Cevdet Paşa Tarihi

Cilt:1

 

Ahmet Cevdet Paşa

 

(Başbakanlık Kültür Müsteşarlığı Yay, İstanbul,1973)

 

 

 

 

 

YAYINCININ ÖNSÖZÜ

Cevdet Paşa, Müslümanlığı en iyi bilen bir ilim adamımızdır. Bu gerçekle yenilik fikirlerini uzlaştırmağa çalışmış olduğu gibi, yeni yeni doğmağa başlayan, Türklük ve Türkçecilikle, Osmanlılığı bağdaştırmağa çalışmıştır.

Cevdet Paşa, dil, din ve hukuk alanında bütün kendisinden sonra gelenlere ışık tutmuş bir büyük adamdır. Tek başına Mecelle’yi ortaya koymuş olması, ondaki yaratma gücünün bir şaheseridir. Bilindiği gibi Mecelle İslâm fıkhına dayanan ilk ve büyük kaynak eserdir.

Tarih-i Cevdet, Osmanlı Tarihinin 1774 den başlayarak 1825’e kadar olan olaylarını anlatır. Elbette, bu kitapta bugünkü anlamıyla bir tarih niteliği aramak yersiz olur.

Cevdet Paşa, bir vakanüvisler geleneğinden gelmektedir. Bu bakımdan her şeyden önce olayların doğru olarak sıralanmasına önem vermiştir. Fakat O, sadece bir vakanüvis değildir. Birçok noktalarda kuru vaka yazarlığını bir tarafa bırakarak, olayların ardındaki sosyal ve ekonomik sebepleri araştırmağa koyulur.

Böylece bir tarih felsefesi oluşturmaya çabalar. Yer yer bu felsefi görüşte çok derinlere vardığı dikkati çeker. (Cevdet paşa,1973:XIII)

Fütuhatın, Türkçe konuşan bölgelere yönelmesi gerekirken, yabancı ırkların oturduğu Avrupa kıtasına yayılmasını şiddetle tenkit eder. Zamanının geleneğine göre, padişahları açıkça suçlamazsa da birinci sınıf devlet adamlarının kusurlarını, inceden inceye araştırır. Çeşitli kaynakları karşılaştırarak objektiviteye ulaşmak için çaba harcamakla öteki vakanüvislerden ayrılır. Paşanın batı dillerini bildiği hakkında açık bir belge yoksa da, bazı ipuçları, Batı belgelerini de ya kendisi okuyarak, ya da tercüme ettirerek değerlendirdiğini gösterir. Bütün bu bakımlardan Tarih-i Cevdet, en güvenilir tarih kaynaklarımızdan birisi olmuştur. (Cevdet paşa,1973:XIV)

Cevdet tarihinin bir önemli yönü de üzerinde durup işlediği belgelerdir. Bu belgeleri böyle toplu bir halde başka bir kitapta bulmak imkansızdır. (Cevdet paşa,1973:XV)

                                                YAZARIN   ÖNSÖZÜ

1774 senesinden itibaren Devleti Aliye olaylarını yazdırma, hususu Maarifi Umumiye Meclisince defalarca görüşülmüş ve Padişahımıza danışılarak 1774 den 1825 yılına kadar (Devleti yenileştiren Vakayi Hayriyeye değin) eskilerin adını yaşatacak ve geleceklerin duasını celbeden çek bir eser yazmağa Padişahımız Efendimiz Sultan Abdülmecit Han bu âcizi memur buyurmuşlardır. (Cevdet paşa,1973:XVII)

1774 senesinden 1825 senesine kadar olayların tarihini yazmağa işbu 1853 senesinde başladım. (Cevdet paşa,1973:XVIII)

(Sultan 1.Abdülhamit, Sultan 3. Selim, Sultan 4. Mustafa ve Sultan 2. Mahmut Dönemleri)

Devleti Aliye’nin nizamlarının korunması tarih ilmiyle olup geçmiş usullerin şimdiki olaylara uygulanmasında çok faydalar olduğundan, bazı din bilginleri tarih ilmini öğrenme ve öğretmenin farz olduğunu söylemişlerdir. Rivayet ederler ki Abbasi halifelerinden Kaim bi Emrillah zamanında Hayber'li birkaç bilgin Yahudi Bağdat'a gelip cizyeden muaf tutulmalarının gerekliğini göstermek için bir vesika ortaya koymuşlardır.

Güya bu vesika Hazreti Ali’nin el yazısı ile Hazreti Peygamber tarafından kendilerine verilmiş ve Eshabı Kiramdan birkaç zatın şahit olarak isimleri yazılmış. Halife bu vesikayı muteber tutarak Yahudilerin cizyeden muaf tutulmaları hakkında bir ferman vermek üzereyken, bilginler reisi bulunan Ebül Kasım bin Mesleme’ye şüphe gelmiş.

 “Hele bir kere zamanımızın tarihçisi Hatip Bağdadi’ye gösterilsin” demiş. Bunun üzerine tarihçi senedin sahte olduğunu isbat etmiştir. Şöyle ki: Bu senette yazılı şahitlerden Muaviye Hicretin sekizinci senesi Mekke Fethi günü İslâm ile müşerref olmuştu. Hayber’in fethi ise Hicretin yedinci senesinde olmuştur. Bunun gibi şahitler olarak yazılanlardan Said İbni Maaz Hicretin beşinci yılı Hendek günü ölmüş ve Hayber fethinde bulunamamıştı. Böylece vesikanın sahteliği meydana çıkarılmış ve devlet hazinesi zarardan korunmuştur.(Cevdet paşa,1973:4-5)

Bu dünyaya bakılınca her gün değişen bir ibret hengâmesi olduğu görülür. Bu değişme her şeyde caridir. Meselâ her şahıs gerek vücutça gerek halce nasıl bir ilerleme ve bir gerileme devri gösterirse, her devlet de bunun gibi kâh kuvvet bulur, kâh düşkünlük haline gelir. Her devlet doğuşunda sade ve basit olup günden güne kuvvetlenirse, eskidikçe sadeliği kalmayıp tekellüfat ve ihtiyacı artar. Olağanüstü bir halde bir masraf yapmak icabetliğinde darlığa duçar olur. Bu sırada bir de kötü idare olursa zaaf devletin yakasına yapışır.

Hangi devlet olursa olsun, bu safhalardan geçer, işte bu safhalara göre çare ve ilâç aramak lâzım gelir. Şöyle ki her şahısta bir büyüme, bir durulma ve bir gerileme çağı olduğu gibi her devlette de bu üç çağ görülür. Her devlet bir insan vücuduna benzediğinden her davranışında münasip surette dikkat harcamak lâzımdır. Gerileme bazan hissolunmıyacak surette gizli olur, bazan da aşikâr olup tedavisi müşkül olur. Bazan bir devlette ileri derece çöküntü emareleri baş göstermişken hakimane tedbirlerle tazelendiği ve kuvvetlendiği görülür.(Cevdet paşa,1973:6)

                                                  GENEL İSLAM TARİHİ

Dinin dört temel direği olan bu halifelerin günleri Peygamberimizin devri gibi adaletli geçmiştir. Hatta Hazreti Ömer’in hilâfetinde bir gün Peygamber torunlarından birisi gelip ihtiyacını bildirdiğinde Beytülmalden 1000 altın verilmesini emretmiş biraz sonra yanına gelen kendi oğlu Abdullah’a ise bir dirhem vermişti.

Oğlu bu bir dirhemi pek az görüp itiraz edecek olduğunda koca Halife şöyle demişti: Ya Abdullah! Evlâdı Resulün talep hakkı Beytülmal’dendir. Beytülmal hazinesi ise elhamdülillah zengindir. Senin hakkın ise yalnız babanda olup, babanın nesi var ki çok şey umuyorsun. (Cevdet paşa,1973:11)

Halifeler döneminde İslâm’ın kutsal gücü birdenbire genişleyip yayılmış ve her tarafından Hıristiyan ülkelerini çevirmeğe başlamıştı. Fransa’nın yarısı kadar yeri ele geçirildikten sonra hicri 114 yılında Fransa’nın Poitie şehri önlerinde Arap emiri Abdurrahman ve Fransa taifesinin başbuğu Karl Martel arasında cereyan eden büyük harpte 12.000 kişi telef olduğu söylenir. Bu savaşta İslâmlar mağlûp olduğundan o günden beri Batı tarafında İslâm kuvveti gerilemeğe başlamışsa da Doğu tarafında Anadolu’ya doğru ilerleme başlamıştı. Bu büyük harpten sonra Karl Martel eski Fransız hanedanını devirmiş ve Kari Martel’in oğulları hükümdar olmuşlardır.O sırada doğu ve batı milletleri arasında vahşet ve nefret son haddini bulmuştu. Avrupa’da ilim nuru ve fazilet büsbütün sönmüş, tababet bile İslâm memleketlerinde tahsil edip Frenk ülkesine giden Yahudilerin eline geçmişti. (Cevdet paşa,1793:250-251)

Daha sonra Abbasî halifeleri de israfa düşüp devlet idaresine önem vermediklerinden saltanatlarına zaaf gelerek idare de nüfuz Türk kumandanlarının eline geçti. Bir vakitler Halifeliğin adı kalıp bir ruhanî kuvvet haline gelmiş, kumandanlar Hutbede adlarını halifeninkiyle beraber okutur olmuşlardı, (Cevdet paşa,1973:12)

Batıda da büyük küçük hükümetler batıp çıkmakta idi. Velhasıl İslâm hükümeti Arapların elinden çıkıp Türk ve Tatarların eline geçmiş ve Halifelik bir kuru sözden ibaret kalmış ve İslâm vahdeti kaybolmuş iken Hamdolsun Osmanlı saltanatı şan ve şevketle zuhur edip İslam ülkelerini nura boğmuştur. (Cevdet paşa,1973:14)

     OSMANLI DEVLETİNİN KURULUŞ ve YÜKSELME DÖNEMLERİ

Osmanlı saltanatının kurucusu olan Osman Gazi son nefesinde oğlu Orhan’a üç şey vasiyet etmişti. Evvelâ her hususta şeriata uyacak ve önemli işlerde erbabına danışacaksın.

İkincisi, ileri gelenlere ve halka mertebelerine göre inam ve ikram olunacak ve İslâm dininin direkleri olan bilginlere saygı göstereceksin. Üçüncüsü Allah uğruna cihada gayret edeceksin. Sultan Osman’ın bu vasiyetini evlâtları ve torunları tutmuşlar ve İslâm ülkelerindeki zulmü ve taassubu kaldırarak gerçek dindarlık ve tam adalet üzere hareket ederek İslâm hilâfetine yakışacak şekilde adlî nizamlar vaz etmişlerdir. Bu devirde Avrupa askeri talimli olmadığından Osmanlı orduları 1000 tarihine kadar daima muzaffer olmuşlar, meselâ yalnız Kanunî devrinde 360 kale alınmıştı. (Cevdet paşa,1793:252-253)

Osmanlı padişahları devletin sürekliliğini sağlayacak merkezin İstanbul olabileceğini anladıklarından en yüce emelleri İstanbul’u fethetmekti O zaman Rumlar arasında mezhep kavgası Rum devletine zaaf gelirmiş ve devlet kuru bir isim ve resimden ibaret kalmıştı. Hatta Sultan Fatih, dalga dalga Rumeli hisarına yerleşince Rumların şaşkınlığa düşerek Ayasofya’da yaptıkları bir toplantıda birbirleriyle döğüştükleri rivayet olunur. (Cevdet paşa,1973:16)

Yıldırım Bayezıt zamanında Eflak Beyleri “aman” dilemişler kendilerine Padişah bir berat vermiştir. Eflâkliler bu beratı bir bağımsızlık vesikası sanmışlarsa da aslında Türkler’in verdiği, bahşettiği bazı müsaadeleri ihtiva eden bir fermandan ibaretti.

Bu beratın metnî şudur:“Yüksek ve şahane atıfetimiz gereğince ezici kuvvetimizle itaate mecbur ettiğimiz Eflâk vilâyetinin kendi nizamatiyle idare olunmasına müsaade ederiz. İslâm dinini kabul eden Hıristiyanlar Eflâke giderek tekrar tanassur ederlerse bunları geri almakta ısrar olunmaya!  Voyvodalar Hıristiyan olduklarından metropolitler tarafından seçile. Şahane lûtfumuzun bir eseri olan bu emrimiz icabınca bu memleketin voyvodası dahi nüfus kütüğümüze “reaya” olarak kaydoluna. Beher yıl Hazinei hassamıza o memleketin akçesiyle 3000 kızıl kuruş yani kendi sikkemizle 500 kuruş eda etmesi şart ola.” (Cevdet paşa,1793:246:247)

Bu sıralar Osmanlı Devletinin zuhuriyle birdenbire büyümeğe ve Rumeli’de genişlemeğe başlaması, Papa, Venedik, Almanya ve Bizans hükümetlerini telâşa düşürmüş, bunlar Akkoyunlular ve Mısır Sultanlariyle münasebet peyda ederek, Osmanlı Devletine gaile çıkarmağa başlamışlardı. Hatta Fransa kralı 6.Şarl Timurleng’i Yıldırım’a karşı zaferinden dolayı tebrik etmişti. Timurlenk de Fransa Kralı Altıncı Karl’a bir mektup yazmıştı. (Cevdet paşa,1793:252)

 

 

Timurlenk’in Fransa Kralı Altıncı Karl’a Mektubu

Fransa Kralı bu dostunun yüz bin selâmını ve dünyalar kadar çok hulûsunu kabul buyursun. Duadan sonra: Siz büyük emîrin huzuruna arz olunur ki Françesko adlı rahip tarafımıza geldi. Mektupları getirdi ve siz büyük emîrin güzel adını ve azamet ve şanını bize bildirdi; çok sevindik. Şunu yazayım ki büyük bir orduyla gidip Allah’ın yardımiyle bizim ve sizin düşmanlarımızı perişan ettim. Sultaniye şehrinin murahhası Ferri Cevaniyi huzurunuza gönderdim. Olanı biteni arzedecektir. Siz büyük Emirden ricam o dur ki bize daima mektup yollayıp selâmet ve afiyetiniz bildirile. Şu da lâzımdır ki biz sizin tüccarlarınızı nasıl muazzez ve mükerrem tutarsak siz de bizim tüccarlarımızı hoş tutunuz. Çünkü dünya ticaretle mamur olur. Baki devlette daim olunuz. (Cevdet paşa,1973:274-275)

Sultan Süleyman Rodos’u aldığında oranın hükümdarı olan Viliya'yı huzuruna getirdiklerinde ihtiyarlığına acıyarak gözleri yaşarmış ve “böyle bir ihtiyarı evinden çıkardığıma üzüldüm” diyerek saygı ile gemilere bindirmişti. Böylece siyaset bakımından bir güzel misal vermişti. (Cevdet paşa,1793:254)

Kanuni Sultan Süleyman’ın Fransa Kralı Françesko’ya Mektubu

Ben ki  Sultanlar Sultanı, Hakanlar rehberi, yeryüzü hükümdarlarının tacı iki dünyada Allah’ın gölgesi, Akdeniz’in, Karadeniz’in, Rumeli’nin, Anadolu’nun, Karaman’ın, Zulkadri’nin, Diyarbakır'ın, Azerbaycan’ın, Acem’in, Şam’ın, Mısır’ın, Mekke’nin, Medine’nin bütün Arab diyarının - ki ulu Atalarım kılıçlarının kuvvetiyle feth etmişlerdi - ve kendimin feth eylediğim nice diyarın Sultan ve Padişah’ı Beyazıt Han oğlu Selim Han oğlu Sultan Süleyman Han’ım.

Sen ki Frence vilâyetinin kralı Françesko’sun. Huzuruma varan ademin Franjan ile mektup gönderip, bazı ağız haberi de yollayarak memleketinize düşman girmiş olduğunu ve hapsedildiğinizi bildiriyorsunuz, kurtulmanız hususundan benden inayet ve medet ve istida eyliyorsun. Her ne ki demişsen benim huzuruma arzolundu. Şimdi Padişahlara sinmek ve hapis olmak acez değildir. Gönlünüzü hoş tutun, kalbiniz kırılmasın. Bizim ulu Atalarımız daima düşmanı def ve memleketler feth için seferden uzak kalmamışlardır. Ben de onların yolunu tutup memleketler, yalçın kaleler feth ederek gece gündüz atımız eğerlenmiş ve kılıcımız kuşanılmıştır. Cenabı hak hayırlar nasip eylesin. Durumu ve haberleri adamınızdan öğrenirsiniz. (Cevdet paşa,1973:392)

Sultan Süleyman’ın Veziri İbrahim Paşa’nın Divanı Âli’de Fransız Elçisine Söylediği Nutuk

Bu yüce divanda her gün devlet ileri gelenleriyle toplanışımızın sebebi, şevketlü kudretli Padişahımız Efendimizin büyük devlet işlerini danışıp müzakere etmektir.

Herkes bu divana ayağını basınca garazı ve illeti terk ederek düşündüğü şeyleri tam serbesti içinde ve doğru söyleyerek ifade eder. Biz şimdi doğruluğun ve hakkın yoldaşı olan serbestlik ile size ne söylersek gönlünüz kırılmasın. Metbuunuz olan Fransız kralı saltanatı seniyesiyle ittifak edelidenberi Padişahımızın Fransız milleti hakkında beslediği teveccüh gereğince düşmanlarınızın şerrini uzaklaştırmak ve devletinizin bünyesini takviye etmek için saltanatı seniyenin bütün kuvvet ve himmeti esirgenmemektedir.

Bu hususta Devleti Aliye, hiç bir kusurda bulunmamaktadır. Oysa Fransız tarafından duyulan iddialar hak ve insaftan uzak, ırz ve namusa zıt, dostluğa uymaz ve ittifakın bozulmasını mucip olur birtakım küstahça hareketler vardır.

Müttefik olan iki devlet doğruluk ve samimiyetle tehlikelere karşı ortaklaşa çalışmaları gerekir. Bir taraf bu hususta kusur işlerse ittifak bozulur. Siz Fransız dostlarımız ise Devleti Aliye bir tehlikeye düçar olsa gafletten geliyorsunuz. Sizin başınıza bir sıkıntı geldiğinde ise yardım istemekte İsrar ediyorsunuz.

Siz sadece boş vaitlerle dostluk gösteriyorsunuz. Alman İmparator’u ve İspanya kralı olan Karlos Devleti Aliye aleyhine batı memleketlerinin bilcümle askerini toplayıp Mora’ya ve Tunus'a saldırırken siz hangi yardımda bulundunuz?

Gerçi dostluğa zıt olan bu kusurunuzu mürüvvetle affetmek isteriz ama  öyle sıkışık zamanda bize alâka göstermemeniz ve düşmanın ihanetinden müteessir olmamanız hatta onu tebrik etmeniz keyfiyetine nice tahammül edelim.Size yardım etmek üzere seraskerimiz İtalya’ya varmak için Avlunya’ya kadar varmış iken sahillerde vadettiğiniz dost askerini göremedik. Dostluk icabı oydu ki siz de İtalya’yı işgale iştirâk etmek üzere asker sevk idesiniz.

Gerçi biz sizin yardımınızdan müstağni isek de sizler ne bize, ne kendinize yarayacak bir iş yapmıyorsunuz ve dostluk göstermek fırsatını kaybediyorsunuz. Venedik Cumhuriyeti saltanatı seniyenin ezici kuvvetini ve vefasını denemiş olup; sizler müşterek düşmanımızla mütareke yapıyor ve onun topraklarımız üzerindeki kötü kastini terviç ediyorsunuz.

Biz başkasından yardım istemeksizin düşmanımızdan intikamımızı aldık ve Hayrettin Paşa’nın himmetiyle düşmanın donanmasını perişan edip İspanya korsanlarım mahvettik. Bilesiniz ki bu fütuhatta sizin bir payınız olmadığı için size teşekkür etmeyiz. Şu var ki devletlerimiz arasındaki dostluğa hürmeten artık maziyi anmayız. Hulûs ve muhabbetimizi size ispat etmek isteriz. Talihin acı ve tatlı gösterişlerine güvenmek akıl kârı olmadığından biz halin icabına ve mevsim ve havaya nazaran hareket ederiz. Bizden talep ettiğiniz donanmayı bu mevsimde denize indirirsek akılsız cüret olur. Yaz geçmiş ve Kasım günleri yaklaşmış olduğundan donanma çıkarılamaz. Ağustos’ta Hayrettin Paşa’nın geçirdiği kaza bu mevsimden sonra açılmanın hata olduğunu gösterir. Size bu kadar açıklık ve hulûs ile içimdekini söylediğime gücenmeyiniz. Rica ve isteklerinizin yerine getirilmesi Padişahımızın iradesine bağlı olup, ne türlü emir çıkarsa size bildiririz. (Cevdet paşa,1973:276-277-278)

Yavuz Sultan Selim Mısır’daki Çerkeş Devleti de Şah İsmail’e taraftar olduğundan oraya da gitmek tasavvurunda iken Mısır Sultanı Gavsi, Anadolu’yu istilâ fikrine kapılmıştı. Hatta bununla yetinmeyerek İstanbul’u almak sevdasına düşmüştü. Bunun üzerine Yavuz, Halep dolaylarında Çerkeş ordusunu karşılamış, Gavsi  maktul düşmüş. Yavuz mağlûp düşmanı kovalayarak Haleb'i, Şam'ı, Mısır’ı, Hicaz’ı almış, ‘iki Harem’in hadimi’, unvanını ve Halifelik lâkabını almış ve Hilâfetin sembolü olarak mukaddes emanetleri İslâm’ın merkezi olan İstanbul’a getirmiştir.(Cevdet paşa,1973:17-18)

Kalavun Devleti Mısır’da 100 sene hüküm sürdükten sonra bu memleketin fitneciliği yüzünden çökmüştür. Şöyle ki: Kalavun hükümdarlarından Melik Eşref memlekette hüküm süren şakileri sürmeği emrettiğinde şakiler başkaldırmışlar, Eşref ile harbe tutuşmuşlar ve neticede perişan olmuşlardı.

Sultan Eşref bunların kimisini öldürmüş, kimisini sürmüş, bir kısmı da bazı emirlere sığınarak Mısır’da kalmışlardır. Bunların çoğu Çerkes olup bu vakada gözden düşmüşler gayet hakir görülmeğe başlamışlar fakat Kalavun devletini düşürmek için fırsat aramağa başlamışlardır. (Cevdet paşa,1973:197)

 

İlk hükümdarı işbu Berkok olan Çerkeş hükümdarları Mısır’da 130 sene kadar hüküm sürmüşler, nihayet son Çerkeş hükümdarı Gavsi, Yavuz Sultan Selim’le olan muharebede öldürülmüş ve Çerkeş Devleti dağılmıştır.

Yavuz Sultan Selim Mısır’ı fethedip Çerkeş beylerini ele geçirdikten sonra bir gün divanı hümayunda “Çerkeş beylerinden görmediğimiz kimse kaldı mı?” diye sorduğunda huzurda bulunan Hayır Bey “Evet efendim, Sevdun Bey namında gayet yaşlı birisi var ki, evine çekilmiştir. Onun Zülfikârı ve Kasım namında iki oğlu var ki yiğitlikte eşleri yoktur. Babaları onları da evinde hapsedip, halkla temastan yasaklamıştır” dedi.

Bunun üzerine Sultan Selim: Hayır Bey’e  “Bu adam uzak görüşlü ve gönülden anlıyan birisi olsa gerek, hemen ziyaretine gidip nasihatlerini dinleyelim” diyip doğru Sevdun Bey’in evine varmışlardır. Görmüşlerdir ki kendisi Kuran’ı-Kerim okuyor ve etrafında birçok adamları hizmet ediyorlar. Sevdun Bey gelenin Sultan Selim olduğunu anlayınca hemen ayağa kalkıp kulluk merasimini ifaya başlayınca Yavuz, kendisine iltifat etmiş ve yanına oturarak kenara çekilmesinin sebebini sormuş.

Sevdun Bey demiş ki: “Devletimizin işleri bozuldu. Hükümdarımız da akıllı ve tedbirli adamların sözünü dinlemeyip devlet büyüklerini idam etti ve büyük makamları küçüklere verdi. Onlar da yüz bulup fukarayı incitmeğe ve fesat ve zulme başladılar.Bu sebeple fakirler sultandan yüz çevirip Allaha yalvarmağa başladılar. Ben bu hali görerek devletimizin ilahi intikama ve adalete maruz kalacağım anladım ve derhal inzivaya çekildim. Doğacak belâlardan korkarak oğullarımı da halkla temastan men ettim” cevabını vermiş.(Cevdet paşa,1973:209)

Sultan 1.Ahmet babadan oğula irsiyetin son hükümdarı olup ondan sonra saltanat kardeş çocuklarına geçmiştir. Sonraları yüze gülücülerin yüz bulması, kötü adamların söz geçirir olması ve “emanetleri ehline veriniz” emrine uyulmaması yüzünden hükümet merkezinde işler bozulmuş, bozuluş günden güne artarak Genç Osman vakası gibi bir korkunç olayla son- lanmıştır. (Cevdet paşa,1973:21)

1650 yılında Nemçe (Avusturya) generallerinden Montekokoli. harp fennine dair yazdığı kitapta Devleti Alive’yle. kendi devleti arasında geçen harpleri tafsilâtiyle anlatmış, Devleti Aliye’nin askerinin muvazzaf oluşunun sebebi olarak âmirlerine itaatini söylemiş, böyle askere karşı konamaz” demişti.

General Montekokoli. kendi memleketinde Osmanlı Devletini taklit ederek askerî usuller koymuş ve bu usulle yetiştirdiği askerle 1660 tarihinde Köprülü Fazıl Ahmet Paşa’nın bir fırkasını Zap nehri kıyısında bozguna uğratmıştı. Ama onun bu galebesi kendi yiğitliği olmayıp Osmanlı ordusunda yeni başlamış olan nizam bozuculuğunun bir eseridir. Bundan sonra Avrupa nizamca ilerlemiş ve Büyük Fredrik zamanında harp ilmi bütün bütün meydana çıkmıştır. Devleti Aliye mağlûbiyetler üzerine artık harp iddialarından vaz geçmeğe, barış aramağa mecbur kalmıştı. Fakat bu suretle harp etmeyen askerin askerlik kudreti zaafa uğramış her tarafta mağlûbiyetler başlamış ve bu halden en ziyade Ruslar faydalanmıştı. (Cevdet Paşa,1973:254-255)

Fazıl Ahmet Paşa’dan sonra Sadrazam olan Kara Mustafa Paşa, Köprülülerin mektebinden yetişmiş ve saltanatın en ünlü vezirlerinden olup yedi sene süren sadaretinde güzel bir idare kurmuştu. Daha sonra Sultan 4.Mehmet zamanında Nemçe üzerine sefer açıp 1683 yılında Viyana’yı kuşatmış ve fethe çok yaklaşmış ise de başarılı olamamıştır.

Çünkü Türk hududu ile Viyana arasında bulunan Yanık kalesi Nemçeli elinde bulunduğundan düşmanı arkada bırakıp ileri varmak caiz değildi, önce kale fetholunmalı ve ertesi yıl Viyana fethine girişilmeliydi. Sadrazam bu bir seneyi beklememek sevdasına düşüp doğrudan doğruya Viyana üzerine yürümüş ve Osmanlı hudutlarından hayli uzaklaşmıştı. Yanında çok kalabalık bir ordu bulunduğundan kıtlık baş göstermiş, askere bezginlik gelmiş, ordu bozulmuş, Devleti Aliye büyük zayiata uğramıştı. Bu sırada Lehistan devleti sözünü bozarak Osmanlı ordusuna pek çok zararlar verdirmişti. Bu hususları ele alan Sadrazamım düşmanları, Paşayı öldürttüler. (Cevdet paşa,1973:24)

Eğer vezir hayatta bırakılsaydı ertesi yıl Viyana’yı alırdı. Fakat Paşa, “kanadı kırılan kartal bir daha uçmasın” diye “başkalarına ibret olması için öldürülmelidir” dediler ve paşayı idam ettirdiler. Düşünmediler ki böyle bir çalışkan vezirin yeri tutulamazdı. Şahsî kinler ve çıkarları devlet menfaatine üstün tuttular, ihanet ettiler. Bu ulu vezirin acele etmesi gibi bazı zaafları olsa bile öldürülmesi daha büyük bir hataydı.

Bir misâl: Prusya kıralı Büyük Fredrik’in generallerinden birisi defalarla yenilgiye uğradığından azledilmesini isteyenlere karşı Fredrik dermiş ki: “Bu general mağlûp ola ola galip gelmenin usulünü öğrenmiştir. Yerine başkasını getirirsem galip gelmesi için defalarla mağlûp olması lâzım.” Gerçekten de bu general sonunda zaferler kazanmıştır.

Kara Mustafa Paşanın idamından sonra Nemçe harplerinde daima yenilgiye uğradık, ordu içinde nifak baş göstererek, bir takım eşkiya zuhur etti.Bu eşkiya padişahı hal’etmek gibi bir faciaya başvurduktan sonra İstanbul’a gelip devlet işlerine müdahale ederek fukaraya etmedikleri zulüm kalmadı. Gerçi Sadrazam Siyavuş Paşa bunları kahretmeğe teşebbüs ettiyse de şakiler Bab-ı Aliyi basıp sadrazamı şehit ettiler. Fakat sonunda ilâhı gayrete dokunarak kahroldular.(Cevdet paşa,1973:25)

Devleti Aliye bu iç ihtilâllerle uğraşırken Nemçeliler Belgrat'a kadar olan kaleleri aldılar. Anadolu’da zuhur eden eşkiya Kartal’a kadar karışıklıklar çıkarıyorlardı. Devlet mâliyesi bozulmuştu. Venedikliler de sözleşmeyi bozarak karadan ve denizden Devleti Aliyeye saldırmışlardı. Nemçeliler de Niş, Vidin ve Eflâk’i ele geçirmişlerdi.

Malûmdur ki devletlerin gerçek gelirleri halkın servetine dayanır. Onun için devlet gelirini arttırmak, halk servetini çoğaltmakla olur.

Sadrazam, adaletsiz vergi ve gelirleri ortadan kaldırmak suretiyle ilk anda devlet varidatını azaltmışsa da bu tasarruflar halkın çalışmasını arttırarak devlet varidatı eskisinin beş misline kadar yükselmişti. (Cevdet paşa,1973:26)

Feyzullah Efendi Padişahın hocası olmakla, hocalık hakkını eda için Padişah kendisine çok teveccüh gösteriyordu. Bu efendi ise oğluna Şeyhülislâmlık payesi ve mensuplarına yüksek rütbeler temin etmek, devlet gelirlerini kendi evlât ve maiyetine tahsis etmek gibi eski ulemada hiç görülmiyen ve hiç yakışık almıyan hareketlere baş vurduğundan halkın öfkesini tahrik etmiş Hüseyin Paşa’yı işten çekmeğe mecbur etmesi, devlet büyüklerini rencide ettiğinden nihayet Edirne vakası gibi Devleti Aliye’de görülmemiş bir feci olayın zuhuruna sebep olmuştu. (Cevdet paşa,1973:28-29)

 

 

 

                   SULTAN ÜÇÜNCÜ AHMET DÖNEMİ (1703-1730)

Sonra Sultan Üçüncü Ahmet tahta çıktı. Bir müddet devlet bahçesini ayrık otlarından temizleyip devlete kuvvet ve intizam verirken Rusya ve İsveç vakaları zuhur etti. (Cevdet paşa,1973:28:29)

Rus Çarı Deli Petro, kıyafet değiştirerek Felemenk'e gitmiş, marangozluk öğrenmek için gündelikçi amele olmuştu. Daha sonra Londra’ya geçip teknik ve matematik tahsil etmiş, memleketine döndüğünde eski asker ocağını kaldırarak, yeni bir nizam yerleştirmeğe başlamıştı. (Cevdet paşa,1973:30)

Katerina, Devleti Aliye’yi ele geçirmek için kurduğu hülyanın gereğince torunlarından birine Konstantini ismini vermiş, kendisine Rumca öğretmen tayin etmiş ve İslâm memleketlerinden toplattığı İslâm çocuklarını özel yurtlarda yetiştirmeğe başlamıştı. Torunu Konstantini İstanbul’un kapısı mesabesinde olan Kırım’a götürmek ve kendisi de Kırım krallığı tacını giymek niyetindeydi. (Cevdet paşa,1973:266)

Prut Savaşı sonrası Baltacı Mehmet Paşa’nın Rus ordusunu bütün bütün mahvedebilecek iken bu barışa razı olması  ‘meyus olan düşmanın üzerine gitmek münasip olmaz bu galebe ile yetinmek ihtiyata uygundur’ mülâhazasına dayanır. Lâkin bazı tarihçi bunu kendisinin gailesine verirler. Her ne hal ise İstanbul'da bulunan devlet erkânı kendisinden emin olmadıklarından ve böyle fırsat ele geçmişken Rus ordusunu mahvetmeyişini Ruslardan rüşvet almasına atf ederek azline uğraşmışlardır.

Sultan 3.Ahmet “Böyle gazada bulunmuş bir vezirin taltifi lâzım gelir azli münasip olmaz” demişse de hatır ve hayale gelmez iftiralar ortaya atılarak İstanbul'a gelmeden Baltacıyı azl ve nefy ettirdiler. Gerçi o bu iftiralardan münezzeh ise de, ilk sadaretinde kendisi de başkalarına nice desiseler etmiş olduğundan “suça uygun ceza” sırrı belirdi. (Cevdet paşa,1973:32)

O sırada ilmiye mesleği ve hakimlik mesleği bütün bütün ehliyetsizler eline geçmiş olduğundan sadrazamlığa getirilen Damat Ali Paşa, kimsenin şefaatine bakmayıp her hususta liyakate önem verdiğinden ılım mesleğine de nizam vermiş hatta müderrislerden birisini olağanüstü terfi ettirerek nişancı yapmıştı. Rüşveti ve buna yakın olan hediyeyi yasak etmişti.

Bazı tarihçiler yazarlar ki “Böyle kısa zaman içinde bu kadar fütuhat padişahlar içinde Yavuz’a vezirler içinde Damat Ali Paşa ya nasip olmuştur.’ denilmiştir.

Nasıl Yavuz’dan herkes titrer idiyse, Damat Ali Paşa’dan da korkarlardı, ölümünde çok kimseler sevindi ve “Vezir öldü, ordu bozuldu ama, bize de emniyet geldi” dediler. (Cevdet paşa,1973:33)

Sadrazamlığa getirilen Nevşehirli Damat İbrahim Paşa kendisi 12 seneden fazla ve tam istiklâl ile sadarette bulunduğu halde askere nizam vermek şöyle dursun; nizamı büsbütün bozdu, israf ve sefahatten başka bir şey düşünmedi. Medeniyetin icabı sayılan israflara düşüp askerî, mülkî, nizamî düşünmedi.İstanbul’da bu esnada bilginler arasında "dat” harfi ‘Zat’ mı okunmalı ‘Dat’ mı okunmalı ihtilâfı baş göstermişti. Bu ihtilâl avama da yayıldığından ‘zat’ taraftarı olan şeyhler sürgüne gönderildi. (Cevdet paşa,1973:34)

1 inci asır başında askerî nizamlar sarsılmış Giritli oğulları gibi bazı zevatın himmetiyle küçük kalkınmalar olmuşsa da bu kargaşalıklar esnasında nice alçaklar üste çıkmış, nice ehliyetsizler iş başına geçmiş ahlâk bozulmuş ve devletin temeli sarsılmıştır.Askere nizam vermek şöyle dursun, halk içinde yürüyen âdap ve usul hatta karı kocalar arasındaki tabii bağlar çözüldü. Bazan da Helva Sohbeti için Paşa kapısına gidilip beş altı gün eğlenilirdi.

Kâğıthane devlet ricaline paylaştırılarak altmış kadar saray ve bahçeler yapıldı. Sâdabât  Kasrı yaptırılıp çağlıyanlar kurdurularak çırağanlarla süslendi. (Cevdet paşa,1973:36)

O sırada sefaretle İran’a gidip gelmiş olan Dürrü Efendiye göre; bazı İranlılar "İran’ın hali yamandır, iyiler unutuldu, kötüler yüz buldu, böyle giderse iki seneye varmaz, Safevî devleti çöker” derlermiş. Gerçekten de iki seneye de varmadan Efganlılar galebe ederek Safevî Devletinin perişan olduğu öğrenildi. .(Cevdet paşa,1973:37)

“Vezirlik rütbeleri eskiden lâyık olanlara verilirken, şimdi helva sohbeti yapanlara tevcih edilir oldu. Bunca ehli İslâm düşman ehlinde kaldı” diye söylenerek her yerde açık veya gizli İbrahim Paşa’dan bahsedilirdi.(Cevdet paşa,1973:37)

Sadrazam İbrahim Paşa’nın bazı dostları ihtarda bulundularsa da Paşanın takımı, ikbal sarhoşluğu içinde ve dalkavuklar elinde bulunduklarından böyle ihtarlara canları sıkıldı. Hatta isyan olayından az evvel, birsi Sadrazamın kethüdasına gidip "İş, kötüye gidiyor, umumî efkârı değiştirecek tedbirler alınsın" dediğinde Kethüda: “Böyle zamanda, böyle şeyler hatıra gelmez ’ diye adamı tekdir etmişti. (Cevdet paşa,1973:38)

Devleti Aliye’de nizamlar bozulurken düşmanlar talimli asker icat etmişler ve harp fenninde ilerlemişlerdi. Osmanlılarda iş günü birliğine idareye kalmış ve hiçbir yeniliğe girişilememiştir. (Cevdet paşa,1973:40)

                               SULTAN 1.MAHMUT   DÖNEMİ (1730-1754)

Fransız ve İngiliz Devletlerine Devleti Aliye’nin verdiği takrir

1746 tarihinde Avrupa’da zuhur eden umumî harp esnasında muharip devlet gemileri Devleti Aliye sularında birbirine saldırdıklarından Mora’nın nihayetinden Girit körfezinin sol tarafına doğru, Mısır’ın batısından geçecek mevhum bir hat çizilip bu hattın içinde her devletin tüccar gemileri emniyet üzere ticaret yapacaklar, birbirlerine saldırmayacaklar ve aksine hareket  eden olursa gemileri zaptedilecek, kaptanları hapsolunacak ve konsoloslardan senet alınmadıkça gemilerine bir şey koyamayacaklardı. Bu husustaki takrir, İstanbul’daki sefirlere tebliğ edildi. (Cevdet paşa,1973:110-111)

                                 SULTAN 3. MUSTAFA DÖNEMİ (1757-1774)

Devleti Aliye’yi 1769 yılında Rusya'ya harp ilân ettirdiler. Gerçi yer götürmez askerle Rusya üzerine gidilmişse de nizamsız ve talimsiz asker talimli askere karşı koyamayacağından başka, ordu daha Edirne’de iken başlayan kıtlık, Tuna’nın öte tarafında orduyu perişan edecek bir hal aldı. Nehirler geçilirken o sene taşan sular büyük zayiat vermemize sebep oldular.Tatarlar Kırım Başbuğu bulunan Silâhtar İbrahim Paşa’ya hakarete başlamışlar ve “Bize Osmanlı askerinin lüzumu yok” demeğe koyulmuşlardı. (Cevdet paşa,1973:41)     

Ordu içindeki Tatar askeri de çok azdı. Bu sırada Nogay Tatarlar Rusya’ya bağlanmışlardı. Kırım Hanı bulunan Kaplan Giray Han Kırımlıların da Rusya’ya sığınmalarını telkin ediyordu. Velhasıl Kırımlılar Rusya’yla Devleti Aliye arasında gerçek tutumlarını belli etmiyorlardı. (Cevdet paşa,1973:42)

Tatarlar gezgin bir toplum olarak, gece, gündüz yağmaya çıkarlar, uzak yerleri talan ederek nihayetsiz mal ve esir getirirler ve esirleri pek ziyade eza ve cefa ile kullanırlardı Onun için Rus halkı Tatardan titrerdi. Rus Devleti Kazan’ı zapt ettikten sonra Tatar yağmalarından kurtulmak için Kırım Hazinesine vergi verirdi. (Cevdet paşa,1973:47)

Tatarlar arasında zamanla şeriat hükümlerine itaat kalmadığı gibi sefahat de arttığından düşmana karşı koyacak takatları kalmadı. (Cevdet paşa,1973:48)

Tarih ilminden asıl maksat, olayların gerçek sebeplerini inceleyip uyanıklık ve ibret verecek bilgiler kazanmaktan ibaret olmakla, tarihçinin vazifesi ibrete medar olacak olayların gerçek sebeplerini araştırıp herkesin anlayacağı şekilde açık seçik ifade etmektir. (Cevdet paşa,1973:53)

                  SULTAN BİRİNCİ ABDÜLHAMİD  DÖNEMİ (1774-1789)

Malûm ola ki 1774 yılında sulh yapılmakla orduyu hümayunun Şumnu’dan İstanbul’a gelmesine kadar olan olaylar Vasıf Tarihi’nde yazılıdır. O tarihten 1783 ye kadar olan vakalar Enverî Tarihi’nde bulunur. Sonra yine Vasıf Tarihi 1782 senesi olaylarını anlatır. Biz bu tarihimizde 1774 yılı vakalarından başlıyacağımızdan elimizde kaynak olarak Enverî Tarihi, Vasıf Tarihi, Şamdanı Zade Tarihi bulunup birinci ve ikinci ciltlerimiz de bu vesikalardan alınmıştır. (Cevdet paşa,1973:54)

Bugünlerde Cengizli ileri gelenlerinden ve Kırım bilginlerinden bir heyet. gemiyle İstanbul’a gelerek Devleti Aliye’ye olan ubudiyetlerinden bahsetmişler ve Kırım'da serbestlikten vaz geçilerek Hanların devleti aliye tarafından tayin edilmesini, hutbenin ve sikkenin yine padişah adına olmasını ve Hanlığa 2. Sahip Giray Han’ın getirilmesini niyaz etmişlerdi. Bunun üzerine mihmandar ağaya emir verilerek bu misafirlere bir ev döşetilmiş günlük masrafları Devletçe temin olunmuştu. (Cevdet paşa,1973:56-57)

Göreve gelen her sadrazam sancaklara karşılığında ücret alarak vezirler tayine ediyordu. Vezirler de ödedikleri ücreti çıkarmak için halka vergi salıyorlardı. Ne var ki  bu sancakların geliri yetmediğinden sancak vezirleri türlü zulümlere başladılar; halk Padişaha istidalar yolladı. Padişah bu zulümlerin vezir çokluğundan doğduğunu düşünerek hem vezir sayısını azaltmak hem de başkalarına ibret olmak üzere Babıâliye hattı hümayun gönderdiğinden Sadrazam konağında Şeyhülislâm, devlet ricali, vüzera, Kapı kethüdaları toplandı. Hattı Hümayun okundu, iltimas ve şefaatle veya önemsiz hizmetler karşılığı vezarete yükseltilmiş olan sekiz kişinin vezirlikleri kaldırıldı. Bütün eyaletlere adalet emirleri gönderildi. Bu sırada arpalıklar da ehliyetsiz naipler elinde kaldığından arpalık kethüdalarından beşi ibret olmak üzere Akdeniz adalarına sürüldü. (Cevdet Paşa,1973:58)

Devlet idaresi birçok hakimane nizamlara ve dolgun bilgilere muhtaçtır. Harpte yiğitliği görünen bir adama devlet idaresinde mükâfat olarak mevki vermek, sonra da o adamın kabiliyet ve tecrübe eksikliğinden dolayı bir hatası olduğu zaman muhakemesiz öldürmek, şeriata, akla, hukuka ve insafa aykırıdır. Memleket idaresi başka, harpte yiğitlik başkadır. İyi bir muharip kötü bir vali olduğu gibi, güzide, akıllı ve kâmil bir vali, harpte hiç bir işe yaramıyabilir. Bu sebeple devlet idaresiyle askerliği birbirine karıştırmak iki tarafın da işini bozar; bir büyük hatadır. (Cevdet paşa,1973:61)

Dolmabahçe’de Kırım Heyetine ziyafet verildiğinden yemekten sonra Şeyhülislâm İbrahim Efendiyle  Sadrazam İzzet Mehmet Paşa sohbet etmekteyken Şeyhülislâm babasından kalma Selim Ağa isimli bir bendesine bir mukataa rica ettiğinde Sadrazam “Otuz kese fazlasına talibi var, veremem" dediğinden Şeyhülislâm gazaba gelmiş ve herkesin içinde ve Tatar ağalarının arasında papucunu çadırda bırakıp arabasına atlıyarak Beşiktaş’taki yalısına gitti.

 

Dergâhı Ali kapıcıbaşlarından Ayvaz Mehmet Ağa isimli şaki, kötü huylu birisi olduğundan İzmir voyvodalarının hizmetinde bulunurken İzmir havalisine de bazı mukataalar ele geçirmiş ve İzmir bezirgânlarından aldığı paralarla evini genişletmiş ve İstanbul'daki koruyucularına hediyeler gönderip ün yapmağa başlamış; yaptığı zulümler karşısında Valiler ve hakimler bir şey diyemez olmuş ve şeriat hükmü icra edilemez olmuştu. Buna rağmen maiyeti kalabalık olduğundan harpte bir işe yarar ümidiyle cinayetlerine göz yumulmuş ve Sakız muhafızlığına tayin olunmuştu. Fakat bu adam tekin oturur adam olmadığından İzmir Voyvodasını tazyik için şehri basmış ve yanındaki serserilere yağma ettirmişti. (Cevdet paşa,1973:66)

Dönemin Bazı Olayları

Rus Elçisinin hatırını sormak için Divan tercümanı gönderilmiş fakat elçi  “Niçin büyüklerden biri gelmiyor?” diye lâf etmiş Ayastefanos Çiftliğjne gönderilen tayinata da itiraz etmiş ve karşılamağa behemehal Çavuş başının gönderilmesini istemişti. (Cevdet paşa,1973:64:65:66)

Bursa’da Kadiriye Şeyhi Abdülkadir Efendinin bazı kerametlerini Şeyhülislâm Padişaha anlattığından duası alınmak üzere İstanbul’a davet olunmuş, Berat gecesi Padişah huzuruna getirilmiş biraz vaaz ve nasihat ettikten sonra Padişah tarafından kendisine kıymetli, hediyeler verilmiş ve kakum kürk giydirilmişti. (Cevdet paşa,1973:67)

Bu yıl imtihan verenlerden olup Rüus azlığı dolayısiyle emellerine nail olamamış olan Talebei Ulumun sevindirilmesi lâzım gelmiş ise de Rüuslardan 3-5 tanesi imtihan vermiş olanlara verilip çoğu ulema çocuklarına dağıtılmış olduğundan imtihan verenler kederlenmiş ve Şeyhülislâm aleyhine Padişah’a arzuhal vermişlerdi.Padişah hazretleri bu talebenin terbiye ve tenbihe tabi tutulmasını emrederek Şeyhülislâmın gönlünü almak üzere bir adet Vaşak kürk yollamıştı. (Cevdet paşa,1973:68)

‘30 - 40 senedir Padişah çocuğu doğmadığından halk mahzundu, hatta Üçüncü Sultan Mustafa'nın kızı Heybetullah Sultan doğduğundan olağanüstü şenlikler tertip olunmuştu. Kırk senedir şehzade doğmasının tek tesellisi Üçüncü Sultan Ahmed’in beş şehzadesinin afiyette olmaları idi. Fakat Üçüncü Sultan Osman’ın  saltanatının sonlarında Şehzadelerin en büyüğü Sultan Mehmet ve Üçüncü Muştala devrinde Sultan Numan ve Sultan Bayazıt vefat ettiklerinden Şehzade olarak yalnız Sultan Abdülhamit kalmakla herkes Padişah’ın zürriyeti için dua etmekte olduğundan Sultan Efendi’nin gebe olduğunu ebeler haber verdiklerinde dua edilmesi emrolunmuştu. Doğuma bir ay kala dükkânlar süslenmişti. Fakat çocuk ölü doğdu. Devlet ricali saraya gidip taziyette bulundular. Lâkin iki ay sonra Hatice Sultan doğmakla herkes sevince gark oldu. Yedi gün yedi gece şenlikler tertip edildi. (Cevdet paşa,1973:68)

Anadolu’da zuhur eden Levent eşkıyası, Kuyumcu Süleyman Paşa’nın himmetiyle nisbeten tedip edilmişti. Fakat Paşa'nın ölümünden sonra bu eşkiya yine fukaraya zulmetmeğe başladıklarından valilerin bundan böyle Levent askeri kullanmamaları ve Levend’in kaldırılarak bunlara başka bir isim verilmesi hakkında Padişah ferman özel mübaşirlerle her tarafa gönderildi. Bu sayede eşkıyalığın önü alındı.

Öteden beri İstanbul kadılığı, Haremeyn kadılıklarında bulunmuş faziletli- zevata verilirken zamanla bu kaide bozulmuştur. Şöyle ki: Haremeyn kadılığı rütbesinde nöbet, geçkin ihtiyarlara gelmiş, sonraları kadı çocuklarına verilir olmuştu.(Cevdet paşa,1973:69)

Konya Postnişini Mevlâna zade Çelebi Efendi memleketi karıştırıyor diye Konya Valisi Çerkeş Haşan Paşa mektup yazdığından Manisa’ya sürülmüştü. Fakat iki ay sonra Şeyhin bu fesatlara dahli olmadığı anlaşıldığından makamına iade olundu. ( Cevdet paşa,1973:70)

Sadrazam konağında sofralar kurularak her taraftan gelen fakirler, biçareler ve mektep çocukları doyuruldu, öteki vükelâ da mahallelerindeki fakirleri doyurarak Padişaha dua etmeleri sağlandı. (Cevdet paşa,1973:71)

Birkaç yıldan beri bazı sefihler kadınlara benziyerek sıkma şeritli yakası oymalı, yenleri sırmalı kaftan ve buna uygun entari diktirip 30 kuruştan fazla terzi parası verdiklerinden aldıkları aylıklar masraflarına yetmiyor ve borçlanıyorlardı. Sefiller orta hallileri, orta halliler zenginleri taklit ile halk israfa düştü. Bu ise nizam bozucu olduğundan saltanat hademeleri, vezirler, ulema, zabit ve askerler için başka başka elbiseler tayin olmuş, bundan fazla bir şey giyilmemesi emrolunmuştu. Otuz sene önce hademe makulesi ne giyerse şimdikilerin de onu giymeleri ilân olundu ve başka türlü esvap diken terzinin de asılacağı bildirilmişti. (Cevdet paşa,1973:73-74)

Eskiden tersane işleri saltanatın en önemli işlerinden iken bir müddetten beri memurlarının dikkatsizliği yüzünden malzeme ve mühimmat azalmıştı. Padişahın emri üzerine Sadrazam tersaneye gidip Kaptan Paşayla görüşerek lâzım gelenlere şiddetli emirler verildi. Yeni kalyonlar yapılmasına başlandı. Tersane için İzmit dağlarından kesilen kereste İstanbul’a geldiğinde, kereste kâtibi Arif Efendi, “kimisinin boyu, kimisinin eni uygun değildir” diye red ettiğinden kesim yerinde bulunması için Arif Efendi evinden alınarak İzmit dağlarına yollandı. (Cevdet paşa,1973:74)

Lehistan’ın paylaşılması yüzünden etrafa dağılan halktan 150 kadar Yahudi Tuna yalısına gelerek İstanbul’a gelmek üzere oldukları haber alındığında, İstanbul’a çıkarılmayarak Selanik ve İzmir gibi yerlerde iskan olunmaları ferman olundu. (Cevdet paşa,1973:81)

Yirmi seneden beri Şehzade Camiinde Kâdı Beydavi tefsiriyle meşgul olan Köprülü Halil Efendi tefsiri tamamlandığından Ramazanın on sekizinci günü hatim duası yapıldı. O devrin âlimleri bütün ilimlerin tedrisini tamamlayıp da hayat dersini tamamlayacakları yaklaşınca, yani geçkin ihtiyarlıklarında Kadî Beyzavi tefsirlerine başladıklarından, bitirmeğe muvaffak olanlar pek nadir olurdu. Onun için “Kadı beyzavîye başlamak, ölümün yaklaştığına alâmettir” diye itikat edilirdi. Onun için bazı âlimler Beyzavî okutmağa cesaret edemezlerdi. (Cevdet paşa,1973:82)

Valde Camii civarında Sultan Birinci Abdülhamid’in yaptırdığı imaret, okul ve sebilhane inşaatı tamamlandığından Müneccimbaşının tavsiyesiyle Zilkadenin on dördüncü günü Padişah, Sadrazam, Şeyhülislâm hazır oldukları halde dualar yapılarak binalar açıldı. Yapı hizmetinde bulunmuş memurlara hilâtler giydirildi. Binanın kitabesi Baş Hattat Mehmet Esat Yesarî Efendi tarafından yazıldı. (Cevdet paşa,1973:81-82)

Barış zamanında askerler beyin sancağında ve harp zamanında beyin maiyetinde bulunmaz olmuşlar. Bu sebeple harp zamanlarında süvari askeri temin etmek için birçok hazineler sarfiyle harmansız beylik atlı asker yazılması zarureti doğmuştu. Bunlar ise harplerde nice fenalıklara sebep oluyorlardı. (Cevdet paşa,1973:84)

Ermeniler kendi hallerinde yaşar, sade bir taife oldukları halde, Âvrupalılar Devleti Aliye’de fesat çıkarmak için, nasıl Ruslar, harp esnasında Rumları ifsat etmekten faydalanıyorlarsa Frenkler de Ermenileri katolikliğe alarak hem kendi nüfuzlarım artırmak hem de Osmanlı ülkesinde fesat çıkarmak isterlerdi. Bu yüzden zuhur eden isyanlar katil ile tedip olunmuşlardır. Halen Ermenilerle Katolikler birbirlerinin kestiğini yemezler ve birbirini öldürmeği sevap sayarlar. Asıl Ermeniler Devleti Aliye’nin zaferine dua ederlerken, Katolik olan Ermeniler Frenklerin zaferini temenni ederlerdi. (Cevdet paşa,1973:87)

Padişah, annesi Rabia Sultan namına İstavroz ile Çengelköy arasına Beylerbeyi Sarayının Hırkai Şerife odası yerinde bir cami yapılmasını irade eylemiş ve 1777 senesi Saferinin 24 üncü Perşembe günü camiin temeli atılmıştı.Bu yıl Recebin beşinci Çarşamba günü cami tamamlanmış Cuma günü Padişah, Cuma namazını bu camide kılarak caminin adına Rabia Sultan Camii denmesini emretmiştir. Bu vesileyle tarihçi Enver Efendinin düşürdüğü tarih şudur: Söyledi züvvar tarihin işittim Enveri/ Oldu Hakka Camii Abdülhamit Han secdegâh. (Cevdet paşa,1973:90)

Bunun özerine Medine ahalisinin büyüklerinden olup bu sırada İstanbul’a gelmiş olan Buharî Hafızı Ebuttayyip Efendi altı yedi arkadaşıyla beraber Hırkai Şerife odasına çağırılarak, Buhariî Şerif okutulmasına başlandı. (Cevdet paşa,1973:95) 

Rivayet olunduğuna göre Sultan 1.Abdülhamit zaman zaman Buhariyi dinlemeğe gelip Peygamber’in temiz ruhuna Salavat hediye eder ve dua eyler imiş. Henüz Buhari okunması yarıya gelmeden bir Peygamber mucizesi zuhur ederek muvafık rüzgâr esip donanmayı hümayun denize açıldı.  (Cevdet paşa,1973:96)

Süveyş denizinde yabancı gemilerin fazlaca dolaşmaları ve Mora eşkiyası, Devleti Aliyeyi meşgul ediyordu. Haremeynin asayişini korumak için Süveyş denizinde ecnebi gemilerinin Cidde iskelesinden öteye geçmeleri yasaktı. (Cevdet paşa,1973:102)

Rebiülahırın üçüncü salı gecesi saat ikide Arabacılar kârhanesi havalisinde çıkan yangın saat yediye kadar sürdü. O ayın yedinci günü çoktan beri Padişahların iltifat etmeyip, bir aşık gönlü gibi viran olan Üsküdar’daki Kavak sarayı, seyircilerin çakmak kıvılcımıyla yanarak harap oldu.(Cevdet paşa,1973:103)

Aynı ayın on beşinci gecesi destereciler başında bir berber dükkânından çıkan yangın yirmi dört saat sürmekle çok zayiat olmuş, birçok kimseler açıkta kalmış olduğundan bunlara Padişah tarafından küllî iane verildi.Beş altı gün sonra Kalıpçılar köşkünde yine bir büyük yangın zuhur etti. Padişah ve vükelâ yangın yerine gittilerse de sabaha kadar söndürülemedi. Arkadan Şabanın ikinci gecesi Küçükpazar civarında yine büyük bir yangın zuhur etti.Sultan 1.Abdülhamit buna bir çare bulabilecek sadık bir vezir bulma ümidiyle sık sık Sadrazam değiştirmeğe mecbur olmuştu. Fakat Allah’ın hikmeti, kim sadarete geçirilse bir tedbire muvaffak olamıyor ve kendisinden büyük hizmetler umulan zatlar bu mevkie getirilince bir iş göremiyorlardı. (Cevdet paşa,1973:104)

Sadrazam Mehmet Paşa’nın Yeniçeri Ağası iken yaptığı hizmetlere bakan herkes onun sadarette muvaffak olacağını umuyordu. Bu ümit gerçekleşmediğinden maada, onun sadaretinde pek çok yangın çıkmış İstanbul’un dörtte biri yanmış olduğundan dedikodu artmıştı. Kaldı ki kendisi ümmî olduğundan devlet sırlarına dair olan hattı hümayunu başkaları okuyor ve sırlar ifşa ediliyordu.(Cevdet paşa,1973:105)

Sadrazam Mehmet Paşa’nın yerine Silahdar Seyyid Mehmed Efendi getirildi. Seyyid Mehmed Efendi işe hızlı başladı. Trabzon valiliği Çerkeş Haşan Paşa’ya Erzurum valiliği Dağıstanlı Ali Paşa’ya verildi. Yeni sadrazam Kağıthane’ye giderek askerlerin talimlerine eşlik etti.Padişah askerlik işlerine Sadrazam’ın böyle gayret ettiğini duyunca ona şu takdirnameyi gönderdi: "Çırağı hasım, nizamı devletim ve eşsiz vezirim, Allah’a şükür sadarete teşrifinden beri devletim nizam bulduğundan size olan hayırlı duam Allah nezdinde makbuldür. Hemen Cenabı Hak her işinde başarı ihsan edeceğine şüphem yoktur. Bugün Sadabatta teşrifiniz malûm olduğundan kader ve şanını yükseltmek için vücudu şahanemi korumağa mahsus olan kürklerimden bir siyah tilki kürkümü oda başiyle gönderdim.

Kürkü giyerek bana hayır dua eyle. Seni, koruyucuların en hayırlısına ve bütün tebaamı sana emanet ederim”. (Cevdet paşa,1973:106)

Sadrazam bu sıralarda cami imaretlerine birçok şey zam ederek ve ekmeklerini has ekmeğe tedbil ederek halkın hayır duasını almıştı. Sadaret mevkiin de geceyi gündüze katıp işleri iyi görmeğe gayret ettiğinden Padişah’ın teveccühü artıyordu.

Aşağıdaki Hattı Hümayun bunu gösterir:“Benim vezirim, Hak Tealâya malûmdur ki, bütün işlerinden ve Devleti Aliyeye olan hizmetlerinden memnunum ve müteşekkirim, özellikle mirî malları zamanında tahsil, tediyatı muntazam icra hususundaki dikkatin makbulü hümayunum olduğundan sana has kürklerimden bir samur kürk, mücevher kabzalı bir hançer gönderdim. Göreyim seni devletimin bütün işlerini tam bir istiklâl ile idare et. İnşallah her hususta hayra muvaffak olursun”. (Cevdet paşa,1973:107:108)

Amerika’daki savaş sırasında Fransızlar top, mühimmat, mütahassıs zabit göndererek isyancılara yardım ediyorlardı. Amerikalılarla İngilizler arasında şiddetli bir harp vuku bulduktan sonra Amerikalılar müstakil Cumhuriyetlerini ilân etmişlerdi. Bu Cumhuriyeti ilk olarak Fransa tasdik edip onlarla bir muahede aktettiğinden 92 yılında Fransızlarla İngilizler arasında harp başladı. (Cevdet paşa,1973:109)

Teşrifatçı müverrih Enverî Efendinin yazdığı tarihin birinci cildi bu esnada biterek Padişah’a arz olunduğunda tarihçiyi taltif zımnında şu hattı hümayun yazılmıştı:

Benim muhlis vezirim, “Teşrifatçı efendinin bu defa yazdığı tarih çok makbulüm olmakla bu hizmeti karşılığında 2500 kuruş ihsanı şahanem olmuştur. Cenabı' Hak Devleti Aliye’me sadakat gösteren rical kullarımı iki cihanda aziz eyliye. Âmin”. (Cevdet paşa,1973:112)

Emirgan yalısının yanında bir camii şerif yapılmasına irade çıktığından derhâl temeli atılmış ve cami sekiz ay zarfında tamamlanmıştır. Padişah hazretlerinin gönül açan o semte rağbetlerini gören halk, yavaş yavaş fırın, hamam, değirmen, dükkân ve yalılar yaparak az vakitte burasını mamur hale getirmişlerdir. (Cevdet paşa,1973:113)

Mültezim güruhundan Hacı Numan, Çorlu havalisinde bazı yerlerin mukataalarını iltizam ederek zenginleşmekte ve İstanbul’dan başka yere zahire satmak yasak iken tamahı yüzünden sattığı duyularak cezalandırılacağını anlamış ve affı için bazılarına sığınmış ise de Sadrazam büsbütün gazaba gelerek Babı Hümayun önünde kellesini kestirdi. (Cevdet paşa,1973:114)

Şevvalin dokuzuncu Pazar gecesi Nişancı tarafında yangın çıktığından derhâl Padişah Sadrazamla beraber yetişmiş güneş doğarken yangın bastırılmıştı. Herkes evine dönmüşken, az sonra Cibali tarafında bir büyük yangın daha zuhur etmiş o da söndürüldükten sonra gece Yeniçeri kışlalarında yangın zuhur ederek beş altı kışla yanmıştır. (Cevdet paşa,1973:115)

Münhal bulunan defter emaneti evvelce bu vazifede bulunup da geçim darlığına düşen Hasan Efendiye merhamet olarak ihsan olundu. (Cevdet paşa,1973:115)

Devleti Aliye’de kimsenin dış işler hakkında bilgisi olmadığından devlet yalnız kalmış ve bundan büyük zararlar görmüştür. (Cevdet paşa,1973:117)

 

 

 

Osmanlı - Hindistan Münasebetleri

1543 tarihlerinde bazı Hint eyaletlerinin yardım talepleri kabul edilmiş olduğu halde buna devam edilmemesi ve sonraki taleplere alâka gösterilmemesi çok teessüf edilecek hususlardandır. Eğer Devleti Aliyenin Hindistan taraflarında dirayetli elçileri bulunmuş ve o büyük kıtada bulunan İslâm devletlerinin korunmasına gayret edilmiş ve Hint ticareti ele geçirilmiş olsaydı şimdi Hindistan’ın bir hayli yeri Osmanlılar elinde bulunur ve oradaki İslâm devletleri de perişan olmazdı. Şimdiki halde büyük kıtanın üçte ikisi İngiliz devletinin elinde olup yüz milyondan ziyade tebaası vardır. Önce Portekizler sonra Hollandalılar, Danimarkalılar ve Fransızlar Ümit burnu yolunun Vasco de Gama tarafından keşfinden sonra ticaret için Hindistan a gelmiş ve birçok yerleri ele geçirmişlerdi. Bu tarihten  70 sene önce İngilizler bir Hint kumpanyası kurarak ticarete ve memleket zaptına başlamışlar ve kısa zamanda rakiplerini oradan uzaklaştırmalardır. Halbuki Ümit Burnu yolu çok uzak ve tehlikeli, kendileri Hıristiyan oldukları halde Hint devletlerinin hiç biri o dinde olmadığı halde, İngilizler gayret bilgi ve sebat ile o kadar münbit ve güzel bir büyük ülkeyi ele geçirmişlerdir. İslâm devletlerinin en şereflisi ve hilâfete sahip olmak bakımından bütün Müslümanların yöneldiği yer olan ve Süveyş ve Basra körfezi gibi kestirme Hint yollarını elinde bulunduran Devleti Aliye, İngilizlerin onda biri kadar himmet etmiş olsaydı neler olmazdı. (Cevdet paşa,1973:76:77)

1782 Yılı Olayları

Şehzade Sultan Mehmet’in Kur’an öğrenme çağı gelmiş olduğundan devletin kadim kaidelerine göre büyük alay tertip olunarak Muharremin sekizinci günü Müneccimbaşı tarafından tayin edilen uğurlu vakitte İncili Köşkünde Besmeleye başlatılmış, arkasından Şeyhülislâm ve Ayasofya şeyhi tarafından Padişah’a dua edilmiştir. (Cevdet paşa,1973:117)

Sadarete geçen Karavezir bu makamda 18 ay ve 17 gün istiklâlle çalışmıştır. Daha başka başarılar beklendiği bir çağda ölmüştür. Gayet dindar, işine bağlı ve çalışkan bir zat olup namazlarını cemaatle kılar, her işi kendisi görmeğe çalışırdı.“Ruzu Hızır” dan önce kuzu kesmeği yasak eden bu zattır. Doğum yeri olan Arapsun köyünde sekiz çeşme han ve dükkân yaptırdığı gibi doğduğu evin civarında Medrese ve kütüphane yaptırmış ve köyünü kazaya çevirmişti. (Cevdet paşa,1973:118)

Belgrat Muhafızı Vezir Mehmet Paşa edip bir şahıstı. Şu şiir ona aittir:

Asaf şarabı aşkı muhabbetle mest olan

Tâ haşredek yaşasa da mahmur olur mu hiç?

Eski Defterdar Emini Hasan Efendi, Evini idareden âciz kalmış olması hasebiyle meşki evvel defterdarlığına getirildi.(Cevdet paşa,1973:119)

Tütün içmenin helâl veya haram olduğu hakkında fakihlerin birçok risaleleri olup caiz olup olmadığının kestirilmesi güç olduğundan, tütün kullanma, öyle yayılmıştı ki bir mecliste on beş kişi toplansa tütün içmeyen ancak iki veya üç kişi bulunurdu. Tütün içme takımları da tekellüf haline gelmiş beş kese akçeye bir buçuk takımı satılmağa başlamıştı.

Kadınların da çok pahalı murassa, telli yaşmaklara rağbetleri arttığından bu da israf derecesine varmıştı. Bu hususlar Padişah’ın kulağına varınca, halk böyle beyhude masraflardan ve gayrimeşru israflardan menetmek üzere Sadrazam’a şu hattı hümayun gönderildi:

“Ulu atalarım zamanında vaki olmayan ve caiz görülmeyen birtakım şeylerin hilâfetim zamanında revaç bulmasına bir türlü rızayı hümayunum yokken birkaç yıldan beri, tütün çubukları imamelerine altın kakma ve envai mücevher taşlar konarak üçer beşer yüz kuruşa alınıp satıldığı ve keza kadın taifesinin tahta papuçlarına gümüş kabara ve sırma taktıkları yakinen malûmu hümayunum olduğundan böyle şeriata uymayan beyhude israfların yapılması ve kullanılması irademe aykırı olduğundan bundan böyle çubuk imamelerine altın kakılmamak« mücevher takılmamak ve tahta papuçlara kabara ve sırma konmamak hususunda icabedenlere tenbihlerde bulunasın uslanmayanları da tedip eyliyesin.” (Cevdet paşa,1973:122)

Ne olursa olsun öteden beri tütün içmek iyi insanlar nazarında çirkin görünmüş iken sülehadan nice kimseler dahi  buna müptelâ ola gelmişlerdir. (Cevdetpaşa,1973:123)

Çıldır Valisi Süleyman Paşa’nın adamlarından bazıları avlanmak için kırlarda gezerken dört ayaklı iri ve acaip bir hayvana rast gelerek diri diri tutmak istemişlerse de mümkün olamayıp öldürerek Süleyman Paşa’ya getirdiler.Hayvan ne görülmüş, ne işitilmiş ve görülmeğe şayan olduğundan İstanbul’a gönderildi. Sadrazam divanına getirildiyse de burada da bir isim verilemeyip Enderun’a gönderildi. (Cevdet paşa,1973:126)

Receb’in yirmi dokuzuncu gecesi Samatya civarında Harabatlar yakınında Keresteci dükkânından yangın çıktı. Derhal Sadrazam ve Padişah yetiştilerse de yangın etrafa yayılarak binden fazla ev ve dükkân yandı.Şaban’ın on üçüncü günü Balat’ta bir yangın çıktı. Padişah ve Sadrazam yangın yerine geldilerse de yangın o gece ve ertesi gün devam ederek Sultan Selim Camii civarındaki bütün evleri Karagümrük ve Hırkaişerif mahallelerini kaplıyarak 7000 ev yandı. Hırkaişerif Padişah’ın babası Sultan Ahmet tarafından yapılmış olduğundan derhâl imarına girişildi.Ramazan’ın on üçüncü günü Cibali’de fresk değirmeni bitişiğinde yangın çıktı.Padişah ve Sadrazam yetiştilerse de yangın söndürülemedi. Narlıkapı, Samatya, Davutpaşa, Langa. Mevlevihanekapısı, Silivrikapı’da birçok evler yandı.Yangından çıkarılan mallar Fatih Camiine, Lâleli Camiine, at meydanına ve boş arsalara taşındıysa da yanmağa devam ettiler. Hatta mallarının başından ayrılmak istemeyen tamahkâr pek çok kimse Lâleli Camiinde mallariyle beraber yandılar.Yanan eşyanın alevinden Fatih Camii ile Lâleli Camiine ve Şehzade Camiinin minarelerine zarar gelmiş olduğundan hemen tamirlerine başlandı. (Cevdet paşa,1973:126-127)

“Doğrular büyük tehlikeye maruzdur” (Cevdet paşa,1973:129)

Tatar kavmi bir Han seçtiklerinde Müslüman Halifesi olması itibariyle Ali Osman Padişahı’na keyfiyet arz ve inha edilecek ve Halife de hiç geciktirmeksizin nişanı şerifi ve teşrifatını gönderecektir. Cuma ve Bayram namazlarında bilumum Kırım cami ve mescitlerinde hutbe Âli Osman Padişahı adına okunacak ve şeriat hükümlerini yürütecek kadılar Kırım ulemasından olacak ve İstanbul’da Kazasker Efendi tarafından şerî izinleri verilecektir. (Cevdet paşa,1973:141)

Kâtipler zümresi saltanat ricalinin en azizlerinden ve devlet hadimlerinin en şereflilerinden olduklarından, bunların mahir, yazı, nişan ve mühim işler yazmağa kadir kimselerden olması, gece ve gündüz kaleme devam etmeleri lâzımdır.(Cevdet paşa,1973:144)

Kırım Hanı Şahingiray Rusların hiylelerile fesatlarının pek farkına varamayacak kadar saf olduğu gibi Frenk göreneklerine uyarak araba kullanmaya, çatal, biçakla yemek yemeye, herkesin gözü önünde içki içmeye de koyulmuştu.

Öte yandan genç çocukları zorla askere alıyor, kaçanları, savsaklıyanları asıyor ve halkın kaldıramıyacağı ağır vergiler toplamaya kalkışıyordu.Şeriatın uygun bulmıyacağı, halkın da dayanamıyacağı böyle yersiz davranışlarından başka Rus İmparatoriçesi Katerina’dan uygun bir rütbe verilmesini istemesi de kendisinden daha çok nefret edilmesine sebep oluyordu. İmparatoriçe, onu Petersburg’daki bir alaya kumandan göstermiş, bu rütbeye mahsus bir kat elbise ile bir de şövalvelik nişanı göndermişti. Artık kardeşleri de bu nefret edenler arasında idi. Halk, onların arkasına düşerek Şahingiray’ın sarayına saldırdı. Şahingiray da, çaresiz bir gemiye atlayıp Yenikale kıyılarına kaçtı. Kırım Halkı Bahadır Giray’ı Hanlığa seçtirdi. (Cevdet paşa,1973:146:147)

Ruslar, o anlaşmada Kırım işinin Osmanlılarca uygun görülen bir çözüme kavuşmasını müsait karşılamışlar, kendi topraklarına katamayacakları Kırım’ı Osmanlı Devletinden kopararak istiklâline kavuşturmak ve o dayanıksız müstakil Devleti himaye etmeli derken ele geçirmek çaresini zamana bırakmayı daha uygun bulmuşlardı. İstedikleri de oluyordu.İşte Katerina fırsat bu fırsattır dedi, ordusunu Kırım'a gönderdi. Koca bir memleketi göz göre zapt etti, istilâ etti. (Cevdet paşa,1973:148:149)

Devletler arasındaki anlaşmalar da böyledir. Fırsat buldukça iki devlet de hele daha güçlü ve azgın olanı bu bağları koparmak, vaktiyle kopardığı kolaylıkların ve ayrıcalıkların ötesine geçmek ister. İsteğini yapmağa kalkışsa karşı taraftan çıkacak zorlukların başına belâ olacağını bilir de her şeyi olduğuna bırakmış görünür ve bir uygun zamanı gözetler durur. Ya kendisi güçlendiyse güçlendi ya karşı taraf zayıfladı mı fırsat bu fırsat, anlaşmayı en güç bir bahane ile bozuverir. Zayıf, toparlanana kadar “ses çıkarmayayım” derken güçlü daha da zorlu olur, karşılıklı konuşmada haklı çıkmaya da çabalar. Kimin, haklı olduğu apaçık meydanda bile olsa devletler mahkemesinde hakimin eli kılıcın kolu olduğuna göre güçlünün yaptığına elbette bir kulp bulur. Kalemle yazılanı kılıç bozar, kılıç kalemden uzundur, daha çabuk ve daha keskin yazar, öyleyse devletlere düşen, barış sırasında boş durmayıp, şu bu israf ve sefahatle vakit geçirmeyip, her dakikasını ilerdeki savaşlara el altından hazırlık için fırsat anı bilip gücünü arttırmak ve hazırlığını tamamlamaktır.

Bu, bütçenin kaldıramayacağı ve ulusun dayanamayacağı kadar bol asker ve silâh toplamakla da olmaz. Asıl mesele, halkı kalkındırmak ve ülkeyi bayındırlaştırmaktır.

Bunun için de ilk yol vergi almak ve plânsız harcamak değil; başka ileri toplumlardan ibret ve örnek alarak fakir milletin boğazından keserek verdiği paraları tam yerine harcamak şarttır.

Bir tarlaya ne kadar çok tohum atarsanız o kadar bol mahsul alınacağını hepimiz biliriz. Bu ürünleri çabuk ve kolay taşımaya araç ve yol, çalışanları beslemeye iyi ve düzgün yiyecek; işleri düzenle yürütmeye uygun ve ileri görüşlü kanun, vakit kaybetmeksizin yapılmalı ve gerçekleştirilmelidir ki yurttaş memnun olsun, memnun oldukça çalışsın, çalışırken devlete servetiyle ve emeği ile iyi hizmet imkânına kavuşsun. Yoksa çiftçi ve çoban gibi kimseleri toplayıp da bol askerimiz oldu diye övünmek ve göz boyamak hiç bir şeye yaramaz, hiç bir iyi sonuç sağlamaz.

Devletlerin ayakta kalabilmesi, yaşayabilmesi düzgün ve tertipli orduların bulunmasına, bu da yüksek masraflara, bu masrafların ödenmesi ise ülkenin ve halkın düzgün, esen ve çalışkan ve bayındır olmasına bağlıdır. Yabancılarla şeref ve haysiyet dairesinde iyi geçinmek de bu tedbirler arasındadır. Devlet adamları, bu konuda aşırı davranmamalı, ne yabancı temsilcilere kafa tutup yukardan aşağı ne de aşağıda kalıp devletin haysiyetini yerde süründürmeye yanaş- mamalıdır. Bilmelidirler ki bir devlet ne kadar güçlü olursa olsun her halde en az bir iki dosta muhtaçtır.

Bizim bu işlerde, asker toplamamız, onları hazırlayarak ülkelerinin bayındırlığını ve halkın iyi geçimini sağlayacak bir program ve plânı hazırlayıp gerçekleştirmekte hiç bir verimli çaba göstermeyişimiz yanında, Ruslar’ın her zaman tedbirli; hazırlıklı olarak bizi tam bir gaflet içinde avladıkları gittikçe daha iyi anlaşılmaktadır. (Cevdet paşa,1973:156:157:158)

Şah Vakıf gerektir ahvale /İş kalırsa vezire vay hale.  (Cevdet paşa,1973:160)

Daha önce bildirdiğimiz üzere, Ruslar Kırım’a girip Bahadır Giray’ı tahttan indirip Şahingiray’ı yeniden Kırım tahtına oturtmuşlarken, Osmanlı Devleti açıktan hiçbir tedbir almamış, doğru dürüst bir tepki göstermemişti. (Cevdet paşa,1973:161)

Rus Generali Potemkin, Katerina’nın beyannamesini Tatarlara okuduktan sonra sözlerine şöyle devam etti: “Artık alabildiğine özgür değilsiniz. Bundan böyle Rusya tebaası sayılıyorsunuz. Bu hale razı olmayıp gitmek isteyenler varsa yol açık; kalacaklar, hiç bir sıkıntıya uğramadan yaşıyabilecekler. Dininize, mezhebinize bir karışan olmıyacak. Hadi bakalım siz de bir bir imparatoriçemize ve devletimize sadık kalacağınıza yemin ediniz”.

Tatarlar neye uğradıklarını o dakika anladılar ama iş işten geçmişti. Artık, Rusya tebaası olmaktan başka çare göremiyenler kaldılar. Bu hale razı olmayanlar da Osmanlı Devleti topraklarına göç etmeye koyuldular. Bu arada Nogaylar başta birçok Tatar ocakları on bin evlik bir kalabalık halinde Ozi’yi geçmek için Kılburuna gelmişler, fakat bu kadar insanı karşıya geçirecek gemi bulunmadığı için, pek çok zahmet çekmişlerdir. (Cevdet paşa,1973:162)

Fas Hâkiminin İstanbul'a Elçi ve Hediye Gönderişi

Fas hâkimi İsmail torunu ve Abdullah oğlu Muhammet tarafından Büyük Elçi olarak İstanbul’a gönderilen  Seyit Tahir’le maiyetinde ikinci elçi Muhammedül Arabi, beraberlerinde birbirinden güzel şekilde eğerlenmiş altı tane emsalsiz mağrıbi atı ile altı zenci köle ve iki tane mühürlü sandık, bir de fağfur eşya ile dolu bir başka sandık getirmişlerdi. Elçiler, daha önce Tunus Beylerbeyisi Ali Paşa eliyle gönderilen hediyelerin kabul olunmasından ve makbule geçmesinden cesaret alarak bunların gönderildiğini bildirdiler. Arada gönderilen başka hediyelerin Cezayir’lilerin araya girmesiyle reddolunmuş görünmesinden üzülen Hâkimin bu sefer bu yeni hediyelerle sadıklığını ve bağlılığını belirtmekten zevk duyduğunu ifade eltiler. Hâkim ayrıca dedesinden kalma tarihî bir kılıncı da kabzasının eskiliğine bakmadan, hattâ bu halini makbul saydığı için değiştirmeden Padişaha özel armağan olarak sunmuş bulunuyordu.Bu sözler Padişaha arzolundu. Şaban ayının yirmi ikinci günü Fas elçileri Padişah tarafından kabul olunmak şerefine erdiler. Bundan önce Fas Hâkiminin hiç bir elçisi, büyük devletlerin elçileri imiş gibi, Padişah’ın huzuruna çıkmak hakkını ve şerefini kazanmamışlardı. Daha önce İstanbul’a gelip geçmiş olan Buhara elçileri gibi bunlara da aynı önemin ve saygının gösterilmesi uygun görüldü. (Cevdet paşa,1973168-:170)

Peygamberin Ayak Bastığı Taşın Şam’dan İstanbul'a Getirilişi

Şam ilinin Havran bucağında eski Şam diye anılan Bassî kalesinde kutsal bir taş bulunduğu öteden beri söylenip duruyordu. Vezir Mehmet Paşa Şam valisi iken o kutsal taşı o kaleden almış, Şam’a getirip Emeviye Camiinde yerleştirmek istemişti. Şimdiki Vali Derviş Mehmet Paşa “Bu taşı eski karara uyarak Emeviye camiine mi yerleştirelim, yoksa İstanbul’a mı gönderelim?” diye soruyordu. Hazreti Muhammed’in genç yaşta ticaretle uğraşırken, Şam’a geldiğinde, kervaniyle bu kale yakınına konmak için inerken ilk ayak bastığı taşın bu olduğuna, oraların halkı inanmışlardı.

Bu dar ve buhranlı zamanda böyle kutsal bir taş İstanbul’a getirilirse, bir ferahlığa yol açabilir inanışı ile hemen yola çıkarılması Padişahın emri ile Valiye bildirildi. Taş, üç ay içinde, büyük törenlerle İstanbul’a geldi. Bütün şehir sarayın gösterdiği büyük ilgiye uyarak ayaklandı ve bu taşın yoluna düştü.Kutsal taş, Bahçekapısı yakınındaki Abdülhamit Han Hazretlerinin ihya ettiği bir yere konuldu. Sonradan taşın ne dereceye kadar kutsal sayılabileceği  Peygamberin ayağının o taşa gerçekten değmiş olup olmadığı üzerinde tartışmaya cüret edenler olduysa da bir kere kutsal sayılmış, halk da ondan bir medet ummuş, ona bir hürmet duymuş olduğuna göre, gerçekten o mübarek ayak o taşa değmiş ve üstelik iz bırakmış kabul edildi. Aslı yoksa bile böyle sayılması, İstanbul’a bu kadar karışık bir zamanda böyle kutsal bir taşın gelmesi elbette uğur ve bereket getirici olmuştur. (Cevdet paşa,1973:187:188)

Mısır’dan İstanbul’a Gelen Paralar

İrsaliye Hâzinesi denen Mısır hâzinesi Haremeyne verdiği tahsisattan gayrı, İstanbul’a her sene para gönderirdi.Bu para gelince merasimle Maliye hazinesine teslim edilirdi.Yavuz Sultan Selim devrinde irsaliye hâzinesi olarak her sene İstanbul’a gelen para 600.000 florindi ki şimdiki hesapla 60.000 kese akçeydi. Florin her tarafta geçen Venedik altınıdır ki yaldız altınına muadildir. Sonraları florin tabiri değiştirildi. Şimdiki on kuruşa denkti.Bu suretle irsaliye hâzinesi otuz milyon kuruştu. Fakat zamanla ihtilâller ve kargaşalıklar yüzünden Mısır varidatı azala azala I168 senesinde iki bin keseye inmişti.Ali Beyin isyanı sıralarında bu para İstanbul'a gönderilmez olmuş ve Mısıra Vali dahi tayin edilmez olmuştu. Gitgide isyanlar yüzünden Osmanlı Devletinin bu varidatı iyice azalmış ve asi emirlerin zulmünden halk bizar olmuş nihayet Mısır Cezayirli Haşan Paşa eliyle tedip edilmiştir.(Cevdet paşa,1973:214:215)

Hind Elçilerinin Gelişi

1786 senesi Zilhicce ayında Bağdat Valisi Süleyman Paşa’dan Babıaliye gelen mektupta Hindistan Kanpaya diyarından Patent eyaletinin hükümdarı Tipo Sultanı’nın bazı hediyelerle elçilerinin geldiği ve yedi kıta gemiyle Mısır’a çıktıkları bildiriliyordu.Tipas Sultanının arzusu Halifeye bağlanmak olup Patani ilinin Menkir ve Bender şehirlerinin bütün mahsulünü Padişah’a vermek istediklerini bildirmek ve burasını idare etmek için bir vali gönderilmesini istemekti. Gönderilen mallardan Frenklerden olduğu gibi % 3 gümrük alınması isteniyor nümune olarak firenkkârı tüfenk, tabanca, ve on iki saat suda kaldığı halde kuru kalan bant gönderileceği ve Bağdat’ta bulunan evliya türbelerine hediyeler verileceği bildiriliyor. Elçilerin yanında 20 adet Tavuskuşu, 3 tane Dudu kuşu, 20 siyah maymun ve bir siyah fil gönderileceği yazılıyordu. Padişah sefirlerin İstanbul'a gönderilmelerini ve yanlarına 300 kişi verilmesini Bağdat Valisine bildirdi. Elçilerin ifadesine göre Tipo Sultanı’nın muradı Halifeye bağlanmak ve bunu teyit için Patani beldelerinden ikisini bütün ürünleriyle beraber Padişaha hediye etmek olduğunu ve bu maksatla oraya bir Vali gönderilmesi ricası idi. Gerçi devletler arasında hediye alıp vermek alışılmış bir şey idiyse de Tipo Sultanının yaptığı gibi toprak hediye etmek görülmemiş bir şey olduğundan elçilerin gelmesi merakla bekleniyordu.Nihayet Gulam Ali Han, Nurullah Han, Lütfü Ali Han ve Cafer Han namında dört elçi 1787 senesinde İstanbul'a gelerek Reisülküttap Süleyman Feyzullah Efendiyle görüşlüler. (Cevdet paşa,1973:217:218)

 

 

Sinop’taki Rus Konsolosunun Kaçıp İstanbul'a Gelişi

Rusya’nın ısrarı üzerine Sinop’ta da bir konsolos bulundurulmasını Osmanlı Devleti kabule mecbur olmuştu. Sinop halkı şimdiye kadar Rus bayrağını kendi şehirlerinde çekilmiş görmedikleri için telâşa düşmüşler ve konsolosluk önünde birikerek bağırıp çağırmışlardı. (Cevdet paşa,1973:189)

0 vakitler Osmanlı Devleti erkânı devletler bilgisinde acemi idi. Aralarında anlaşma lâzımken ihtilâflardan kurtulamazlardı. Ve işler bozuk düzen giderdi.(Cevdet paşa,1973:269)

Bir Fransız mimarı tarafından tersanede yapılan 59 zira genişliğinde bir kalyon tamamlanmış ve “Mukaddemei Zafer” adını almıştır. (Cevdet paşa,1973:273)

Dürzüler

Dürzülerin batıl inanışlarından birisi de Fatımi hükümdarlarından hâkim Biemrihi’nin Allahlığına inanmalarıdır.Bu hâkim beşinci asırda zuhur eden Mansur Ubeydi’dir ki Astrolojiye fazla rağbet ettiğinden. Dürzüler de ona uyarak bu bilgilere dalmışlar, başka ilimlere rağbet etmemişlerdir. Hâkim Biemrihi Rafızî’dir.Dürzüler Kuran’ı Kerim’e kendilerine göre mâna verirler. Meselâ: Namaz insanı fuhuştan ve haramdan tenzih eder, mânasındaki âyeti “fuhuş ve haramdan maksat Ebubekir ve Ömer’dir” diye yorumlarlar. Dürzülüğün esası Ebûbekir ve Ömerden nefret etmek ve Ali’yi sevmektir. Onlarca hakiki namaz hâkimin ulûhiyetini tasdiktir. (Cevdet paşa,1973:209)

Nuseyriler

Nuseyriler Lazkiye ve Trablus yörelerinde, dağlarda otururlar. Onlar da batıniyeden olup Dürzüler gibi görünüşte İslâm olmakla beraber, tenasühe inanırlar.Batıl inanışlarda Dürzülere benzemekle beraber, bazı hususlarda onlardan ayrılırlar. Meselâ: Dürzüler iffetli olup zinadan kaçınırlar ama Nuseyriler zinayı mübah sayarlar.“Bir kadının imanı kendi mezheptaşlarına nefsini vermesiyle kâmil olur” derler. Bunlar da birçok fırkalara ayrılmış olup bazıları kadınları hayvan derecesinde sayarlar ve ölünce yok olduklarına inanırlar.Her dindeki adamın ruhunun o dinden başka dine geçtiğine inanırlar. Bazıları insan ruhunun yırtıcı hayvanlara geçtiğine inanırlar. Ülûhiyetin son olarak Hazreti Ali’ye intikal ettiğini ondan da göklere çıkarak güneşe yerleştiğini kabul ederler. Bu sebepten gün doğması ve batmasında güneşe secde ederler. Camileri olmadığından, evlerde toplanırlar. Bu toplantı yerleri mahrem olup yabancı biri girecek olsa onu gizlice öldürürler. En büyük bayramları 4 Nisan Nevruz günüdür. (Cevdet paşa,1973:210:211)

Arnavutlar

Arnavut taifesi aslen serkeş bir kavim olup, topraklarına göre nüfusları fazlaca olduğundan rahat oturamazlar dışarıya saldırırlar, her yere zarar verirlerdi. Arnavutluk’un birçok nahiyeleri ocaklık suretiyle birer hanedan verilmiş olduğundan ölümlerinde rütbe ve mansıpları oğullarına geçerdi. Birçok Arnavut Paşalar başkaldırır, bunların üzerine asker yollamak uzun mesafe dolayısiyle pek mümkün olmadığından haklarında yumuşak muamele olunurdu. (Cevdet paşa,1973:244:245)

 

 

 

Çerkezler

Çerkezler, Sultan Abdülhamit Han hazretlerinin zamanlarında Ferruh Ali Paşa Çerkezistan valisi bulunduğu sırada İslâm şerefiyle müşerref olmuşlardır.Özet olarak Kafkas halkının çoğu Müslüman olup güneyden ve kuzeyden hücum eden İran ve Rusyalıların tesiri altında kalmışlarsa da çok defa Padişahın himayesine mazhar olmuşlar ve Osmanlı hilâfetini kabul ederek Devleti Aliye’ ye meyletmişlerdir. (Cevdet paşa,1973:226:227)

Osmanlı Devletinin Ruslarla çarpıştığı esnada Kabartaylılarla anlaşmak istemişse de Padişah Birinci Abdülhamid’e verilen tezkerede bulunan cahilane fikirler yüzünden bu işe muvaffak olunamadı.

Bu tezkerede Kabartaylıların kime ait olduğunu devlet adamlarımız bilmemekteydiler. Böylece Ruslar, Osmanlılara ait olan bu ülkeye yerleşti.Osmanlı devleti vezirleri, böyle gaflet uykusuna dalmış oldukları sırada Ruslar adım adım Kafkasyayı ele geçirerek Anadolu'ya sarkmağa başlamışlardı. Bu gafletin sonunda Ruslar hem Kırım’ı, hem Tiflis’i ele geçirdiler ve İran Hanlarına da söz geçirmeğe başladılar.Osmanlı vezirleri bu sırada İslâmiyet dolayısiyle Padişah’a kalben bağlı olan Kafkas ahalisini kazanmak için hiç bir şey yapmamışlardır.Halbuki Rusya imparatoriçesi Katerina ve Generali Potemkin bu havali beylerine boyuna kıymetli hediyeler yollamaktaydılar.(Cevdet paşa,1973:229)

Bir Çerkez, on Nogayı esir alabilir. Ele geçirdikleri esirleri döğüp sövmezler, yemesine içmesine itina ederler. Çerkezlerde hırsızlığı ayıp saymazlar, yiğitlik sayarlar, hırsızlığa kadir olmayanlar adamdan sayılmaz.Gençleri yaşlılarına kul gibi hizmet ederler.Velhasıl Devleti Aliye hizmetine lâyık ve acayip mahlûklardır.Dilleri belirsiz harflerden yapılır. Kendileri vahşi ve dağlı adamlar olup hayırla şerri, küfürle imanı birbirinden ayıramazlar. Ferruh Ali  Paşa zamanına kadar aralarında meşru nikah yoksa  da karı kocanın birbirine bağlanması lazım idüğünü idrak ederlerdi. (Cevdet paşa,1973:233-234-235)

Çerkezistan’la Devleti Aliye’nin Münasebetleri

Çerkezistan gerçi 200 seneden beri Devleti Aliye’nin elindeydi. Fakat Kırım’ın mülhakatından sayılarak idaresi Kırım Hanlarına bırakılmış olduğundan ne Devleti Aliye Çerkezlerin halini bilir, ne de onlar Devleti Aliye’yi tanırdı.

Cengiz Hanları çocuklarını kabileler içinde terbiye ettirdiğinden Çerkezistan Kırım Hanlarının çiftliği mesabesindeydi. Ve kabile beyleri de onların süt babaları idi.Öylece Çerkezler Tatarlarla ülfet edip başkasiyle temasları yoktu. Devleti Aliye’den başlarına zabit ve vali gönderilmediğinden din ve devlet tanımazlar ve dünyada Tatarlardan başka adam olduğunu bilmezlerdi.

Ruslar Kabartay havalisini ele geçirip dalga dalga içerlere akmağa başlayınca Çerkez kabileler işin vahametini görüp bağımsızlıklarını korumak için 91 senesinde Rusya’yla harbe tutuşmuşlardı.O sırada Devleti Aliye’yle Rusya arasında gerginlik bulunduğundan Canikli Ali Paşa Kırım başbuğu tayin olunup 1778 yılında Kaptanıderya Gazi Haşan Paşa ile o tarafa gidip Soğucak limanına demir attıktan sonra Çerkez kabileleri Osmanlı askerini ilk olarak işte burada görmüşlerdir.Osmanlı askerinin kendilerine nazaran muhteşem olan kıyafetlerini görüp hayran kalmışlardı. Osmanlı askeri alış veriş için kendilerine madenî para verince bunun ne olduğunu anlayamamışlardı. Paşa 1782 senesinde yola çıktı. Soğucak kalesine vardığında kale muhafızlarının kendisini karşılamadığını görünce hayret etmişti. Kaleye girince bütün askerin açlıktan ölmüş olduğunu gördü.

Çerkez kabileleri isimlerini de yavaş yavaş değiştirerek Ali Paşa'nın taktığı İslâm isimlerini almağa başladılar. önceleri doğan çocuklarına köpek adını verirler, mutlu köpek, yürük köpek, keskin köpek gibi adlar takınırlardı. Ali Paşa onlara Mehmet, Ali. Haşan, Hüseyin gibi yeni isimler verdi. Çerkezler bu yeni isimlerini güç hâl ile öğrendiler. (Cevdet paşa,1973:237-239-240)

Ferruh Ali Paşa’nın ölümü

Paşa, fazilet ve kemâl ehli idi. Yanındakiler onun kerametine inanırlardı. Hele yepyeni bir alem mesabesinde olan bir diyara gidip vahşi kabileleri dine davet etmesi, Anapa gibi boş bir yerde bir şehir kurması büyük başarı olup bu uğurda uykusunu rahatını ve bilcümle varını feda etmiştir.

Yalnız, İstanbul’a köle ve cariye hediyesi hususunda cömert olmadığı için bazı devlet adamları aleyhine dönmüşler ve “kabilelere dağıtacağım diye hâzineden 5000 kese aldı bunu telef etti, fütuhatını genişletirse devletin başına gaile çıkaracak” diye dedikodu yapmışlardı. Canikli Ali Paşa bu sırada da kızının ölümü bütün arzularını söndürmüş olup, ahirete yönelmişti. Hatta Elhamdülillahi Rabbülalemin, ayetindeki (Rab) lâfzı ebcet hesabiyle 500 sayısına uyduğundan 1786 yılında öleceği manasını çıkarmıştı. 1785 senesi Şevval ayında bütün yapı ustalarını toplayıp kendisi de amele gibi çalışarak, yaptırdığı camiin yanında bir türbe yaptırarak oraya gömülmesini vasiyet etti.

Kendisini hasta hissedince kâtibi Haşim Efendi’yi çağırarak “Yakında öleceğimi devlete bildirin. Bu kaleye ehliyetli adam hazırlasınlar” diye emir verdi.Türbesinin inşası bitince o gece karisiyle beraber türbede ibadetle meşgul oldu Kadın, kâh dehşet içinde, kâh Paşasını yanında görüp müteselli olurdu. Paşa bu minval üzere geceleri türbede kalır gündüzleri hükümet işlerine bakardı. Her gün “Nöbet vurulsun ve devletin şanı yüceltilsin” diye emir verirdi. Kırk gün bu şekilde dolunca, “Artık vakit tamamdır ancak birkaç gün mihmanlığımız vardır” dedi. Bu sırada Paşa kapıcı başı Hüseyin Ağayı, Nakibüleşrafı, ve imam Efendileri çağırtıp Hüseyin Ağayı vekil bırakıp, yeni vali gelinceye kadar nizama halel getirmemelerini tenbih etti. Vasiyetini tamamladıktan sonra bir seccade serdirip üzerine oturarak ismi Celâli söylemeğe başlamış ve (Hüve) hatimesini söylerken ruhunu teslim etmiştir. Allah sırrını aziz eylesin.(Cevdet paşa,1973:241:242)

Fenerli Beyler zamanında Buğdan Eyaletinin masraf defteri

Cizye                                                                        500.000 Kuruş

Bayram hediyesi                                                       60.000

İstanbul’a gizli hediyeler                                            250.000

Sadaret Makamına sunulan                                       14.000

Kırım Hanı’mn memuruna                                         9.000

Hotin kalesi tayinatına                                               16.000

Kırım Hanı’na                                                           45.000

Eyalete gelen Paşalara                                             120.000

Eyalet Beyi’nin İstanbul’a giden adamlarına               650.000

İslâm askerine Bayram hediyesi                                4.500

Hastahanelere                                                          2.000

Eyalet Beyi’ne âmediye                                             12.000

İstanbul’a gönderilen posta Tatarlarına                      70.000

Bey’in Rumca ve Türkçe kâtiplerinin kırtasiyesi                    1.000

Saray’ın mefruşatı                                                    36.000  

Saray hademesinin elbisesi                                      4.000  

Mutfak masrafları                                                     40.000 

Sarayın halkına bahşiş                                              30.000 

Papazlara ve kiliselere                                              30.000  

Bey’in maiyet askerine                                              32.000   

Arnavut tüfeklerine                                                   20.000   

Mehterhaneye                                                         15.000  

Bey’in karısına yaşmak parası                                   38.000

(Cevdet paşa,1973:241:274-275)

Vasıf Efendi Sefaretnamesi:

1787 senesi Ramazan’ın on beşinci Pazar günü Tophane önünden demir alarak Şevvalin dokuzuncu Çarşamba günü İspanya sahillerinde Katalonya eyaletinin başkenti olan Barselona şehri önüne vardık ve vardığımızı toplarımızla ilân ettik. Gemimize gelen karantina memuru bizi fazla, beklettiğinden kendisini top ateşimizle yine gemimize çağırdık.

“Bu gecikmenin sebebi nedir” diye sorduk. “Bizde karantina işleri çok mühimdir. Mimaska adasında hastalık zuhur etti. Mısır, İstanbul ve Afrika’dan gelenleri karantinasız geçirmemek için kralımızın kesin emri vardır.

Hele sizin geleceğiniz devletimiz tarafından bize bildirilmedi. Kaderinize lâyık ikramın ne olduğunu bilmiyoruz” diyerek bin defa özür dileyip “Minorka adasında oturacaksınız” dedi. Fakat Minorka’mn uzak olduğunu bildiğimizden karantinayı Barselona da geçirmenizi talep ettik.

“Başka yere gönderirlerse geri döneriz. Hediyelerimiz de mahvolur” dedik. Böylece karar verildi. Bir gün daha gemide kaldık. Karantina mahallini hazırladılar. O gün maiyetimizden on kişiyle gemiden çıkıp yeni yapılan köprüden geçerek ikamet edeceğimiz yere vardık. Barselona’nın muteber yerleri ve askeri çok olduğundan bir General emrindeymiş. Bütün zabitler sahile gelip itizar ettiler ve aşinalık ettiler. B ir dahi özürlerini kabul eyledik.

Karantina mahalli etrafı hendekle çevrili olduğundan seyirciler etraftan gelip uzaktan merhaba ederlerdi. Ve ömürlerinde devletimizin adamını ve kıyafetini görmediklerinden büyük şaşkınlığa düşerlerdi.

Burada 27 gün oturduktan sonra hekimleri gelip fert fert adamlarımıza baktılar sonra Devlet-i Aliye’nin şanına lâyık alay ile çıktık. Şehre çeyrek saatlik yol olduğu halde öyle kalabalık vardı ki konağımıza beş saatte vardık.

“Cennet şehri” derlermiş, şehir iki kat sur ile çevrili hendeği derin limanı mahfuz olup Cezayirlilerden korktuklarından daima muhafaza altında bulunur. Kral ve oğlu mülakatımıza talip olup haber gönderdiklerinden altı yedi gün ikametten sonra kralın mukim olduğu şehre azimet olundu. Hareketimizin beşinci günü Tartusa şehrine indik. Onuncu günü Belgiya şehrine vardık. Burada da kalabalıktan zahmet çektik. Şehirlerden ve köylerden gelen halk konağımızı ihata ederdi.

Belgiya şehrinin Generali gelerek: “Kral tarafından maiyetinize memuruz, aşçılarınızı verin âdetinizce yemek hazırlasınlar, ziyafetimiz var” dedi. Aşçıları gönderdik. Evvelce Barselona’daki Generale mükemmel bir bohça verilmişti. Bu ikinci General, Başvekilden sonra gelen adam olduğu için devletin şanını göstermek için bir mükemmel bohça da ona verildi. Buna karşılık iki şişe zeytinyağı yollamış. İspanya halkının alçaklığı ve adiliği bundan anlaşıla. Bu şehir derya nehri kenarında olup, deryaya üç mil mesafede bağ ve bahçelik bir yerdir.

Bir gece burada kalıp yola çıktık ve yirmi altıncı günü kralın bulunduğu Granka’ya vardık. Şehre yarım saatlik mesafede kralın teşrifatçıları ve tercümanları kralın faytonunu getirdiler konağa onunla geldik. Mihmandarımız muteber bir kimseydi. Merdiven başında bizi karşıladı ve kral namına hatırımızı sordu. Bir saat sonra otuz tabla üstünde envai şekerlemelerle bir maiyet adamı geldi. Teşrifatçıları bu adamın rütbesini haber verdi, kendisini bir mücevher enfiye kutusu ile taltif ettik. Ferdası günü teşrifatçıları gelip alay ve sair âdetlerini bir kâğıda yazıp bize arzetti.

Avrupa âdetleri bizim devletimizde cari değildir” dedik. “Evvelâ Başvekille görüşmek adettir” dediler. Biz ise "ancak tebdilen varılır, yoksa kralla buluşmadıkça varılmaz” dedik. Bu bapta çok mücadele ettik.

Kendileri çokça korktular. Biz ise şüpheyi gidermek için: “Sırf dostluğumuzu teyit için geldik” dedik ve evimize döndük. Granka’da bize bir küçük konak tedarik eylediler. Hediyelerimizle oraya girmemizi rica eylediler. Bir kolaylık olsun diye kabul ettik. Lâkin Avrupa’da orta elçilere yapılan muameleyi yapmayı murat ettiler. Çünkü Moskof elçisi: “Bizim âdetimiz Osmanlı elçilerine huşunetle sözümüzü geçirmektir” demişler. Aramızda çok tartışıldı. Biz ise “gerçi unvanımız orta elçidir Ama başkaları gibi değiliz. Elçilik geçici bir nesnedir. Bizim Devlet-i Aliye’de kadrimiz vardır ve her devletin kaidesi kendisine mahsustur” diye dayatıp Allah’ın izniyle Büyükelçi muamelesi yapmağa mecbur ettik. Hakkımızda öyle tazim eylediler ki başka devlet elçileri kıskandılar. Ve haset ateşiyle yandılar.

Madrid vilâyeti, Granka’ya on dört saat mesafede olduğu halde kralın emriyle bütün beyzadeler Madrit’ten getirtilip mülakat gününe hazırladılar. Mülakat günü olarak Pazar tayin edildi. O gün teşrifatçılar on beş kadar süslü at gönderdiler. Ve Padişah hediyelerinin o gün gitmesini istediler. Bunun üzerine evvelâ 20 torba Yemen kahvesi münasip nesnelerle arabalara yükletildi. Sonra kral kendi atlarından üçünü gönderdi.

Bu atlara Padişahin gönderdiği mücevherli eğerler takıldı; her birine Padişahımızın hediyeleri birer adama verilerek seyredenlerin gözleri fa l taş ı gibi açılmış olduğu halde yola düzüldü. Nihayet hediyeler saraya vardı. Kral ve oğullarının seyir için saray avlusuna indikleri haber alındı. Bir saat sonra name-i hümayunu kethüdamız makamında olan bir atlı adamın eline verip muhteşem bir alay ve sonsuz bir maiyetle gittik.

Bu fakir, kürk giymiş ve kâtibi sarık sarmıştı 2 5 kadar adam önümüzde ve arkamızda kavaslar üç nefer çavuş, kralın akrabasından altı beyzade bir miktar atlı ve piyade askeri önde yürüyüp kendilerine mahsus davul ve zurnalarını çalarlardı. Sağımızda ve solumuzda kralın birer muteber adamı, arkamızda bizim tercümanımızla, onların baş tercümanları yürüyorlardı.

Saraya yüz elli adım mesafede ileri gelenler sıraya dizilmişlerdi. Zabitleri yaklaşıp baş eğerlerdi. Seyircinin çokluğu ise tarif olunmazdı. Evlerin pencereleri doluydu. Yollardan kalabalıktan at bile geçemezdi.

Hatta seyir için bir pencerenin yüz kuruşa kiralandığı söylendi. Bu hal ile saraya girdik. Merdiven başında teşrifatçılar bizi karşılayıp kendi usullerince tazim göstererek bizi odaya aldılar. Kral ayak üzerindeydi. Sağında Başvekil, solunda Hind-i garbi vekili, generaller, kralın akrabası ve devlet ricali ayakta duruyordu. Biz nâmei hümayunu büyük saygıyla kethüdamızın elinden aldık, üç kere öpüp başımıza koyduktan sonra, başımızdan yukarı tutarak yavaş yavaş krala doğru yürüdük. Kral karşımıza geldiğinde gür sesle: “Yer yüzü Padişahlarının en büyüğü, en kudretli, azametli, kerametli Padişahım Sultan Abdülhamit Han hazretlerinin haşmetlü İspanya kralı cenaplarına inayet ettikleri nâme-i hümayundur. İspanya Devleti’nin talip olduğu sulhu tekit, dostluğu takviye iradesiyle Padişahımız, mektup ve hediyeleriyle bizi elçi tayin buyurdular” dediğimizde kral 75 yaşında bir titrek ihtiyar olmakla nâme-i hümayuna el uzattığında namenin mehabeti dolayısıyla mektubu eline alamadı.

Başvekil yardım etti. Kral, Küçük İspanya’nın kralı olarak Devlet-i Aliye’yle barışı kendisinin yaptığına şükür edip ağlamağa başladı ve: “İnşallah iki Devletin halkı ve tüccarı rahat ederler. Bizim Ali Osman Padişahına karşı samimi olduğumuz şüphe götürmez. Çünkü İspanya’nın karşısına büyük bir düşman çıktığında Devlet-i Aliye’nin imdat vaadini kıyamete kadar unutamayız” dedi.

Biz dahi: “Devlet-i Aliye mürüvvetti bir devlettir” deyip lâzım geleni söyledikten sonra veda tavrı almışken kral; “oğullarım size pek mütahassırdır” dediğinden yol üzerinde üç oğluna ve kızma uğradık, çok tazim ettiler. Kralın faytonu emrimize verildiğinden onunla evimize geldik. İspanya’ya gelen elçiler, öteki elçilere ve asillere ziyafet vermek adet olmakla kral bizi masariften korumak için Başvekilin ziyafet vermesini tembih etmiş. Bize haber verdiler. Reddi kabil olmadığından davet üzerine kalkıp Başvekile gittik.

Başvekil, oda kapısında karşıladı. Altın ve gümüş kaplarla sofrayı süslemişler. Sadrazamımızın, Başvekile olan mektubunu o gün verdik. Bunlar haşin ve devlet merasiminden habersiz olduklarından bize öteki Avrupa elçileri gibi muameleyi murat eylediler. Kâtipleri ve teşrifatçıları Kudüslü Ermeni olup fesat ve şeytanlıkta eşleri yoktu. Baş tercüman konağımıza gelip, Devlet-i Aliye tarafından kralın oğullarına ve karılarına ve Başvekile ve öteki ricale derecelerine göre hediye vermemizi istediler. “Bizim elçimiz İstanbul’da şu kadar verdi, siz de tedarik edip verin” dediler.

Biz: “Devlet-i Aliye tarafından imparatorlara ve krallara elçi gönderildiğinde, bunlardan gayrı kimseye hediye verilmediği devletimizin kaidelerindendir. Gerçi öteki devletlerden gelenler bizim ricalimize verirler, ama devletimizin verdiği görülmemiştir” dedik. Fakat çok ısrar ettiler bu hediyeleri vermezseniz kralla buluşamazsınız, bunlar inatçı ve kibirli bir taifedir, işi krala duyurmak münasiptir” dediler. Biz de münasip surette krala duyurduk. Kral; “Osmanlı Devleti’nin hediye vermesi mutad değilse de elçi hazretleri kendi tarafından imkân nispetinde bazı İstanbul yadigârları verirse memnuniyetimi mucip olur” demiş.

Biz de çaresiz kalıp İstanbul’da tedarik ettiğimiz eşyadan veliaht’a ve oğluna altın bir kılıç, gümüşle donanmış bir tüfek, bir kürk, serapa elmasla süslü mineli bir hançer ve bir miktar ıtriyat, avretine bir kat iyi cins hamam takımı verdik. Başvekile hançerden maada veliaht’a verilenin aynı ötekilere de derecelerine göre tarafımızdan hediyeler verildi.

Kral ve maiyeti buna mukabele etmedikleri gibi verdikleri tayinat masrafımıza yetmedi. Memleketleri öyle bir kıtlık üzereydi ki tarif olunmaz. Günde üç koyun alınırdı, her koyun 12 Kuruşa sadeyağ 2 Kuruş, bir araba odun 40 Kuruş, bir tavuk 40 para idi

B ir gün Kral’ın meşhur bahçesine gittik. Çok ağaç vardı. Havuzlar ve acayip heykeller bulunuyordu. Temaşadan sonra avdet ettik. Topçu umuruna memur general tarafından Granka’ya iki saat mesafede Skaya adlı yere davet edildik. General bizi karşıladı. Ziyafetten sonra talimhaneye girdik. Burası hendese aletleriyle doluydu. Kale muhasarası ve diğer askerlik usulleri burada öğretilirdi. Son yaptıkları lâğım ve top talimlerini gösterdiler. Maharetleri malûm oldu. Burada İslâm ve saireden kalma garip eserler gördük. Burada güzel çuhalar dokunur. Bir eski darphanesini seyrettik. Kral bizi Üskurba adlı yere davet etti.  İspanyada at nadir olduğundan faytonlara katır koşarlardı. Bu katırların ücretleri inanılmayacak kadar yüksektir. Granka’dan Üskübra sekiz saat mesafe olup üç yerde katırlarımızı değiştirdiler ve buna karşı 77 riyal ücret aldılar. Ferdası gün kral gelerek bizi ava davet etti.

Kral ihtiyarlığına rağmen senenin her gününü avla geçirir ve işleri Vekillere bırakırmış. Her ne zaman Padişahımızın adı geçse, büyük Padişah unvanıyla yâd ederdi.

Ertesi gün ava çıktık. Maiyet ricali ve elçiler vardı. Veliaht şapka çıkarıp bizi selâmladı. Biz de dostluğa lâyık davrandık. Büyük bir sürgün avı yapıldı. Kral bir geyik yüreğini yardırıp içinden diş gibi bir kemik çıkardı. Eldivenini çıkarıp kanını sildi ve bir kâğıda sarıp bana verdi: “Doğum güçlüğüne karşı ilâçtır” dedi. Etraftaki elçiler haset ettiler: “Biz Kral’ın bu iltifatına bütün varlığımızı verirdik” dediler.

Üskürba dedikleri yer, aslında bir manastır olup içinde kütüphanesi vardır. Endülüs’e Frenkler girdiğinde İslâm’a ait kitapları toplamışlar ve bu manastır’ın iki yerine yerleştirmişler. Biri yanmış ki içinde 12.0 0 0 cilt kitap varmış. Şimdi kalan yerde 5.0 0 0 cilt kitap bulunuyor.Kitap fihristini aldım. Üstte ehli İslâm kitapları altında kendi kitapları vardı. İslâm kitaplarını inceledim. Eski yazıyla on kadar Mushaf vardı. Fıkıh, Kelâm ve Hadise dair sayısız kitap vardı. Çok mütahassis ve müteessif olduk.

Bir gün sonra Madrid’e giderek bir saraya indik. Çok tekellüfü mesireli ve havuzlu bir mahaldi. Madrid payitaht olmakla kalabalıktı. Seyircilerden soluk almağa mecal kalmıyordu. Hele yemek adabımıza baktıkça parmaklan ağızlarında kalıyordu. Maiyetimizde bulunan sazende ve hanendeleri pek beğendiler.

Kral’m emriyle bütün ileri gelenler bizi birer kere yemeğe çağırdılar. Kendilerine mahsus bizi sıklete duçar ettiler. Kanunları hilafına Başvekilleri üç defa konağımıza gelip bunun sadece Devlet-i Aliye’ye mahsus bir ikram olduğunu hissettirdiler: Başkent Taledo şehri iken havası ve suyunun güzelliği dolayısıyla Madrid’i seçmişler.Kral sarayı şehrin kenarındaydı. Bütün binaları taştandı. Amerika’dan getirilmiş bazı nebatlar ve ağaçlar ekilmişti. Burada bir çeşit menekşe gördük ki insanın parmağı dokunduğunda titreyip hareket ederdi. Fransa’da olduğu gibi bunlar da, şehre bir saat mesafede havuzlar yapıp gemileri havuzlardan aşırdıklarını gördük. Madrid'in meyvesi azdır. Endülüs’ten getirirler. Üzümünün kabuğu kalındır.

4,5 ay ikametten sonra memlekete dönmek üzere ruhsat istedik. Nâmei hümayunun cevabını verdiler. Sahilde Kartaca iskelesine gittik; gariptir ki oraya vardığımızda mihmandar gelip, Devletimizde Osmanlı elçilerine kürk ve at vermek adet değildir. Size bunun bedelini gönderdiler diye 3 50 0 riyal getirmişti. Onu tayinat bedeline mahsup ettiler. Elçi tercümanlarına, Devlet-i Aliye günde onar kuruş verdiği halde bizim tercümanımıza bir habbe vermediler.

Hareketimizin on ikinci günü Mersiye adlı şehre vardık. Burası İşbili’ye benzer. Halkı oyuna ve eğlenceye düşkündür. Yüzsüzdür. On beşinci günü Kartaca iskelesine indik. Yanımıza bir binbaşı ve dört nefer vermişlerdi. Onlara hallerine münasip hediyeler vererek Devletin şanını tamamladık. Kartaca sahilde bir metin kaledir. Geniş limanı vardır. Mükemmel tersanesi ve levazımatı vardır. Orada hazırlanan firkateyne bindik. Hava iyi iken bozulduğundan Malta Adasına uğradık.

Eksiklerimizi tamamlamak için. Orada üç gün oturduk. İslâm esirlerine ikram ettik. Endülüs ülkesi, dört köşeli geniş bir iklim olup İspanyol halkı orta boylu esmer, mizaçları sıcak ve kuru, sevdaya meyilleri fazla olup, övünmesi fazladır. Batıl dinlerinde taassupları sonsuzdur. Halkın ahvali perişan yeme ve içmeleri kıt ve kötü. Halk üstlerine düşmeyen işlerle uğraşıp düşmanlarına hile düzmekle uğraşırlar. Harp fennini öğrenmek için birkaç yerde talimhaneleri vardır. Piyadesi süvarisinden iyidir ve çoğu başka memleket halkındandır. Mektep çoksa da halk maarife düşkün değildir. Hatta bir hazık hekimleri bile yoktur.

(İspanyol halkı, Rum taifesine muti idiler. Sonra Gotlar İspanya’yı aldılar. Got kralı bir İspanya beyi’nin güzel kızını zorla almak istedi, kız, Müslümanlardan istimdat etti. “Gelip bu memleketi alın” dedi. Bunun üzerine Tarık bin Ziyad ve İbni Musa askerle Septe boğazından Endülüs adasına geçtiler. Got kralı 100.000 askerle karşı koydu. İslâmlar muzaffer oldu. Kral öldürüldü. Bütün meşhur şehirleri hicri 90 yılında İslâmların eline geçti. Yedi sekiz yüz sene İslâm hükümdarları burada hüküm sürdü. Sonra İslâm emirleri birbirlerine düştüler ve 900 tarihine kadar bütün Endülüs kâfirlerin eline geçti.

Halen İspanyalıların Asya’da, Afrika’da ve Amerika’da bütün devletlerden fazla topakları vardır. Limanlarında 10 0 parça büyük gemileri bulunur. Amerika’dan yılda dokuz milyon altın gelirleri vardır. Toprak gelirleri de on bir milyon akçeyi bulur. Lâkin İngilizlerle olan harplerde çok masrafa girdiklerinden, şimdi borçları fazladır. Bunlar

İspanyadaki madenlerini yüz üstü bırakıp, yenidünyadaki madenlere itibar etmişlerdir. Madenle uğraştıklarından çiftçilik azdır. Zahireyi Afrika’dan alırlar. Bu sebeple Fas hükümdarlarını müdafaa ederler.

Cezayirliler İspanya ile anlaşıp çok menfaatler sağlamışlardır. İspanya’nın Cezayir’de 120 0 esiri bulunmakta, her bir esir bin riyale satılmaktadır. Hatta ölen esirlerin bile parasını alırlar. Cezayirlilerin dindarlığı kâfirlere çok tesir etmiştir. Biz Barselona’dayken Cezayirliler iki Ceneviz gemisini gözümüzün önünde kaçırdılar. (Cevdet Paşa,1973:282-292)

 

               

 

 

Sultan Birinci Abdülhamid  Dönemi Diğer Olayları

Ordu, tam hazırlığını bitirmiş, Rusya sınırına hareket etmeye hazırlanmıştı ki Avusturya’nın da aradaki anlaşmayı bozduğu ve topraklarımıza saldırmaya niyetlendiği haberi geldi. (Cevdet Paşa,1973:293)

Ordu Davutpaşa kışlasının yakınındaki meydanda yedi gün kalıp hazırlıklarını tamamlamış, tam Yeniçerilerin de çıkarıldığı gün yağan şiddetli bir yağmur bütün düzeni daha başlamadan bozmuştu. (Cevdet paşa,1973:294)

Bu sefer için Osmanlı ülkesinin her yerinden serdengeçtiler seçilip orduya kaydolunması kararlaştırılmıştı. Bu arada Kütahya’lı Abdi Ağa da beş yüz serdengeçti bulup orduya katılması için emir almıştı. Gerçi zamanında İstanbul’a gelmiş, yanındakilerle birlikte Davutpaşa meydanında orduya yetişmiş, Sadrazam eliyle hil’at giymişti ama sonradan topladıklarının beş yüz dediği halde iki yüz elliyi geçmediği, bunları toplamak bahanesiyle de bütün vilâyet halkına olmadık zulümler ettiği, para toplayıp zimmetine geçirdiği anlaşılınca ordu Çekmece konağında iken başkalarına ibret olsun diye öldürüldü.

Yusuf Paşa’nın ciddiyeti, himmeti ve dirayeti ile bundan önceki seferlerde olduğu gibi, ordunun geçtiği yerlerde mal ve can kayıbına sebep olmasına, Hıristiyan ve Yahudi Osmanlı tebaasına kötülük etmelerine meydan verilmedi. Şu kadar ki yeni başkomutanın tezcanlılığı yüzünden ordu ile harekete geçmesi gereken bazı ağırlıklar, Davutpaşa’da kalmıştı.Neden sonra güç belâ sevk edilerek Edirne’ye yetiştirilebildi. (Cevdet paşa,1973:295)

Yolların bozukluğu ve taşıtların azlığı, Edirne’ye gelene kadar orduyu iyice yormuştu. Edirne’de on beş gün olsun kalmak, dinlenmek, toparlanmak gerektiği kanısına varıldı. (Cevdet paşa,1973:296)

“Recep ayında artık fırtınalar dinmiştir” diye donanmanın Karadeniz’e açılmasında acele edilmesini isteyenler ağır bastılar. Halbuki Kaptan Paşa, “daha fırtınaların arkası kesilmedi, hâlâ tehlike vardır” diyordu. Kırım’ı kurtarmak amaciyle Anadolu kıyılarında bekleyen askerin bir an önce yola çıkmasını isteyen yetkililer Kaptan Paşa’nın ileri sürdüğü özrü makbul görmediler. Donanma, Boğazdan kırk elli mil açıldı, güneş batacağı sırada çıkan fırtına; geri dönmeyi gerektirdi. Bu yersiz ve acele çıkış yüzünden üç kalyonla bir büyük salın sulara gömülüp gitmiş olduğu anlaşıldı. Karaya vuran bu gemilerde bir kısım asker, düşmana silâh atmaya imkân bulamadan boğulup gitti. Donanma böyle birkaç kere denize açılmava girişip yaz geçti. En sonunda Şaban ayının on dördüncü günü lodos çıktı da gemilere engine açılma kısmet oldu.

Derya Kaptanı Gazi Haşan Paşa Osmanlı devletine büyük yararlıkları dokunmuş güler yüzlü arslan özlü, doğru sözlü bir kimse idi. Mısır’da bulunduğu sıralarda da iyi hizmet görmüş, oradan topladığı vergi ile İstanbul’a dönüp donanmanın eksiklerini tamamlatmak imkânını bulmuştu. Bir aralık devlet hâzinesi dara düştüğü zaman, kendi adamlarından olup da Sadrazam olmasına önayak olduğu Koca Yusuf Paşa'nın delâleti ile kendisinden Birinci Abdülhamid’in borç istemesi üzerine geceliyin Topkapı sarayına on iki bin kese, akçeyi teslim edecek kadar da zengin ve fedakârdı. Bu kadar büyük yararlıkları olduğu halde hiç de şımarmamış, kirlenmemişti. (Cevdet paşa,1973:297)

İstanbul’un hali de ayrıca yürekler acısı idi. Yiyecek içecek, ekmek, un, her şey yok denecek kadar azalmıştı, insafsız esnaf her şeyi kendi bildikleri gibi alıp sattıkları için fakirler ve yoksullar - ki İstanbul halkının büyük çoğunluğu idi - büyük sıkıntı çekiyordu. Yağın, mumun ismi var cismi yoktu.

Ekmek alabilmek için fırın kapılarında toplanıp bekleşenler günden güne artıyordu; birbirinden sıra kapmak ve ekmek aşırmak için kanlı bıçaklı olanlara rastlanıyordu. İstanbul Kadısı bir türlü gereken düzeni kuramıyor diye azolunmuştu. Esnaf bu hali fırsat bilmiş gibi bir paralık şeyi on paraya satmaya kalkışıyordu. (Cevdet paşa,1973:302)

Ozi kalesinin düşman eline geçtiği haberi Birinci Abdülhamid’in yüreğine inen bir felâket oldu. Sadrazam vekili, “böyle şeyler olabilir, kaç kere böyle kaleler düşman eline geçti, tekrar geri alındı” gibi avutucu şeyler yazdı ise de hamiyetli Padişah “ben bunları biliyorum ama benim yandığım devletteki gevşekliktir” diyordu. (Cevdet paşa,1973:304)

Etin okkası on sekiz paraya çıkmış, mumun tanesi bir paraya bile bulunamaz olmuştu. “Halimiz ne olacak?” diye halkın feryada başladığı Abdülhamit Han’ın kulağına gidince “Allah için olsun şu zahire maddesine bir çare bulunsun” diye Sadrazam vekiline emirler göndermeye koyulmuştu. Karadeniz’den emniyetle zahire getirebilmeleri için tüccar gemileri savaş gemilerinin himayesini istiyorlardı. İstanbul’daki bütün yetkililer Payitahtın böyle dertlerine çare aramaktan devlet işlerini ve dış münasebetlerini yürütmeye değil düşünmeye bile vakit ayıramıyorlardı. Hiç bir taraftan, önce tahmin edilenin yarısı kadar olsun vergi geldiği yoktu. Koca Osmanlı ülkesi, karışıklıklar, kıtlıklar, soygunculuklar ülkesi olmuştu. (Cevdet paşa,1973:306)

Padişah, bütün İstanbul’daki yetkililer, Payitahtın derdine çare ve sarayın masrafına karşılık arayıp çırpınırlarken Başkumandandan gelen feryat işi büsbütün karıştırmıştı. Tezelden üç dört bin kese gönderilmezse ordunun açlıktan kırılacağı acı ve açık anlatılıyordu.

Bu feryada İstanbul’dan ancak kuru dua ile karşılık verilebildi. Koca Padişah büyük vezirine şöyle yazdı: “Benim büyük vezirim ve Başkumandanım. Nasıl sıkıştığını ve paraya nasıl ihtiyacın olduğunu biliyorum. Eğer bende paraya benzer bir şey olsa kendi harçlığımı da göndermek isterim. Böyle zamanda senden bir şey esirgenebilir mi? Sen de hâzinelerin halini bilmiyor değilsin. Bu akçe tedariki düşüncesi gece gündüz benim rahatımı kaçırıyordu. Oralardan ordu zoru ile gelecek yılın vergileri toplanamaz mı dersin? Haklı olarak istediğini toptan gönderemezsem de elimize geçebildikçe parça parça üçer beşer yüz kese göndermekte kusur etmeyeceğim. Vallahilazim bu akçe maddesi beni uykusuz bırakıyor. Allah yücedir, uludur.Devlete imdat etsin. Allah için olsun siz de bir şeyler düşünün. (Cevdet paşa,1973:307)

Bu yetmiyormuş gibi İsveç Elçisi, Osmanlı Devleti Rusya ile savaşa girişince kendi devletinin de bir uçtan Rusya’nın eline geçirdiği topraklarını ve haklarını geri almak için harp açmaya Osmanlılar tarafından sevk olunduğunu, buna karşılık baştan vaad edilen sekiz bin akçanın hâlâ verilmediğini hatırlatarak, devletinin bu parayı acele istediğini bildirdi. (Cevdet paşa,1973:309)

 

 

 

 

 

 

 

                              SULTAN 3.SELİM DÖNEMİ (1789-1807)

Üçüncü Selim’in ilk terfi ettirdiği kimseler, Şehzadeliğinde herhangi bir fırsat ve sebeple yakınında bulunup kendisine yararlığı olanlardı. Çeşitli sebeplerle haklı haksız şuraya buraya sürülmüş olanları affetmeyi, İstanbul’a getirtmeyi, onlara yeni refah imkânları sağlamayı da unutmadı. (Cevdet paşa,1973:311-312)

Artık ordu yağma, ulûfe (Padişah bahşişi) bekler hale gelmişti. Asker olanlar yalnız bu iki çıkarı düşünüyorlar, yağmanın bol olduğunu sandıkları cephelere gitmek, ya da İstanbul’da kalıp bel bahşişe konmak istiyorlardı. Akılları - fikirleri bunlardaydı artık. (Cevdet paşa,1973:313)

Birbirini tutmaz sızlanışlar kulağına çalındıkça veya yazılı olarak eline geçtikçe Üçüncü Selim şaşırıp kalıyor; Sadrazam kaymakamına şöyle yazıyordu: “Devletin gelirini, giderini nelere nasıl harcandığını sizler de benim kadar biliyorsunuz. Eğer bana şimdilik kuru ekmeğe razı ol deseniz ben peki derim, razı olurum. Başkasının düzensizliğine, tedbirsizliğine filân el atacak olsam (Babası da böyle idi, ne faydası oldu sanki?) deyip çıkıyorlar. Siz söyleyin bana Allah aşkına; devlet elden gidiyor, sonra ne yapsak kâr etmeyecek; bu devlette sizin de hakkınız var. Siz de bu batacak geminin içindesiniz. Ben bildiğimi söyledim. Siz de söyleyin: ne yapalım, ne çatalım. (Cevdet paşa,1973:314)

Memleket İdaresindeki Bozukluklar

Savaş hazırlıklarının kolaylıkla tamamlanması, bütün Osmanlı ülkesinde güven ve düzenin sağlanmış olmasına, Müslüman veya Hıristiyan bütün tebaanın malından ve canından hakkiyle emin bulunmasına ve böylece kendilerinden istenen vergiyi haklı ve adaletli bulup gönül rızası ve varlık imkânı ile verebilmelerine bağlı idi.Halbuki uzunca bir süreden beri, baskılar ve soygunlar o kadar alıp yürümüştü ki, hele sınırlara yakın yerlerde, devletin Hıristiyan tebaaları ya bulundukları yerde 'soyulmuş soğana çevrilmiş’ ya da başka yerlerde yerleşip geçinmek için savuşup gitmişlerdi. Devletin bu şartlar içinde ne savaşa hazırlanması ne de doğru dürüst idareyi devam ettirmesi akla sığabilirdi.Gerçi seksen iki seferinin getirdiği perişanlık, devam ediyordu. Ruslar’la ikide bir patlak veren anlaşmazlık yüzünden orduyu hep seferi tutmak gibi büyük eziyete ve masrafa katlanılıp duruluyordu. Fakat asıl harap eden, devleti asıl eli böğründe güçsüz bırakan, bu savaşlar, bu masraflar değildi. Eyaletlerin ayan denilen saray dalkavuğu ve halk düşmanı zenginleri, kadıların hemen hepsi, irili ufaklı bütün memurlar, seferberlik vergileriyle harçlarının birkaç katını kendileri için fakir halktan topluyorlar, vermeyeni dövüyorlar, malını alana kadar canını çıkarıyorlardı.

Şöyle ki: Vezirlerden biri eyaletlerden birine atanıverince, öteden beri adet olan “caize” leri ödemekle yetinemiyorlar. Sadrazamlara ve başka Padişah yakınlarına birer miktar peşin para ve hediye dağıtmak zorunda kalıyorlardı. Onlar da bunun acısını elbette gittikleri eyaletin sırtından çıkaracaklardı. Valilerse huzursuzluk arttıkça şu bu sebeple sık sık azlolundukları için, vezirler Anadolu’dan Rumeli’ye, Rumeli’den Anadolu’ya böyle yer değiştirdikçe, her yeni gelen, bir öncekini aratırcasına, uzun yolların dehşetli masraflarını daha ilk aylardan çıkarmaya bakıyorlardı. Ülkenin bayındırlığı, yeni memurluk yerinin zenginliği ve esenliği hatırına gelmeden dağıtıp harcadıkları parayı yarı yarıya olsun toplayabilmenin kaygısına düşüyorlardı. Bu yüzden, fukaranın ellerindekini alıyorlar, ayan diye eyaletlerinin şu bu köşesinde sözü geçen kimselere yeni pâyeler verip onlardan peşin para koparıyorlar, bu defa da öylelerinin yeni soygunlarına göz yummak durumunda kalıyorlardı. Koydukları vergileri, yüklettikleri haracı veremeyenlerin mallarını göz kırpmadan yok pahasına satıp isteklerini elde ediyorlardı. (Cevdet paşa,1973:315-316-317)

Sultan 3.Selim tahta çıkınca bir danışma toplantısı düzenledi. Toplantının gündemi “ülkedeki baskıları kaldırmak, haksızlıkları gidermek; adaleti sağlamak ve yaymak, idareyi tertipleyip düzeltmek yolunda alınacak tedbirlerin madde madde konuşulması ön söziyle sunuluyordu. Gündemin okunması bitince reis vekili yerine döndü. Herkes yerine oturdu. Üçüncü Selim, herkese birden hitap ederek düşüncelerini serbestçe söylemelerini istedi.

İlk söz alan Hamidîzade Mustafa Efendi, işi yumuşatmak, bu bozukluğun sorumluluğunu eski devirlere yüklemek istedi:Gerçi - dedi - zulüm var, fakirlik var; baskı var, perişanlık var ama bunların hiçbiri sizin zamanınızda olmadı ki, zamanınızda alınan tedbirler işleri düzeltmek üzeredir."

Bunun üzerine kaleler nazırı Hacı Numan, Bey gözünü kırpmadan gerçeği söylemek niyeti ile söz aldı:

       Padişahım, bu kulun taşralıyım. Halkın durumu yürekler acısıdır, bıçak kemiğe dayanmıştır, memleket içindeki fakir halk sızlanıyor gibi feryat etti.

Bundan cesaret alan eski defterdar Hakkı Bey de halkın nasıl soyulduğunu, memleketin nasıl perişan hale geldiğini açıkça belirtmekten kendini alamadı. Ordudan gelenler, ordunun durumunu içinden bilenler de olan biteni açıkça ortaya döktüler. Onlar konuştukça Şeyhülislâm ve Kaymakam Paşa, tasdik eder gibi görünen fakat iyimserliği elden bırakmayan yumuşatıcı bir şeyler söylemeden, uzlaştırıcı ve uyuşturucu karşılıklar vermekten geri durmadılar.

Sonunda "sözlerin başı, başların sözüdür” kuralına uyularak Padişah’ın dinlenmesine geçildi. Padişah da herkese ayrı ayrı seslenip her birine ödevlerini şöyle hatırlattı:

       Bak Şeyhülislâm Efendi. Kadılarla nevvapların rüşvet alıp para yiyişleri artık herkesin dilinde. Bunların ceza görmesini ve adaletin doğru dürüst yapılmasını senden isterim.

       Bak Kaymakam Paşa vezirlerle valilerin zulümlerine bir son vermeyi senden bekliyorum; haberin olsun.

-— Bak Sekban başı askerlik işlerini bir hale yola koymanı, orduya yararlı er bulmayı, orduda düzenin kurulup pekişmesini senden istiyorum.

Bu teker teker hitaplardan sonra tekrar daha celalli bir sesle ortalığa haykırdı:

       Bütün bu istediklerim, kendim için değil, devlet için. Her kim dine ve devlete hiyanet ederse başını keserim ve yerine adam bulurum; evlâdım olsa korumam.

(Amma bu dağ da doğura doğura bir fare doğurdu)

Kaymakam Paşa söz alıp  “Siz yorulmayın artık Padişahım; biz uyarılacağımız kadar uyarıldık; hemen Şeyhülislâm Efendi” nin konağında toplanıp gereken acele tedbirleri alalım diye huzurdan ayrıldılar. Bir iki defa şöyle böyle toplandılar, şu bu ufak tefek kararları alıp onu da pek gerçekleştiremediler.

Bu arada birçok kimselerin kendilerini tekaüt defterine kaydettirerek durup dururken, sefer ve savaşla zerre kadar ilgileri yokken devlet hâzinesinden para almalarının da bir uçtan önüne geçilmesine çalışıldı. (Cevdet paşa,1973:318:319:320)

 

Anadolu ve Rumeli’nin her tarafında halkın istediği kimseleri iş başına getirmek, bunların seçiminde ve atanmasında valilerin işe karışmamasını sağlamak, şehir kethüdalarının seçimine ve atanmasına da kadıların ve naiplerin el atmasını önlemek, kitabına uydurarak alınmakta olan yersiz haramlara bir son vermek bütün devlet memurlarının ancak hâzineden alacakları paralarla geçimlerini sağlayacakları kanaatini uyandırmak, böylelikle rüşvetçileri ve yiyicileri devlet hizmetlerinden uzaklaştırmak esasları üzerinde  ısrarla durulmaya başlandı. (Cevdet paşa,1973:321)

Devletin paraya ihtiyacı olduğu için Sultan Selim, İspanya ile Cezayir dolayısıyla bir anlaşma yapılmak üzere olduğunu, İspanya’nın bize teşekkür borçlu olduğunu hesaba katarak, onlardan borç istenmesinin daha doğru olacağını hatırlattı. İlgililer gereken temasları yaptılar. İspanya elçisi: “Devletim Avrupa'da tarafsızlığını ilân etmiş bulunuyor. Devletinizin herhangi bir Avrupa devleti ile savaşa girmek için sarfına mecbur olduğu parayı bizim borç olarak dahi vermemiz bu tarafsızlığı açıktan açığa bozmak olur” yollu yalan yanlış bir mazeret ileri sürdü.

Akçe darlığı öyle korkunç bir hal almıştı ki, değil Felemenk’ten veya İspanya dan (bunlar ne de olsa bir devletti) Fas hakiminden, hatta Cezayir ve Tunus ocaklarından bile borç alınması düşünülmüş, onlara da başvurulmuştu. Fakat her yerden para yerine özür dileme mektupları geliyordu.

Halkın son zamanlarda içkiye düştüğünü, sarhoşluk vakalarının arttığını haber alan Padişahın ağzından “Öyleyse meyhaneler kapansın” emri çıktığından rakının ve şarabın alım satımı kesinlikle yasaklandı.

Devlet büyüklerinin ve idare adamlarının birbiri ile yarış edercesine, daha şık giyinmek, ev halkını daha süslü gezdirmek, ev eşyasını daha gösterişli düzenlemek gibi modalara kapılarak ellerine geçen parayı, böylelikle çarçur edip ya borçlanmağa, ya rüşvet almak suretiyle geçim yolunu tutmaları anlaşıldığından böyle israfların ve sefahatlerin önüne geçilmesi düşünüldü. Daha iyi geçineceğim, ev halkımı daha süslü gezdireceğim, ev eşyamı daha gösterişli tertipliyeceğim diye memleket parasının dışarıya gitmesine sebep olanların bundan sonra göze battıkça cezalandırılacakları, memleketin fakirliğine ve yoksulluğuna uygun düşecek, bu yoksullukla alay eder gibi gösterişe sapmayacak bir sadelikle giyinilip kuşanılması kesin buyrultularla herkese duyuruldu. Ama asıl dert, bu gibi teferruattan ibaret olmayıp, rüşvet ve hatıra riayet (iltimas) başta geliyordu. Kimse, ehli olduğu için bir işin başına getirilmiyor, ya birinin yakını olduğu ya birine para yedirdiği için o işe kayırılmış bulunuyordu. Marifet, bunun önüne geçebilmekti ki herkes, ancak hizmete ehil, halka yararlı; devlete sadık olabilmekle işinde tutunabilsin. (Cevdet paşa,1973:322-323)

İşte devletin para darlığı gittikçe artarak devam edip dururken ve kâh Felemenk’ten, kâh İspanya’dan borç almaya boş yere uğraşılıp dururken bu sefer de İsveç elçisi Rusya’ya savaş açması yüzünden istediği paranın verilmesi için devleti sıkıştırmaktan geri kalamıyordu. Ona red cevabı verilmemesi, İsveç devletinin dost kalmasının sağlanması Padişah’ın baş isteklerinden biri olduğu için her gün bir yeni oyalama ve avutma ile vakit geçiriliyor, o arada başka elçilere de oyalayıcı sözlerden başka bir şey vermek elden gelmiyordu. (Cevdet paşa,1973:324:325)

Askerlere bir arada yemin ettirildi, ağlandı, sızlandı. Fakat iş muharebeye gelince yine savuşan savuşana, kaytaran kaytarana. Ne doğru dürüst siper kazan var, ne siper de dayanıp duran, ne saldıran var doğru dürüst ne saldırıya karşı koyan. Düşman, tedbirli, plânlı; bizimkiler kararsız dağınık. Kumandanlar cahil, asker çapulcu. Mukadder hezimet, belli yenilgi, gelmekte gecikmedi.

Bozgundan toparlanıp ne yapacaklarını düşünen askerlerin arasına düşman geliyor haberi yayılınca can havliyle nehire atlayanlar ve boğulanlar içinde Reisül- küttap (O zamanki Dışişleri bakanı) bile vardı. Ve artık yenilgiler, bozgunlar birbirini kovaladı. Akkirman Semendere, Belgrat birbiri arkasına düşman eline geçti. Ve artık başlarına kim geçerse geçsin, karşılarına az çok, yeni eski hangi düşman çıkarsa çıksın, yeniçerilerin yeni bir zafer kazanmaları şöyle dursun asker denilmeyi hak edecekleri zerre yararlıklarının dahi artık görülemeyeceği gün gibi meydana çıkmış oldu... (Cevdet paşa,1973:329)

Yeni Padişah bir iki bölgede olsun zafere benzer bir iki başarı, kazanmadan barış masasına oturmayı şanına lâyık görmedi. Bu yersiz tavır ve inad zaten düzensiz, bakımsız ve perişan Osmanlı ordusunu bozgundan bozguna sürüklemiş oldu. Bir iki kale kurtaralım da alnı açık bir barış masasına oturalım derken, bir ara bütün Rumeli toprakları tehlikeye düştü.(Cevdet paşa,1973:333)

Bu son savaşlarda Osmanlı devletinin kayıbı üç yüz otuz bin insanla beş - on parça gemiden ibaret kalmıştır. İsveç krallığı ise üç gemisini feda etmekle kurtulmuştur. Rusya’nın kayıbı iki yüz bin askerle irili ufaklı on - beş yirmi kadar gemi olsa gerektir. Avusturya yüz otuz bin asker kaybetmiştir. Görülüyor ki en çok asker kaybeden, Osmanlı Devleti olmuştur. Son zamanlarda yeniçeriler, hemen hep atlı oldukları için, savaş meydanlarından kolay savuşabilmişler ve pek esir düşmemişlerdi. Bizim kayıplarımız hakkında verilen rakamlara da pek güvenilemez. Çünkü Osmanlı orduları o zamanlar Avrupa orduları gibi düzenli ve tertipli değildi. Her çeri başı, emrindeki askeri olduğundan çok fazla gösterirdi ki ona göre erzak ve para alabilsin. Bu yüzdendir ki yabancı kaynakların yüz bin dedikleri birlikler çoğu zaman elli bini bile bulmazdı. Sivil halkın ne kadar kayıp verdiğini de ancak Allah bilir. Bu kayıplar ölümden ziyade başını alıp başka yerlere göçmek seklinde de olmuştur. Sınır kaleleri halkı arasında savunmaya katılarak şehit olanların haddi hesabı yoktur. (Cevdet paşa,1973:335)

Sultan III. Selim yıldızlardan ahkam çıkarmağa taraftar değildi. Tahta çıktığında, donanmanın denize açılması için ve müneccimler tarafından tespit edilen tarih için şöyle bir ferman çıkarmıştı. “Her gün Allah’ın günüdür. Benim yıldızlara asla itikadım yoktur. Allah’a güvenerek donanma ne gün münasipse o gün açılsın”. Şu var ki işleri müneccim sözü ile yürütmek o derece yaygındı ki, Padişah’ın yenilik taraftarı olmasına rağmen, eski adetleri kaldırmak mümkün olmuyordu. Bu sebeple Padişah ikinci bir fermanında, “müneccimlerin dilediği yapılsın” dedi Kaymakam Paşa Padişah’a verdiği bir yazıda, “zindanlarda öldürülen Müslümanların denize atıldıklarını biliyorsunuz. Halbuki bunların akrabaları ölülerini almak istiyorlar. Onun için bunları akrabalarına verelim” demişti. Padişah’ın buna cevabı şöyle oldu. "Bu usul eskimiş bir usuldür ve beyhude konmamıştır. Eski kaideleri bozmak sakıncalıdır. Devletimizde merhamet artınca düzen bozuldu.” (Cevdet paşa,1973:342)

Memlekette işler bozuk gittiğinden. “Devletin kuvveti artıncaya kadar, harp yapılmasın” fikri hakimdi. Fakat Sadrazam Yusuf Paşa ani olarak Moskof sefirini hapsedip, harp açtı ve Sancağı Şerifi ortaya çıkardı. Oysa son harplerden beri gerek Anadolu gerek Rumeli zülumler yüzünden viran olmuştu. Vezirler sık sık değiştiriliyor. Bazen bir memuriyete bir senede dört ayrı vezir geliyor, vezirler yerlerine gitmeden, mutemetlerini yolluyorlardı Kudretli Vezir de yoktu. Mevcutlar yalancı bir ihtişama düşmüşlerdi. Varlarını, yoklarını, süse döküyorlardı. Bu yüzden sarraflarda artık borç para vermez oldular. Orduda kâfi nakil aracı yoktu. Bostancıbaşı İstanbul’da ne kadar kira arabası varsa el koydu. Sadrazam harbi bir senede bitirebileceğine söz verdiği halde uzayıp gidiyordu. Kıtlık başlamıştı. Bunun üzerine Padişah kimin elinde gümüş ve altın eşya varsa hâzineye versin diye fetva çıkardı.

Ulemadan tek bir kişi gümüş teslim etmedi. Haremi hümayunda bulunan kıymetli eşya da darphaneye gönderildi. Bezzazistan basılarak, bütün altın ve gümüşe el kondu. (Cevdet paşa,1973:340:341:342:343)

Sadrazam Padişah’a Ordunun hareket plânı hakkında bir yazı göndermişti. Padişah ona verdiği cevapta şöyle diyordu. “Bunlar güzel lâkin hep olmuştu olacaktı lâflarından ibaret. Ortada müspet bir iş yok. Düşman durmuyor. Böyle gevşeklikle iş görülmez. Ben iş isterim. Nerdeyse yaz bitecek Allah göstermesin düşman bir zafer kazanacak olursa. Bana kim cevap verecek? (Cevdet paşa,1973:345)

Kumandan Ahmet Paşa sarayından çıkmıyordu. Azli lâzım geliyordu. Fakat yerine gelecek kumandana hiç olmazsa 20 bin asker verilmesi lâzımdı. Orduda para yoktu. Zahire de kıttı. Asker dağılıyordu. Sadrazam ısrarla İstanbul’dan para istiyordu. (Cevdet paşa,1973:346)

Eski yeniçeriler siperlerde iken kazanları kaynar ve çorbaları çıkardı. Şimdi bu nizam bozulmuş, onlara hiç bakılmaz olmuştu. Aç kaldıklarından ordudan kaçıyorlardı. Kaçanlar, bulabildikleri atlara biniyorlardı. Halbuki bunların yaya olması kadim kanundu. Padişah Selim III. Rusya’ya taarruz edilmesini istiyor. Serdarı Ekrem türlü bahanelerle bunu geciktiriyordu. Bunun üzerine Padişah şu fermanı yolladı: Benim vekili mutlakım,

Nemçe barışını biran evvel yapıp, Rusya'ya saldırasın diye kesin emir verdim. Sen bir taraftan, Prusya elçisini bahane ediyorsun, bir taraftan da, askere güvenemediğini yazıyorsun. Bu nasıl iştir. (Cevdet paşa,1973:348)

Eskiden bir yere bir vezir göndermek bir ordu göndermek kadar önemli ve ciddi sayılırdı. Şimdi ise ikişer 3 er ay hizmet görmüş türediler, vezir yapıldığından maiyetlerine söz geçiremiyorlardı.  (Cevdet paşa,1973:349)

Ruslar bütün güçleri ile İsmail kalesine saldırmışlardı. Kale muhafızı Mehmet Paşa tabyalarda dolaşırken esir düştü. Başsız kalan asker, son neferine kadar harbe devam etti. Osmanlı ordusu 30.000 asker kaybetti. Ve böylece İsmail kalesi düştü. Ruslar bu harpte 15 bin kişi zaiyat vermişlerdi. (Cevdet paşa,1973:349:350)

Sadrazam Gazi Paşa Muhadiye meydan muharebesinde gösterdiği yararlıktan dolayı, sadarete getirilmişti. Ama askerlik başka, devlet işleri başka idi. Bu sebeple Sadrazamlıkta, büyük hatalar işledi. Bu büyük yükün altında ezilip kaldı. Devlet işlerini şuna buna, tevdi etti. Bu yüzden kısa zamanda azli lâzım geldi.Padişah, Sadrazamlık için aday göstermelerini Şeyhülislâm’dan ve Kaymakam Paşa’dan istedi. Fakat bu zatlar, aday göstermekten çekindiler. Bu yüzden iş istihareye bırakıldı. Şeyhülislâm rüyasında bir şey göremediğini ifade etti. Sultan Selim III. rüyasında 3 defa Cezayirli Gazi Haşan Paşa’yı gördü. Bu da kıdemli bir vezirdi. İradesi kuvvetli idi. Pek çok şeyler görüp geçirmişti. Kafası genç kendisi yaşlı idi. Sadarate lâyık görüldü. Mührü hümayun kendisine gönderildi. (Cevdet paşa,1973:338)

Gazi Hasan Paşa’nın ölümünden sonra, yerine adam bulmak zorlaşıyordu. Şeyhülislâm’ın reyine göre Rumeli’deki vezirlerin isimlerine havi bir liste Padişah’a sunuldu. Bu isimler arasında kura çekildi. Kura Rusçuklu Hasan Paşa'ya çıktı. Böylece Sadrazam, oldu. Hasan Paşa Rusçuk ayanındandı. Bir müddet sürgünde kaldıktan sonra, Cezayirli Hasan Paşa’nın Sadarete getirildiğini duyunca affını istedi. Kendisine sadaret mührü verildiğinde, hiç bir iltiması bulunmadığı için bu teveccühe şaşırıp kalmıştı.Sadrazam Rusçuklu Hasan Paşa’nın Mahmut Hüdai Efendi’ye intisap ederek, Üsküdar’daki Tekkeye bıraktığı, irattan gayrı bir parası çıkmamıştır. (Cevdet paşa:1973:352 )

Daha sonra Padişah Bosna valisi eski Sadrazam Koca Yusuf Paşa’yı seçti. Bu husustaki ferman şöyledir. “Sen ki Yusuf Paşasın, eski Sadrazamlığında, benim arzuma göre hareket etseydin, seni azletmezdim, ama sen böyle yapmadın. Değil Vezirlere, bayağı adamlara bile yakışmayan zulumlere giriştin. Garez beslediğin adamlara zulmettin. Artık böyle huylarından vazgeçmişsin diye seni yine Sadrazam tayin ettim. Allah etmesin. Eski kötülüklerine yine cesaret ettiğini duyarsam, bu defa azlinle yetinmem. Kazaya uğrarsın. Sen doğru ol. Fukaraya şefkat göster. Rüşvet alma. Kimseye garez besleme, Allah’ın ve benim rızama göre davran, harp hazırlığı olarak zahire ve levazımı vaktinde topla. (Cevdet paşa:1973:352 )

Dönemin Bazı Olayları

Cemazülahir’in ikinci günü şiddetli yağmurlar İstanbul’da nice evleri yıkmış ve nice ocakları söndürmüştü. Yağmurun deniz suyu gibi acı olduğu söylenir.

Şevvalin 22. Pazar gecesi saat 5 de başlayarak 20 dakika ara ile 5 defa ve sabahdan akşama kadar 4 defa ve ertesi gece 3 defa şiddetli zelzele oldu. Müneccimler, bu zelzeleleri Yunanistan’da kan döküleceğine alâmet saydılar. (Cevdet paşa,1973:340)

Şeylülislâm Hamidizade Mustafa Efendi devrinin, seçkin bir bilgini olduğu gibi, namaz ve niyazında bir adam olduğundan, Şeyhülislâm olunca din ve devlete çok hizmet edeceği umulmuştu. Gerçekten de, ehliyetlileri iş başına getirmiş, sefihlere sert davranmak suretiyle ilim kariyerinin ispatına gayret etmiştir. İlim kariyeri vaktiyle gerçek ilim adamlarına ve faziletli kişilere ait iken zamanla, nizamları bozulmuş birçok cahiller karışmış, ve bu kariyer içinde gerçekten bilgin denecek adamlar azalmıştır. Bir kısım hoca efendiler de devlet işlerinden habersiz duacı gürühü olarak gerçek alimlere karşı bir gurup olmuşlardı. Artık kazaskerlerin beraatından faydalanamıyordu. Fakat kılık ve kıyafetleri ile halk nazarında itibar sahibi olduklarından yine reylerine başvuruluyordu. Selim 111. bu kariyerin islahını çok arzu ediyordu. Hamidizade’yi bu maksatla Şeyhülislâm yapmıştı. Fakat o makamının bağımsızlığını sağlamak için ünlü küsleri sürgüne gönderme yolunu tuttu. Bu meyanda Selefi, Dürrizade Arif Efendi’yi Kütahya’ya müftüzade Ahmet Efendi’yi Ankara’ya,Kâmil Efendi’yi Keşan’a sürmek üzere Padişah’tan izin istedi. Padişah, böyle üç eski Şeyhülislâmın birdenbire sürülmesini uygun bulmadıysa da yeni Şeyhülislâm’ın işine karışmamak için teklife muvafakat etti. Çok geçmeden Şeyhülislâm, selefi İbrahim beyi eski hekimbaşı Hayrullah Efendi ve bazı kadıları sürmek üzere Padişah’tan izin istedi. Selim III. Kaymakam Paşa’ya yazdığı fermanda şöyle diyordu. “Şeyhülislâmlıktan mazul birkaç kişi sürgüne gönderildi. Ne faydası görüldü. Kabahatları nedir bilinmedi. Bunlar benim bir şeyim değil. Ama hareketler çoğalırsa hem kendisi dile gelir hem ben. Fesada sebep olur. Arpalıkları ellerinden alındı bu yeter. Hamidizade büyük bir bilgin olmakla beraber devlet idaresinden habersizdi. İlmiye yolunun İslahına çalışırken ifratlara düşüyordu. Kırıldığı adamlardan öç almaya düşkündü. Bu halleri gören Selim III. onun azli lâzım olduğuna kanaat getirerek, 1791 yılı Recebinin 8. günü azletti. Ve İncir köyünde oturmaya memur etti. (Cevdet paşa,1973:354)

Bu sırada pekmezci Mehmet Paşa’nın tavsiyesi ile Yeniçeri Ağası tayin olunan Süleyman Ağa, askerini intizama getirecek yerde, halkın mallarını ele geçirmeye kalkışmıştı. O vaktin adetine göre rüşvet, alışılmış bir şey olduğundan memuriyete tayin olanlar verdikleri rüşveti çıkarmak için daima zülme başvururlardı. Yani onları bu yola itenler büyüklerdi. Kanunlar, gereği gibi uygulansa herkes yolu ile ilerlese ne kimse rüşvet verir nede rüşvet kabul edecek adam bulunabilir.

 

Ocakları gibi hudut boyları da bozulmuştu. Buraların muhafazası için tahsis edilen paraların hemen 4/5 ü İstanbul’da çar çur ediliyor ve 1/5 i hudutlarda Ocaklı adını taşıyan belli kişilere dağıtılıyordu. Bunlarsa, “hudut bekçisiyiz” diye fukaraya musallat olurlar evlâtlarını esir gibi kullanırlar halkın malını ele geçirirlerdi. Bu yüzden kaleleri muhafaza edecek yerde mallarını kurtarmak için düşmana teslim ederlerdi. Bu meyanda, Belgratlı Deli Ahmet Paşa külliyetli mal toplamış ve bu malları kaçırabilmek için Belgrat gibi muhkem bir kaleyi 10 gün içinde düşmana teslim etmiştir. Lâkin yanındaki kalabalıktan korkulduğu için cezası verilmemiştir. Nihayet bu adam bin bir güçlükle kıstırılıp idam edilmiş ve kesik başı İstanbul’a gönderilmiştir. (Cevdet paşa,1973:360)

Nemçe’nin İstanbul’a tayin ettiği orta elçi Herbert hediyesiz gelmiş olduğundan, karşılık olarak Ratip Efendi’ye teslim edilen hediyeler de geri alınmıştı. (Cevdet paşa,1973:361)

Eskiden suyunun azlığı dolayısiyle halk İstanbul’a yerleşmeğe rağbet etmezdi. Sultan Süleyman, 40 çeşme suyunu getirdikten sonra halkın, İstanbul’a muhaceret edeceğini görüp, fazla nüfus beslemenin devlete büyük bir yük olacağını düşünmüş ve suyu getirdiğine pişman olmuştu. O zamandan beri İstanbul’a birçok kimseler gelip yerleşmişti. Taşralarda asayiş bozuk İstanbul’da ise geçim kolay olduğundan, İstanbul’a gelmek, cazip oluyordu. Bu halk çiftini çubuğunu bırakıp İstanbul’a akın ediyordu. Taşralar böylece boşalıyor ve harap oluyor İstanbul’un çoğalan nüfusunu beslemek için devlet adamları zahire tedarikinden gayri bir şey düşünemez oluyorlardı. Bu yüzden, önemli işlere, bakılamıyordu. Bu nüfus kalabalığı nice fesatların vukuuna yangınların ve hırsızlığın artmasına sebep olduğundan, 3 senede bir sokaklar dükkânlar evler, taranarak bu müddet içinde İstanbul'a gelen şahıslar memleketlerine gönderilirdi. Aileleri ile beraber İstanbul’ a gelen şahısları geri çevirmek için zabitlere şiddetli emirler verilirdi. Fakat bir müddetten beri bu usul bırakılmış, İstanbul’un asayişi bozulmuş olduğundan tarama usulü yeniden uygulanmak için emirler verildi. Yapılan taramalarda kefil gösteremeyen hamal, kayıkçı ve talebe memleketlerine gönderildi.

Galata Mevlevihanesi harab olmağa yüz tuttuğundan, bu tekkenin şeyhi olan Galip Efendi, yazdığı güzel bir kaside ile Padişah a bir istida sundu. Bunun üzerine Padişah, binanın tamirini emretti. Ve bu tamir kısa zamanda tamamlandı. Tekkeye, uzak bir yerden tatlı su da getirildi. (Cevdet paşa,1973:362:363)

Prusya Kralı nezdine elçi gönderilmiş olan. Ahmet Azmi Efendi Şabanın 7. günü İstanbul’a gelerek gördüğü yerleri ve acaip olayları anlatan bir sefaretname yazarak, Sultan Selim’e sunmuştur ki metni kitabımıza alınmıştır.

Herkes kudreti yetsin yetmesin süslere düşkünlük gösteriyordu. Bu da nicelerinin rüşvete sürüklenmesine yol açıyor. Kumaşlar için Hindistan’a ve Frenkistan’a büyük paralar gidiyor Devleti Aliye’de para kıtlığına sebep oluyordu. (Cevdet paşa,1973:364)

Padişah bir ferman yayınladı. Buna göre; Kadınlar, İngiliz ve Ankara şalından ferace giyemeyeceklerdi. Velhasıl herkes haddinden aşırı israftan çekilecekti.(Cevdet paşa,1973:365)

Rus Harbinde Devleti Aliye’nin kaybı paradan başka, 330 bin insan 6 kıta kapak, 4 kıta fırkatein 3 ufak tekne. İsveç’in kaybı 12 kapak, 3 fırkatein, 40 tekne. Ruslar’ın kaybı 200 bin ölü, 4 kapak, 6 fırkatein, 80 ufak gemi. Nemçe’nin kaybı 130 bin kişidir. Devleti Aliye’nin insan kaybını tahmin güçtür. (Cevdet paşa,1973:366)

 

Talimle asker hazırlanması çok mühim ise de Devletin gideri gelirinden fazla olduğundan önce, yeni gelir kaynakları aramak gerekiyordu. Yeni icaplara göre, bir kanun kaleme alındı. Harplere katılmayan ne kadar zeamet ve tımar sahibi varsa, bunların hepsinden zeamet ve tımarlar, geri alınacak ve sancak altına gelecek yeni şahıslara verilecekti. Yeni zeamet ve tımarlar alay beylerinin inhası ile tevzi edilecekti. Vaktiyle ilmiye tarikinin kanunları pek sağlam ve sıkı uygulanırken, zamanla bu da bozulmuş, hocalık mesleğinin izzeti ve şerefi kaybolmuştur. Elde kala kala yalnız bir imtihan usulü kalmıştır. Bu imtihan sayesinde, bazı fazıl adamlar yetişebilmiştir. (Cevdet paşa,1973:368)

Azmi Efendi’nin Prusya Sefaretnamesi

Devlet-i Aliye ile Prusya devleti arasında imzalanmış olan ittifakın perçinlenmesi için Prusya’ya bir elçi gönderilmesi gerekmiş bu göreve bu aciz seçilmiş olduğundan şerefli name-i hümayun ile 1791 yılı Rebiyülevvelinin 4. Perşembe günü İstanbul’dan yola çıktım. Hareketimizin 4. günü Edirne’ye vardım. Yolluk tedariki için Edirne’de bir gün kalıp ertesi gün yola çıkarak, ve konaklar aşarak ayın 27. günü Vidin’e  4 saat mesafede Akçar kasabasına vardım.(Cevdet paşa,1973:375)

General, Karayova’da 5-10 gün Karantine beklememiz gerektiğini bildirdi.Tamşuvar’dan bu güne kadar olan menzillerin bazısında kalınacak yer olmadığından General ile görüşüp günde 8 saat yol alarak gece konaklayacak bir yer bulunabileceği ve 8 saatten fazla giderse zahmet çekileceği anlaşıldı. Böylece günde 8 saat yol alarak 10 günde Budin’e varmayı kararlaştırdık. (Cevdet paşa,1973:377)

Macarların Devlet-i Aliye’ye meyilleri ve sevgileri çok olduğundan bize ikram için büyük bir ziyafet tertip ettiler. Biz bazı mazeretler ileri sürerek gitmemek istediysek de fayda vermedi. Şehrin bütün ileri gelenleri paytonları ile konağımıza gelip “biz Devlet-i Aliye’ye gönülden bağlı dostlarız. Son Nemçe harbinde Devlet-i Aliye’ye karşı hareketimiz bir zorlamadan ileri gelmiştir. Yoksa biz Devleti Aliye’nin ayrılmaz dostlarıyız” diyerek davette ısrar ettiler.

Şehrin ileri gelenleri yanımıza gelip davetlerini kabul ettiğimizden ötürü sevinçlerini bildirdiler. Şehir dışına kadar bizi uğurladılar. Sekedin beygirleri dinç ve kuvvetli olduğundan 1 günde 4 konaklık yol alarak Gecekmek kasabasına vardık. Buranın halkı da Macar olduğundan Sekedinliler gibi bizi dostça karşılayıp konağımıza götürdüler. Sohbet esnasında eski harplerde Osmanlı Ordusu buralara gelince kasaba halkının hemen Devleti Aliye’ye itaat ettiğini anlattılar. Hatta hemşehrileri olan Başbuğ Süleyman Paşa'nın burasını korumak için Kırım Hanı Saadet Giray’a bir mektup verdiğini anlattılar ve bir kırmızı atlas kese içinde sakladıkları bu mektubu bize gösterdiler.

Budin şehrine vardık. Budin Tuna’nın sağında ve solunda Peşte ve Ofen adlı iki şehirden mürekkep Boğaziçi yalıları gibi Tuna kıyılarına yerleşmiş büyük bir şehir olup kaplıcaları ünlüdür. Buraya vardığımızda Macar Hükümdarı ve Nemçe Mareşali Prens Boburk tarafından bir Yarbay gelip “Mareşal dostunuz selâm yolladı. Ve bizi hizmetinize memur etti. Budinde görüşmek için 1 gün kalmanızı rica ediyor” dedi. Çaresiz kabul ettik. Ertesi günü Mareşal’ın gönderdiği paytona binip konağına vardık. Bizi Divanhanesinin kapısında karşılayıp odasına götürdü. Tatlı ve kahve ikram etti. Budin’de iki gün dinlendikten sonra Holiç kasabasına vardık. Burası Macaristan’la Moravya sınırında bir güzel kasaba olup etrafı bahçe ve saraylarla süslüdür. Buraya 4 saat mesafede olan Holiç süslü köprüler, güzel yollar ve korularla çevrili ferah bir yer olduğundan Avusturya İmparatoru yılda bir iki defa buraya gelip avlanırmış. Yolların onarımı için, gelip geçenlerden 3 para almak adetleri olduğundan bizden de 120 para aldılar. (Cevdet paşa,1973:378:379)

Berlin’e 3 saat mesafede Köpenik köyüne ulaştık. Berlin’de oturacağımız Konak henüz hazırlanmadığından burada birkaç gün kalarak Cemazulahır’in 13. günü Berlin’e girmeğe karar verdik.30 yıldan beri Devlet-i Aliye’den Berlin’e elçi gelmediğinden halk Berlin’e girmemize sabredemeyip. Karakışa bakmayarak kadın, erkek paytonlar ve beygirlerle bizi seyre gelirlerdi. Bu  hali ile Köpenik’de birkaç gün kaldıktan sonra yola çıkıp Berlin’e 1 saat mesafede Dojnliç çiftliğine vardığımızda eskiden İstanbul’da elçilik yapmış olan Musavic 7-8 payton ile Kralın iç oğlanları ve bir miktar süvari askerle karşılayıp tatlı ve kahve ikram ettikten sonra Kral’a mahsus 6 beygirlik paytona bindirip yanımızdakileri de öteki paytonlara yerleştirerek muhteşem bir alayla Berlin şehrinin ortasından geçirip hazırlanan konağa götürdüler. Kopenik’ten Berlin’e kadar yolun iki tarafı seyircilerle dolu olduktan başka, şehirde geçtiğimiz sokaklar ve pencerelerde öylesine bir kalabalık vardı ki, ancak dura dura yol alabiliyorduk. (Cevdet paşa,1973:380:381)

Kral odanın sonunda yarım arşın yüksekliğinde Acem halısı ile süslü bir sofa üzerine konmuş koltuğunun önünde ayakta duruyordu. Biz sofanın önüne yaklaşarak “Halen Ali Osman Padişahı şevketlû, mahabetlû, kudretlû Şehinşahı Dara derban ve Padişahı İskenderşan Sultan Selim Han Efendimizin siz, haşmetlû, menziletlû. Prusya Kralı hazretlerine name-i hümayunları ve hediyeleridir” diyerek name-i hümayunu kâtibimizin elinden alıp 3 defa öpüp başımıza koyduktan sonra Kral'a uzattık. Kral koltuğundan birkaç adım ileri gelip, bizi karşıladı. Başvekiline işaretle name-i Hümayunu elimizden alıp koltuk üzerine koydu. Başvekil Kral adına şevketlû Padişahımızın gösterdiği dostluğa minnettar olduklarını ve özel elçi ve hediyeyi hümayun göndermelerinin Kral nezdinde çok değerli ve samimiyete delil olduğunu ve Kralın da bu dostluğu korumak için bütün gayretini harcayacağını bildirdi. Bu suretle merasim son bulduğundan gelişimizdeki usul üzere konağımıza döndük.Başka devletlerden gelen elçilere Kral’ın ziyafet vermesi adet değil iken, Devlet-i Aliye’ye saygı olarak o gün Kral tarafından konağımızda muhteşem bir ziyafet tertip edildi. Ertesi günü resmi olmayarak Veliaht ve öteki Prensler bizi konaklarına davet ettiler. (Cevdet paşa,1973:382:383)

O zamana kadar Devleti Aliye’den Saksonya’ya kimse gitmemiş olduğundan bizi görmek için kadın erkek olduğumuz yere hücum edip, çok sıkıntı verdiklerinden muhafızımız bunları nöbetle odamıza sokardı. Bazısı da zorla girerdi. Dresten’de 3 gün oturduktan sonra Bohemya'nın başkenti olan Prag kalesine vardık. Burası Moldava nehri üzerinde metin bir kale olup, bağ ve bahçesi çoktur. Ve bir güzel nehir üzerindedir. Nehrin üstündeki taş köprünün benzeri Avrupa’da yoktur. Prag'da bir gün kalmak mukarrer iken, konağımıza vardığımızda büyük meydanı kadın ve erkeklerle dolu idi. Burada istirahat edemeyeceğimizi anladık ve bir iki saat kaldıktan sonra yola çıkıp, Bukoviç kasabasına oradan da 12 gün sonra Viyana’ya vardık. Sultan I. Abdülhamit’in tahta çıkmasında gönderilmiş olan Kabakulakzade Süleyman Bey’den sonra Viyana’ya Osmanlı elçisi gelmemiş ve yeni tayin edilen Ratip Bey de henüz varmamış olduğundan halk kalabalığı pek fazla idi. (Cevdet paşa,1973:384)

Berlin’e gelen yabancı elçilerin verdikleri takrirleri, özetleyip Kral’a sunduktan sonra, cevap yazmak ve başka önemli yurt işlerine bakmak üzere Prusya’nın bir Başvekili ve onun muavini ve maiyetlerinde kâtipleri olduktan başka mali, ticarî, gümrük, darphane, harp mühimmatı, asker aylıkları gibi hususlara bakmak üzere Bakan ünvanı ile memurları vardır. Bunlar doğrulukla ve sadakatle tanınmış ve çocukluklarından itibaren bu işler için yetiştirilmiş adamlardır. Herkes hal ve şanına göre hâzineden aylık alır, kimseden rüşvet ve hediye kabul edilmez. Mali işlere bakanlar yıl sonunda, hizmetlerinin muhasebesini görerek. Krala sunarlar. Başkalarının işlerine karışmazlar. Aşikâr suçları olmadıkça Bakanlar azledilmez. Değiştirilmeleri icap ederse rütbeleri düşürülmeyerek evlerinde oturmaya memur edilirler. Lüzumsuz yere devlet ricalinin sayısı artırılmaz. Elbise ve hademe hususunda sadeliğe riayet ederler. Halk süslü elbise ve pahalı kürk giymezler. Başvekillerinin 15 kadar hademesi, ileri gelenlerin de hallerine göre 3-5 aylıklı adamları olup lüzumsuz adam kullanmazlar. Halka işkence edip, hakimleri taciz etmezler. Memurlar hazineden maaş alırlar, halkın işini görme karşılığında ikramiye ve hediye almazlar. Halk, memur kâtip, asker, tüccar, çiftçi olup herkesin hangi meslekten olduğu kıyafetinden belli olur. Boşta gezen ve işsizleri yoktur. Fakir, sakat ve ihtiyarlar için özel yerleri olduğundan şehrin içinde başıboş ve dilenci görülmez. Prusya şimalin soğuk memleketlerinden olup, ipek, kahve, ve şekerden gayrı yabancı malı getirmemeğe gayret ederler. Paranın memlekette kalması için Berlin’de çuha, bez, kumaş, atlas, kadife, porselen eşya, imalâthaneleri vardır. Bu gibi eşyadan ithal edilenler üzerinden % 30 gümrük vergisi alınır. Başvekil Ertsbergel’in gayreti ile birkaç yıl içinde birçok dut ağacı yetiştirilmiş ve halkın muhtaç olduğu ipeğin 1/4 elde edilmiştir.

Kimse halka zulm etmeğe cesaret etmediğinden Nemçe ve Prusya halkı rahat yaşar. Bir saatlik yolda 3-5 köy bulunur. Yolcunun zahmet çekmemesi için her dört saatlik mesafede bir menzilhane ve her menzilhanede 15-20 at ve menzil arabası bulunur. Yollar düzgün olduğundan bir ulak bir saatte yeni bir menzilhaneye ulaşabilir. (Cevdet paşa,1973:385:386)

Eski Kral akıllı ve tedbirli bir adam olduğundan, memleket idaresine dair bıraktığı vasiyetnamede, yurdun hâzinesi olan ziraati geliştirecek tedbirleri tavsiye etmiş, küçük sanatları teşvik etmiştir. Memlekette işsiz adam bırakmamak, ihtiyaç maddelerini dışardan getirmeyip memleket içinde yetiştirmek, çiftçilerden öküzü ölene zahiresi kalmayana, yardım etmek, topraksızları mamur yerlere yerleştirmek, zahireyi çiftçinin elinden zorla almayıp dilediği fiyata satmasına imkân vermek, hatır için nizamları bozmamak hususlarını tavsiye etmiştir. Bu tutulursa yurdun mamur olacağını kimsenin parasız kalmayacağını bildirmiştir. Nizamlar bozulursa herkes kendi havasına düşer, fesat artar, namusluların rahatı kaçar, başıboşlar çoğalır, devlet hâzinesi ne kadar zengin olsa bunu karşılayamaz.Şimdiki halde Prusya devletinin yıllık geliri 80.000 kese akçe olup bunun 45000 kesesi askeri masraflara 23000 kesesi Kral ve bakanlarının aylıklarına, 12000 kesesi harpler için yedek para olarak ayrılır. (Cevdet paşa,1973:387)

Harplerde sarfolunmak üzere, barış zamanında zahire depo edilir. Bu depo 200.000 askere 3 sene yetecek miktardadır. Kıtlık yıllarında bu zahirenin bir kısmı kullanılırsa da, bolluk yıllarında eksik tamamlanır. Harp Avrupa’da bir sanat haline gelmiştir. Hangi Kral’ın askeri harp fenninde mahir ise, zaferi o kazanır. Şimdiki halde en mahir asker Prusya askeridir. Başka memleketler harp sanatını Prusyalılardan öğrenmektedir. (Cevdet paşa:1973:388)

Bu bilgileri vermekten maksadım, Devlet-i Aliye’ de milletleri çökerten, süs, gösteriş saltanat gibi şeylerin önlenmesi ve asıl hazine olan halkın, refah sebeplerinin hazırlanması mesleklerin nizama bağlanması, devlet adamlarının isabetle seçilmesi bunların muntazam maaşa bağlanması, kusursuz kimsenin affedilmemesi, hatır ve gönül için ehliyetsizlere rütbe verilmemesi, devletin ruhu mesabesinde olan askerin özellikle topçu  ve kalyoncu neferlerinin, kış yaz, talim ettirilmeleri hususlarına dikkate çekmektir. Bunlar yapılırsa, Allah'ın izniyle Devlet-i Aliye bütün düşmanlarına galebe çalar. (Cevdet paşa:1973:389)

  

 

 

Paris Elçisi Seyit Ali Efendi’nin Sefaretnamesi  (9 Safer 1798)

Görevim gereğince, Marsilya’ya varıp, Frenk adeti üzere 36 gün karantinada kaldıktan sonra, şehre çıktım. Şehir halkı, bizi ağırlamaya, adeta yarışıyorlardı. Bizim bildiğimiz sarhoşluk, içkiden sonra gelir. Lâkin buralarda iş tersine gelmiş. Önce sarhoş oluyorlar sonradan içkili eğlencelere dalıyorlar. Marsilya’dan, Paris’e gelinceye kadar hangi şehre indiysek, halk birbirinden örnek alarak, bize ikramda yarışa çıkıyorlardı. Böylece düğün, bayram içinde 25 gün yol alarak, Allah’a şükür Paris’e ulaştık. Gerçi Fransız halkının, Osmanlı devletine dost olduğu bilinir ve bu tutum hizmetimize memur olanların durumundan anlaşılırsa da, bizi sevdiklerini dünyayı bilmez köylülerden dahi işitmişimdir. Devlet-i Aliye’nin ünü ve kudreti buralarda çok büyük olduğundan herkes bu acize ikram edip sevgi gösterisinde bulundular.

Marsilya’dan, Paris’e 210 saat yol olup, yol ağaçlar, bostanlar, ekinler, bağ ve bahçelerle süslü bir geniş park gibidir. Bir karış yeri boş değildir. Halkın işlerine gayretle sarıldıkları bellidir, ihtilâl dolayısıyle perişan duruma düşmeleri beklenirken, zerre kadar haraplık alâmeti görülmüyor. Sadece uğradığı istilâ dolayısıyle Tulon’da ve bazı savaşlar geçmesi yüzünden Lyon’da bazı evler yıkılmışsa da hemen bir taraftan da onarılmaktadır.Gönüller süsü, Paris şehrinin bağ ve bahçeleri ile verdiği ferahlık bütün Frenkistan'ı imrendirir. (Cevdet paşa,1973:390:391)

Devlet Nizamına Dair Lâhiyalar Hazırlanması

Bir zamandan beri harplerde Osmanlı askerinin sürekli olarak gösterdiği perişanlık, devlet erkânında endişe uyandırıyordu. Muntazam ve talimli askere olan ihtiyaç kendini hissettiriyordu. Şimdiye kadar, böyle muntazam asker tertibine şartlar elverişli olmamıştı.

Gerçi birinci Abdülhamit zamanında sürat topçuları artırılmış ve ayrı bir ocak haline getirilmişse de, asıl topçu ocağında bulunan bozgunculuk ruhu bu sürat topçularına da yayılmıştı. Bu meyanda Halil Hamit Paşa ehliyetsizlerin ilerlemesini durdurarak yeniçeri ocağının islahına teşebbüs etmişse de, bu yüzden başı belâya girmişti. Askerin durumu böyle iken Rusya ve Nemçe’ye karşı harp açılmıştı. Seferin başında Yeniçeriler ve süvari bölükleri, isyan halinde idiler. Eyalet askeri de işe yaramıyordu. Düşman askeri ise talimli ve muntazam olduğundan, Osmanlı ordusu bozgundan bozguna sürükleniyordu. Bu devrede, bahriye mektebi açılarak, denizcilik ilminin öğretilmesine himmet olunmuşsa da, bundan fiili bir sonuç alınamamıştır. (Cevdet paşa,1973:395)

Koca Yusuf Paşa ikinci defa Sadrazam olup ta, yeniçeri subayları ile harp durumunu görüşürken, hepsi birden şu cevabı vermişlerdi:Biz bu defa 120 binden fazla iken, 8 bin Moskof askeri Tuna’yı geçti ve bize saldırdı. Düşmanın nizami askeri karşısında biz yeni harp usullerini bilmediğimizden, tutunamadık. Bu yüzden zafer yüzü göremiyoruz.

Böylece herkes, muntazam asker tertibinin önemini kavramış görünüyordu. Fakat bozuk olan yalnız askeri idare değildi. Mülki idare de berbattı. Bu bozuk mülki idare ile muntazam bir ordu kurulmasına imkân yoktu. Çünkü devlet işleri, saatin çarkları gibi birbirine bağlıdır. Bir çarkın bozulması öteki çarkın da durmasına sebep olur. Şu var ki, bir devletin mevcut nizamlarının yenilenmesi, yeni bir nizam kurmaktan daha zordu.

Selim 111. tahta çıkınca, devlet ilen gelenlerinden, birer islâhat lâhiyası hazırlamasını istedi. Hatta  ordu henüz Silistre’de iken, Padişah Koca Yusuf Paşa’ya yolladığı hattı hümayunda, nizamların yenilenmesi hakkındaki fikirlerini soruyordu. Bu emir üzerine devlet ileri gelenleri milletin kurtulması ve yüceltilmesi hususunda düşüncelerini birer lâhiya halinde Padişah’a sundular. Yusuf Paşa da bir lâhiya hazırlamıştı.

Bu sırada Sadrazam Yusuf Paşa azl olduğundan bu lâhiyalar Melek Paşa'nın sadaretinde incelenmeğe başladı. Birinci gaye, talimli asker hazırlamaktı. Oysa, devletin muvazzaf askeri olan, yeniçeriler itaata alışkın değillerdi. Talime çıkarılmaları imkânsızdı. Maaş beratlarının çoğu askerliğe yarayamayan başıbozukların elinde idi. Bu beratların hepsini birden geri almak, mümkün görünmüyordu. Yeniçeri ocağını olduğu gibi muhafaza edip ayrıca talimli asker yazmak hâzinenin kaldıramayacağı bir yük olacak ve yeni gelirler aranması gerekecekti. Ayrıca, o vakitler Avrupa memleketlerinde okutulan harp ilmine dair kitaplar Türkçeye çevrilmiş değildi.

Sultan Selim III memleketin ileri gelenlerinden ıslâhat lâyihaları istemişti, ıslâhat lâyihaları sunanlar dan biri de Tatarcık Abdullah Efendi idi. Rumeli kazaskeriydi. Zamanın en üstün bilginlerindendi en meşhur layihayı yazan o olmuştu. (Cevdet paşa,1973:396:397)

Lâyihaların Özeti

Selim 111 bu lâyihaları teker teker ve inceden inceye okuduktan sonra özetlerinin çıkarılmasını emretmişti. Bu özetlerde şunlar vardı:

Yusuf Paşa lâyihasında: Münasip mahallere Tophane ve kumbarahane yapılmalı. Anadolu ve Rumeli halkından bu ocaklara adam derlenip topçuluk ve kumbaracılık öğretilmeli. Ve hiç olmazsa askerin üçte biri modern talim ile yetiştirilmeli.

Anadolu’da iki üç oğlu olanlardan birisinin derlenerek valiler maiyetinde “tüfekçi” namiyle kaydolunmak. Bunlar vergiden muaf tutulmalı. On nefere bir onbaşı, on onbaşıya bir yüzbaşı. 300 nefere bir yüzbaşı, Bin nefere bir binbaşı tayin edilmeli. Haftada iki gün talim yaptırılmalı. Üç ayda bir kere teftiş yapılarak ölenlerin yerine yeni nefer alınmalı. İki yüz nefer nöbetle vali konağında bulundurulmalı. Yeniçerilik iddia edenler İstanbul’a gelip kışlaya girmeli.

Bu suretle bunların bir çoğundan kurtulunmuş olur. Esas Yeniçeri ocağı için ise yine eskisi gibi acemi oğlanlar derlenmeli. Vezir konaklarında Yeniçeri kullanılmamalı. Lâkin gayrimüslim çocukların zorla toplanması artık elverişli görülmediğinden müslüman çocukların toplanması tavsiye ediliyor.

Hakkı Bey’in lâyihasında: Vüzera konağında kullanılan ve delil tesmiye edilen bir nevi süvari askerinin ilga edilmesi taleb edilmektedir. Bunların işsiz güçsüz kaldıkları, fukaraya zulmettikleri ileri sürülmektedir.

Tatarcık Abdullah Efendi lâyihasında: Yeniçeri ocağına Sultan Süleyman zamanındaki kanunların ciddiyetle tatbiki neticesinde yeni usul talim terbiyeye itina edilmeli ve her ortadan üçer yüz nefer ayrılarak, ateşli silâhların kullanılması öğretilmelidir. Her ortaya seri ateşli üçer top, her bir topa “süratci” namiyle onar nefer tahsis edilmeli. Sultan Mustafa zamanında ordumuza getirilen Toth gibi, Avrupa’dan topçulukta mahir hocalar getirilmeli. Taşralarda küçük askerî nüveler kurulmalı. Ve bunlara iyi maaş verilmeli.

Halil Hamid Paşa, takririnde, köhne yeniçeri ocağına yeni nizamların tatbik edilemeyeceği, nizamsızlık müzmin bir hastalık haline geldiğinden bunların bütüniyle kaldırılmalarından başka çare görmemektir.

Çavuşbaşı Reşit Efendi lâyihasında: Yeniçeri ocağına girenlerin hamallık, manavlık gibi esnaflık yapmalarının yasaklanması, askere üniforma giydirilmesi. Bilgili öğretmenler tayini. Aralıklı olarak talim yaptırılması istenmektedir.

Lâyihaların diğer maddelerinde özetle şunlar istenmektedir:

1.       Asker genç ve dinç, sağlam olmalıdır. Bu da tıp ve cerrahlığın gelişmemesiyle olur.

2.       Erler ve subaylar talime tâbi tutulmalıdır.

3.       Ordu erkânı, harp ilimlerine vakıf olmalıdır.

4.       Baş kumandan doğru, garazsiz, hareketli, ve tedbirli olmalıdır. Kalbi metin, cesur, natıkalı olmalıdır.

5.       Harp aletleri düşmanın kullandığından daha âlâ olmalıdır.

Bu, ancak maarifin ve sanayinin ilerlemesiyle olur.

Askerin manevî kuvvetini ayakta tutmalıdır. Ve disipline hâkim olmalıdır. Nitekim Montekokoli, Osmanlı imparatorluğuna dair yazdığı raporda eski devrin başarılarını iki faktöre irca eder:

a — Din duygusu başta olmak üzere mânevi kuvvet.

b — Başkumandanlara mutlak yetki verilmesi.

Lâyihalarda bundan başka mâliyenin islâhı için tedbirler ileri sürülmekte. Bu tedbirlerin esası, lüzumlu yerden parayı esirgememek ve lüzumsuzlardan tasarruf. Bilhassa Raşit Efendi lâyihasında, düşük ayarlı para basmanın aleyhinde bulunmaktadır.

Abdullah Berrî Efendi, Yeniçeri ocaklarının eski kanunlara göre islahını istiyor.

Rasih Efendi, düşman ne silâh yapıyorsa bizde de aynı yapılmalıdır. Bu maksatla ecnebî kitaplar tercüme edilmeli, yeniden askerî birlikler kurulmalıdır.

Ali Raik Efendi, yeniliklerin reaksiyon yaratacağını, fesadı artıracağını, onun için tedricen tatbik edilmesini ileri sürüyor.

Mustafa İffet Bey, devletin hiç olmazsa yüz bin talimli askeri olmasını istiyor.

Lala Mustafa Efendi, Yeniçeri ocağını ancak Yeniçeri Ağası islâh etmelidir diyor.

Lâyihalarda bir de civar devletlerin içişleri takip edilmelidir. Ve devletler dengesinden faydalanılmalıdır deniyor. Fakat bütün bunlar için ilmin ilerletilme-sine ihtiyaç gösteriliyordu Sultan Selim’in de fikri budur.

Abdullah Efendi lâyihası hakkında izahat:

Bu lâyiha, 9 bend ve bir son kısım ihtiva eder. Birinci bend askerî İslâhat, ikinci bend, ilim kariyerinin islâhı. Bu hususta diyor ki: Hocalıklar ve kadılıklar artık satın alınamamalı. Ancak imtihanla ehliyetli olanlara verilmelidir. Padişah iradesi çıkmadıkça hariç medresesi şahadetnamesi verilmemelidir. Büyüklerin çocuklarına geçimleri için hocalık payesi verilme meli, bunları başka geçimler temin etmelidir. Kadılık müessesesinin ilim kariyerinin de bozuk olduğu ileri sürülmektedir. Kadı olacaklar alenî bir imtihandan geçirilmeli, ilim kariyeri ehliyetsizlerden temizlenmelidir, denilmektedir (ne yazık ki bu mevzuda daha radikal gitmek isteyen Hamidizade bu yüzden azledilmişti) .

Şeyhülislâm Dürrizade Arif Efendi ilim kariyerini bozmakta en ileri gidendi. Nitekim Bayezid medresesi danışmendlerinden ancak ikisine her sene diploma verilirken bu Şeyhülislâm üçer ayda vermeye başlamıştır.

Abdullah Efendi lâyihasının üçüncü bendi, malî hususlara, sikkenin islâhına dairdir. Dördüncü bend, altmış seneden beri Padişahların İstanbul’da oturduklarını ve sefere çıkmadıklarını ileri sürmekte ve büyüklerin saray debdebelerine kapıldıklarını söylemekte, Padişahların devamlı İstanbul’da oturmayıp memleketi dolaşmaları ve sefere çıkmaları istenmektedir. (Cevdet paşa,1973:398:399:400:401:402)

Yeni bir ordu kurulmalı. Bu neferler beş vakit namazı cemaatle kılacaklardır. Din emirlerini öğrenmek için her bölüğe bir imam tayin edilecektir. Zabitlere tımarlar hasılatından maaş, neferlere yevmiye ve tayin bedeli ödenecektir. (Cevdet paşa,1973:404)

Sultan Selim III’ün Öteki İslâhat Teşebbüsleri

Tatarcık Abdullah Efendi lâyihasında şöyle denmektedir: “Osmanlı devletinin başlangıç yıllarında tebadan şerî cizyeden başka bir vergi alınmazdı. Bunun için halk müreffehdi, gönül rahatlığı ile çiftçiliklerini yaparlardı. Ve mahsullerinin onda birini devlete ödedikten sonra gerisi kendilerinin olurdu. Bu yüzden başka devletlerin tebaları Osmanlı tebasına gıpta eder ve Osmanlı teb’ası olmak isterlerdi” Fakat sonraları tımar sahipleri, mubayacılar, eşraf, derebeyleri zulme başlamışlar. Teb’a bu ağır vergiler altında feryad etmeye başlamıştı.

Hattâ, 1769 seferinde Akdeniz adaları ahalisi ağır vergiler yüzünden Osmanlı teb’ası olmaktan yüz çevirerek Ruslar’a meyletmişlerdir. Eflâk Buğdan ahalisi de voyvodoların zulümlerine dayanamayarak Ruslar’a uymuşlardı. Ve bütün Rumeli halkı Ruslar’a kaçıp sığınmaya başlamışlardı. Onlar da Kazan Tatarları gibi senede üç altın vererek mallarına sahip olmak arzusunda idiler. Bütün Anadolu ve Rumeli’nde askerlerin geçişinde halk zulümden bizar olmuştu.

Asker teçhizi için yeni ve ağır vergiler de tarh edilmiş. Âyân ise bu vergilerin birkaç katını kendileri için almaktalar. Kadılar bu zalimlerle birleşerek haraçlara imza atmakta ve kendileri için “defter akçesi” adıyla para toplamakta idiler. Halk o kadar fakir düşmüştü ki şer’i vergiyi ödeyememekte idiler. Harpler bittikten sonrada eşraf zalimleri halktan bu vergileri almaya devam ediyorlardı. Onun için Padişah taşraların ahvalini düzeltmeyi en önemli mesele saymıştı. Eskiden fethedilen yerler, yazıcılar marifetiyle yazdırılır ve defterleri “defterdarhanei âmirede” saklanırdı. Son yazılıştan beri çok zaman geçmiş ve meydana gelen yeni varidat ayan ve derebeylerin elinde kalmıştı.

Devletin mâliyesi sıkıntıda idi. Tatarcık Abdullah Efendi bu sebepten bütün arazinin yeniden yazılmasını istiyordu. Fakat bu yeniden yazma çok zamana bağlı olduğundan zulümlerin kaldırılması için daha çabuk bir tedbir alınması Padişah tarafından emrolundu. Buna göre bundan böyle kaza defterleri altı ayda bir kere İstanbul’a getirtilecek, memurlar huzurunda tetkik edilecek. Zaid masraflar vergiler ortadan kaldırılacaktı Padişah bundan başka vergilerin altı ayda bir defa tahsil edilmesini kesin bir dille emretti. Hatta bu defterlerde fahiş bir madde görülürse defteri imza eden kadıdan ve salmayı yapan ayandan para geri alınıp hak sahibine iade edilecek. Ve bu nevi kadılar müebbet sürgüne gönderilecekti.

Tatarcık Abdullah Efendi bundan başka vezirliklerin ve devlet büyüklerinin durumu hakkında da teklifler ileri sürmekte idi.  Onun bu  husustaki tekliflerini Padişah kanun haline getirmişti: Bu kanunun esasları şunlardır: Bundan böyle vezirlik ve beylerbeyiliği tevcihlerinde Nizam-ı Cedid masrafları için alınacak muayyen caizeden başka “kulluk, hediye ve boğça” namiyle açık ve gizli hiç bir şey istenmeyecek. Caize ise senede bir defa alınacak. Vezirin yeri değiştirilirse yeni caize istenmeyecek. Vezirler ve beylerbeyiler gittikleri yerde en az üç sene kalacaklar. Ve beş seneden evvel azl edilemeyecekler.

Yerlerinde muvaffak olanlar beş seneyi geçse de ipka edilecek. Nakiller yakın vilâyetlere olacak. Anadolu’dan Rumeli’ye ve Rumeli’nden Anadolu’ya nakil yapılmayacak. Beylerbeyiler, vezirler maiyetine sancaklara tâyin edilecek. Anadolu ve Rumeli’nde eyaletler 28 olacak: Mısır, Şam, Bağdat, Basra şehri zor Halep, Karaman, Rakka, Diyarıbakır, Adana, Sayda, Musul, Anadolu, Trabzon, Erzurum Çıldır, Van, Kars, Maraş, Sivas, Cidde, Trablus, Şam, Girit, Rumeli, Silistre, Bosna, Mora, Cezayir.

Bir eyalet inhilâl ettiğinden beylerbeylerinden tecrübeli, aslı nesli belli, adalet yapabilecek, akıllı, dindar, mutedil ve dürüst zatlar tâyin edilecek. Ve asla ehliyetsizlere, derebeylere, delil başına vezaret verilmeyecek. Tarafı şahaneden birine vezaret tevcihi irade olunduğunda o adam ehliyetsiz birisi ise kanuna uygun olmadığı rikabı hümayuna arzedilecek, Veziri azam, birine vezaret tevcihini tensip ederse, likayat derecesi kendisi tarafından Padişah’a arzedilecek. Padişah da bu tâyini kanuna uygun bulursa tâyin yapılacak. Beylerbeyi tâyininde de bu titizlik gösterilecek. Vezirlerin gönderdikleri mübaşirler halka zulmettiklerinden artık bir kazaya lüzumsuz mübaşir gönderilmeyecek. Gelen arzı haller tetkik edilmedikçe mübaşirlere verilmeyecek. Mübaşirlerin masrafları civar köy ve kazalara bindirilmeyecek. Vezirlerin maiyeti namus erbabından olacak. Halbuki vazifelere ayak takımları alınmaktadır Bundan böyle maiyet halkı kendi başına hareket edemeyecek. Kabahatli bir daha hiç bir vazifede kullanılmayacak. Vezir maiyetleri kalabalık olmayacak. Kapu kethüdaları altı kişiyi geçmeyecek. (Cevdet paşa,1973:405:406:407:408)

Devleti Aliye, gerektikçe, geçici müddetler için başka devletlere elçiler gönderirdi. Avrupalılar ise, hem tüccarlarının işlerini görmek hem de gönderildiklerini devletin ahvalini izleyip, politikalarını ona göre düzenlemek üzere, sürekli elçiler göndermeye başlamışlardı. Nasıl ki her sınıftan tebaalarını bir işte yetiştirip, işsiz ve dilenci bırakmazlarsa öylece, dünyayı görmeleri için uzak memleketlere yollarlardı. Böylece sürekli elçi göndermenin, faydaları meydanda iken Devleti Aliye öteden beri, kendisini Avrupa devletlerinin dışında görerek, Avrupa ahvalini, izliyememiştir. Oysa Fransız ihtilâli, devletler arasındaki münasebeti, bambaşka bir hale koymuştu. Selim 111 daimi elçiler gönderme usulünü düşünmüştü. (Cevdet paşa,1973:411)

Dönemin Bazı Olayları

Bugünlerde, vakanüvist Vasıf Efendi’nin yazdığı tarih Sultan Selim'e sunuldu. Padişah, “Vasıf Efendi’nin tarihinden gayet haz ettim, kendisine şimdilik 5 bin kuruş atiye verilsin” dedi.Kadı Efendi, ekmek pişirilmesine itina etmediğinden azledilerek Bursa’ya sürüldü. Yeni Kadı Arif Efendi, memuriyetini hazmedemeyip, kibre düştüğünden, azledilerek, sürgüne gönderildi. Lâkin, ekmek işini düzeltmek kadıların azliyle çözülecek mesele değildi çünkü ekmeklerin yenmeyecek hale gelmesi birtakım ileri gelenlerin çıkarlarında ve esnafın fesada uğramasından ileri geliyordu. Bu sebeple sürgüne gönderilmiş olan İsmet Efendi Sadrazam’ın şefaati ile affedildi. Nuri Efendi tarihinde diyor ki, “İstanbul’a etraftan zahire getirme tüccarların işi idi. Fakat nüfus çoğaldığından, tüccarın getirdiği zahire kışa kadar yetmiyordu. Onun için devletçe tersanede zahire ambarları inşa edilmesi ve zahire getirmek üzere, özel alıcılar yollanması ve buğdayın kilesine, 60 akçe arpanın kilesine 30 akçe narh konulması emredildi. Ancak, alıcıların, halka zulm ettikleri görülüyordu. Velhasıl, İstanbul’un beslenmesi, nazırları meşgul eden başlıca konu olmuştu. Bu yüzden başka işlere bakamaz olmuşlardı. Alıcılar, sahte kileler kullanırlardı. Halkın 10 kilelik malına 7 kile getirirlerdi. Zahireye verilen narh da, maliyetten düşüktü. Halk alıcılara zahire teslim edebilmek için pahalı toplar, maliyetten düşük fiyatla alıcılara vermeğe mecbur tutulurdu. Bu buğdaya saman da karıştırılırdı.

Gemiciler zahirenin bir miktarını satar ve kalanın üstüne su döküp ağır çektirirlerdi. Bu yüzden zahireler ambarda kokuşurdu. Bu da hastalıkları sebep olurdu. Ekmekçi Arnavutlar da, alıcılara, borçlarını ödemezlerdi.

Sadaret kethüdası Hakkı Bey zahire işinde herkesle ihtilâfa düştüğünden azledildi. Yerine yeni bir Ağa getirildi. Nihayet, İstanbul'un ekmek işlerine bakmak üzere, ayrı bir nezaret kurulmasına karar verildi. Mübaya işlerinden dolayı, taşraların hali perişandı. Harpte orduların ihtiyacı da buna eklenince memleket bir baykuş yuvası haline gelmişti. Şeri£ Efendi yazdığı lahiyada diyor ki, “alıcı usulü kaldırılmalıdır. Savaşta ve barışta, mübayaa işi, fukara üzerinden kaldırılarak Devleti Aliye zahireyi kendi parasıyla satın almalıdır. Bir senede, zahire için 5 bin kese ulaştırma araçları için de 5 bin kese ayrılırsa, bu mesele çözülür. Halbuki şimdi tebaadan 40 bin kese çıkıyor. Halkın malını devlet malından ziyade korumak lâzımdır. 40 sene harp edilse tebaanın bir yumurtasına el konmamalıdır. O zaman halk hiç bir şeyi esirgemez. Tersane ambarında, 6 aylık zahire depo edilirse alıcılara lüzum kalmaz.” Selim III alıcı usulünün fenalıklarını kavramış bunun kaldırılmasını emretmiş ve ticaretin serbest olmasını istemiştir. (Cevdet paşa,1973:412:413)

Bu sırada ele alınan hayırlı işlerden birisi de yetim mallarının korunmasına dair olan yönetmelikti. Kanunî devrinde Sadrazam Lütfi Paşa yetim mallarının Padişah hâzinesine girmesini caiz görmemiş, Babı hümayunda bu iş için ayrı bir hazine, yaptırmıştı. Ölenlerin varisleri bulunmazsa, bütün terekeleri o hâzineye konur ve mühürlenirdi. Yedi sene zarfında hakiki varis zuhur ederse, tereke ona teslim edilirdi. Varis çıkmazsa bu paralar hayır işlerine harcanırdı. Sonradan, bu nizam bozulmuş yetim malları hâzineye katılır olmuştu. Bu suretle yetim malları yağmacıların eline geçiyordu. Sultan Mustafa yetim mallarını korumak maksadıyla nakitleri hâzineyi hümayuna alıp, karşılığında, mukataa verilmesini emretmişti. Selim 111. de bu yolu tutarak, yetimlerin olgun çağlarına varıncaya kadar mallarının korunmasını emretti. (Cevdet paşa,1973:414:415)

Tatarcık Abdullah Efendi faziletli bir adam olmakla beraber pervasız ve minnetsiz olduğundan Şeyhülislâm Dürri Zade Arif Efendi’nin kinine maruz kaldığı gibi, Valde Kethüdası Yusuf Ağa gibi bazı nüfuslu şahısları da kendisine düşman etmişti. (Cevdet paşa,1973:416)

Vezirler Sadrazam olduklarında kırk kişiye mülazemet verilmesi adetti. Fakat, bu tayinlerde çok defa iltimas ve şefaat rol oynuyor ve bu mevkiler ehliyetsizlerin eline geçiyordu. Yeni Sadrazam İzzet Paşa bu usulü değiştirmiş mülâzemetleri imtihanla vermiş ve imtihanı kazananlara 15 er kuruş atiye vermiştir.

Donanmayı hümayun, her yıl ilkbaharda denize açılır sonbaharla tersaneye dönerdi. Askerin erzakı altı aylık olarak verilirdi, ama asker tâyinini satar, sonra peksimet yerdi. Bunu önlemek için gemilere mutfak yapıldı.

Yangınlarda su yetmiyordu, buna karşı Bayezid Süleymaniye ve Lâleli Camileri ile Yeni Cami avlusunda, dâima su ile dolu olacak havuzlar yapıldı.

Askerin aylığı dört taksitte ödenirdi. Taksitin biri Muharrem ayında, İkincisi Cemazilevvel ayında, üç ve dördüncüsü Şaban ayında ödenirdi. Para Sadrazam’ın huzurunda sayılır ve ocaklara dağıtılırdı. Maaş 2880 kese tutuyordu. Bir kese 410 kuruştu. Bir yıllık maaş tutarı 11300 kese idi. Bunun 1366 kesesi Cebecilere, 1122 kesesi topçulara, 280 kesesi arabacılara aitti. (Cevdet paşa,1973:418:419)

Haçlı seferlerinde Hıristiyanlar İslâm milletlerindeki özgürlüğü görüp gözleri açıldı. Artık avama da bazı müsaadeler verilmesi zarurî olmuştu. (Cevdet paşa,1973:420)

Devleti Aliye de Dışişleri Bakanlığı bulunmayıp Dışişleri Reisülküttaplarla idare edilirdi. Fakat hakikatte işleri çevirenler İstanbul’un Fenerli Rumlarından seçilen Divan-ı Hümayun tercümanları idi.

Eylül’ ün on ikinci günü Kaptan Paşa donanmayı hümayun ile Padişah’ın önünden geçip tersaneye girdi.

İngilizlerin denizlerdeki kuvveti 480 gemiye ulaşmıştı. Bunlardan 122’si büyük kalyon, 18’i ellişer top taşıyan orta boy kalyon, 176’sı firkateyn, 164’ü şalope idi.(Cevdet paşa,1973:430:431)

Valde Sultan tarafından yenilenmesine başlanmış olan Kasımpaşa Mevlevihanesi bu yıl tamamlandı. Selim III. Mevleviliği sevdiğinden ileri gelenler kimi samimî kimi taklit için Mevleviliğe intisap ederlerdi. Nereye varılsa Mevlevi Sikkesi görülür. Toplantılarda ney ve rübap sesleri duyulurdu. Padişah’ın bu işe rağbetinin bir sebebi de Nizam-ı Cedid düşüncesinin Mevlevî tarikatına uygun düşmesi idi. Yeniçeriler Bektaşi olduklarından bunlara karşı başka bir tarikatı tutmak lâzımdı. Selim III. Mevlâna Türbesinin lahit örtülerini yeniletti. Donanmanın Akdeniz’den dönüşü de Galata Mevlevihanesi’nin tamamlandığı güne rastlatıldı. (Cevdet paşa,1973:432)

Öteden beri Devleti Aliye’de olayların doğru olarak yazılmasına özen verildiğinden Vakanüvislik memuriyeti daima tecrübeli ve sır saklayan kişilere verilirdi. Devlet büyükleri vakanüvislerden bir şey saklamazlardı. Fakat zamanla bu hususa önem verilmez olmuş vaka nüvisler de ne işitirlerse onu yazar olmuşlardı. III. Selim bu işe de bir nizam vermiştir. Şöyle- ki: Bundan böyle yazılmaya lâyık olan şeyler mektupçu, beylikçi ve Ahmetciler tarafından Reisülküttab’ın izniyle Vak’a Nüvis’e bildirilecek o da olayları doğru olarak yazacaktı. Devlet tayinleri ve teşrifatı da bu işlerle uğraşan kalemler tarafından Vaka Nüvislere bildirilecekti. (Cevdet paşa,1973:433)434)

1797 Yılı Olayları

Bu yıl, Tatarcık Abdullah, tekrar Rumeli Kazaskeri olmuştur. Anadolu Kazaskeri ise kendisinin hocası, büyük âlim Seyyit Mehmet Efendi idi. Teşrifatta Rumeli Kazaskeri, Anadolu Kazaskerine üstün tutuldukları halde Abdullah Molla daima hocası Mehmet Efen- di’yi, sağ tarafına geçirirdi. Çok zamandır böyle iki faziletli âlim birlikte kazaskerlik etmemiştir. (Cevdet paşa,1973:435)

Avrupa devletlerinin İstanbul’da birer elçileri bulunduğu gibi Devleti Aliye’nin de, devletler nezdine üçer sene kalmak üzere elçi göndermesi kararlaştığından ilk olarak İngiltere’ye Agâh Efendi gönderilmişti. 1795 yılında kethüda kâtibi İbrahim Afif Efendi Nemçe'ye divanı hümayun hocalarından Ali Efendi Prusya’ya elçi olarak gönderilmişlerdi. (Cevdet paşa,1973:436)

Büyük bilginlerden Tatarcık Abdullah Efendi bu yıl öldü. Bu zat, Kırım’lı Osman Efendi’nin oğlu olup müderris olmuştu. Bazı memuriyetlerde bulunduktan sonra  Anadolu kazaskeri, daha sonra Rumeli kazaskeri olmuştu. Edirnekapısı’nda Lalizade sofasında gömülmüştür.Gayet zeki, faziletli, cömert bir zattı. Ancak rütbesine yakışmaz hafiflikler göstermek ve borçtan çekinmemek gibi zaafları vardı. (Cevdet paşa,1973:438)

Kazaskerlerden Müftü Zade Mehmet Efendi, Şeyhülislâm Meliki Efendi, Ayasofya Şeyhi Yozgatlı Mehmet Efendi, Reisülküttap Abdullah Berri Efendi, Raşit Efendi bu yıl ölmüşlerdir.

Müftü Zade Seyyit Mehmet Efendi ayaklı kütüphane diye anılırdı. Antalya Müftüsünün oğludur. 1701 de doğmuş ve 100 sene yaşamıştır. Üsküdar’da Miskinler Tekkesinde gömülüdür. Maddî işlere hiç önem vermeyip bütün vaktini öğretmeye vermiş eşsiz bir âlimdi. Zamanının meşhur bilginleri, buna talebe bile olamazlardı. Buna rağmen kibirsiz ve sade yaşardı. Meşhur talebeleri Gelenbevî İsmail Efendi ile Tatarcık Abdullah Efendidir. Bütün talebelerinden sonra ölmüştür. Kendisinden sonra o kıratta bir âlim gelmemiştir. Onun için ona “Anadolu bilginlerinin sonuncusu” demek lâzımdır. Huzuru Hümayunda ilmî tartışmalar yapıldığı günler, son sözü söylemek üzere Mehmet Efendi davet edilirdi. Sözleri mihenk sayılırdı.(Cevdet paşa,1973:442)

Fransız ihtilâlinin garip neticelerinden birisi de bir Yahudi’nin yayınladığı bir beyannamede Kudüs’te bir Yahudi hükümeti kurulmak üzere tüm Yahudilerin ittifaka davet edilmesiydi. (Ne boş tasavvur, ne imkânsız hayal ). (Cevdet paşa,1973:446)

Bu sırada Reisülküttap Atıf Efendi Avrupa politikası hakkında bir lâyiha hazırlamıştır ki metni kitabımıza alınmıştır.Avrupa’nın bu karışık durumunda Türkler iki yüzlülükten asla haz etmedikleri halde Reisülküttap iki yüzlü değil bir yüzlü bir politika gütmeğe memur edilmiştir. Onun için bu yıl yalnız Avrupa bakımından değil Devleti Aliye için de bir devir başı olmuştur. (Cevdet paşa,1973:447)

Recebin 11 inci günü ünlü talik hattatı Mehmet Esat Yesarî Efendi öldü. Yesarî Efendi sağ kolu mefluç ve sol kolu titrek olarak doğduğu halde çocukluğunda sol eliyle talik yazısına çalışmaya başladı. Hocası Dedezadedir. Yesarî hattatlıkta o derece ilerledi ki o devrin büyük hattatı Şeyhülislâm Veli Efendi “Allah bu zatı bizim gururumuzu kırmak için gönderdi” derdi. Yesarî ilim tarikatında ilerleyerek saray hocası olmuş ve geçim endişesinden kurtulmuştu. Nice âbidelerde yazıları vardır.(Cevdet paşa,1973:450)

Napolyon Donama ile Mısır önlerine gelince Osmanlı kaptanı İdris Bey Napolyon’a bir memur gönderdi. Bonapart memura şunu söyledi: “Benim kimseye zararım yoktur. Düşmanımız olan İngilizler Hindistan’ı aldı onu kurtarmaya gidiyorum. Bütün dünya ile düşman olsam, Osmanlılarla dostum, fakat ateş açarsanız beyhude kan dökülmüş olur.

Bonapart, Mısırlılara da “Ben bu memleketi Osmanlıların elinden almağa gelmedim. Maksadım Sizi kölemenlerin zulmünden kurtarmaktır” dedi Memurları değiştirmeyeceğini, camilere 'dokunulmayacağım, kimsenin malına ve canına kast edilmeyeceğini taahhüt etti. Bunun üzerine İskenderiye Fransızlara teslim oldu. Kaleye Fransız bayrağı çekildi.

Herkesin göğsüne üç renkli kokart takması emredildi Bonapart Arapça bir beyanname yayınladı. Bunda İslâm dinine saygısını bildiriyor, Mısır’a gelişini Devleti Aliye’nin talimatı imiş gibi gösteriyordu. Ve “Allah’a Peygamber’e Kur’an’a Kölemenlerden fazla saygım var” diyordu. Mısır Valisi Lokmacı Ebû Bekir Paşa’ya yolladığı bir mektupta kendisine tâbi olmasını istiyordu. İskenderiye’de memurları ipka etti. Yalnız verginin tahsili için Fransız memurları tayin etti. İdareye bakmak için ileri gelenlerden mürekkep bir Divan kurdu, istihkâmlar yapılması için mühendisler tayin etti. 1798 senesi 6 Temmuz’unda yola çıkarak Damen Hür çöl yolunu tuttu. (Cevdet paşa,1973:452:453)

Bonapart İskenderiye’den İstanbul’daki Fransız elçisine gönderdiği bir mektupta “Bizim niyetimizin Devleti Aliye ile iyi geçinmek olduğunu bildiresin” diyordu. (Cevdet paşa,1973:454)

Kahire’ye gelince Fransız topçusunun ateşine Mısır süvarisi dayanamayıp dağıldılar. Pazar günü şehrin ileri gelenleri Cami-ül Ezher’de toplanarak Bonapart’a bir teslim mektubu yazdılar. Mektup Bonapart’ın eline geçince “Sizin büyükleriniz güvenle yanıma gelebilirler. Niçin gecikiyorlar” dedi ve bu mealde bir mektup yazarak ânlara gönderdi.Mektup Kahire’ye varınca iki şeyh Bonapart’ın yanına vardılar. Bonapart “Öteki ileri gelenler de gelsin korkmasınlar” dedi. Bunun üzerine bazı şeyhler daha Bonapart’ın yanına gittiler. Ayak takımı ise o gün ileri gelenlerin evlerini yağma ile meşguldüler. (Cevdet paşa,1973:455)

Bu sırada İngiliz generali Nelson’un Fransızlara karşı zafer haberi geldi. Ve İstanbul çok memnun kaldı. İngiliz elçisi vasıtasiyle Nelson’un maiyetindeki askere dağıtılmak üzere iki bin altın verildi. İngiliz elçilerinin beş çifte kayık yerine yedi çifte kayığa binmelerine müsaade çıktı, (Cevdet paşa,1973:457)

Sultan 3.Selim Zamanında Çıkarılan Vezirlik Kanununun Özeti

Bundan böyle vezirlerden muayyen caizeden gayrı caize, kulluk, bohça, baha gibi namlarla bir şey istenmeyecek, caize senede bir defa alınacaktır. Vezirler ve Beylerbeyiler bir suçları olmadıkça 5 seneden önce azl olunmayacaklar. (Cevdet paşa,1973:459)

Anadolu ve Rumeli’de eyalet sayısı 28 olup şunlardır: Mısır, Şam, Bağdat, Basra, Şehr-i zor, Halep, Karaman, Rakka, Diyarbakır, Adana, Sayda, Musul, Anadolu, Trabzon, Erzurum, Çıldır, Van, Kars, Maraş, Sivas, Cidde, Trablusşam, Girit, Rumeli, Silistre, Bosna, Mora. Bundan böyle vezirlerin sayısı 23 ü geçmeyecek. Yeni vezir tayini lâzım geldiğinde Beylerbeylerinden ve diğer tecrübeli aslı, nesli malûm, taşralarda iş görmeğe muktedir, doğruyu yanlışı ayırır, akıllı, dindar, emektar, insaflı ve doğru zatlara verilecektir. Derebeylerine, delil başlarına ve durumu belli olmayanlara vezirlik verilmeyecektir. (Cevdet paşa,1973:460)

Güncel Haberler