkça azmıştı. Silistre Valisi Musa Paşa ile Tırhala mutasarrıfı Mehmet Paşa bunları tepelemeye memur edilmişti. Mehmet Paşa, bu eşkiyayı yenmekte, sindirmekte başarı gösterdi ise de Vidin Muhafızı Osman Paşa bu serserileri sınır çarpışmalarında işe yararlar diye koruyup kullandığı İçin köklerini kazımak mümkün olmuyordu. Bunlar, şu bu kasabayı yağmalamakla kalmıyorlardı da arada bir koca kaleyi ele geçirmek, oraya sığınıp devletin kuvvetlerine karşı koymak imkânını buluyorlardı. Bir ara, Plevne'yi ve Niğbolu'yu böylece ele geçirip birinden yenilince öbüründen gelen kuvvetle birbirlerine yardım bile ettiler. Sonunda, bir hafta süren kuşatmadan sonra Niğbolu eşkıyası teslim oldu. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:23)
İskenderiye Fransız işgalinden kurtarılmıştı ama bu sefer de Mısır seferine yardım eden İngilizlerin elinde buluyordu. Rusya askeri ise yedi adadan çıkmıyordu. Vehhabiler yine azıtmış, devleti dinlemez, Mekke ve Medine halkım boyuna korkutur ve sindirir olmuşlardı Rumeli yine karışıklıklar içindeydi.(Ahmet Cevdet Paşa,1973:31)
İstanbul'a gelip de az çok hatırları sayılır sözü dinlenir birine biraz para veya hediye getiren hemen belli belirsiz bir yetki alıp masum halkın sırtından kat kat fazlasını çıkarmak üzere memleketine dönüyordu. Rumeli taraflarında işi her azıtan adamın, ilk ağızda katline ferman çıkıyor, fakat üzerine yürüyen askeri yener veya el altından komutan ile anlaşırsa hemen affedildiği müjdeleniyor, bu da yetmezmiş gibi kendisine bir de idare yetkisi veriliyordu. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:32)
YENİÇERİLERİN KURULMASI ve BOZULMASI
Devletin kara gücü birtakım kafa tutanlarla baş kesenlerden meydana gelmiş bir kuru ve karışık kalabalıktı. Ancak Levend çiftliğinde talim gören Nizamı cedit askeri işe yarayacak durumda idi ama onların da sayısı azdı. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:33)
Yeniçeri ve Devşirme oğlanları deyimlerinden anlaşılacağı gibi 'Yeniçeri’ vaktiyle bir ''Yeni asker” ocağı olarak kurulmuş olup Hristiyan çocuklarından toplanan erler acemi kışlalarında eğitilip yetiştirildikten sonra Yeniçeri ortalarına alınırdı. Bunlara 'Kul taifesi” denirdi. (Padişaha ve devlete sadık kullar anlamına). Bunların hepsi bekârdı; kışlada yatar kalkardı. Disiplinli, itaatli askerlerdi. Sonraları Hıristiyanlardan devşirme usulü bırakılmış İslâmlardan yeniçeri yazılmaya başlanmıştı. İslâm olanlarsa başı boşluğa alışmış oldukları İçin subaylarının kendilerine kul gözle bakmasına hiç de alışık değildiler. Yeniçerilerin evlenmelerine engel kalmadı. Evli olanlara da kışladan dışarda, çoluk çocuğunun yanında yatmaları için izin verilmek zorunluluğu baş gösterdi. Böylelikle askerlik düzeni gittikçe bozuldu, çığırından çıktı. Yarı yarıya boş kalan kışlalar, han odaları gibi, bir uçtan tembel yatağı oldu. Umulmadık zamanlarda düşman zoru ile açılan seferlere kimse gitmek istemez oldu. Asker kaydolunmaya başlanınca da işsiz -güçsüz serseriler, yağma hayali peşinde ortaya düşenler, asker saflarına katılmaya başladılar. Yeniçeri ortaları, ne idüğü belirsiz kimselerle dolup taşar oldu. Bu yolla İstanbul'a gelip bir baltaya sap olamamış ne kadar boş gezer takımı varsa Yeniçeri adını aldı. İstanbul'da da, taşralarda da sayıları gittikçe artan bu yeniçeri taslakları etrafı haraca kesmeye, gerçek esnaf kesesinden zengin olmaya alıştılar. İş güç sahibi olanlar, malını canını onların şerrinden korumak için kendileri de Yeniçeriye yazılmaktan başka çare göremediler. Bazıları da sırf Padişah bahşişi alabilmek, kışla mütevelliliği yapmak gibi geçim yollarına kavuşmak için bu uydurma askerliğe girmeyi kâr saydılar. Giderek herkes yeniçeri adını takındı. Esnaftan olanlar dükkânlarına bağlı oldukları Ortaların nişanını asmakla yetinmediler de bu armaları vücutlarına işletmeye, dövdürmeye kadar işi ilerlettiler.Velhasıl Yeniçerilik bir kuru ad olup çıkmıştı. Devlete kafa tutmak için bu addan - bu ünden faydalanılırdı. Artık bunların bir işe yaramayacakları iyice anlaşıldı da başka bir asker sınıfının kurulup düzenlenmesi Devletçe gerekli görüldü. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:38)
O zamanki Yeniçerilerin acıklı durumlarını en iyi anlatan Koca Sekbanbaşı diye anılan bir kimsenin yazmış olduğu "Hulâsa-tülkelam fî red-dil-avâm” isimli bir rapordur. Şehzade Mustafa'nın Nizamı Cedit’den pek hoşlanmayıp da işin aslını anlamak isteyerek yazdırdığı söylenen bu raporda bu seksenlik, ihtiyar bütün gerçekleri açıkça ve cüretlice dile getirmiş bulunmaktadır.
Yazarın halk ağzı deyimlerini de yer yer kullanarak o raporu özetliyoruz: “ …1738 senesinden 1769 senesine gelene kadar hiçbir savaş olmadığı için; eskiler göçüp gitmiş, yeniçerilerin hemen hepsi düşmanın halinden savaşın özelliğinden habersiz. acı ve tatlı sefer görmemiş kimselerden ibaret kalmıştı. İşte 1769 seferinde askerimizin düzeni böylece bozuldu, o zamandan beri de işler çığırından çıktı.
İşin iç yüzü eski mutlu günlerden kalmış kimselerce belli ise de tecrübesiz, cahil kimselerin dedikoduları iş başında olanları şaşırtacak kadar bol ve değişiktir. Bu sırada yetkililer gerektiğinden fazla merhametli davranmakta, asıp keserek korkutup sindirmeye de kıyamadıkları için işler daha çok bozulmaktadır. Dinin de devletin de hiç bir işine yaramıyan, ‘dünya boş kalmasın için yaratılmış’ olan kimseler meyhane, kerhane, kahvehane köşelerinde devleti kötüler, ahlâkı bozar, güveni sarsar oldular. Bunların ağızlarına sakız olan sözlerden biri de 'Nizamı Cedit geldi, İşler bozuldu' tekerlemesidir. Bunlardan biri ile konuşuyorduk; dedim ki "Bre canım, Nizamı Cedit, diye ikide bir dır dır edip kuru kuruya iddialar ileri sürersiniz, bu Nizamı Cedit ne demektir önce bunun gerçeğini bil sonra iddianı ileri sür, eğer sözün haklı ise ben de seninle bir olup Eyvallah diyeyim!” Muhatabım bana "Nizamı Cedit dedikleri talimli askerdir. Talim de gâvur sanatıdır” karşılığını verdi. Ve şöyle devam etti:'Bizi sefere gönderirlerse elimizden gâvur icadı tüfenkleri atarız ve dalkılıç olup Moskof ordusunu birbirine katarız ve düşmanın cümlesini esir edip satarız. Allah ocağımıza zeval vermesin, mevacip çıkar ulûfemizi alır keyif çatarız." Diye işi ucuz kabadayılığa ve aşağılık nükteye vurup sır oldular. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:41)
Seferi savaş görmeyip yiğitliği köşe başında bakkallık eden sebze satan kopuklara kabadayılık etmekten ibaret sanan, hangi ortanın yoldaşı ise onun alâmetini koluna takıp gösteriş yapmayı iş edinen, kurumları ile boş iddialarından geçilmeyen kaldırım kabadayıları ve köşe başı yaratıkları ve meyhane miçosuna caka satan yeniçeri şahbazları gördüm ki şöyle söylenip duruyorlardı. "Bu eli tüfenkli, kendi talimli asker ne lâzımdır? Ali Osman askeri dünyayı kılıçla fethettiler. Hemen bize düşman göstersinler dalkılıç olup düşmanı harap ederiz ve kralının tacı ile tahtını başına geçirip Kızıl Elmaya dek gideriz."
Böyle budalalarla belki bin kere atışıp kakışarak demişimdir ki: “Bre yoldaşım Yeniçerilikle zerre kadar ilgin varsa bileceksin, ben 1734 yılından beri babamla birlikte Yeniçeri ocağında pala sallayıp taban döğerek bunca seferlerde bulunmuşum. Dünyanın iyiliğini kötülüğünü görüp zamanın sillesini yiyip feleğin çemberinden geçmişim. Din düşmanımıza esir olduğum zaman bile olmuştur. Dünyanın halini, düşmanın yenme sebeplerini, tarihlerden öğrenilemiyecek nice gerçeklerin iç yüzlerini gördüm, sezdim, öğrendim. Yaşım seksen yediyi buldu. 1769’dan beri öğrendiğim sırları yazmaya kalksam birkaç cilt kitap olur. Söz arasında şöyle bir iki bilgimi açıklayıvereyim de kulağına küpe olsun da faydalanmayı, faydalandıkça bana dua etmeyi unutma.
Kanunî Sultan Süleyman devrine gelinceye kadar Frenk devletlerinin hiç birinde hızlı top atmak, tüfenk kullanmak ve savaş sanatım usulüyle öğrenmek filân yoktu. O zaman İslâm askeri yüreğine -beline güvenir, akın eder yenerdi. Hıristiyan devletler gördüler ki Osmanlı bu askerle bütün Firengistanı zapt edecek, hemen onlar da askerlerini bir düzene koymaya başladılar. Silâh kullanmada, ateş açmada, savaş düzenlerini yoluna koymakta bir biri ile yarış ettiler, bütün gün savaş eğitimini iş edindiler.
Bu hazırlıklarından sonraki savaşlarında eskiden olduğu gibi darmadağın per perişan oldukları artık görülmez oldu. Çünkü yetişkin askerleri tabur tabur olup bozulmamak için yavaş ve ustalıklı ayak atarlar, pırıl pırıl toplarla gülleleri gürül gürül yağmur gibi yağdırırlar. Topun - tüfeğin arkasını kesmezler, sanırsın ki kıyamet koparırlar ve ateşten, bir dağı üzerimize doğru yürütürler. Üzerlerine piyade yahut süvari saldırsa ses çıkarmayıp bunlar tam ortalarına gelene kadar beklerler ve sırası geldi mi birkaç yüz top ve nice bin tüfeğe birden ateş verip İslâm askerini sapır sapır dökerler. Böyle savaşlarda artık dalkılıç hiç bir işe yaramaz olur.
Epey bir zaman bu iş böyle sürdü. Artık bizim asker yetemez sonra da dayanıp direnemez hale geldi. Nihayet iş anlaşıldı. 1792 yılında yeni asker yetiştirilmesine başlandı.
"Talim filân lâzım değil. Bize hele düşmanı göstersinler” diye köşe başı bahadırlarına verilecek cevap hazır:Sultan Mustafa zamanındaki Moskof seferinde düşmanla sizin aranıza duvar mı çektiler yoksa ayağınızı mı bağladılar ki düşman görünüp dururken üstüne yürümediniz de, iki yüz bin adam, kıvırcık koyun eti, halis buğday ekmeği yiyip Ulûfe ve tayın kavgası çıkarıp karargâhları yağma ederek dönüp kaçtınız.?
Böyle denildi mi sus pus oluyorlar; yüzlerini bir kederdir kaplıyor; içlerindekini söyletebildiniz mi tedirginliklerinin sebebi hemen anlaşılıyor: 'Ocaktan beş - on akçe gelirim var. Nizamı Cedit çoğalıp da iş görmeye başlarsa korkarım ki Yeniçeri ocaklarına devletin itibarı kalmaz. Biz de ulûfemizi alamaz oluruz. Yoksa iradımıza zarar gelmiyecek olduktan sonra, Allah versin, bütün halk Nizamı Cedit askeri olsun” diye kaygılarını açığa vuruveriyorlar. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:43-44-45)
SULTAN 3.SELİM DÖNEMİNDE DEVLETİN HALİ
Sırplar ve Karadağlılar Osmanlı devletinin bu halsizliğini ve perişanlığını fırsat bilerek başkaldırmışlar, bağımsız birer devlet olmak iddiasına girişmişler ve Rusların kışkırtması ile büsbütün cesaretlenip isyanlarını tamamı ile açığa vurmuşlar ve şimdiden devlet olmuş gibi Osmanlılarla anlaşmak için şartlar ileri sürmeye başlamışlardı. Bunları, bastırmak şöyle dursun, sindirmek için bile üzerlerine kuvvet göndermeye kudretimiz yoktu.
Bu arada Vehhabiler de işi azıtmışlar, Mekke'yi ve Medine'yi sıkıştırmakla kalmayıp Irak'a da saldırmaya başlamışlardı. Bağdat Valisi Ali Paşa şurada burada kafa tutan, başkaldıran kabileleri güç yatıştırıyor, Vehhabilerin saldırılarına zamanında doğru dürüst karşı koyamıyordu. Mekke'ye, Medine'ye her zaman yardım Mısır'dan yapılırdı. Mısırsa karışıklıktan karışıklığa düşmekte idi.. Bunlar "yetmiyormuş gibi Trabzon Valisi Battal Paşa Zâde Tayyar Mahmut Paşa ise isyan bayrağını çekmiş, başına buyruk hale gelmiş, devleti dinlemez olmuştu. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:53)
Fransa baktı ki müttefiki Rusya'ya ses çıkarıp söz geçiremiyen hâlâ onu kendine dost gösteren Osmanlı Devletinin gafletinden faydalanarak olup bittilerle yeni topraklar kazanmak işten bile değildir. Bir yandan Osmanlı Devleti’nin Paris elçisi ile dostluk konuşmaları yaptırırken bir yandan da Raküze Kalesini 'Rusya eline geçmektense bende kalsın” diyerek ele geçirmekten geri kalmadı. Rusya da, Fransa da anlaşmalara, konuşmalara hiç mi hiç uygun düşmeyen davranışlarından dolayı, Osmanlı Devletinden bir iki sertçe ihtardan başka bir şeyle karşılaşmadılar.. Osmanlı Devletinin elinde sözünü dinletecek, gücünü kullanacak, istediğini yaptırmak değilse bile pek haksız saldırıları önleyecek kuvveti ve hazırlığı yoktu. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:58)
Bir aralık, Şeyhülislâmın "Düşmanlar üzerine ordunun hareketine engel olan her kim ise devlete ve dine âsi sayılıp idamı caizdir" diye fetva verdiği haberi yayılınca, bundan eşkiya kadar eşkiyadan farksız hale gelmiş yeniçeriler de rahatsız olur diye o şeyhülislâmı azlettiler. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:59)
Üçüncü Selim'in ileri kademelerde yaptığı bu değişikliklerin devlete hiç bir faydası dokunmadığı gibi aksine Nizamı Cedit için harcanan bütün emeklerin ve masrafların, çekilen bunca zahmetlerin büsbütün boşa gitmesine sebep oldu.
Arabistan'da karışıklıklar ve kaynaşmalar içindeydi: Vehhabilerin Haremeyne musallat olması bir türlü önlenemiyordu. Kâbeyi ziyaret edeceklerin rahatça gidip gelmesini sağlayabilmek için bu sefer de Şam Valisi Azimzâde Abdullah Paşaya seraskerlik ünvanı verilip hazırlık yapması için yazışmalar olmuştu. Vehhabiler o sırada bütün Arap yarımadasını pençelerine geçirmişler, hatta bu paşaya hacca geleceklerin silâhlarını da, yiyeceklerini de beraber almalarını, korunmalarını da yiyip içmelerini de kendilerinin sağlayacaklarını bildirmişlerdi. Ama o sırada kim olsa Vehhabilerin hakkından gelecek gücü kendinde bulamıyor, devlet de herhangi bir şey yapacak durumda bulunmuyordu. Değil gönderecek askeri veya silâhı hatta oradaki memurlarının maaşını sağlıyacak parası bile yoktu. Osmanlı Devleti Mısır'ı Kölemenlerden kurtarayım derken Kavala Arnavutlarının eline vermiş bulunuyordu. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:60:61)
Rusçuk âyanından Alemdar Mustafa Ağa, öteki muhafızlar veya kale kumandanları gibi korkağın biri değildi, şaşkın ve silâhsız halkın “her kafadan bir ses çıkar” şeklindeki fikirlerini sormaya lüzum görmüyordu. Hem de Tuna kıyılarını korumak için elinden gelen hazırlığı yapıyordu. Kendisinin eski kapı yoldaşlarından pehlivan İbrahim Ağayı da bulup ayırabildiği bir miktar askerle İsmail kalesinin yardımına koşturdu. O sırada Rusya askerleri kalenin dört saat yakınına kadar gelmişler, yerli kıyafetindeki casusları salarak Rus askerinin çok kalabalık olduğunu; bunlara karşı durmakla ancak halkın hayatını tehlikeye sokmaktan başka sonuç alınamayacağını telkin etmeye başlamışlardı.
İsmail halkı neredeyse teslim olmak için kale muhafızını zorlamaya geçmek üzere iken Pehlivan İbrahim Ağa Hızır gibi yetişti. Onu görünce halkın korkusu ve telâşı azaldı, kale koruyucusu ihtiyar Kasım Paşa da pehlivanın himmetini benimsemeye başladı. İbrahim Ağa, halkın korkusunu ve telâşını büsbütün yenmiş olmak için kaleden dışarı fırlayıp askerler ile keşfe çıktı. Yolda rastladığı Rus ordusu öncülerini kılıçtan geçirmeyi başardı. Arkadan karabulut gibi yetişen Rus taburlarını görünce de aldığı erzak ve cephanelerle birlikte kaleye kapandı. Pehlivanın bu başarısı İsmail halkını yürekleniyordu.
Hepsi silahlanıp sel gibi köpürdü. Kaleden dışarıya fırladılar. O kadar kalabalık, o kadar silahlı, o kadar güvenli Rus ordusu bu canını dişine takmış kahramanlar önünde, yedi saatlik kanlı bir savaştan sonra, yenilmiş ve dağılmış olarak kaleyi kahramanlarına bırakarak def olup gitmek zorunda kaldı. Bu yedi saat içinde ne yanda bir yılgınlık bir bozgunluk baş gösterirse İbrahim Pehlivan oraya yetişiyor, yiğitliğinin hakkını veriyor, dost yüreklerine cesaret, düşman gövdelerine ateş yağdırıyordu. Bu pehlivan İbrahim Ağa sonradan vezir olmuş ve "Baba Paşa” diye ün salmış kahramandır.
İşte, sonradan meşhur Alemdar Mustafa Paşa olan Alemdar Ağa, üçüncü Selim'in gözüne bu adamı sayesinde bir kat daha girmiş oldu. Alemdar da bu münasebetle gördüğü lûtuftan ve aldığı vaitlerden dolayı Üçüncü Selim'e bir kat daha bağlanmış oldu.
Hotin’le Bender'in elden gidişine karşılık İsmail kalesinin kendisini koruması, bütün bu olan biten acıklı ve felâketli şeyler olmamış da, sanki Osmanlı ordusu saldırmaya geçmiş ve yeni fütûhat yapmış gibi İstanbul'da şenlikler yapılmasına sebep oldu. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:64-65)
Öteden beri Osmanlı devleti hangi devlete harp ilân ederse elçisini tutup Yedikule'ye haps ederdi. Bu defa öteki elçilerin ve hele Fransız elçisinin uyarıları ile bu törenden vaz geçildi. Rus elçisi Babıâli'ye çağırıldı ve kendisine devletinin haksız ve yersiz saldırıları hatırlatıldı. “Eğer Rusya bu yeni ele geçirdiği memleketleri bırakırsa yeniden İstanbul'a gelmeye yüzünüz olur; Rus uyruklu tüccarları da alın, memleketinize geçin gidin” denilmekle yetinildi. Böylelikle Üçüncü Selim'in Avrupa uygarlığına uyan bir hükümdar olduğu anlaşılmış oldu.
İNGİLİZ DONANMASININ İSTANBUL BASKINI
Osmanlı Devleti, bir yandan karada Ruslara bir yanda denizde İngilizlere karşı hem savunma, hem saldırma tedbirleri almaya başladı. Ama ne ordu orduya, ne donanma donanmaya benziyordu. Ama o zaman için mümkün olan hazırlıkların hepsine birden acele ile ve önemle girişildi. İstanbul'da yan gelip rahatına bakan devlet adamlarından hiç biri ordu ile sefere çıkmak töresine uymaya yanaşmadılar. Herkes bu işi bir başkasına havale etmekten çekinmedi. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:67)
İngiltere Fransa'ya karşı Rusya ile anlaşmış olup Osmanlı Devletini bu anlaşma çevresi içinde tutmak istiyordu. Osmanlı Devleti bir sürü densiz ve yersiz saldırılarını gördüğü Rusya'ya savaş açınca, anlaşmayı bozan Rusya olduğu halde, Osmanlı devletini korkutup sindirmek için bir büyük İngiliz donanması Bozcaada’ya gelmiş bulunuyordu.
İngiltere elçisi Fransız elçisinin İstanbul’dan çıkarılmasını, Osmanlı Devletinin Rusya ve İngiltere ile anlaşmasını yenilemesini ve Rus savaş gemilerinin boğazlardan gidip gelmesine izin verilmesini istemeye; eğer bunlar red edilirse Bozcaada'daki İngiliz donanmasının gelip İstanbul'u vuracağını söylemeye başlamıştı. O zamanki devlet adamlarını sindirmeye bu korkutma yetmiş, hepsi telâşa düşüp bu teklifleri kabule yönelmişlerdi. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:68)
Üstelik Kurban Bayramıdır diye Osmanlı donanmasının kıyı koruyucularının birçoğu da izinli çıkmışlardı. O sırada esen sıkı lodostan faydalanarak İngiliz kaptanları gemilerini turna katan gibi sıraya tutup rüzgâra vererek herkes Bayram namazında iken boğazdan geçip İstanbul yolunu tuttular. İngiliz donanması, bir iki küçük çarpışmadan önemsiz kayıplarla sıyrılarak, bir akşam üstü Baruthane açıklarında demir attı.
İstanbul'da büyük acıyı tatmamış, zamanın cilvesini hışmını tanımamış çelebilerle habbeyi kubbe, damlayı deniz yaparcasına işleri büyütmeye meyilli lafazanlar, köşe başlarında küme küme toplanıp ağız ağıza verip birtakım karışık rüyalara benzer vehimlerle birbirini korkutup duruyorlardı. Velhâsıl o acayip gecede İstanbul'un hali kıyamet gününden bir görünüştü. Kara kaplı kitaba bakıp: "İşte kıyamet günü yaklaştı; sarı derililerin ortalığa hükmedeceği söylenen kıyamet gününe alâmet işte” diye çırpınıp duranlar gittikçe artıyordu. “Eyvah! Demek ki kıyamet bizim başımıza koptu; İstanbul'dan başladı” diye dövünüp duranlara rastlanıyordu.
Bereket ki askerler bu vehimden, bu korkudan uzaktılar. Topçular toplarına yapıştılar, yeniçeriler yatağanlarını takınıp, tüfenklerini omuzlayıp kıyılara koştular. Medreselerdeki öğrenciler de silahlanıp sokaklara çıktılar. Bunları görünce halka da gayret geldi. silahlanmaya başladılar.
Üçüncü Selim İngiliz donanmasının boğazdan geçtiğini haber aldığı andan beri telâş ve korku içindeydi. İngiliz Donanması Baruthane açıklarında görününce saray kadınları çığlığı basmışlardı.
İngiliz elçisi, Babıâli'ye bir ültimatom göndermiş: "Osmanlı donanmasının emanet olarak kendilerine teslimini, Rusya ve İngiltere ile bir yeni anlaşma için hemen konuşmaya geçilmesini” istiyor; uygun cevabın bir gün içinde verilmesini şart koşuyordu. Halkın ve sarayın perişanlığını haber alınca bu sefer mühleti üç saate indiriyor ve üstelik Fransız sefirinin de hemen İstanbul'dan atılması şartını da ekliyordu. Nazırlar Meclisi, payitahtın burnunun dibindeki İngiliz donanmasına karşı konamıyacağı için bu teklifleri kabul etmekten başka çare göremiyordu.
Nazırlarının bu kararını haber alan Üçüncü Selim, durumu bildirmek ve kendisini İstanbul'u terk etmeye nazikçe davet etmek üzere bir adamını Fransız Elçisi Sebastiyan'a gönderdi. Sebastiyan, bu adamı "Ben devletiniz katında inanılır bir elçiyim. Böyle el altından ve ağızdan bildirilerle kalkıp gidemem” diye savdıktan sonra soluğu Reisül-küttap odasında aldı. Başladı hem çıkışmaya, hem akıl öğretmeye: 'Böyle beş - on gemiye bir payitahtı teslim etmek ne demektir? Bundan sonra Osmanlı Devleti bağımsızlığından ve toprak bütünlüğünden ne yüzle söz açabilecek? Bu donanmada asker yok ki karaya döküp de memleketi zapt etsin. Sadece Sarayburnu’na yeteri kadar top yerleştirirseniz bu donanmayı harap edebilirsiniz Onlar için tehlike, sizdekinden çok. Hem sizin ateşinizden korkarlar hem de uygunsuz bir rüzgâr eserse karaya düşmekten. Rüzgâr elverse bile sizin toplarınız kâr etmese bile yapacakları, nihayet İstanbul'un bir iki mahallesini topa tutup yakmaktan ibaret kalacaktır. İstanbul'da ikide bir yangın çıkıyor. Farz edin ki yine böyle bir yangın oldu, bir iki mahalle kül oldu. Yanan yerler yapılır ama bir kere yıkılan devlet itibarı ve haysiyeti bir daha yapılabilir mi?
Reis efendi, halkın da gayrete geldiğini görüp Fransız elçisinden kuvvet alarak, Sadrazama bu konuşmayı olduğu gibi nakletti. Padişahın huzurunda yeniden toplanıldı. Sebastiyan da hazırdı. Orada da böyle silkeleyici, coşturucu nutuklar çekmekten geri durmadı. Meclistekilerin hepsini etkisi altında bıraktı. O sırada, tesadüf bu ya, Napolyon'un Vistül kıyısından yazıp gönderdiği mektup da Padişahın eline değmesin mi? Eski karardan vaz geçildi, İngiliz notası reddedilecek, hemen kesin savunma tedbirlerine başvurulacaktı.
Napolyon mektubunda şöyle diyordu:"Ey Sultan Selim, Hazreti Muhammed'in Halifeliğine lâyık olduğunu İspat et! Seni bağlıyan, memleketini elinden göz göre çıkaracak olan anlaşmalardan korunmanın sırasıdır. Ben gittikçe daha yakınına geliyorum. Eski dostun Lehistan devletini diriltmeye uğraşıyorum. Ordulardan birisi Tuna yakınına inmek üzeredir. Sen Moskofları alınlarından vur, ben ordumla arkalarını çevirmeye hazırım. Donanmalarımdan bir parçası Tulon’dan çıkıp senin payitahtını korumaya ve Karadeniz’e hâkim olmaya gelecektir. Silkin, cesaretlen. Devletini güçlendirecek ve ününü arttıracak fırsat bu fırsattır.
Sarayın ve Babıâli'nin telâşı, halkın korkusunu arttırmışken: bu sefer, büyüklerin cesaretlenmesi hemen halka geçti. Bir iki gün önceki vehimli, korkak, sinik kalabalık, birden ateşlendi, yeğitlendi, neredeyse kayıklara binip donanmanın üzerine yalın ayak, yalın kılınç yürümek, küpeştelere tırmanıp ölüm bahasına İngiliz neferi temizlemek istekleri uyandı. Ufak tefek kayıklar ile İngiliz donanmasının çevresinde dolaşarak bir gemiden bir gemiye geçem sandallardan balık avlar gibi İngiliz avlamak yoluna giren balıkçılar görüldü.
Böylece beş on gün içinde Sarayburnu'ndan Yedikule'ye ve Kız Kulesinden Kadıköy'e kadar bütün kıyılar toplarla donanıp karalar düşmanca yaklaşılamaz bir hal aldı. Akıl kesse de bıraksalar da halk, gördüğü salapuryaya atlayıp İngiliz donanmasının üstüne yürüyecekti.
İngiliz donanması bile soğukkanlılığını unuturcasına bu dehşetli hazırlığı, bu azimli savunmayı biraz gördü, biraz sezinledi ve akıntısı bol boğaz sularında iki kıyının ateşleri arasında sıkışıp kalmayı gözüne kestiremiyerek İstanbul önlerinde son korkutma çaresi olarak bir iki volta vurduktan sonra Çanakkale'ye doğru açılıp def olup gitti. Tabyalardaki halk onu yuhalar ve çığlıklarla uğurladı. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:69-70-71-72-73)
ARABİSTAN OLAYLARI
Bu arada Osmanlı devleti için en Önemli meselelerden biri, Mekke ile Medine'nin yabancı saldırılardan korunması ise de Rusya seferi ile uğraşılması yüzünden Şam ve Mısır valilerine "Hicaz'ı koruyun' diye arada bir tezkere yazıp emir göndermekten başka bir şey yapılamıyordu. Halbuki Akdeniz boğazı, düşman gemilerince sarılmış olduğu için; İslâm gemileri oradan geçemiyor ve Mısır'la ancak karadan haberleşmek mümkün olabiliyordu. Bu arada İngilizlerin Mısır'a saldırmak için kullandıkları zaman gelmiş görünüyordu. Şimdi bir de, Mısır'ı korumak meselesi vardı.
Vehhabilerin reisi Abdülaziz oğlu Suut, Medine'yi ele geçirmiş, ne kadar kutsal tapınak türbe varsa yıkmış, yalnız halkın yalvarışları üzerine Peygamberin kubbesini alıkoymuştu. Bununla da yetinmemiş, Peygamberimizin türbesinde ne kadar değerli eşya varsa alıp götürmüş, Hutbelerden padişahın adını kaldırmış ve Vehhabi olmayanları dinsiz saydığı için Kâbe'yi ziyaret etmelerini yasaklamıştı. Mekke ve Medine'ye Osmanlıların tayin ettiği kadılara yol vermiş, oralara Vehhabi mezhebinden yeni kadılar oturtmuştu. Bir de Üçüncü Selim'e, türbeler üzerine camilerdeki gibi kubbe yapılmasının ve kurban kesilmesinin önüne geçilmesini isteyen ve neredeyse Padişahı da Vehhabi mezhebine girip dinsizlikten kurtulmaya çağıran bir mektup göndermekten de geri kalmamıştı. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:69-70-71-72-73)
Son yıllarda Mekke ve Medine halkından bir çoğu ya mektup yazmak ya da İstanbul'a kadar gelip Vehhbilerin zulümlerinden, taassubundan, yasaklarından uzun uzun dert yanmışlardı. Ama koltuklarına gömülüp keyfe dalmış olan yetkililer, bu sızlanışlara feryat halini aldığı zamanlar bile pek kulak asmamışlar, pek önem vermemişlerdi. Şimdi ise iş işten geçmişti. Tâ uzaklardan bin türlü zahmet ve masrafla Hac ziyaretine gelenler, Mekke'den olmazsa Medine sınırlarından geri dönmek zorunda kalıyorlar, canlarını değilse bile mallarını Vehhabilerin elinden kurtarmak kaygısı ile ibadet ödevlerini bile ertelemek zorunda kalıyorlardı. Valde Sultanın kâhyası Yusuf Ağa bile "Ne diye buralara kadar gelip de bu Araplar kafamızı şişiriyorlar, nedir bunlardan çektiklerimiz?” diye onları kapılarından savanlardan biri iken bu sefer Hacca gidip olan biteni yüreği kan ağlıyarak gördü de o sızlanışlara hak verdi ama artık yapılacak bir şey yoktu. Gözleri arkada, koca kafile arkasında, geriye döndü. Hac yolunun böyle kapanması, Vehhabilerin böylesine meydan okuması halkı bütün Rumeli. Mısır, hülâsa vatan ve memleket kayıbından daha çok üzdü. Nazırların tembelliği ve aldırmamazlığı, ancak bu yüzden, bu konuda, halkın yüreğine işlemeye, devlet büyüklerine güceniklikleri düşmanlık haline gelmeğe başladı.(Ahmet Cevdet Paşa,1973:74)
Öte yandan “Askerliği öğrenmiş ve güveni hak etmiş birlikler artar ve eski ordunun yerini tutarsa "biz ekmeğimizden oluruz, artık bize para değil yüz veren bile bulunmaz, Ocaklarımız kaldırılır, biz açıkta kalırız” kaygısına düşen yeniçeriler telâştan isyana yönelen bir homurdanma içindeydiler.
Gerçi kendilerine "Yanınıza bu batı metodu ile yetişmiş askeri katarak sizin tarihler boyu dünyaca tasdik edilmiş yiğitliğinize biraz da yeni hüner katmış olacağız. Sizsiz devlet ayakta duramaz” yollu yatıştırıcı telkinler yapıldı ise de fayda etmiyordu.
O kadar ki bir gün yeniçerilerden birine “Nizam-ı Cedit olur musunuz? diye sordular "Haşa! Moskof olurum, Nizam-ı Cedit olmam” diye cevap verdiği ağızdan ağıza dolaşıyordu. Kısacası bu hayırlı ve isabetli yenilik, başlangıçta ölü doğmuş, tutmamış, halkın içine sindirilmemişi. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:82)
SULTAN 3.SELİM’İN SON DÖNEMLERİ
Memleketin başka taraflarında ise bakımsızlık, kıtlık, işsizlik, asayişsizlik eski devirlerden farksızdı ve belki de eski zamanları aratacak kadar artmış ve azmıştı. Padişahın dört bir yanı öyle sarılmıştı ki yakınlarımın haberi olmadan bir kuş uçmasına bir haber ulaşmasına artık imkân yoktu. Sadrazamlar bile bu yakınların çenberini kolay kolay yırtamaz, sadece kuru bir ünvanla yetkisiz ve çaresiz bocalar duruma düşmüşlerdi. Valde sultan, "Yufka yürekli oğlum incinmesin üzülmesin, bu fâni dünyada her şeyi o düzeltecek değil ya, her kötü şeyi ona bildirip de tatlı canını sıkmayın diye başta Sadrazam herkese tenbih üzerine tenbih geçerdi. İşlerse günden güne sarpa sarmakta, halkın Nazırlar ve yakınlar için düşmanlıkları arttıkça artmakta idi. Bu işin sonunu kaygı ile gözeten tek tük seçkin kimseler:Şah vakıf gerektir ahvale/Vükelâya kalırsa vay hale (Ahmet Cevdet Paşa,1973:85-86) diyorlardı.
O günlerde koskoca adıyla Ordu-yu Hümayun diye andığımız şey, Başkumandan ünvanını taşıyan Sadrazam başta, birkaç devlet adam ile beş-on emir erinden, başını alıp gidecek yeniçeriler dışında fazla bir kalabalık değildi. Düşmana görünmek değil, Rumeli âyanlarının gözlerini dolduracak güçte bile değildi. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:98-99)
Üçüncü Selim'in zamanında da asiler, eşkiyalar, başıbozuklar çoktu ama İstanbul'da olsun hükmü geçerdi. Uzak eyâletlerde bile kendisine en azgın kimseler bile saygı duymaktan geri kalamazlardı. Meselâ Cezzar Ahmet Paşa gibi önüne rastgelene kafa tutan kimseler bile Üçüncü Selim'in adı anılınca ayağa kalkarlardı.
Bir gün bir paşaya “Zamanın büyüklerine ve devletin yetkililerine bu kadar kafa tutmasanız olmaz mı” diye soran bir yakınına “Müslümanız. Halifeye İtaatimiz dinimiz ve terbiyemiz icabıdır. Sultan Selim için boynum kıldan incedir. Ama çevresini sarıp da onu sadık adamlarından ve gerçek yiğitlerden soğutanlara kızgınım.” diye karşılık vermişti.
Hacıların yolunu kesmek gibi zorbalıklarla ün salan Küçük Ali oğlu Halil'e “Siz ulema ile düşüp kalkan, Halifeye itaatin din emri olduğunu bilen birisisiniz. Ne diye böyle asi davranıyorsunuz?” diye soran tarihçi Asım Efendi ondan şu cevabı almıştı: Efendi birader! Devlet dediğiniz yalnız Sultan olsa emrine baş eğelim, ne diyor, ne istiyorsa uyalım, ama bir de onun nazırları, yakınları var. İşte biz onların isabetsizliğine, hiyleciliğine karşıyız. Padişaha bağlıyız ve sadıkız ama onu yanıltan Yusuf Ağa, İbrahim Ağa gibi aşağılık kâhyalara karşıyız.
Üçüncü Selim, yalnız asker sınıfının değil, ulema sınıfının da bir hale yola konmasını istedi. Ama bunda da kesin bir karar ve sebatla iyi ve olgun bir sonuca varamadı. Devletin birinci görevi, hakkın yerini bulmasına, haksızlıkların önlenmesine çalışmaktı. Bu işle uğraşanlarsa o zamana göre kadılardı, Ulema sınıfı idi. Osman oğulları bunlara doğru ve bilgili oldukları sürece hepsine saygı göstermiş, onları el üstünde tutmuştu. Ne çare ki sonradan bunlar da askerler gibi bozulmuş, seviyesini kaybetmiş, içlerine cahiller ve düzenbazlar sızmıştı. Gittikçe itibarlarım kaybediyorlar ve Padişahla devletin gözünden düştükçe yeniçeri ve zorbaları ve serseriler ile bir olup kendilerine eski saygıyı hakkıyla göstermiyen padişahı veya sadrazamı yerinden etmenin kolayını arıyorlardı.
Bunları yola getirmenin, ilmiye sınıfını ıslâh etmenin ilk teşebbüsü Birinci Hamid'in ve Üçüncü Selim'in devrinde Şeyhülislâmlık yapmış olan Hamidîzâde'den geldi. Nice âlim görünen cahilin ekmeğine dokunduğu için aleyhine yürüyenler çoğaldı, sonunda işinden oldu. İki sene on bir ay Şeyhülislâmlık yapan Ömer Hulûsi Efendi adında bir başka islâhatcının bu işe el atması ile zamanın bütün cahil âlimlerini kendine düşman edip mevkiini kaybetmesi bir oldu. Sultan Selim baktı ki nice değerli adamlarını bu yüzden feda etmek durumuna düşüyor, bu sevdadan vaz geçti. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:199-120-121)
Fakat bir vakitten beri eyaletlerin ve sancakların İstanbul’a olan bağı çok gevşemiş; yer yer âyan ve hanedanlar tegallübe kimi bir büyük ilçede, kimi bir sancakta canının istediği gibi hükmeder olduktan başka; Rumeli'de Serezli İsmail Bey Anadolu'da eşrafın gözdesi olan Yozgat mutasarrıfı Cebbar Zâde Süleyman Bey, Sarohan mutasarrıfı Kara Osman oğlu Ömer Ağa gibi adamlar büyük vilâyetleri ele geçirmişler ve Anadolu beylikleri tarzında başlarına buyruk hanedanlar haline gelmişlerdi. Böylece taşralarda devletin emirleri geçmez olmuştu. Hattâ Bilecik'te tahakküme başlayan Kalyoncu Mustafa birkaç defa Padişah fermanı ile sefere memur edilmişken dinlemedikten başka fermanı yazanlara söğmüş ve götürenleri kovmuştu. Şu hale göre her şeyden önce bu gibi âyan ve hanedanları itaate zorlamak lüzumlu görülmüştü. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:122:123)
Bazı büyüklerin kadınlar gibi süslenmeğe başlamaları üzerine onları taklit eden orta halliler de tanesi yüz kuruşluk sarık, topu 500 kuruşluk hindi kumaş, dört bin kuruşluk kürk giymeği âdeti haline getirmişlerdi. Herkes avrat gibi süslenmeğe koyulmuş, bu huy asker tayfasına da yayılmıştı. Rumeli askerleri altın ve gümüş tozluk, çapra, sinebend, ceviz büyüklüğünde gümüş düğme, gümüş kundaklı tabanca ile yirmi otuz okka ağırlığında gümüş taşıyarak bu ağırlık altında yürüyemez olmuşlardı. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:136)
Sultan Selim ricali hayli olgun kimseler iken sefahat ve ihtişama düşüp işi azıttılar, ondan sonra, Sultan Mustafa devri ricali yolsuzluğu artırarak eskilere rahmet okuttular. Şimdi de devleti kurtarma iddiası ile ortaya atılanlar esas dâvayı unutarak zevk ve safaya daldılar. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:134)
SULTAN 2.MAHMUT DÖNEMİ
Rusçuk’tan gelerek darbeyle devrilen Sultan 3.Selim yerine Şehzade 2.Mahmut’u tahta oturtan Alemdar Mustafa Paşa gibi hamiyetli bir veziri nefsin hazlarına alıştırdılar. Çünkü Rumeli leventleri güvende tâbir ettikleri çingene kadınlar ile ormanlarda eğlenmeğe alışık olduklarından, vezirler mücevherlerle süsledikleri huri gibi kızlar tedarik edip Alemdar Paşaya takdim etmeğe başladılar. Paşa, ömrü boyunca hayal dahi edemediği güzel kadınları kucağında görünce aklı idrâki kavramaz oldu. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:134)
Velhasıl Alemdar Paşa eğilmez ve kuvvetli bir adamken hasımları zayıf tarafını arayıp onu kadınlar vasıtası ile mum gibi yumuşattılar. Ve garip desiselerle felâket kuyusuna attılar. Yoksa aslında doğru bir adamdı. Ve halis niyeti saltanata fedakârca hizmet etmekti. Şanî zâde'nin dediği gibi; eğer, iyi arkadaşlara sahip olsaydı din ve devlete misli görülmemiş hizmetler yapabilirdi. Lâkin dünyanın mizacını bilmediği cihetle mücerret bir âlet haline gelmiş, devlete musallat olan adamlar onu şehvet ummanına gark edip şuurunu elinden almışlardı. Bu suretle onu garazlarının icrasına âlet etmişler haklı haksız idam, sürgün ve müsadere cezalarını onun iradesi ile icra ettirmişlerdir. Artık onun yanına kimseyi yanaştırmıyorlardı. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:135)
Alemdar, iktidar makamına musallat olan bertaraf etmişse de yeni gelenler yine açık rüşvetler almağa ve dağıtmağa ve sefahate koyulmuşlardı.Bilinmez, feleğin bu çarhı, devlet ve ikbal kadehine ne katmış ki bir yudumunu içen mest olup önünü görmez oluyor.Alemdar Mustafa Paşa’nın bir cariyesinden Bikâr Bey adında bir oğlu doğmuş ve İstanbul’da Çarşamba semtinde uzun müddet şeyhlik etmiştir. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:160)
Sekbanların aylıkları ihtiyaçlarından fazlaydı, Bunların bir kısmı kalpaklarını altın şeritlerle süslüyorlar, tepelerine düğmeden büyük İnciler takıyorlardı. Yeniçeriler, sekbanların bu refahını gördükçe yüreklerinin yağı eriyordu. Ramazanın ortasında kadim âdet üzere, öteki ocaklar gibi sekban ocağı zabitleri de bir akşam Babıâli'de iftara davetli idiler. Bu davete süs ve saltanat içinde gelmeleri Yeniçerilerin kalbini haset ateşi ile kebap eyledi. Yeniçerilerin böylece düşmanlıkları artıp ihtilâl ateşi yanmağa hazır hale gelmiş kahvehanelerde eracef çoğalmıştı. ‘Yeniçeri ocağının kaldırılacağı herkesin elindeki ekmek parasının alınacağı, erkânın nizamı cedit kılığına konacağı’ rivayetleri yayılıyordu.
Babıâli duvarlarına: "Rumeli'den geldi çıtak, Bayram ertesi ya kılıç oynayacak ya bıçak” fıkralarını havi yaftalar yapıştırılıyordu. Alemdarın bazı samimî dostları bu işin kötüye gideceğini anlayarak Edirne'ye gitmesini ve Rumeli askerini toplamasını tavsiye ettilerse de Alemdar yeniçerileri hakir görüyor ve birtakım manav, leblebici, kayıkçı güruhu ne yapabilir diye işi hafife alıyordu. Halbuki düşmanı küçük görmenin ne büyük hata olduğu erbabına malûmdur. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:136-137)
Nihayet yeniçerilerin isyanı başladı.İçten ve dıştan hücuma maruz olan padişaha bağlı sekban askerlerinin Ramiz Paşa ve öteki devlet büyükleri muharebenin sevabı hakkında telkinlerde bulunarak gayretlerini arttırmağa çalıştılarsa da sonunda onlara yeis geleceği aşikâr olduğundan ve Enderun’da zahire bulunmadığı gibi eşkiya sarayın su yollarını da yıktıklarından çaresiz, saraydan çıkıp eşkıya üzerine saldırmak gerekli görüldü. Bu vazife sekban ocağı ağası Süleyman ağaya verildi. Süleyman ağa 4000 sekban ve 4 topla saraydan çıkıp eşkiya üzerine saldırdı. Kanlı bir harp başladı. İki taraftan hayli telefat oldu. Sekbanlar şiddetli hamlelerle saraya top ve tüfek atan eşkiyayı püskürttüler. Bir sekban bölüğü cebeciler kışlasına saldırarak kışlayı ele geçirdiler ve içerde buldukları eşkiyayı öldürdüler. Bir bölük sekban da Atmeydanı’nda görüldü Bir bölüğü de yanan Paşakapısı etrafında toplanmış olan eşkiyayı dağıttıktan sonra Soğukçeşme yolundan Atmeydanı'na geldi.Sekbanların bu cesur hareketleri Yeniçerilere korku ve dehşet verdiğinden açıktan karşı koymağa cesaretleri kalmadı.Çoğu Divanyolu'ndaki evlere girerek gözden uzaklaştılar.(Ahmet Cevdet Paşa,1973:151)
Alemdar Paşa kazaya uğrayınca ve isyan sırasında öldürülünce Devleti Âliye'nin zaafa uğraması ve Avrupa politikasının değişmesi üzerine Ruslar tutumlarım değiştirmiş ve Eflâk'in terkini teklif etmeğe başlamışlardı. Devleti Aliye'nin murahhasları milletçe son haddine kadar mücadeleye karar verilmiş olduğundan konuşma yerinden ayrılıp, Yaş kasabasına döndüler. Bu sırada Rusların İsmail, İbrail ve Yergöğü kaleleri üzerine saldırmak üzere olduklarım öğrenen murahhaslar ilgililere ve Babıâli'ye bildirdiler. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:175-176)
Halbuki ilk başlarda Alemdar'ın devlet otoritesini tesis etmesi Napolyon üzerinde bile tesirini yapmış ve Aleksandır’ la görüşmesinde Napolyon'un devleti âliye aleyhinde bulunmasını önlemişti.
İspanya devleti yarı ölü haldeyken İspanyol milletinin Fransızlar aleyhime ayaklanmağa muvaffak olduklarına göre Osmanlılar Alemdar gibi kudretli bir sadrazamın idaresi altında. din gayreti ile ayaklanırlarsa neler yapabilecekleri meydandaydı. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:165)
SULTAN 2.MAHMUT DÖNEMİ’NDE DEVLETİN HALİ
Sultan Mahmud'un cülûsu hakkında Napolyon’a yazılmış olan mektuba cevap gelmemesi de hakaret sayılıyordu. Babıâli bu diplomat dilini yeni öğrenmişti, iki tarafı idareye çalışıyordu.İngiltere'yle Fransa arasındaki harpte tarafsız kacağını ilân etmiş, kendi sularında muharip devletlerin vuruşmamalarını talep etmişti. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:188)
Kazasker Şemsettin Efendi, Feyzullah Efendinin oğludur. Mekteplerin semtinden geçmediği ve üzerinde hoca hakkı olmadığı halde kadı evladı olduğu için hocalık diploması almış ve son derece iyi konuşan ve meclisi süsleyen biri olduğu için büyüklerin yardımıyla rütbeleri aşarak kazaskerliğe kadar çıkmıştı. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:175:176)
Bir müddetten beri başhekim olanların çoğu bilgisiz ve liyakatsiz olduklarından haset illetine müptelâ idiler. Memuriyetlerinin gereğini yapmazlar, ancak mansıbı kendilerine hasr için türlü hiylelere başvururlardı. Cehaletlerini gizlemek için Frenkçe lâf ederler onunla tıp fenninden tamamen gafil olan devlet büyüklerinin kapılarını çalarlar, sonunda başhekim olurlardı. Beden ve ruha devâ bulacakları, Padişaha ilâç yapacakları hekimleri imtihan edecekleri yerde buna iktidar göstermezlerdi. Bu yüzden Osmanlı memleketi cahil hekimler elinde kalmıştı. Ehli İslâm içinden uzun müddet tahsil ederek hazakat rütbesine ermiş birisi zuhur etse hekimbaşı Numan Efendi zamanında olduğu gibi onu kendilerine rakip sayarlar, tıptan haberi olmayan devlet büyüklerine çekiştirirler,iftira atarlar, hakarete maruz bırakırlardı.
Bu yüzden vakti ile erbabına ün ve servet getirmiş olan bu mübarek tıp ilimi giderek İslâm hekimleri için zararı mucip oluyordu. Kimse bu fenne heves etmiyor, edenler de Süleymaniye Tıphanesinde yalnız hocalık ve bimarhane tabipliği ediyordu. Böylece memlekette yalnız tıbbı değil, eskisini bile okuyabilecek kimse kalmamıştı. Vakti ile hekimleri meşhur olan İstanbul şehrinde tababet Hırvat gemici, ırgat bozuntularının elinde kalmıştı. Başka milletlerden hazakat sahibi tabip ve cerrahlar da cahillerin iftiralarına maruz kalırdı.Bu cahiller, büyüklere giderek “Falan hekim pek âciz veya inatçıdır” derlerdi, İlme uymayan, fakat büyüklerin mizacına uyan şeyler söylerlerdi. Bunlar rüşvet vererek, hocalardan en aşağı derecede izinname almadan samur kalpak giyip hekimbaşıdan bir tezkere alarak istediği yerde dükkân açar ve Frengistan’a maskara olurdu. Bu cahiller en az bir kaç bin kişiyi öldürerek sanatlarını denerlerdi.
Bu gibi tabip ve cerrah kıyafetinde kasaplar bulunmaktansa çöl halkında olduğu gibi hastalıkları tabiata havale ve koca karı ilâçları ile yetinmek daha hayırlıdır. Bu sebeplerle meşhur bir hekim demiştir ki “İstanbul şehrinin başında üç felâket vardır: Biri veba, biri yangın, biri de cahil hekimler. İşte bu cahil hekimler Hasan Ağa’nın ayağındaki yaraya kasaplar gibi tımar yaptıklarından adamcağız uzun müddet yatalak ve sarsak kalmağa mahkûm olmuştu. Bu yüzden tersane işleri başsız kaldığından kendisi azledilmiş ve yerine defterdar Aziz Efendi getirilmişti.
Bu yıl doğan Fatma Sultan da altı aylıkken ölmüştü. Bu ölüm hakkında Şanizâde der ki: “Umumî hastahanesi olmayan yerlerde, büyüklerden hastalananların tedavisinde hazık hekimler tıp ilminin gereğince istişare ederler ve tedaviyi tatbik ederlerdi.
Bu suretle de şifa olmazsa hüküm Allah’ındır inancı bu hekimleri de mazur gösterir. Özellikle padişah hanedanının tedavisinde birkaç tabibin tedbiri ne kadar hâzık olurlarsa olsunlar yine kifayetsiz kalır.
Hekimler ilâç vermekten çekinirler. Duyduğumuza göre hekimbaşı Numan Efendi zâde Mesut Efendi bu makama veraset yoluyla dahil olanlardan birisi idi. Tıp İlminde de cahil olduğundan İstanbul'a geleliden beri ilâçları bir katil cellât gibi İstanbul halkını helâk etmiş; bundan başka hekim ünvanını almış olan Lorenzo isimli bir Frenkle işbirliği ederek bunca sultan ve şehzade doğurabilecek olan Fatma sultanın da ölümüne sebep olmuşlardır. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:179-180)
Bahar yaklaşmış ve harbin zamanı gelmiş olduğu halde Serdarı Ekrem hasta idi. Kendi hekimi tedaviden korkuyordu. Ordunun hekimbaşısı ise tıp ilminden habersiz ve sırf kayırılmak üzere Hekimbaşı yapılmış olduğundan ve orduda gerekli ilâçlar bulunmadığından Serdarı Ekrem'in yolladığı tezkere üzerine iki hekim ve ilâç gönderildi. Hekimlerden biri Rum taifesinden İtalya'da okumuş Konstantin Kalayira, diğeri Frenk taifesinden tıptaki mahareti ile ünlü Piçuti idi. Derhal Şumnu'ya giden hekimler serdarı ekremi iyileştirerek ve bol âtiye alarak İstanbul'a döndüler. Orduda lüzumu kadar hekim ve ilâç bulunmaması gerçi büyük eksiktir. Lâkin orduda bu gibi noksanlar çoktu.Onlarla uğraşmağa vakit yoktu. Zahire bile güç gönderiliyordu. Karadeniz tüccar gemilerine kapanmış olduğu için İstanbul'da da kıtlık vardı. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:189)
SULTAN 2.MAHMUT DÖNEMİ’NİN BAZI OLAYLARI
Rebiyülevvelin on birinci günü balık pazarında birkaç hamal namuslu bir kadını tutup zorla odalarına götürecek olduklarında, halk gazaba gelip kadını ellerinden almağa kıyam edince, hamallar silâha sarılmışlar halk da sopa ve taşlarla bunlara saldırmıştır. Tüccar ve esnaf ayaklanarak bu kepazelik ne diye feryat ederken içlerinden bir grup Babıâli'ye vararak: "Her gün bir kötülük işleniyor, ya Yeniçeri taifesini zapt ve rapta alırsınız, ya da biz sorgu sualsiz bunları öldürürüz” dediler. Ve dükkânlarına silâh ve cephane toplamağa başladılar.
Bizim İstanbul halkı kılık kıyafete çok kapılır. Bir Hint çingenesi yahut acem kallaşi acayip bir kıyafetle ortaya çıksa akıllı adamları bile kandırabilir.Babam merhumun maiyetinde Bindallı Mustafa derler bir serseri habis vardı. Babam öldükten sonra hizmetçiliği bırakarak başına bir Özbek tacı giymişti. Bir iki sene böyle gezdikten sonra İstanbul'dan kayboldu. On sene sonra Selâhattin adını takınarak ordunun bulunduğu Edirne sahrasına varmış, yanına on kadar derviş alıp Sadrazama çatarak, kendisine maaş bağlatmıştı.
Ben bir müddet sonra Edirne'ye gittiğimde bir zatla görüşürken bu adam çıkageldi. Gördüm ki bizim Bindallı Mustafa'dır. Yüzü buruşmuş, sakalı ağarmış dilini acem taklidine alıştırmıştı.Beni tanıdı; 'Aman sezdirme” diye bir işaret yaptı. Ev sahibi hemen yerinden kalkıp Mustafa'nın elini öpüp baş sedire oturttu. Bindallı Mustafa bir hayli keramet sattıktan sonra çıkıp gitti. Bir müddet sonra yanına gittiğimde o benim elimi öptü. "Bu ne haldir?” dedim. "Dünya tuzağıdır” dedi. Büyükleri nasıl aldattığını ne kadar mallar aldığını söyledi, şaştım. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:190:191)
Baş Müneccim Rakım Efendinin, tesbit ettiği uğurlu zamanda temeli atılan bina, bir seneden önce tamamlandı. Rusların talimli askeri, açık ovalarda galip gelirdi. Dağlık yerlerde ise, harp fenni üzerine manevra yapamadığından yiğit Osmanlı askeri ile pençeleşemezdi. Çok değişikli harp safhaları bazan düşmana, bazan Osmanlılara gülüyordu. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:193)
Arnavutluk iki kısımdır. Biri Kigalık, biri Toskalıktır. Toskalar Yunanlılarla karışmış olduğundan dillerine birçok Yunanca kelime girmiştir. Kigalar da İslâvlarla karışmış olduklarından, Kiga ve Toska dilleri birbirinden uzaklaşmıştır. Yalnız Berat ve Elbasan halkının dili ötekiler kadar bozulmamıştır. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:195)
Ziya Paşa vezarete kadar yükselmesini karısının uğuruna atfettiğinden hatırını çok sayardı. Bu saygı ise korku derecesine varmıştı. Erkeklerin kadınlara hâkim olması lâzım gelirken, bu ikisi arasında durum tersine çevrilmişti. Ziya Paşa dostlar ile sohbet ederken, “sizin haremlerinizden korktuğunuz gibi ben karımdan korkmam .Fakat uğurunu denediğim için çok riayete mecbur olmuşumdur.” derdi. Böylece iki defa sadrazam olan ve Mısır'ı fethetmiş olan bir veziri bu kadın mağlûp ve zebun eylemişti. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:199:200)
Eshabı kiramdan kimse Peygamberin isimlerinden olan Mustafa adını almazdı. Ancak Devleti Âliye’nin zuhurundan sonra bu ad alınmağa başladı. Bu adın başkalarına verilmesi hiçbir suretle caiz olmadığından Mustafa ismini taşıyanların zatında uğur olmayacağı denenmiş bir iştir. Hatta Ali Osman sülâlesinde Mustafa adlı dört padişah gelmiş, hepsinin zamanlarında ihtilâller olmuştu. Bunun gibi, Mustafa isimli sadrazamların ilki olan Loca Mustafa Paşa öldürülmüş, Alemdar Mustafa Paşa’ya kadar gelen Mustafa isimli sadrazamların zamanlarında birçok kötü olaylar cereyan etmiştir. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:199:200)
Devleti Âliye, Defteri Hakanilere göre Cebeci, Yeniçeri, Sipahi ve Zeamet ve Timar sahipleri isimleri ile 300.000 askere devamlı olarak maaş verirdi.Böyleyken Yeniçeriler bazı sınır boylarında kalmış mahdut sayıda askerden ibaretti. Ordu İstanbul'dan sefere çıktığında güç hal ile bir miktar Yeniçeri toplanabilirdi. Timar ve zeamet sahipleri de aynı durumda olduklarından, devlet, harplerde âyan ve eşrafın maiyeti ile aylıklı sekban askerine muhtaç olur. Bazan da seferberlik (Nefiri âm) ile asker toplardı.Yeniçeriler gerek İstanbul'da, gerek ordu İçinde türlü gaileler çıkarırlardı.
Bu defa İstanbul'dan orduya katılmak üzere tertip edilen on adet Yeniçeri ortasının yollukları hazırlanmış, hareket tarihleri yaklaşmışken, âdetleri üzere yamak tâbir edilen birtakım adamları yanlarına toplayıp fukaraya eziyet etmeğe başladıklarından, İstanbul halkı feryat etmekte idi.
Güç hal ile Davutpaşa sahrasına çıkarılan Yeniçeriler ve diğer baldırı çıplaklar arasında bir vuruşma, olmuştu. Aynı tarihte Tavukpazarı'nda da bir çarpışma olmuş, sokaklara barikatlar kurulmuştu. Son seferde Yeniçeriler 13.000 neferlik maaş aldıkları halde Küçükçekmece köprüsünden geçildikten sonra yapılan sayımda 1600 kişi oldukları anlaşılmıştı. Velhasıl Yeniçeriler (muvahip) adıyla Beytülmalden külliyetli para alırlar, harplerde bir işe yaramadıkları halde boyuna gaileler çıkarırlardı. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:202:)
Yeniçeri zorbalarından Osman Çavuş isimli bir rezil, iskelelere gelen odun ve zahireyi zapt ederek istediği fiyata satardı. Nihayet bu serseri, bir odabaşı tarafından boğulmuş ve halk, elinden kurtarılmıştı.
Yine bu sıralarda meşhur şakilerden Üsküdar hamallar kâhyası İbrahim ağa, türlü zulümlere ve edepsizliklere cüret ettiğinden usulüyle Azap Kapısı’na çağırılmış, orada boğdurulmuştur.
Yeniçeri güruhundan ve Sultan Selim'i öldüren Taşçı Mahmut meşhur itlerdendi. Galata'da sık sık kavga çıkarır ve hıristiyanları tahrik ederdi. Padişahın iradesi üzerine Kaptan Paşa tarafından bir kalyonda öldürülerek kesik başı saraya gönderildi.
Unkapanı ustalarından Ekmekçi İsmail İsimli bir serseri zahirenin iyisini rüşvet karşılığı satar, halka çürük zahire dağıtırdı. O da Sekbanbaşı tarafından de denize atılarak öldürüldü.
Üsküdar'da Balaban İskelesinde denize yakın bekâr odaları öteden beri eşkıyanın sığındığı yerdi. O günlerde bu eşkıya birkaç namuslu kadın zorla odalarına götürmek isteyince, Üsküdar ahalisi toplanarak durumu Babıâli'ye bildirdiler. Bunun üzerine Padişah ferman ile 200 kadar bekâr odası yıktırıldı. Bundan iki gün sonra Kale Kapısı’nda zorbalık yapan Yetimoğlu İstanbul zindanında idam edilmiştir. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:202-203-204)
Bu yıl mağrip bilginlerinden Şehit Muhtar öldü. Bu zatın pek çok eserleri vardır. En ünlüsü birçok ilimlerden bahseden ‘El’nüzhe’ olup bunda özellikle kozmografyadan bahsedilir, dünyanın yuvarlak olduğunu ve döndüğünü yazar. Bu bilgilerin zararlı itikat olmadığını anlatır.
O devirde ulema arasında iki mesele konuşuluyordu. Biri karantina, öteki arzın yuvarlak oluşu ve hareketi.Birçok şeyhler arasında bu konularda tartışmalar vardı. Meselâ, Malikî mezhebinden olan Mehmet Menaî karantinanın haram olduğuna ve dünyanın düz olduğuna inanıyordu.
Hanefî mezhebinden Mehmet Bayram ise karantinanın lüzumlu olduğuna ve dünyanın yuvarlak olduğuna inanırdı. Bu Mehmet Bayram naklî ve aklî ilimlerde birçok eserler vermiş ve Sultan Osman'dan İkinci Mahmut’a kadar olan devrin bir de tarihini yazmıştır. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:205-206)
YENİÇERİ EŞKIYASININ TEDİBİNE DAİR FERMAN
Sekban başı ve yeniçeri ağası vekili Hacı Mehmed'e emir:
Hilâfet merkezi olan İstanbul'da oturanların güvenlik ve rahatları, bütün İslâm memleketlerinin huzur ve refahlarına sebep olduğundan, bazı kendini bilmez Hak Tealânın emir ve yasaklarından gafil rezil makuleleri Allah kullarının mallarını yağma ve ırzlarına tecavüz ettiklerinden, o gibi eşkıyanın "Allaha isyan edenleri öldürünüz” emri üzerine kanları helâl ve idamları şeriata uygun olduğundan bu kere Mısır çarşısı ve Tahmis önünde hamal taifesi ve sair reziller Allah kullarının mallarını gasp ve sokaklardan geçen namuslu kadınlara tecavüz ve tenha mahallerde tehditle para sızdırmak gibi Allah'ın emrine ve tahammül olunmaz nice işlere cüret ettiklerinden, tebaamın rahatı kalmamış olmakla esnaf mümessilleri Babılâli'ye gelip ferman çıkarılmasını niyaz etmişlerdi.
Sen de bu hususta esasen niyazda bulunmuş olduğundan Allah emri ve kutsal fetvaların gereğini yerine getirmek hükümdarlık vazifemdir.
Yeniçeri ocağı ulu atalarımdan miras kalmış ve Devleti Âliyeme bir hediye mesabesinde olan Yeniçeri ocağı Allah'ın emrine ve şeriata ve ocağın âdap ve erkânına uygun hareket ettikçe her kim onlara kötü nazarla bakarsa Allah'ın kahrına uğrasın. Ama şeriata ve ilâhi kanuna, âdap ve erkâna aykırı işlere irtikaplara cüret edenler ocaklı değildir. Ocaklının adını lekeliyen böyle rezilleri, ocakta kabul etmezler.
Din ve devlete aykırı hareket edenlerin tedip edildikleri gösterilmelidir.İşbu hattı hümayunumu sadık ocaklılarıma bildir. Şeriata ve kanuna aykırı davranan rezillerin hakkından gelinmelidir. Allah kullarının hutur ve rahatı matluptur. Cenabı Hak din gayreti sahiplerin; mutlu kılsın. İslâm’a yakışmaz hareketlere cüret edenleri kahhar İsmiyle kahr eylesin. Sen ki sekban başısın! Gerek sen gerek öteki ocak ağaları, subayları ve neferleri ehli ırz ile birlikte olasınız. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:218-219)
Sultan 2.Mahmut’un en mühim eserlerinden birisi modern Türk tıbbiyesini kurmuş olmasıdır. (14 Mart 1827)Tıbbiyenin açılış fermanı şöyle idi: "Çocuklar, bu yüce binaları tıp okulu olmak üzere hazırlatarak adına "Mektebi Tıbbiyei Aliyei Şahane" dedim. Burada, insan sağlığına hizmet gibi aziz bir iş görüleceğinden bu okulu bütün öteki okullardan üstün tuttum. Burada tıp ilmini Fransızca olarak tahsil edeceksiniz. Şimdi içinizde haklı bir sual doğduğunu his ediyorum. ‘Bizim dilimizde ve bizim kitaplarımızda tıp ilmi yok mudur ki yabancı bir dilde tıp öğrenelim?’ Ben de bunu tasdik etmekle beraber, cevap olarak derim ki: Şimdilik zorluklar ve mahzurlar vardır. Amma bunların yakında giderilmesini ümit ve temenni ederim. Gerçi tıp ilmine dair bizde pek çok kitap vardır. Hatta Avrupalılar bile tababeti bu kitapları tercüme ederek öğrenmişlerdir. Amma, bu kitaplar Arapça yazılmıştır. Bir zamandan beri İslâm bilginleri bunları okumaya ve okutmaya itina etmemişler ve fennî terimleri bilen adamlar azalmış olduğu için bunların mütaalasiyle uğraşıp tıp ilmini asıl lisanımız olan Türkçeye nakletmek birçok tekellüfler ihtiyarına hem de uzun zamanlara muhtaçtır. Avrupalılar ise bu fennî Arap kitaplarından kendilerine nakledip 100 seneden ziyadedir bu ilimde ilerlemiş olduklarından tıp tahsilini kolaylaştırmışlar ve kendileri de bir şeyler bularak kitaplarına ilâve eylemişlerdir. Şimdi onlara nispetle Arapça tıp kitapları bazı mertebe eksik görünür. Bu noksanın ikmalini göze alsak bile ilk anda Türkçeye çevrilmesi kabil olmayıp en az on sene Arapça öğrenmeye ve sonra en az beş altı sene tıp tahsili ile uğraşmaya bağlıdır. Bizim ise gerek askerlerimiz, gerek yurdumuz için hazık doktorlar yetiştirmeye ihtiyacımız vardır.
Öte yandan tıp kitaplarını kâmilen dilimize çevirip Türkçe öğretmeye gayret etmeliyiz. Sizlere Fransızca okutmaktan muradım, Fransız dili tahsil ettirmek değildir. Ancak ilmini öğretip, bu ilmi yavaş yavaş dilimize almaktır. Yurdumun her tarafında Türkçe olarak yaymaktır. (Yanında duran Profesör Bernard'a işaret ederek) Bu adamı sizin için bilhassa getirttim. Çok kabiliyetli bir adamdır. Avrupa'nın birinci derece hekimlerindendir. İşte bu adamdan ve öteki hocalardan tıp ilmini tahsile çalışın ve tedricen tıbbın dilimizde yerleşmesine gayret edin. Çünkü yabancı memleketlerden ne idüğü belirsiz adamların hekim diye gelip şuraya buraya sokulmasından hoşnut değilim. İnşallah siz. tahsilinizi tamamlayıp diplomanızı aldıktan sonra büyük rütbelere nail olacaksınız. Mektepte bulunduğunuz müddetçe de bütün ihtiyaçlarınız sağlanacaktır. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:223-224-225)
Harp yapılsın mı? konulu Mecliste bazıları "harp üç şeyle olur” dediler: “Akça, zahire, asker”
"Seraskere acele 10.000 kese akçe göndermek gerekir. Elli bin de asker yollamamız lâzım”
Konuşmalar uzadı, nihayet "Barış yaparsak, öteki devletler de bize tahakküm etmeğe kalkarlar” diye sulhu red ettiler.
Bazıları da "Devletimizde görünüşte kuvvet yok da, İslâm topluluğunda, malca ve bedence kuvvet vardır."Hemen bütün ehli İslâm'ın ittifakı ile harbe girelim “ dediler. (Ahmet Cevdet Paşa,1973)
“Mazarratı def etmek, menfaat temininden önce gelir” ve zarar ihtimali zarardır ama fayda ihtimali fayda değildir”. (Ahmet Cevdet Pşa,1973:233)
BAZI İÇ OLAYLAR
Şeyhülislâm Ömer Hulûsi Efendi, yaşı ilerledikçe hiddeti de artmış olduğundan evde oturmağa ikna edildi. Nihayet bu 1812 yılında azledilerek yerine Dürrüzâde Abdullah Efendi getirildi.
İstanbul kadısı Hamamizâde Raşit Efendi bulunduğu mansıplarda büyüklerle hır çıkardığından Gelibolu'ya sürüldü.
Yeni Şeyhülislâm eskiden kin beslediği vekayi kâtibi Köse İbrahim Efendi’yi Magosa'ya sürdü. (Ahmet Cedet Paşa,1973:242-243)
Rivayete göre Rüştü Efendi Üsküdar'da Nuh Kuyusunda Köprülü konağı denen konakta hayli müddet mazul olarak züğürtlük ile vakit geçirmiş, hatta bayram ziyareti yapacak bir kat elbisesi olmadığından, eski çakşırını içini dışına çevirtmek üzere ayvaz ile terziye göndermişken sabahleyin Mabeyini Hümayun’dan bir ağa gelip silâhtar ağanın davet ettiğini haber vermiş.
Rüştü Efendi, acele çakşırını terziden getirtip giymiş, lâkin bu davete bir mâna veremediğinden ağayla beraber evinden çıkıp dalgın dalgın iskeleye indiğinde üç çift Mabeyin kayığını görünce merakı artmış. Saraya vardığında ‘ne olacak?’ diye düşünüp dururken, silâhtar ağa yanına gelmiş, kendisini baş sedire geçirmiş, efendinin şaşkınlığı büsbütün artmış. Az sonra da silâhtar ağa delâleti ile Padişah huzuruna çıkarılmış ve kendisine vezaret rütbesi ile sadaret kaymakamlığı tevcih edilmiş. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:244)
Velhasıl o vaktin hükmünce korunma tedbirlerine riayet olunmamış ve veba İstanbul'da müthiş bir surette hükmünü icraya başlamıştı. Şöyle ki Babıâli tarafından İstanbul kapılarına gizlice yazıcılar gönderilmiş ve kale kapılarından çıkarılan ölüleri yazmaları emrolunmuştur.
Şehir içindeki cami, mescit ve türbeler yanındaki mezarlara gömülenlerden gayrı İstanbul kapılarından çıkan cenazeler, Ramazan ortasında günde 1500 - 2000 raddesinde olup Galata, Üsküdar ve Boğaziçi'yle beraber bu rakam 3000'i geçiyordu. Şani zâde der ki: Akşam namazından sonra Ahkâf Sûresi okunması bazı saf insanlar tarafından tavsiye olunmakla bu hususta Padişah iradesi çıkarılmıştır.Ramazan Bayramının yaklaşmasiyle halkın birbirine teması arttığından hastalık Şevval ortasına doğru artarak sadece İstanbul yakasında günde 3000 cenaze çıkmağa başladı. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:248)
“Melek Girmez” diye anılan bekâr odaları Bahçekapı dışında Yeniçerilerin 31 inci ortasının yeri ve birçok şakilerin fesat ocağı olup, bu sebepten (Melek Girmez) adı verilmişti. Bu odaların yıkılmasına Mabeyince hayli önem verilmiş olduğundan Kaymakam Rüştü Paşa bunları kolaylıkla yıktırdı ve yerlerine Hidayet Camiini yaptırdı. Bu sebepten de Rüştü Paşa, halk arasında hayırla anılır. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:249)
Şanîzâde hâzik bir hekim ve muhakkik bir âlim olduğundan daha o vakit korunma usullerini ve aşıyı sözlü ve yazılı olarak tavsiye etmiş ve bunda şerî bir mahzur olmadığını ispat etmişti. O asırda kendisi ile aynı fikirde olan bazı faziletli insanlar da vardı. Lâkin taassup erbabının galip olması dolayısı ile böyle bulaşıcı hastalıklardan korunmağa sapıklık nazarı ile bakılıyordu. Bu sebeple halkın çoğu korunmayı şeriata aykırı zannederek kimisi de itirazdan çekinerek korunma usullerine riayet etmezlerdi.
Hatta Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa 1812 senesinde Mısır’da karantina usulünü kurmuş olduğu halde İstanbul'da karantina ve aşı tatbikatı birçok seneler daha icra olunamamıştır.
Karantina usulünü koyması Mehmet Ali Paşayı birçok tenkitlere hedef kılmışsa da bu esnada Arabistan'da kazandığı zafer böyle tenkitleri tesirsiz bırakmıştır.(Ahmet Cevdet Paşa,1973:250)
Bir sene önce tersanede yapılmasına başlanmış olan üç anbarlı Mahmudiye kalyonu inşası Şaban'ın 22 nci günü tamamlandı.Gemi, müneccimler tarafından tayin olunan, uğurlu vakitte denize indirildiyse de, yarısı denize daldı, diğer yarısı ağırlığı sebebi ile olduğu yerde kaldı. Müneccimler bunu Utarit yıldızına bağladılarsa da gemi ertesi günü selâmetle denize indirildi. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:269)
Teke sancağı öteden beri bu Tekeli oğullarının ellerindeydi. Bunlar mütegallibe idi. Bu aileden kimsenin Antalya'da bırakılması caiz olmadığından bütün kavim ve kabilesinin Selânik'e nakline Vahit Efendi memur edildi. Şevval'in birinci günü Vahit Efendiye vezaret mertebesi verildi.Teke ve Hamit sancakları tevcih edildi. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:270)
Siyasî işlerde ricat pek zararlıdır. Hükümet bir işi güzelce düşünüp karar verince süratle icra etmelidir. Yani düşünmede yavaş, icrada aceleci olmalıdır.Bu yıl yapılan ilmiye tayinlerinde Enderun ricaline münasebeti olan eski Hekimbaşı Behçet Efendi ve meşhur Hattat Rakım Efendiye Mekke pâyesi verildi. İşbu Rakım Efendi, Celi yazıda asrının yegânesiydi. Padişah tuğrası onundur. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:285)
Sadaret Kethüdalığına getirilen Moralı Osman Efendi gerçekten değerli bir adamdı. Ancak vakarlı bir şahıs olduğundan Vezir Halet Efendiye boyun eğmezdi. Halet Efendi de onu İstanbul'da tutmamak için, böyle hasis işlerle taşralarda dolaştırırdı.Halet Efendinin nedimlerinden meşhur Keçeci Zâde İzzet Molla, bir gün Halet Efendinin yanındayken bu Osman Efendinin geldiğini uşaklar haber verir. Halet Efendi, hemen koşup karşılayınca İzzet Molla şaşırarak: 'Efendim bu adama etmediğin fenalık kalmadı, şimdi bu kadar çok iltifatınıza sebep ne?" diye sorunca Halet Efendi: 'Ben bu adama çok kötülük ettim. Memuriyetini elinden aldım, canını da alabilirim Lâkin üzerinde bir Osman efendiliği var ki onu alamıyorum, onun için hürmete mecbur oluyorum" demiştir. (Ahmet Cevdet Paşa,1973287-288)
Devleti Âliye ricali ise, dünyanın gidişine vâkıf olmadıkları için, makamlarını koruma yolunda İstanbul’un günlük işleri dışında bir işe bakmazlardı.Avrupa'ya sırt çevirip, dış işlere bir göz bile atmadıklarından bu Garp ocakları işlerine önem vermezlerdi. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:289)
1817 YILINDA OLUP BİTENLER
Anadolu Derebeylerinden Karahisar Voyvodası İbrahim Ağa'nın idamı için ferman çıkmış ve yerine getirilmesi Bursa Valisi Nurullah Paşa’ya havale edilmişti. İbrahim Ağa ise Hacı Bektaş dergâhına sığınmış durumdaydı. Hacı Bektaş İlçesinin ise Bursa ile bir ilgisi yoktu. Bir adamın idamına ferman yazdıran Babıâli, bu adamın nerede olduğunu ve bulunduğu yerin hangi il sınırları içine düştüğünü bilmiyordu. Memleketin coğrafyasından bile habersiz vekiller işte böyle karanlığa kurşun sıkarlar. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:292)
O zamanlar birtakım aşiretler topluluğu halinde olan fakat veliaht ve serasker olan Abbas Mirza eliyle idare edilen İran, sınırında Osmanlı Devletine baş kaldıran kimselerle el altından işbirliği yapmasa bile onları zaman zaman korur duruma geçiyordu. Bunu haber alan ve gücenikliğini belli eden Osmanlı Devletinin gönlünü almak istercesine İranlılar, İstanbul'a bir yeni sefirle beraberinde bir kocaman fil gönderdi.
Mısır valisi Mehmet Ali Paşa, İstanbul'a İran'dan bir fil gönderildiğini, bu hediyenin sarayı pek memnun ettiğini haber alır almaz bir büyük Sudan fili ile iki küçük Bengü fili gönderiverdi.
Üsküdar yakınında Öküz limanı adındaki İskelede büyük mavnalar birbirine bağlananıp üzerlerine keresteler döşenerek filler bin zahmetle İstanbul'a Vezir İskelesine geçirildi, oradan da Et Meydanı’nda dikili taş karşısında İran filinin bulunduğu yere Fil damı adındaki ahıra götürüldü. İstanbul halkına, bu bir yeni eğlence oldu. Her gün kadın erkek bir sürü kalabalık çeşitli semtlerden fil seyrine gelirlerdi. Ama o sıralarda İstanbul'da birbirini kovalıyan yangınlardan biri bu fillerin uğursuzluğu yüzünden olduğu rivayetleri dolaşmaya başladı. Haklı haksız birçok kimselerin şuraya buraya sürülüp durduğu bu devirde fillerde sürgüne uğradılar:Edirne’ye sürüldüler de dedikoduları kapandı. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:294:295)
DEVLETİ ÂLİYE İLE RUSYA ARASINDA YAPILAN BARIŞ ANDLAŞMASI
Ben ki; şehirlerin en şereflisi cümle âlemin kıblesi bütün gönüllerin mihrabı olan Mekkei Mükerreme, Medine’i Münevvere ve Kudüsü şerifin hâdim ve hâkimi, devletlerin özlemi olan üç şehir, yani İstanbul, ve Bursa ile cennete benziyen Şam, asrın gözdesi Mısır bütün Arabistan, Afrika, Berka, Hırvan, Halep, Irak Arap ve Acem, Basra, Rakka, Musul, Şehri Zor, Diyarbakır, Zülkadiri'ye, Erzurum, Sivas, Adana, Karaman, Van, Habeş, Tunus, Trablus, Kıbrıs, Rodos, Girit, Mora, Akdeniz, Karadeniz ve Cezayir sahilleri, Anadolu, Rumeli ve özellikle Selâm şehri Bağdat, bütün Kürdistan, Rum, Türk, Tatar, Çerkeş, Ahızka, Gürcistan. Kabartay, Kıbçak dolayları, bütün Bosna, Cihat Belgrat, Sırbistan, bütün kaleleri ve şehirleri, Arnavutluk, Eflâk ve Buğdan ve anmağa lüzum olmayan nice kalelerin ve şehirlerin adaletli padişahı, Sultan oğlu sultan, Hakan oğlu hakan, Sultan Ahmet torunu ve Sultan Hamit oğlu Sultan Mahmut Han ile Hıristiyan emîrlerinin iftiharı ve Hıristiyan büyüklerinin muhtarı, Hıristiyan tayfası işlerinin âmiri,Haşmet ve vekâr sahbi ve Rusya devletlerinin ve tamamı ile Rusya'nın ve ona bağlı nice ülkelerin hükümdarı, padişahı ve imparatoru arasında akdedilen anlaşmadır. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:298)
BAZI İLGİNÇ YAZIŞMALAR
Ali Ağa'dan Vezir Halet Efendi'ye: Bu bir iki gün içinde Padişahımız Sadrazamla Şeyhülislâmı değiştirme fikrindedir. Sadarete Defterdar Mehmet Rauf Efendi, Meşihata Asım Molla getirileceğini tahmin ediyorum.
Ali Ağa'dan Vezir Halet Efendi'ye:Topkapı Sarayı İnşaatı tamamlanmış boya işi kalmıştır. Boyacılar Yeniçeri güruhundan olduklarından sarayın boyanması için kırk sekiz cemaati ile yetmiş sekiz cemaati arasında kavga çıktığından Padişahımız boya işine iki cemaatin de katılmasını irade etmişlerdir.
Ali Ağa'dan Vezir Halet Efendi'ye: Beşiktaş önünde bir ecnebi gemisi demirlemiş. Tayfalar bağırıp çağırarak âyin yaptıklarından Padişahımız rahatsız olmuştur. Bu geminin bir an evvel yola çıkarılmasını tensibinize arz ederim.
Ali Ağa'dan Vezir Halet Efendi'ye: Moskof kralı İstinye'de bir liman yapılmasını Devleti Âliye'den istemiş. Padişahımız bu işi derin derin düşünmekte ise de bir cevap hazırlanmasının sizden istenmesini irade buyurmuşlardı. Durumun incelenerek etrafiyle bendelerine bildirilmesi rica olunur. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:304)
Ali Ağa'dan Vezir Halet Efendiye: Şevketlü Efendimiz buyururlar ki, Mora adasının denizden korunması için, Mısır Valisi Mehmet Ali Paşayı donanmayla memur etsek acaba Halet Efendi kulumuz münasip görür mü? (Ahmet Cevdet Paşa,1973:439)
SULTAN 2. MAHMUT DÖNEMİNDE YAŞANAN BAZI OLAYLAR
Sultan Mahmut, kendini eski bağların, törelerin baskısı altında, bunaltıcı bir kafeste gibi görür, bundan da kurtulmanın yolunu her fırsatta arar ve kollardı. Ne çare ki Hâlet Efendi her kapıyı kapar kilitler ve kendi fikrinde olmayan kimselerin Padişah huzurunda ağız açmasına pek imkân ve fırsat vermezdi. Perde arkasındaki oyunlarının farkına varılmaması için, fırsatını bulup bunları Padişaha açıklayabilecek kimseleri birer hiyle ile ya uzak bir yere memurluğa gönderir ya da, büsbütün uzaklaşsınlar diye ahrete yollardı. Önemli yerlere hep güçsüzleri başarısızları tayin ettirir, kendinden akıllı tedbirli ve bilgili birinin Padişahın gözüne görünmesini önlemek isterdi. Görmeleri gereken önemli işlerin bir türlü hakkını veremiyen o güçsüz ve başarısız kimseler, başları daraldı mı, Hâlet Efendiye başvururlar, gönlünü almak ve dertlerini açmaya fırsat bulmuş olmak için de ona bol bol hediye getirirlerdi. Hâlet Efendi hem bu hediyeleri iç eder, hem de kendisinin bütün zorlukları çözüp sonuçlandıran bir sihirli ve vaz geçilmez varlık olduğu kanısını yayıp benimsetmek isterdi. Yeniçeri ocağının ileri gelenleri böylece onun ağzı açık hayranları olduğu için gerektiğinde onların birtakım gösteriler yapıp genç sultanı korkutmasını ve yersiz gördüğü cüretli kararlarından korkup vaz geçmesini sağlardı. İtibarının hattâ ömrünün bu dolambaçlı yollardan yürüyüp ilerliyeceğini hesaba katarak hem Yeniçeri tarafını tutar hem de Padişaha nabza göre şerbet veren bir başka ağız kullanırdı. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:306-307)
Taşrada da İstanbul'da da insanın kadri kıymeti yoktu. Adam öldürmekle piliç kesmek bir gibi idi.İstanbul'da gittikçe artan serserilerin önünü almak için Vekiller Meclisinde bir çare arandığı sırada Vezir Halet Efendi "Okçular başındaki berberin başı kesilsin. başkalarına da korku gelsin, devletten çekinir olsunlar; işler düzelsin, asayiş düzelsin" diyip çıkmıştı. Hazır olanlardan birisi "Aman ona kıymayın, o benim berberim” diyince Hâlet Efendi ' 'Ha o ha bir başkası, maksat eli bıçak tutan kerli felli birinin başkalarını korkutmak için kurban edilmesidir” diyip çıkmıştı. Sözün kısası gerek İstanbul'da gerek dışarlarda kalbi kara yüreği katı adamlar çoktu. Her tarafta idare akla sığmayacak kadar bozuktu. Yeni bir zihniyetle yeni azimle devlet idaresinin düzeltilmesi, yeni tedbirlerle işlerin düzenlenmesi şarttı. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:310)
Osmanlı Devletinin gücü gün geçtikçe azalıyordu. Süvari bölüklerinin de Yeniçeri ocaklarının da paraları zamanında verilemiyor, asker sınıfları ismi var cismi yok bir hale geliyordu. Artık bir sefer oldu mu, yarı zor, yarı gönüllü, sokaktan toplanan adamlar, yağma var teşviki ile sınırlara sürülüyordu. Askerse silâh kullanmaya bile ehil, tertipli, düzenli bir topluluk değildi. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:319)
DÖNEMİN AZINLIKLARININ HALLERİ
Rumlar yalnız mezheplerinde değil, âdetlerinde, mahallî idarelerinde de serbest kalmışlardı. Fatih'in bu insanca hoş görürlüğü, eski baskıları hatırlayan Rumları elbette memnun ve hattâ minnettar etmiş olmalı idi. Fatih de bu davranışı ile halkı Ortodoks olan ve Katoliklerden baskı görüp duran nice şehirleri daha kolaylıkla fethetmek imkânını bulmuştu. Nitekim, Şehit Ali Paşa Mora'yı fethettiği zaman, Katolik Venediklerin baskılarından kurtuldukları için Mora halkı bu devlet değişikliğinden epeyce memnun olmuşlardı. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:316)
Osmanlılar her iyilik ettiklerini ve başı boş bıraktıklarım kendilerine saygı duyuyor, minnet besliyor sanıyorlardı. Osmanlıların bütün akçalı işleri Ermeni'lerin elinde idi. Ama devletin en önemli, en nazik işine yani dış münasebetlere, sadece bu Fenerliler önayak olurdu.
Köylerde ve bucaklarda yaşayan Hıristiyanların dertleri ve meseleleri hem Patrikler yolu ile Babıâli'ye duyurulur ve İslâm köyleri ile bucaklarının dertlerinden ve meselelerinden daha önce ve daha kesinlikle çözüm yoluna kavuşurlardı. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:317)
Osmanlı devleti, bu Fenerlileri sadık adamları sanıp da onların hiç bir ricasını kırmaz ve Avrupa devletleri ile münasebetlerini bunların ellerine ve dillerine bırakırken bunlar, daha o zamanlardan Avrupa devletlerine Osmanlıların zulmünden (!) sızlanmaya ve Osmanlıları Avrupa topraklarından sürüp atmak için Rusya ile Fransa'nın arasını bulmaya çok çabaladılar. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:318)
Sonraları Osmanlı Devletinin askerlikte ve idarede gittikçe hafif, güçsüz, beceriksiz oluşu, ikide bir değişen ve cebini doldurup savuşmaya bakan memurların halkı bir çeşit soyuşu, ilmiye sınıfının gittikçe cahillerle dolup taşarak asıl dindarların geniş görüşü yerine dar kafalı taassubun egemen olması ile Hıristiyanların hor görülüşü, Rumların zihinlerinde Osmanlı devletinden ayrılmak, âciz ve kararsız bir devletin tebaası olmaktan çıkmak eğilimlerini beslemiş ve arttırmıştı. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:319)
İlk zamanlarda pek ihtiyatlı, pek çekingen idiler. Sonraları baktılar ki Osmanlı Devletinde böyle gizli işleri kovalayacak, kollayacak ne teşkilât var ne adam. Büsbütün pervasız, gözü pek davranmaya başladılar. Önlerine gelen Rum’a açılmaktan ve Osmanlıdan memnun olmayan her Rum’dan bir yardım değilse bile vait koparmaktan çekinmez oldular. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:225)
Bir süre sonra Rumlar isyan etmeye başladılar.Lala kasabası — ki İslâm halkı çokça idi —başlarında bir genç kız olmak üzere Rum eşkıyasına karşı başarılı bir harbe girişmiş ve onları püskürtüp yok etmesini bilmişti. Bu genç kızın kahramanlığı Yusuf Paşanın o kadar hoşuna gitmişti ki âdeta kıza âşık oldu, onunla evlendi ve bundan kızlı oğlanlı dört beş çocuğu oldu. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:335)
Yer yer sindirilen ve bastırılan isyanlar, ordu gücü oradan başka yere uzaklaşır uzaklaşmaz, kül altından birden parlayıp kor gibi kıvılcım saçarak parlayıveriyordu. Yer yer kaya üstü sarp kalelere sığınan İslâm halkı, bekleyip umdukları yardım gelmeyip de yiyecekleri de tükenince göz göre göre ölmemek için -eşkıyaya teslim olmak ve mümkün olduğu kadar canlarını kurtarma çabasına düşüyorlardı. Kısacası, Mora'nın şurasında burasında aylarca âsi Rumlar tarafından kuşatılmış kalelerde didinip çabaladıktan sonra teslim 'bayrağı çeken İslâm halktan pek hayatta kalan olmadı.
Mora'daki ayaklanmalarla başkaldırmaların doğru dürüst bastırılamadığı, ceza görmediği anlaşıldıkça yakın adalarda da aynı kargaşalık, aynı başkaldırış -aynı kafa tutuş- başladı ve yayıldıkça yayıldı. Dağdakiler dağlara çıkıp İslâm halkının bulunduğu yerlere inip soymaya, kıyılardakiler korsan olup deniz yollarını kapatmaya koyuldular. Bütün yakın adalar ateş çemberi içinde kaldılar. Bu arada Kıbrıs koruyucusu, devletten barut istedi. Bu isteğinin İstanbul'a ulaşması haftalar ve buna barutla, tahriratla cevap verilmesi aylar sürdü. Elinde koca donanma bir devletin kaptanı bir adaya barut sevk edemiyor, deniz yollarını kapalı görüyordu da tüccar yazıcılığından gelme bir Rum kopili, bir komiteci bozuntusu, denizden asilerin ellerine ulaştırmayı başarıyordu. Biri, bir davaya inanmış, hazırlanmış, baş koymuş; öteki, göbek beslemekle, kuyruk sallamakla vakit geçirmiş de ondan.
O zaman en büyük maharet havalecilik (yani işi başkasına aktarıp kendini kurtarmış ve işi yapmış sayıp rahatlamak) olduğundan bu dehşetli habere de bir mahir kalem efendisi bir kulp takıp bir çengele asıverdi.
Acaba İzmir' den Eğriboz'a bir şey gönderildi mi, gönderilmedi mi, bu bir kere İzmir'den sorulmak gerekir dedi ve bu kurtarıcı (!) tedbire ağırdan alarak girişiverdi. Sarayın ve Babıâli'nin yaptığı da bundan farklı değildi. Oraya, buraya olur olmaz emirler, fermanlar yağdırılıyor; takdirler tevbihler, ezberden karar alınıp gönderiliyor, belki hitap edilenlerin ellerine bile geçemiyordu...
Bu sırada ya İstanbul'a gelen kötü haberleri unutturup geçiştirmek ya da suçu yükleyecek birini bulup güya devletin itibarını korumuş olmak için üst üste, yerli yersiz, haklı haksız adam feda etmek, kumandan, kaptan, nazır ve sadrazam değiştirmek âdet halini almıştı. Daha yeni sadrazam olmuş Benderli Ali Paşa’nın hiç bir şeyden, hiçbir siyasi ve idari tedbirden haberi de yoktu, bilgisi de. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:336:337:338)
Ne çare ki ne bu yardımlar hazine açığını kapatmaya yetiyordu, ne de Mehmet Ali Paşa'nın 30 gemilik yardımı Osmanlı Donanmasını Rum korsanlarını yenebilecek bir üstünlüğe ulaştırabiliyordu. Osmanlı donanması, Rum korsanlarına emrindeki tüccar gemilerinden sekizini kaptırmış bulunuyordu. Akdeniz’in eski hâkimi Osmanlı Donanması şimdi Rum korsanlarının şerrinden kaçacak delik arıyordu.(Ahmet Cevdet Paşa,1973:341)
İstanbul'da da böylelerinin çıkar peşinde koşmaları o hale gelmişti ki o zamanın şairlerinden biri: Şöhreti mal iledir mabedi İslâmın da Mescid-ü camii bî vakfa cemaat gelmez. beytini yazmıştı. (İslâm mabetlerinin ilgi çekmesi ve ün salması ancak mallarının çokluğu iledir. Yoksa vakfi olmayan, vakfından muhtacız diye el açanlara bir şey dağıtmayacak olan mabetlerde namaz kılacak cemaat bile bulunmaz.)
Gerçek sikkeler, ayarı tam gümüş paralar ortadan kalkmıştı. Ya ayarı bozuk ya da büsbütün sahte paralar ortada dolaşıyor ve bunlar yabancı tüccarlara sürülüp duruyordu.(Ahmet Cevdet Paşa,1973:343)
Bu mevzuda İran'a gönderilmiş olan Süleyman Hâdi Efendiye İran Şahı, Osmanlı hududuna saldırmayı aslâ arzu etmediğini bildirmişti. Yalnız sınır boyu memurları şahın bu tutumuna uymuyorlardı. İran devletinin hali pek garipti. Şah ve elçileri barış isteğinde bulunur ve bol bol vaat verirlerdi. Ne çare ki İran kumandanları ve valileri buna uymazdı. Bu yüzden Devleti Âliye'nin İran'a güveni kalmamıştı. Erzurum Valisi Hüsrev Paşa Doğu Başbuğluğuna tayin edildi. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:351)
Aşiretler beylerine bağlı idi. İranlılar sınır boylarındaki aşiretleri kendilerine çeker ve onların vasıtası ile Osmanlı topraklarına saldırırlardı. Şikayet olunduğunda: “Bizim haberimiz yok, eşkıyayı tedip edin” derlerdi. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:352)
Müderris Gürcü Ahmet Efendi, camiinde verdiği derslerde devlet işlerine karıştığından ve zihinleri bulandırdığından Birgi’ye sürüldü.İslâm tefsircilerine göre, emir mevkiinde bulunanların din ve memleket işlerinde, giriştikleri teşebbüsün faydalı olup olmadığı bilinmese dahi itaat vaciptir. Çünkü itaat hususunda kesin emir vardır. Teşebbüs faydalı mıdır, değil midir diye tereddüde düşülemez.(Ahmet Cevdet Paşa:1973:354)
Rüştü Paşa kaymakam olunca, esnafın ahvaline itina etmiş, Bahçekapı’sında ayak takımının toplanma yeri olan odaları yıktırarak yerine bir cami yaptırdığından, halkın gözüne girmişti. Bu zat bilgili vezirlerden olduğu halde Nakşibendi tarikatına mensup idi. Sofiyunun ileri gelenlerine sevgi gösterirdi. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:355-356)
Bu sıralarda zengin fakir giyim kuşamda sefahate düşmüş olduğundan vezirler ve ulema müstesna olmak üzere kimsenin kakım ve elma kürkü ve Hintkâri şal kuşanmaması ve ancak Buğdan ve Selânik pûşideleri ve Trablus kuşağı ve mağrıp şah kullanmaları ve mineli çubuk kullanmamaları nizamı kondu. Zilhice'nin 6 ncı gecesi Halep, Kilis ve Antakya'da şiddetli bir deprem olmuş pek çok insan ölmüş, bina yıkılmıştı. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:367)
“Zalim, Allah’ın intikam kılıcıdır. Fakat sonra bu kılıçtan intikam alınır” anlamı meydana gelmiş oldu. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:372)
YENİÇERİLERLE İLGİLİ ALINAN İLK TEDBİRLER
Gelelim asıl maksat olan Yeniçerilerin tedibine: Hayli müddetten beri Yeniçeri ocağında nüfuz, ustalar elinde olup zabitlerin sözü geçmiyordu. Yeniçeri ağası Hüseyin ağa, ustalıktan gelme olduğundan iptida ustaların nüfuzunu kırmağa teşebbüs etti. Güvendiği odabaşlarını gizlice birer birer çağırtarak, “Yeniçeri kanununda aşçı ustaları, neferlerin işine karışmayıp sizin maiyetinize memur iken, kadim nizam bozuldu.Onlar sizi nefer yerine koyup kullanmağa başlamışlar ve halka öyle zulüm etmişler ki, bütün âlem bizden usanmış. Cümlesi zevalimize dua ediyor. Devletimiz bunca din düşmanları ile uğraşırken ve bizim adımız padişah kulu iken, onun bir derdine derman olmuyoruz Kabahat beş on serseride iken sükûtumuz sebebi ile bir de kötü oluyoruz. Sultan Süleyman Kanununu can gönülden uygulamalıyız.Siz de eskisi gibi zabitliğinizi takınmalısınız. Ben ustalığımda cahillik yüzünden kötü işlere karıştım ama, bunun çıkar yol olmadığını anladım. Ettiğim hayasızlığa pişman oldum. Benim muradım ocağa hizmet ve sizi bu hakaretten kurtarmaktır.” dedi.
Sonra tayın ustalarını çağırarak: "Sizin adınız ustayken neden seyirdim ustalarına mağlûp oluyorsunuz” diyerek bu iki sınıf usta arasına ihtilâf soktu. Sonra, fitnelerin sebebi olan şakirt halifesi Muhsin ağayı hocalık ruus ile Selânik'e yolladı.
Daha bazılarını da taşra hizmetlerine gönderdi. Seyirdim takımından bazılarını da memleketlerine göndererek İstanbul'u temizledi. Bunlar yoldayken adem diyarına gönderildiler. İstanbul'da kalanların bir haylisi de zindanda, Ahırkapı'da idam edildi. Böylece Hasan ağa, üç ay içinde İstanbul'u eşkiyadan temizledi. Hattâ Padişah bir Cuma selâmlığında Hüseyin ağayı:"Eşkıyadan bakiye var mıdır? " diye sorunca "Efendim, onların birisi kalmadı, hep amellerinin cezasını buldular. Yalnız köleniz kaldım” demesi Padişahı neşelendirdi. Bunun üzerine ağaya vezaret rütbesi verildi ve ağa paşa diye şöhret buldu.
Asmaaltı’ndaki bekâr odaları Yeniçeri ocağına mensup hamal ve ırgatların toplantı yeri idi. Buradan geçen kadınları zorla çevirip ırzlarına tecavüz ederlerdi. Ağa Paşa bu odaların yıkılması için Sadrazamdan izin istedi. Sadrazam: Bugün kamer akrep burcundadır” diye tereddüt edince Ağa Paşa "Ben kamerin akrepte olduğunu görmedim; lâkin akrep bu odalardadır. Hemen varıp ezeceğim” dedi ve bu odaları, kahveleri yerle bir etti. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:373-374:)
DÖNEMİN BAZI OLAYLARI
Bahar mevsimi geldiğinden Padişah Beşiktaş sahil sarayına taşındı. O gün bir şehzade doğdu. Adına Abdülmecit dediler. Şevval'in 25 İnci günü hekimbaşı Benderekli Zâde Sait Efendi azledilerek yerine eski hekimbaşı Behçet Efendi getirildi.
Şeyhülislâm Sıtkı Zâde Ahmet Reşit Efendinin çocukları ve torunları kadılardan rüşvet aldıklarından azledilerek yerine Mekkezâde Asım Efendi getirildi. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:375)
Geçen sene yeniden inşasına başlanan Cihangir Camii Rebiülevvel ayında tamamlandı. Binanın döşemesine sarfolan para 607 kese ve 419 kuruştu. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:376)
Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa bu sırada 96 parça gemi ve Mısır'da yetiştirdiği 30.000 talimli askeri Mora'ya sevk etmişti. Padişah bundan çok memnun olmuş “Mısır valisinin gayret ve sadakatine hiç bir diyecek yok” demiştir. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:378)
Mora'da Yunan âsilerine karşı önemli bir zafer kazanıldı. Bu vesileyle İngiliz ve Fransız tercümanlarının Babıâli'ye gelerek Rumlardan intikam alınmamasını talep etmişler ve Yunanlılara sahip çıkmağa kalkışmışlardır. Bu sırada Ruslar da bazı talepler ileri sürerek Devleti Âliye'yi tâciz etmeğe devam ediyorlardı. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:381)
Cehalet her türlü kötülüğün başı olduğundan Padişahlar bunca mektep ve medrese açmış oldukları halde bir müddetten beri İslâmlar arasında çocukların okutulmasına önem verilmediğinden, halkı cehalet ve nâdanlık kaplamıştı. Bu sebeple çocukların okutulması hakkında İstanbul kadılarına hitaben bir ferman çıkartılmıştı. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:380)
Anadolu valisi eski Sadrazam Derviş Paşa karısına ve çocuklarına mağlûp olduğundan, onlar hükümet işlerine karışarak türlü suiistimallere sebep olurlardı. Hele damadı Seyit Ali Paşanın oğlu Müderris Hamdi Bey ahaliye zulmeder ve Derviş Paşa da buna müsamaha ederdi. Kütahya valisinin feryadı Üzerine, Derviş Paşanın vezareti kaldırıldı, malına el kondu ve Karahisar'a sürüldü. Damadının da rütbesi alındı.
Bu yıl Trabzon limanında dört adet Korvet’in inşası tamamlanmıştı.
Vakanüvis Şanizâde Ataullah Efendi azledilerek bu memuriyet ulemadan Esat Efendiye verildi. Şanı Zâde, tarihini 1821 yılı sonuna kadar yazmış beş senelik vukuatın zabıt ceridelerini halefine devretmiştir. Bu azle sebep Hekimbaşı Behçet Efendidir. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:382)
Yavuz Sultan Selim'in Kudüs kalesine yerleştirdiği adamların sülâlesi üreyerek yerli nefer ismi ile bir grup meydana geldi. Bunlara Yeniçeri ağasının gönderdiği zabitler kumanda ederdi. Bu zabitten başkasına itaat etmezler gelip giden ziyaretçilerden yalnız onlar faydalanırlardı. Kudüs'te ziyaretgâh olan Kamame kilisesi 1807 senesinde yandığından Rumların ricası üzerine kilisenin tamiri İçin bir ferman çıkarıldı. Tamir işine Divanı hümayun hocalarından Abdürrahim Bey memur edildi. Ancak kilisenin tamiri işinde Ermenilerin ve Frenklerin de alâkası olduğundan tamir işine başlanamıyordu. Bunun üzerine kilisede Ermenilerle Frenklere muayyen yerlerin tamiri tahsis edilmek istendiyse de, söz Frenklere kalırsa Napolyon'un tamir bahanesi ile bir fesat çıkarması mümkün olduğundan tamire hemen başlanması emredildi. Ermeniler bu tamir işine karşı koyarak ihtilâl çıkardılar. Bunların bir kısmı idam edildikten sonra tamir edilebildi. .(Ahmet Cevdet Paşa,1973:383)
İslâm Devletinin en büyük vazifesi cihat olup bunun temeli de emirlere itaat olduğu halde halkı cehalet istilâ etmiş olduğundan haddini bilmezler çoğalmıştı. Yeniçeriler kanun diye aralarında cari olan bozuk düzen âdetlerinden vaz geçemedikleri için, askerî nizamlara nefretle bakıyorlardı.(Ahmet Cevdet Paşa,1973:383)
Müverrih Esat Efendi der ki: Halkın bir şeyi beğenmeyip kabul etmemekte inatları cahillikten, yani o şeyin faydasını ve mahiyetini bilmediklerinden ileri gelir. İnsan tabiatı, bilmediği hususlara yüz çevirir ve meçhule düşmanlık besler.
Devleti Aliye'de eskiden ilmî mansıplar, aklî ve naklî İlimleri bilenlere verilirdi. Askerî sınıfın muvazzaf hocaları cihadın faziletlerini öğretirlerdi.
Avrupa devletleri bizim bu eski usulümüzü alarak, aklî ve riyazî İlimleri mekteplerde öğrenmeyenleri katiyen iş başına getirmezler. Bunlar buldukları yenilikleri harf be harf bastırıp memleketlerine yayarlar. O kadar ki müellif sağlığınca ve ölünce veresesi kitaptan irat alır.
Bu günlerde kalem kâtiplerine Arabi ve Farisi okutmak üzere iki hoca tayin olundu. Bundan böyle sarf ve nahiv okumayan ve imtihanda ehliyet göstermeyenlerin kâtip adaylıklarının kaldırılması kararlaştı.
Bu yıl Üsküdar'da eski Valde Camii civarındaki evinin bahçesini kazdıran Kara Süleyman, bahçede bir kavanoz dolusu altın buldu. Altının değeri yüz elli bin kuruştu. Altınlar darphaneye gönderildi. Bu evin ilk sahibi Sultan Selim devrinde Haseki olan ve sonradan saraydan tart edilen Arnavut oğlu namında birisidir. Bu parayı çalıp çırparak toplamış ve bahçeye gömmüştü. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:384:385)
Yine bu yıl Anadolu Kazaskeri Mustafa Rakım Efendi öldü. Vasiyeti üzerine Karagümrük tarafında Zincirlikuyu arsasına gömüldü. Sonradan yanına medrese yapıldı. Bu zat Ünyeli olup İstanbul'da yetişmiştir. Kardeşi İsmail Efendi gibi bu da büyük hattattı. Yazının her türünde mahirdi. Aynı zamanda ressamdı. Büyüklerin çocuklarına yazı öğretirdi. Sultan Selim'in cülusunda tasviri hümayunlarını yapmış ve takdim etmişti. Buna mükâfat olarak kendisine Müderrislik verildi. Sultan Mahmut'un şehzadeliğinde ona da hocalık ettiği için cülûsunda sikkeyi hümayun resmine memur edildi. Birçok kadılıklarda bulunduktan sonra Anadolu Kazaskerliğine getirildi. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:384-385)
YENİÇERİLERİN KALDIRILMASI
Padişah, mülkî ve askerî ıslahat yapmak arzusundaydı. Halk özellikle Yeniçeriler, askerî ıslahata düşmandılar. Bu sırada bilginlere iltifat gösterilmekle beraber dürüst ve âlim adamların iş başında bulunmaları gerektiği için, Tahir Efendi Şeyhülislâmlık makamına bu düşünceyle getirilmişti. Yeniçerilere karşı, kullanılmak üzere topçulara önem verilmekteydi.
Halk Yeniçerilerin zulmünden bezgindi. Bu eşkıyanın terbiyesi için şartlar olgunlaşıyordu. Padişah bazı sadık adamları ile görüşerek, ıslahata hazırlık olmak üzere, fesat çıkaranlardan bir kısmı şuraya buraya sürülmekte idi.
Islahata aleyhtar olanlar arasında ocak muhzırı ile divan kâtibi Mehmet Efendi vardı. İkisi de sürüldüler. Gittikleri yerlerde idam edildiler. Evvelce Kütahya'ya sürülmüş olan kapıcıbaşı Dede Mustafa Ağanın, düşünülen islâhatta faydalı olacağı umulduğundan, Kumbaracıbaşlığa getirildi. Bu adam "Vakayı Hayriye”de işe yaramış, sonraları vezir olarak uzun süreler yaşamış olan Dede Paşa’dır. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:386)
Ramazanın 15’inci günü ocaklılar kadim âdet üzere saray mutfağından verilen baklavayı alıp aralarında yağma ettiler. O gün bir ihtiyar adam, yedi yaşındaki torunu ile bu baklava alayını seyrederken, oruç yemekle iftihar eden bu Yeniçeri güruhundan birkaçı; o masum ihtiyara saldırarak dövmüşlerdi. İhtiyar da "İlâhi dergâhı kibriyandan dilerim ki bu kavmi takımıyla ruyu arzdan kaldır.
Gelecek Ramazanı Şerife yetiştirme” diye inledi. İşte bu beddua kabul olundu.Hayli zamandan beri muntazam asker hazırlamak üzere Sultan Mahmut teşebbüslere girişiyordu.Buna bir mukaddime olmak üzere: "Usul-ü el hükm-ü fi nizam-ül emin” isimli kitabın tabını ve İtalyanca' dan harp fennine dair bazı eserlerin tercümesini emretmişti.
Talimli ve muntazam asker olmadıkça hudutların korunması şöyle dursun, iç asayişi sağlamak kabil değildi. Artık bu konuda kimsenin bir diyeceği kalmamıştı.
Ağa Hüseyin Paşanın Yeniçeri ağalığından beri zorbaların burnu kırılmıştı. Ulema ve devlet erkânı gizlice müzakerelerde bulunuyorlar ve Mısır’da olduğu gibi talimli asker tertibine karar veriyorlardı. İşin icra şekli evvelâ Ağa Hasan Paşadan soruldu.
Paşa dedi ki: "Yeniçerilerin hali malûm. Büyüklerini ikna etmek küçüklerini ram etmek mümkünse de bu iki ortasında bulunan ve esame akçesinden yararlanmaya alışmış olan, mütevelli, aşçı, haseki oturağı gibi adamların ayak takımını isyana teşvik etmeleri muhtemeldir. Bu müfsitleri derhal idam etmekten başka çare yoktur.”
Hüseyin Paşanın bu teklifi kestirme bir yol idiyse de, bir ihtimal üzerine birçok kimseyi idam etmek doğru görünmediğinden, münasip üslûp ile kendilerine doğru yolun gösterilmesi, kabul etmiyenler hakkında tedbir alınması tercih edildi.
Evvelâ Yeniçeri ağası vasıtası ile Kul kethüdası Hasan Ağa ve ocağın elebaşlarından Kürt Yusuf birer birer çağrılarak kendilerine âtiyeler vaat edildi. Askeri nizamların, şeri icabı telkin olundu. Ve bu konuda kendilerinden söz alındı.
Sonra Şeyhülislâm konağında bir Meclis toplanarak asker talimi bahsinin şeri tarafı soruldu. Hepsi bu talimin vacip olduğuna fetva verdiler. Hazır bulunan Yeniçeri ağası Celâlettin Ağa da ocaklının bu nizama uyacaklarını taahhüt etti.
Bunun üzerine Yeniçeri Ocağının 51 ortasından şimdilik 150 şer kişi toplam olarak 7650 kişi eşkinci adıyla talimli asker yazıldı. Eşkinciler hakkında bir kanunname lâyihası kaleme alındı. Üç gün sonra yine Şeyhülislâm konağında Meclis toplandı. Bu Mecliste evvelkilerden başka Karadeniz muhafızı Ağa Hüseyin Paşa, Anadolu yakası muhafızı Mehmet İzzet Paşa, Kazasker mazulü Piri Zâde Yahya Efendi, Molla Zâde Reşit Efendi, Rahmi Efendi, Çarşambalı Hoca Mehmet Efendi ve daha birçok hocalar hazır bulundular;
Toplantıda ilk önce Sadrazam söz alarak devletin durumu, Yeniçerilerin eski ve yeni tutumları, içlerine karışan ne idiğü belirsiz adamların sebep olduğu ihtilâller, asker taliminin lüzumu, işin maddî taraflarım anlattı ve devamla düşmanlarımızın kullandıkları cenk usulüne mukabele için harp aletleri kullanılması, kışlalarda icra olunamaz mı? Eğer Yeniçerilerin maaşları yetmiyor da durgunluklarına sebep bu ise söylensin icabına bakarız. Rum eşkiyasının hakkından gelemedik, Yunan işi halledilemedi, bıçak kemiğe dayandı. Müslümanlığa lâyık olan tutum neyse bu mecliste söylensin. Başımız şeriata bağlıdır.” dedi.
Hekimbaşı Behçet Efendi, 'Sadrazamın ifadelerini tasdik ile “bu derdin çaresine bakalım, fakat, iptida reis efendi düşmanlarımızın durumunu anlatsın, İllet nedir, gereği gibi teşhis olsun da ona göre devasını düşünelim” dedi.
Reis Efendi: Ecnebi devletlerin havsalaya sığmayan taleplerini ve Rum meselesinde ne derece haksız iddiada bulunduklarını anlattı. Bunun üzerine ulema efendiler: "hal böyle olunca bütün ehli İslâma askerlik fennini öğretmek vaciptir” dediler. Bunu akli ve şeri delillerle ispat ettiler.
Kol kethüdası söz alarak: ' 'Filvaki ocağımızın kanununa riayet olunmadığından, içimize uygunsuz adamlar karıştı. Böyle talihsiz askerle cenge gidilmez. İnzibatî olmayan asker, ne kadar kahraman olsa, içlerinden birisi kaçınca ötekiler perişan olur. Hemen asker ıslahı için ne lâzımsa yapılsın” dedi. Hazır bulunan ocaklılar da onu tasdik etti. Sadrazam bu konuşmaları takdir ederek Yeniçerilerin ıslahı Padişahımızın matlubudur” diyip Eşkinciler hakkında hazırlanan lâyihanın okunmasını mektupçu efendiye emretti.
Sonra, Şeyhülislâm talimin vacip olduğuna dair alınmış olan fetvayı okudu: "İşte, kitap, sünnet ve ulema İttifakı budur. Düşmana karşı koyabilmek için asker talimi ehli İslâm’a vaciptir. Bu talimi taahhüt ediyor musunuz?” dedi. Ocaklılar hep birden: "Evet” dediler. Sadrazam tekrar söz aldı: 'Bu şeriat emrine bazı mayası bozuklar itiraz ederse tecziyesi lâzım olur mu?” diyince, Şeyhülislâm: "Şiddetli ceza lâzımdır' diye cevap verdi. Ve fetvanın yazılmasını fetva eminine emretti. Hazırlanmış olan şeri sohbeti vak'anüvis Esat Efendi okudu. Hazır bulunanlar vesikayı mühürlediler, bundan sonra, İstanbul Kadısı, Müderrisler ve Şeyhler Babıâli'den çıkarak alay halinde Ağa kapısına vardılar. Ocaklılar ayakta bekliyorlardı. Fetva ve hücceti şeriye lâyihaları okutuldu. Bazı müderrisler talimin şeri olduğuna dair sözle söylediler.
Yeniçeri ağası Celâlettin Ağa: ''İşte fetva, ulema ittifak ile harp talimi üzerimize vacip oldu. Padişahımızın fermanı da bu merkezdedir. Ne dersiniz? Taahhüdünüzü Babıâli'ye Arz edeceğim” deyince önde duran bölük ağaları ve ocak ihtiyarları: 'Duyduk, İtaat edeceğiz” dediler. Ve hücceti şeriyenin altına onlar da mühür bastılar. Tornacıbaşı, Ocak İmamı, Bölükbaşı, Odabaşı ve Mütevelliler: ”'Kanımızla mühürleriz” dediler. Öteki ocaklılar da birbirinin omuzuna çıkarak mühürlediler. Yeniçeri ağası bir takrir yazdı. Heyet bu vesikayı alıp Şeyhülislâm konağına geldi ve buradan dağıldı.
Ertesi günü eşkinci asker yazılmasına başlandı. Bunlara hemen süngülü tüfek verilse dedikoduyu uyandırır mülâhazası ile birer tokmak kundaklı tüfek ve birer kılınç verildi. Ayaklarına sıkı potur, başlarına yeşil renkli lâz kalpağı giydirildi. Zilkade'nin 26 ncı günü talimlere başlanmak üzere, mecliste hazır bulunan zevatın bir kısmı Etmeydanı’na geldiler. Sabah namazını kıldıktan sonra eşkinci yazılmak üzere 51 ortanın her birinden üçer, beşer nefer meydana çıkarıldı. Dua ile elbiseleri giydirildi ve silâhları dağıtıldı.
Mısır'da bu işleri öğrenmiş olan Davut Ağa ve iki yardımcısı öğretmen tayin edildi. Sonra ulema talimin meşru olduğuna dair sözler söylediler. Fetva emini besmele çekerek eline bir tüfek alıp Yeniçeri ağasına verdi. O da tüfeği öpüp sekban başıya ve sırayla katar ağalarına uzatıldı. Eşkinci neferleri bu manzarayı seyrettikten sonra talime başlamak üzere Gürcü Ahmet Efendi gür sesle bir dua okudu.
Talimli asker hazırlanmasına böylece başlanırken bedava ulûfe ile yaşayanların, yalan haberler yaymalarını önlemek üzere İstanbul kadısına bir ferman gönderildi. Eşkinci yazılmasına en ziyade sadakat gösterir görünen kethüda Mustafa, Kürt Yusuf ve diğer bazıların bu hareketleri meğer bir münafıklık imiş. Sonradan anlaşıldığına göre o gün isyan etmeyi gizlice aralarında görüşmüşler. Etmeydanın’da isyan etmeğe niyet etmişler fakat, içlerinden bazıları kazan çıkmadan isyana başlamak,Bektaşilik kanununa uymaz” dediklerinden isyan tehir edilmiş.
Bazıları da: “Eşkinciler çoğalıp, top ve tüfekle teçhiz edildikten sonra isyan edelim” demişler: Velhasıl isyana karar vermekle beraber zaman konusunda ihtilâfa düşmüşler o gün Büyük çarşıda Kerpiç hanında bir gizli toplantı yaparak, meşhur Habip Odabaşıyı da çağırmışlar ve hemen isyana karar vermişler.
Bu Habip Odabaşı da cemaatinin Odabaşısı olup zorbalar üzerinde çok nüfuzlu ve sadakat halinde göründüğü için hasse silâhşorluğuna kayırılmıştı. Eşkinci yazılma zamanında kendisine taşrada bir yerin mültezimliği verilmişken, Babıâli'ye gelip: ”O yerin mahsulü kıttır. Benim haysiyetime uymaz. Bana Selânik mültezimliğini verin” diyerek ayak diremiştir; bu da verilmiştir. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:387-392)
Yeniçeriler talim için üç defa Etmeydanı'na çağırıldıkları halde gelmediklerinden kötü niyetleri belli olmuştu. Sadrazam huzursuzlanmış, geceleyin Ağa Hüseyin Paşayı yalısına çağırmıştı. Hüseyin Paşa: 'Madem ki şeri şerif üzere oybirliğiyle karar verilmiştir; bundan dönmek caiz değildir. Sebat gerektir” demiştir.
Artık geri dönmek, mümkün değildi. Yeniçeri zorbalarını yola getirmekten başka çare yoktu. Yeniçerilere karşı emniyet tedbiri olmak üzere topçu, kumbaracı, lâğamcı ve tersane ocakları zabitleri durumdan haberdar edildikten başka boğaz muhafızları olan Ağa Hüseyin Paşa'yla Mehmet İzzet Paşa maiyetindeki 3000 kadar sekban askerinin İstanbul'a nakli İçin tertibat alındı.
Yeniçeriler talebei ulûmu tahkir eder olduklarından. aralarına husumet girmişti. Bunun için talebei ulûmun da Yeniçeriler aleyhine kullanılması düşünüldü. Böylece, kamu efkârı tamamen Yeniçerilerin aleyhine dönmüş olmakla beraber, onlar da isyana hazırlanıyorlardı. . (Ahmet Cevdet Paşa,1973:392-392-3)
OLAYIN BAŞLAMASI
Zilkade'nin 9 uncu Perşembe gecesi güneş battıktan sonra, Yeniçeri zorbaları, birer ikişer Etmeydanı'nda toplanarak, adamlarını oraya çağırmışlardı, Kol Kethudası Hasan Ağaya da haber yollamışlardı. Hasan Ağa: "Bölük ağaları gelsin de beraber varırız” diye onları başından savmıştı.
Bu sırada Habip Odabaşı ortaya çıkarak: "Arkadaşlar, fütur getirmeyin. Ocağın adı kıyamete kadar kalkmaz. Göreyim sizi. Hacı Bektaş ocağını uyandırın” dedi. Gece saat altıda birtakım zorbalar Celâlettin Ağayı öldürmek üzere Ağakapısı'na gittiler. Ağa kol gezerek yatağına girmezden Önce helâya girmiş olduğundan, zorbalar selâmlığı ve haremi arayıp dönmüşlerdi. Ağa da çıkıp Süleymaniye'de bir evde gizlenmiştir. Ertesi Perşembe günü ki Haziran'ın üçü idi. Asiler kazanları alarak Etmeydanı' na toplandılar. Cebeciler de âsilere katıldı, Tornacıbaşı Şakir Ağa vakayı haber alınca ödü patlamış ve hemen ölmüştür.
Asiler, Tahtakale, Asmaaltı, Unkapanı gibi ayak takımının toplandığı yerlere adamlar göndererek isyana teşvik ettiler.Kalabalıkları artınca Babıâli'yi basmak üzere Nakilci Mustafa isimli eşkıya ile bir fırka gönderdiler. Mısır kapısı kethüdası Necip Efendi Alemdar Paşa zamanında talimli askerin kâtipliğinde bulunduğundan, onun da konağını basmak üzere bir kıta gönderdiler.
Sadrazam o gece Beylerbeyi'nde, Necip Efendi Kanlıca'da bulunduğundan eşkiyanın tecavüzüne uğramadılar. Babıâli'deki müstahdemler Harem bahçesinin ortasındaki mahzene girip kurtuldular.Zorbalar Sadrazamın ve Necip Efendinin nakit ve mücevherlerini yağma ettiler.
Eşkiya taraf taraf yayıldı. Nakilci Mustafa tellâllar çağırtarak “Fetva ve hüccet yazanları ve bütün başı kavukluları öldüreceğiz. Evlâtlarım esir edeceğiz. Bekârlarını on kuruşa, dullarını beş kuruşa satacağız. Herkes dükkânını açsın” diye bağırtarak ırz ehline dehşet verdiler.
Müderris Şeyda Efendi vakadan habersiz sabahleyin evine giderken eşkiyaya rast gelmiş. Şakiler işte talime fetva verenlerden birisi budur diye bıçakla üstüne hücum emişler ve öldü diye bırakıp gitmişler. Şeyda Efendi yavaşça kalkıp evine kadar gitmiş. Bektaşi babalarının bir kısmı ellerinde teberleri ile Etmeydanı’nda eşkiyayı teşvik, birtakımı da Boğaziçi'ne giderek âsileri çoğaltmağa çalışıyordu.
Sadrazam durumu haber alınca Ağa Hüseyin Paşa ve Mehmet İzzet Paşaya derhal yalı köşküne gelmeleri için haber saldı. Hazine kethüdası Mehmet Emin ağayı, Beşiktaş sarayına göndererek durumu Padişaha arzetti. Padişahın Topkapı sarayına gelerek kutsal sancağı çıkarmasını rica etti. Şeyhülislâm ve diğer devlet büyüklerine de haber yolladı. Şeyhülislâm ve Kazaskerler de hoca efendilere ve Danişmendlere haber saldılar. Az zamanda Kazaskerler, Dersiâm hocası Kürt Abdürrahman Efendi, Defterdar, Reisülküttap, Tersane emini ve Necip Efendi geldiler. Kol kethüdası Hasan ağa, yazıcı Raşit Efendiyi Etmeydanı'na yolladı. Meramlarını sordu. Âsiler: "Biz talim etmeyiz. Bizim usulümüz testiye tüfek atmak ve keçeye kılıç çalmaktır' dediler. Devlet ricalinden bazılarının kellesini istediler.
Yazıcı bu haberi Ağakapısı'na iletince, Hasan ağa durumu Sadrazama bildirdi. Sadrazam “kılıcı kuşandık artık dönmeyiz git bu haberi ver” dedi. Yanındakilerle yalı köşkünden çıkıp Topkapı sarayının arz odasına vardı. Bu sırada ulema kadılar ve müderrisler takım takım Bâbı hümayuna geldiler.
Topçular, arabacılar ve süvari topçu yüzbaşısı Kara Cehennem İbrahim ağa birkaç topla, tersane başçavuşu Yemenici oğlu Ahmet ağa, Kalyoncu askeri ile ve kumbaracı ve lâğımcı ocakları ağaları ile birlikte saraya gelerek saf saf dizildiler. Bu ocaklıların âsilere katılmayıp saraya gelmeleri herkese kuvvet verdi.
Kumbaracıbaşı Dede Ağadan bizzat işittiğimize göre bir isyan halinde ne suretle hareket olunacağına dair topçu ve kumbaracı ocakları zabitlerinden evvelce teminat alınmış ise de, tam güven hâsıl olmamıştı.
Vakanın zuhurunda Hasköy'deki kumbaracı kışlasında bulunan zabitler ve neferler kışla kapısında hazır beklemekte idiler.Bunlar gelen adamlara: "Sultan Selim, ocağımızın tanzimine büyük himmet ettiği halde her nasılsa zaman Yeniçerilere uyduk ve lekelendik. Bu lekeyi gidermek için fırsat arıyorduk, şimdi devlet uğruna can feda etmeğe hazırız” dediler.
Dede Ağa: "Öyleyse buyurun gidelim” dedi. Kumbaracılar kayıklara binerek yalı köşküne geldiler ve bu büyük savaşta canlarını dişlerine takarak çalıştılar. Ocakların bu fedakârlığı ve Ulemanın Yeniçeriler aleyhine birleşmesi saltanata kuvvet vermişti.
Sultan Mahmut kılıncını kuşanıp tebdil kayığına binerek Beşiktaş sarayından Topkapı sarayına gelerek, sünnet odasına girdi.
Sadrazam, Şeyhülislâm ve ulemayı huzuruna kabul ederek dedi ki: “Cülûsumdan beri üzerime borç olduğu şekilde şeriata uymak ve Allah’ın emaneti olan tebaayı korumak için ne kadar gayret eylediğim cümlenin malûmudur. Yeniçeriler defalarla isyan etti. Asi hareketleri, dayanılmaz bir hal aldı. Ancak kan dökülmesin diye müsamaha ettim, kendilerine bu kadar ihsan ettim. Bu defa kendi rızaları ile başlanan meşru bir işten dönerek başkaldırdılar. Bu isyan padişaha karşı ayaklanış değil midir? Bu hainlerin tedibi için teklifiniz nedir? Öldürülmelerine şeriat hükmü var mıdır?” dedi.
Ulema oybirliğiyle: "Bunların katilleri meşrudur. Bu yolda ölmek var, dönmek yoktur” dediler. Danışma sona ermişti. Harbe başlangıç olarak kutsal sancağın çıkması lâzımdı.
Ancak bu tehlikeli bir işti. Çünkü kutsal sancak çıkınca payitahtta büyük bir kıtal başlıyacaktı. Vuruşmanın sonucu ise meçhuldü. Şayet zorbalar galip gelir ve bunca devlet adamlarını mahvederlerse, bu zorbaları kim idare eder? Yollu tereddütler vardı.Padişah da tereddüt ve teenni gösteriyordu.
Bunun üzerine Kürt Abdürrahman Efendi söze başladı.Hiddet ve şiddetten ağzı köpürüyordu: 'Bu din ve devletin devam ve bekası murada İlâhi ise o habisleri vurur mahvederiz. Değilse biz de bu din ile beraber batıp gideriz. Daha ne olmak ihtimali kaldı” diyerek elindeki tesbihi hiddetle yere vurdu. Tesbih koptu. Taneleri mermerler üzerinde yuvarlanırken, herkes rikkate gelip göz yaşları tane tane yere dökülüyordu. Sultan Mahmut da rikkatle ağlıyarak Hırkaişerif odasına girdi.
Kutsal Peygamber sancağını çıkardı. Sadrazamla Şeyhülislâma verdi ve bizzat askerle Etmeydanı'na kadar gitmek istedi. Devlet erkânı: "Öyle köpeklerin toplandığı yere Padişahımızın bizzat gitmesine hacet yoktur diyerek, Hırkaişerif odası önünde durmasını ve ehli imânın zaferine dua etmesini rica ettiler. Buna razı oldu.
Şeyhülislâm mazullerinden Dürrizâde Abdullah, Yasinci Zâde Abdülvehap Efendilerin de gelmesini Padişah arzu ettiğinden, onlara da davetçi gönderildi ve İslâmları kutsal sancak altına davet için her semte tellâllar çıkarıldı. Mahalle imamlarına İstanbul kadısı haber yolladı. Zorbalar ise: Yeniçeri olan kazanların yanına gelsin, diye çağrışıyorlardı.
Bu iki davet arasında şehrin içinde bir acayip ve tesirli bir gulgule peyda oldu. Zorbaları da korku ve telâş aldı. Din ve devlete bağlı olanlar, kutsal sancak altına koştular ve hepsinden önce 3500 kadar medrese talebesi Bâbı hümayuna geldiler. Bunlar kendilerine davet gelince, hemen silahlanıp hocaları ile beraber dalga dalga Bâbı hümayuna yöneldiler. Yolda Yeniçeri eşkıyası ile çarpışırken bir şehit verdiler. Bu sırada İstanbul mahalleleri halkı imamları ile, Üsküdar ve Beyoğlu halkı hâkimleri ile, Seyitler yeşil sarıkları ile, grup grup geldiler. Saray meydanı dini bütün Müslümanlarla doldu. Sadrazam ve Şeyhülislâm Peygamber sancağını, ihtiramla omuzlarına alarak meydanda hazır bulunan gayretli devlet adamlarına teslim ettiler.
Ahıskalı Ahmet Efendi o kadar tesirli ve dokunaklı bir dua etti ki meydanda ağlamadık kalmadı. İslâm Halifesi Hırkaişerif odası önünde Ulu Tanrı'ya yönelip; sancağı teslim ettiklerinin zaferine dua ettikten sonra, Sultanahmet meydanına yakın bulunmak için, Bâbı hümayunun üstündeki daireye teşrif etti.
Bu sırada İç Cebehane açıldı. Silâhı olmayanlara silâh dağıtıldı, sonra, kutsal sancağı alıp Gülbank ve tekbirlerle doğru Sultanahmet camiine gittiler.Sancağı minberin üstüne diktiler. Davet edilmiş olan mazul Şeyhülislâmlar da gelip toplantıya katıldılar. Mazul Şeyhülislâmların fiilî hizmette bulunan Şeyhülislâmla görüşmesi âdetlere aykırı iken şimdi bu âdet bozuldu. Eski ve yeni Şeyhülislâmlar beraberce görüşmeğe başladılar.Bu sırada Ağa Hüseyin Paşa ile Mehmet İzzet Paşa, seçme askerler ile Sultanahmet meydanına geldiler. Bu da kalplere kuvvet verdi.
O zaman zorbalar içinde bulunup da kaçan ve Sultan Abdülmecid'in cülûsunda İstanbul'a dönen bir ihtiyarla görüştüm. Bana dedi ki: ''Ben o zaman Yeniçeriler içindeydim. Niyetimiz yatağanlarımızı çekip saldırarak Kutsal sancağı ele geçirmekti. Hüseyin ve İzzet Paşalar, henüz gelmemiş olduklarından bunu yapabilirdik. Lâkin, binlerce başı kavuklunun Gülbank ve askerler ile Bâbı hümayundan Sancağı şerifi getirmeleri cümlemize dehşet verdi. Dizlerimizin bağı çözüldü, ne yapacağımızı şaşırdık. Ben de bu aralık savuştum.”
Ordularda olduğu gibi Peygamber sancağı Sultanahmet camiinin minberine asılınca muhafazası kumandanlara verildi. İki taraf da birer kumandan sıra ile nöbet beklerdi. Vezirler ve ulema mihrap önünde ayakta duruyorlardı. Camiin dışı ve içi dopdoluydu. Ve mahşerde Ümmeti Muhammed'in İslâm sancağı altında toplanmalarını hatırlatıyordu. Bu da Müslümanları dehşete düşürdü.
Devlet ricalinden birisi söze başladı: “Ey din bilginleri! Sadrazamın ve diğer devlet memurlarının haremlerine kadar girip yağma yapan, şeriat perdesini yırtan ve Halifeye itaatten cayan şakilerin öldürülmesi meşru değil midir?” diye sordu.
Ulema: "Vuruşma farzdır. Fakat daha önce onların toplantı yerlerine bir nasihatçi gönderip şüpheleri varsa giderelim” dedi. Ve bu göreve Ahıskalı Ahmet Efendi memur edildi.
Ahmet Efendi: Baş üstüne dedi: "Ben ifadede kusur etmem, lâkin onlar söz dinlemez, hattâ kabul etmez. Ben de ellerine düşmüş olurum” dedi.
Mehmet İzzet Paşa: "Vakit geçirmede tehlike vardır. Onların şüphesini ancak kılınç giderir” deyince, Ağa Hüseyin Paşa da bu fikre katıldı.
Sadrazam, bizzat gitmek üzere kılıcını kuşanmışken, vükelâ mâni oldular. Ve onun hareket üssünde. kalmasını rica ettiler. Bunun üzerine Sadrazam, bu tehlikeli işe, Ağa Hüseyin ve Mehmet Paşayı memur etti ve onları uğurladı.
Böylece paşalar kendi sekbanlan topçu, kumbaracı ve kalyoncu askerleri ile yola çıktılar. Talebei ulûm ve ırz ehli de onlara katıldı. Bu sırada zorbalar halkın kutsal sancak altına gitmesini önlemek için, Divanyolu, Bayazıt ve Çarşı güzergâhlarını tutmuşlardı. Fakat karşılarında Karacehennem'in iki topu ile beraber ve Tekbir velvelesi ile gelmekte olduğunu görünce geri çekilerek Etmeydanı'nda toplandılar. Ağa Hüseyin Paşa topçu askeri ile Divan Yolu’ndan, İzzet Paşa, Kumbaracı ve Kalyoncu askeri ile Saraçhane tarafından hareket ettiler.
Sadrazam halktan da bir fırka tertip etmek üzere camiin merdiven başına çıktığı esnada, Kethüda vekili Mustafa Ağa ve birkaç çorbacı gelip: 'Efendim, bizler Ağa kapısındaydık Eşkiyalar cahil oldukları için talim edemeyiz derler imiş, yollu münafıkça sözlerle işi görüşmeğe düşürmek istedikleri anlaşılınca Sadrazam: “Bakın ağalar, harp talimlerinin lüzumuna dört mezhebin müftüleri Mısır'da ve Mekke'de fetva vermişlerdir. Buradaki ulema da böyle fetva vermiştir. Şeriatın emrine karşı koymak İslâma yakışır mı?” dedi.
Yanında bulunan Padişah İmamı Zeynelabidin Efendi: “Yeniçeriler, bu hususa dair olan hücceti şeriyeyi mühürlemişlerken, şimdi caymaları isyan ve fesat alâmetidir. Bu hainlerin bu din ve devlete etmedikleri hıyanet kalmadı. Üzerlerine kılınçla varmak dinin icabıdır. Ey Muhammet ümmeti ne durursunuz? Allah rızası için eşkiya ile cenk edin.” diyince orada bulunan Müslümanlar bir ağızdan tekbir alarak harekete hazır oldular.
Ancak bir başbuğ istediler. Baruthaneler nazırı Necip Efendi hemen kavuğunu çıkardı sarığını başına sardı. Asker kıyafetine girdi ve meydana atılarak "Eşkiya üzerine gidenlere yardım farzdır” diye kendisinin başbuğ tayin edilmesini rica etti. Sadrazam, onu başbuğ tayin etti ve maiyetine kapı başı Mısırlı Ali Bey, Mısırlı Emin Bey, Ferecik âyânı Emin ve Şerif ağaları verdi.Bunlar yürüyüşe geçtiler. Halk da deniz gibi dalgalanarak onlara uydu.
Öte yanda Ağa Hüseyin Paşa kolu; Horhor çeşmesi civarına vardığında eşkıyanın bir fırkası toplar üzerine hücum ve iki topçu neferini şehit ettilerse de askerin metanetini görüp geri çekildiler, Etmeydanı'na dönüp kapıyı kapattılar ve arkasına büyük taşlar dayadılar. Daha sonra Saraçhane tarafından hareket eden kol da geldi. Etmeydanı kışlası çepçevre kuşatıldı.
O sırada Karacehennem Paşa, meydan kapısına varıp dışardan âsilere nasihatle itaate davet eylediyse de cevap yerine köpek uluması ile mukabele ettiler. Maksatları iyice anlaşıldı. Bu sırada Necip Efendi fırkası da velvelei tekbir ile yetiştiler. Hüseyin ve İzzet Paşaların emri ile top ateşi başladı.
Meydan kapısının bir kanadı kırıldı. Arkasında yığılmış olan eşkıyanın birçoğu telef oldu. İzzet Paşa ileri atıldı. Mustafa adlı bir topçu yiğidi buldu. Mustafa sıçrayıp meydana girdi ve kapının öteki kanadını da açıverdi. Hemen Karacehennem ile Tophane İmamı içeri daldılar. Bu sırada Karacehennem bir kurşunla topuğundan yaralandı ise de aldırmayıp yavaş yavaş geri çekilerek askeri hücuma teşvik etti. Asiler bu hücuma dayanamayıp kimi tekkelerine, kimi kışlalarına sığındılar. Topçu Mustafa, alev gibi ortada dolaşarak Yeniçeri ocağının tomruk dedikleri kasap dükkânından tutuşturdu.Toplar ateş ediyor; salkım ve yağlı paçavra atılıyordu. Eşkiyanın bir miktarı daha telef oldu. Kışlaları yanıp perişan oldu.
Eşkiyanın bozgun haberini Sadrazama Veli Paşa Zâde İsmail Bey getirdi. Vükelâ birbirini tebrik eti. Yeniçerilerin bunca vakalar görüp geçirmiş ve hep galip gelmişlerken böyle kolaylıkla perişan olmalarına herkes şaştı. Bu çatışmada padişah askerinden ancak 25 kişi yaralanmıştı.Dost devletler elçileri de Babıâli'ye tebrik nameler yazdılar.
Bu olay kamu efkârının ne tesirli bir kuvvet olduğunu gösterir. Beş yüz yıldır temelleşmiş ve bunca vakaların hakkından gelmiş olan, Yeniçeri ocağının böyle dört saat içinde batıp gitmesi Yeniçerilerin umumi nefrete uğramalarının bir neticesidir ki bu da kanunlarının çöküntüye uğramasından doğmuştur.
Esat Efendi, ‘Üssü Zafer’ İsimli kitabında der ki: Yeniçeri kanunlarında çöküntü öyle bir dereceye varmıştı ki, odabaşı, ustabaşı, beş on karakullukçu ve birkaç geçkin ihtiyardan başka Yeniçeri adını taşıyanlar sokaklarda ve pazarlarda zarardan başka bir iş görmeyen müfsitlerdi. Et ve ekmek tayınları şunun bunun arpalığı idi. Asker esamesi şuna buna satılırdı. Bazan 500 esameyi bir adam cebine atardı. Sultanahmet'te öldürülen eşkiyanın ceplerinden üçer, beşer bin akçe ve birçok esame çıkmıştı.
Hüseyin ve İzzet Paşalar zaferi kazandıktan sonra eski odalar denen kışlaya gelip kaçanlardan burada bulduklarım Etmeydanı'na gönderdiler. Sadrazam, camiin sol tarafında avluya nazır olan yeri karargâh yapmıştı. Getirilen eşkıyanın her birini istintak eder ve mahfeli hümayun altında bulunan kârgir odaya gönderirdi.Şakiler burada boğulurlar, lâşeleri sürünerek at meydanındaki meşhur Çınar'ın önüne atılırdı.
Ağa Kapısı’nda Padişahın iradesini bekliyen Kol Kethüdası Hasan ağa, Tatar ağaları, Sekbanbaşı İbrahim ağa ile, Yeniçeri ağası Celâlettin ağa Sultanahmet meydanına getirildi.
Ocaklılar için orada bir çadır kuruldu. Sonra İstanbul kapılarına birer tapucu başıyla bir miktar kumbaracı ve kulluklara topçu askeri yerleştirildi. Tersanelerin korunması kalyonculara verildi.
Gece kol gezmek üzere memurlar tayin edildi. "Mahalle halkının gece nöbet beklemesi İmamlara tenbih edildi. İzzet Paşa Üsküdar'a geçirildi. Ağa Hüseyin Paşa o gece Süleymaniye civarında kaldı.
Sadrazam ve ulema geceyi camide geçirdiler. Elhâsıl İstanbul yeni fethedilmiş bir memlekete döndü. Sultanahmet camii ordu merkezi halindeydi. Ertesi Cuma günü Sadrazam yine camiin sol tarafında oturdu, yakalanan eşkıyayı boğdurur ve leşlerini çınar altına koydururdu.O gece idam edilen eşkıyanın sayısı 320 kişiyi bulmuştu.
Bu tedip hareketine ertesi Cumartesi günü de devam edildi. Bu çınar ağacı öyle uğursuz bir ağaçtı ki 1655 senesinde zorbalar idam ettikleri devlet erkânını onun dallarına asmışlardı. O zamandan beri bu ağaç ‘vak vak ağacı’ adını almıştı.
Şimdi ise zorbaların leşleri onun altına atılmıştı. Adeta vak vak ağacı meyve vermişti. İzzet Molla, bunun üzerine şu mısraları söylemişti:
'Bir zaman ehli fitne Camii Hanı Ahmet'te /Bigünah açmıştı kollarını hallâkın
Şimdi erbâbı şakanın dökülüp kelleleri/ Meyve vaktine yetiştik şeceri Vakvakın".
Bu Cuma günü Zeynep Sultan camiinde selâmlık oldu. Yeniçeri zabitlerinden kimse bulundurulmadı. Buda Yeniçeri ocağının tamamı ile itibardan düştüğüne bir delildi. Önemli mesele şuydu ki Yeniçeri ocağının ıslahına mı, yoksa bütün bütün ilgâsına mı karar verilecekti?
Akşamdan sonra mahfeli hümayunda meşihat mazulleri hazır oldukları halde vükelâ meclisi toplandı.Alınıp satılan Yeniçeri esamelerinden, sahipleri hayatta oldukça, mahrum bırakılmamak, ocak kâtiplerinden ve çorbacılardan sadakat gösterenlere münasip dirlikler vermek ve asakiri Muhammediye adıyla talimli asker yazılma hususları görüşüldü. O gece sadrazam ve vükelâ, çadırlarda ulema ve kadılar cami içinde kaldılar. Ertesi Cumartesi günü yine mahfeli hümayunda toplanıldı. Yeniçeri ocağı pek kadim bir ocak olduğundan reyler onun ıslah edilerek tutulması tarafına meyilli göründü.
Hemen Reisülküttap Şeyda Efendi söz alarak:"Bu rezil zümre şimdiye kadar Devleti Âliye’nin işlerine müdahale etmemek üzere verdikleri sözü ne vakit yerine getirdiler?Defterler dolusu, sohbetlerin gereğini ne zaman yaptılar? Hele son sohbetin mürekkebi bile kurumadan yine isyan etmediler mi? Şimdi içlerinden bu kadarı idam olundu, onlar bunu unutur mu? Devlete düşmanlıkları artmaz mı? Bunların nam ve nişanları sahifei rüzgâr’dan silinmedikçe fesat ve fitneleri ortadan kalkmaz. Böyle fırsat her zaman ele geçmez. Sonra nedamet fayda vermez. Yeniçeri ocağını tamamen kaldırmadan başka çare yoktur” dedi. Ötekiler de onu tasdik ettiler ve ocağın hemen kaldırılmasına karar verildi. (AhmetCevdetPaşa,1973:387-405)
YENİÇERİLERDEN SONRA YAPILANLAR
O günlerde İstanbul'da kötü şöhretli olan şahıslardan 20.000 kişi yakalanarak memleketlerine sürülmüştür. Bazı Yeniçeriler kıyafet değiştirerek han ve hamamlara saklanmış olduklarından bunları saklayanlara ağır ceza verileceği ilân edildi.(Ahmet Cevdet Paşa,1973:409)
Vakai Hayriye'de ocak bezirgânı olan Yahudi soruşturma için darphaneye getirilmişti. Bu adamın akrabası olan Bahuraçi isimli Yahudi ocaklılarla temas kurup, mukataalardan ve iltizamlardan çok para kazanmıştı. Şimdi de bezirgânı kurtarmak için kefalet vermek istiyordu. Derken ikisi birden idam edilerek mallarına el kondu.(Ahmet Cevdet Paşa,1973:410)
Yeniçerilere ait ne kadar törenler varsa kaldırıldı. Kahvehanelerin de yıkılmasına başlandı.Vakanüvis Esat Efendi der ki: “Ayak takımının toplandıkları yerlerde başıboş birtakım adamlar bütün gün devlet erkânını çekiştirmekle meşgul olurlardı.Bunların toplandıkları yer kahvehanelerdi. Kahveler Sultan Süleyman zamanında Arap serserilerinden bir herifin Tahtakale'de bir odada kahve satmak üzere halkı başına topladığı yerle başlamıştı. O zaman Padişah bunu duyunca dükkânı adamın başına yıktırmıştı. (Ahmet CevdetPaşa,1973:412)
İstanbul'a gelen zahirelerin yasak yerlere taşınmamasına nezaret etmek üzere Yemiş İskelesinde çardak dedikleri yerde oturan 56 haşeratı zahire sahiplerine iftira ederler, para sızdırırlardı. Bazan da zahireleri ecnebi gemilere yüklerlerdi. Hariçten gelen kayıklara bazan bir Yeniçeri ortasının nişanı vurulur ve gelirinden pay alınırdı.
Kahve çekilen yerlerde, kahveye üçte bir nohut katılır ve kâr aralarında paylaşılırdı. Kollarında Yeniçeri nişanı taşıyan hamallar da ayrı ücret isterlerdi. Ve daha bunlar gibi nice şenaatler icra ederlerdi.
Üçüncü Selim vakasında ve Alemdar olayında ve son vakada eli olanların idam edilmelerine itina olunarak bu kabilden haşerat tutuldukça saray meydanında Serasker kapısı önünde veya Üsküdar'da Çeşme başında, bazan da Bostancı başı hapishanesinde idam edilirdi.
Şuraya buraya sürülmüş olanların bazıları da yerlerinde idam edildi. Bu suretle idam olunanların sayısı 6000'i buldu. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:414)
Yeniçeri ocağı gibi bunların mensup oldukları Bektaşilik tarikatı da yasak edildi. Esat Efendinin yazdığına göre Sultan Orhan zamanında Yeniçeri yazılmasına başlandığında zabitlerden bazıları: Hacı Bektaşî Veli Hazretlerine gönderilmiş yeni asker hakkında duası İstenmişti. Bektaşî Veli bu zabitleri iyi karşılamış kendi cübbesinden onlara birer aba parçası vermiş onlar da bu parçaları tılsım gibi başlarına takmışlardı. Yeniçerilerin başlarındaki keçelerin bundan kalmış olduğu söylenir.Bunlar Yeniçerilerin içine girmişlerdi. O kadar ki Bektaşi babalarından biri daima Hacı Bektaş'ın vekili nam ile 94 kışlasında otururdu.Hacı Bektaş türbesinde bir şeyh ölünce, halefi İstanbul'a gelir, ocaklılar onu merasimle Ağakapısı’na götürürlerdi. Burada şeyhe Yeniçeri ağası taç giydirir, sonra Şeyhe Babıâli'de ferace giydirirlerdi.Bu derbeder melunların ara sıra Yeniçerileri ifsat ettikleri muhakkaktır.Üssü Zafer'de bildirildiğine göre Bektaşîler eshabın çoğuna özellikle Hazreti Ebubekir'e alenen küfre cesaret ederlerdi. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:414)
Zilhicce'nin ikinci günü sarayı hümayundaki camide Sadrazam, eski ve yeni Şeyhülislâmlar, Kazaskerler, Nakşibendî şeyhi Yahya Efendi, Mevlevî şeyhi Kudretullah Dede, Beşiktaş ve Kasımpaşa şeyhleri, Halvetî şeyhi Ahmet Efendi, Merkez Efendi şeyhi Ahmet Efendi, Cekveti şeyhi Seyit Efendi, Sadiye şeyhi Emin Efendi ve şura ricali toplandılar. Zâtı şahane kafes arkasından müzakereleri dinliyordu.
En başta Şeyhülislâm Efendi söz aldı:"Hacı Bektaşî Veli, öteki büyük pirler gibi ehlullah olup, kendisine katiyyen diyeceğimiz yoktur. Lâkin yüce tarikatlara intisap edenler, kadim usul ve erkân üzere gidip her şeyden önce kutsal şeriata uymalıdır. Hatta şeriatımızda mekruh olan şey, tarikatta haram sayılır. Bazı cahiller ise, Bektaşîlik nam ile nefislerine uyarak, farzları edâ edeceklerine, haramları helâl kılmağa ve âdetlerle alay etmeğe kalkıştıklarından kâfir oldukları genel olarak bilinir. Sizler ki, yüce tarikatlar şeyhisiniz; bu husustaki reyiniz nasıldır, bu gibiler hakkında ne dersiniz?” dedi.
Bazıları "O tayfayla ülfetimiz olmadığından hallerini bilmeyiz” dediler.Bazıları da böyle kötülüklerin vuku bulduğunu herkes söylemektedir diyerek Bektaşilerin kötülüklerini ikrar ettiler.
Bazı ulema, bunların tümü hakkında kutsal şeriata aykırı hareket ettikleri duyulmuş olmakla beraber her birisinin şahsen şeriata aykırı, fiilleri ve sözleri sabit olmadığı takdirde şeriat hükmü nedir? Diye soruldu.
Bazı ulema, Bektaşî reislerinden Kancı Baba, İstanbul ağası Zâde Ahmet ve Agâh Efendinin mühürdarı Salih'in namaz ve orucu terk ettikten başka, “Ebubekir'le Ömer'e söğdükleri için katilleri vacip olur,” dediler. Yasinci Zâde Efendi: 'Bu gibilerin siyaseten cezalandırılmaları caizdir" dedi.
Neticede, Üsküdar, Eyüp ve Hisar taraflarında bulunan Bektaşî tekkelerinin altmış sene önce mevcut olanları kadim sayılarak içlerine sünnet ehlinden türbedar konması, bu kıdeme sahip olmayanların yıkılması ve içinde bulunan Baba ve Mürit gibi veledi zinaların imanlarını tazelemek üzere Hadim, Birgi, Kayseri gibi uleması çok olan şehirlere sürülmesine karar verildi. Bu karar üzerine, Kıncı ve Salih Babalar idam edildi.
Rumelihisarı, Şehitlik, Öküz limanı, Karaağaç, Yedikule, Sütlüce, Eyüp, Üsküdar, Merdivenköyü, Çamlıca’daki Bektaşi tekkeleri yıkıldı. İçinde bulunanlar Darphane hapishanesine kondu.Anadolu ve Rumeli’ndeki Bektaşi tekyelerinin yıkılması için memurlar gönderildi. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:415:416:417)
YENİÇERİLERİN KALDIRILMASINA DAİR FERMAN
Yeniçeri ocağının kadim kanunlarına dokunulmamak üzere her ortadan 50 şer nefer Eşkinci yazılmasına karar verilmişti ve talim ve terbiyeye başlanmıştı. Lâkin bu şeri tavsiyelere riayet olunmıyarak geçen perşembe gecesi ayaklanarak ağa kapısı ve Babıâli basılıp yağma edilmiş, mushafı şerifler bıçakla paralanmış; “'talim İstemeyiz” diye isyan olunmuş, şeriata ve fetvaya karşı gelinmiş, düşmana karşı kullanılmak üzere verilmiş olan silâhlar, devlet aleyhine kullanılmıştır. Bu hareketler, din ve mezhebe aykırı olduğundan bütün ulema, devlet ricali toplanıp kutsal sancak Sultanahmet Camiine çıkarılmış, Muhammet Ümmeti sancak altına çağırılmıştır.
Bunca iman ehlini ayaklar altına alan böyle bir şenaate cüret edenlerin kanlarının helâl olduğu, şeraitçe bildirildiğinden kışlaları yakılmış ve şeriat kılıcıyla cezaları verilmiştir.
Birçok şakilerin işi görülmüş, bunları teşvik eden kişilerin de cezaları verilmiştir. Ancak vukuatın sonucu olarak şu anlaşılmıştır ki Yeniçeri ocağı bir eşkıya yuvası haline gelmiş, Yeniçerilik adı eşkıyalığa sığınmak olmuştur. Hatta bu defa yakalanıp idam edilenler arasında bazılarının cebinde gâvur haçı bulunmuştur. Artık bunların namlarının bekasının faydalı olamayacağı anlaşıldığından kutsal sancak altında toplanan ulemanın oybirliğiyle ocağın ismi ve resmi kaldırılmış, Yeniçerilik adı külliyen silinmiş, bunun yerine Asakiri Mansurei Muhammediye ismiyle talimli asker yazılmasına başlanmıştır. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:445:446)
SULTAN 2.MAHMUT’un SON DÖNEMLERİ
Mısırlıların Kütahya’ya kadar ilerlemesi ve Rusların yardım için İstanbul’a asker göndermesi üzerine Namık Paşa Londra’dan Petersburg’a nakledildi. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:423)
Lakin Napolyon Elba adasına sürülerek kurulan Viyana kongresine her devlet delege göndermişken Devleti Âliye'nin katılmaması büyük hataydı. Çünkü bu kongrede Rusya'ya karşı Devleti Âliye'yi tutacak devletler vardı. Acaba bu tutum devletin Avrupa ahvaline vukufsuzluğundan mı ileri gelmişti)Hayır, bu kongreye delege gönderme hususu Avusturyalılar tarafından talep edilmişti. Bu davete icabet edemeyişimizin sebebini izah etmek tarihimizin önemli görevlerinden birisidir. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:425)
Devleti Aliye'nin Avrupa'da daimî elçileri olmadığından, Avrupa haberlerini Babıâli'ye bildirmek vazifesi Eflâk ve Buğdan voyvodalarınındı. Bu sırada devletin Viyana'da elçisi bulunmadığından Eflâk voyvodası olan Karaca bey, Babıâli'ye haber iletme hususunda akçe kuvveti ile şövalye dö Genç'i muhbir olarak kullanmıştı.Bu muhabereler çok önem kazanmıştı.
Şu var ki Karacabey'in evrakı ele geçirilememiştir. Çünkü Karacabey ve yanında kâtip olarak kullandığı Aleksandır Mavro Kordato kaçmışlardı. Bu sonuncusu Yunan İhtilâlcilerinin başına geçmişti. Kitabımızın sonunda Şövalye Dö Genç'in mektuplarının bir kısmının metni vardır.
Rusların Avrupa tarafına saldırmayarak Osmanlı ülkesinden pek çok yerleri ele geçirme arzusu devletler dengesini bozacağı için bilhassa Avusturya bundan çekiniyordu. Bu sebeple Prens Meternih Osmanlı topraklarının bütünlüğünü, ortak kefalet altına aldırmak istiyordu.(Ahmet Cevdet Paşa,1973:427)
O sırada Reisülküttap olan Pertev Efendi (meşhur Pertev Paşa) taassup ve riya erbâbının müracaat makamı olduğundan devlet işlerini kâh kendi hülyası ile ve kâh şeyhlerin rüyası ile hallederdi. Reis efendinin bu şeyhçe tutumu ecnebi elçilerde hayretle karşılanıyordu. İşte bu duruma Yunan meselesi de eklenince Edirne Andlaşmasına yol açan Rus harbi meydana çıkmıştır. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:428)
1828 yılı Rebiülevvelinde İngiliz ve Fransız gemileri limana girmiş, sudan bahanelerle, Osmanlı donanmasını topa tutmuş ve birçok gemi batırmışlardı.
Sonra da “Bu faciaya donanmayı hümayun sebep oldu” diye suçu bize yüklemişlerdi. Bu feci haber Babıâli'ye gelince müttefik devlet elçilerine protestolar gönderildi. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:435)
Vakai Hayriye, ulemanın oybirliğiyle vücude geldiğinden bu tarihten sonra Babıâli sıkı bir taassup yolunu tuttu, din sağlamlığı yerine riyakâr taassup kaim oldu. Bundan pek çok zarar görüldü. Bu konuda pek ileri gidildiğinden din duyguları zayıfladı. Bunun da zararı çekildi. Velhâsıl Devleti Âliye kendisini ifrat ve tefritten kurtaramadı ve orta yolu bulamadı. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:438)
ÇOCUKLARIN OKUTULMASI HAKKINDA FERMAN
Cümleye malûmdur ki Muhammet ümmetindenim diyen evvelâ dinî akîdesini öğrenecek, sonra da geçimini kazanmak için bir meslekte yetişecektir. Dinî icapları öğrenmek, dünya işlerinin hepsinden mühim olduğu halde, bir zamandan beri halkın çoğu, analarının babalarının günahı olarak cahil kaldıkları gibi, evlâtlarını da cahil bırakmakta ve âleme rızık dağıtan Allah'a güvenmiyerek hemen para kazanma hırsına düşüp çocukları beş altı yaşında mekteplerden alıp çıraklığı veriyorlar. Bu çocuklar cehaletle büyüyüp sonra da okumağa heves etmediklerinden günahları ana babalarının boynunda olup kıyamette cezalarını çekeceklerdir. Zaferlere erişmeyişimizin başlıca sebebi halkı cehaletin kaplamasıdır. Allah göstermesin böyle giderse Allah tarafından şiddetli bir terbiyeye uğrıyacağız. Bu sebeple şimdiye kadar cahil kalmış olan genç ihtiyar bütün ümmeti Muhammet cahilliğin iki dünyadaki kötülüğünü düşünüp ve bu konuda birbirinden utanmıyarak, Cenabı Hak'tan utanarak bilmedikleri dinî meseleleri öğrenmeğe gayret etmeleri farzdır.
Bundan böyle herkesin evlâdını olgunluk çağına varmadıkça ve İslâm akidesi öğrenmedikçe mekteplerden alıp çırak vermeleri, olgunluk çağına vardığında çocukları Kadı efendilere götürüp şeriatça izin kâğıdı almadan esnaf yanına vermemeleri emrolunur. Şayet esnaftan biri tezkeresiz kabul ederse, çocuğu alan ve veren tedip için Babıâli'ye bildirile.
Yetim çocuklar zarurî olarak bir usta yanına verilmişse, sanat öğrenmekle yetinmeyip günde iki defa mektebe göndermelidir. Mektep hocaları da çocukları güzelce okutup öğretmeli, her bir çocuğun istidadına göre Tecvit ve İlmühal gibi kitapları okutarak, dinlerini öğretmelidir. Bu husus bilcümle mahalle imamlarına mektep hocalarına ve esnaf kethüdalarına tebliğ edilsin. Bu yüce fermanımın birer sureti onlara verilsin. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:441-442)