Bir Şeyh Bir Şehzâde
(Dedikhasanlı Mehmed Şakir Hoca Efendi /Ahmed Şevki Ergin Hoca Efendi)
(Ali Şakir Ergin, İstanbul,2016)
AHMET YAŞAR OCAK’IN TAKDİMİ
Cumhuriyet Dönemi, tarihinden ve kültüründen kopmayı hedefleyen yepyeni bir dönemi açmış oldu. Bu,gerçekten büyük bir kültür travmasıydı ve toplumu “ilerici-gerici" dikotomisiyle ikiye bölecek, sonuçları bugüne kadar yansıyacaktı. Türkiye'nin siyasî, içtimaî ve kültürel hayatında yaşanan ve halen yaşanmakta olan kutuplaşmanın sebep olduğu sert tartışmaların, kamplaşmaların altında yatan, bu travmanın sarsıntılarından başka bir şey değildir.
Bu iki zümre, son Osmanlı döneminin II. Abdülhamid ve II. Meşrutiyet devirlerinin bakiyyesi merkez ve taşra ulemâsı ile sufiyyesi idi. Eğer Osmanlı'nın son döneminden Cumhuriyet dönemine intikal eden şu iki zümre olmasaydı, söz konusu büyük travma, bu topraklardan İslâm'ın bütünüyle silinmesiyle sonuçlanacaktı. Ama o iki zümre sayesinde bu tehlike tamamen olmasa bile nispeten daha hafif sarsıntılarla atlatılabildi. Bugünkü Türkiye'nin, iddia edildiği gibi % 90'ı gerçekte Müslüman olmasa bile, yine de geniş bir halk kesiminin Müslüman kalabilmesi işaret olunan iki zümre sayesinde mümkün olabildi.
Bu insanlar gerek merkezde, yani eski Osmanlı payitahtı İstanbul'da, gerekse taşrada, yani İstanbul dışındaki Anadolu ve Trakya topraklarındaki kasaba ve köylerde, yeni rejimle mümkün mertebe çatışmaya girmeden, gizli gizli "yer altında" toplumun inanç ve ahlakını, geleneksel kültürünü unutturmamaya, öğretmeye, anlatmaya gayret ediyorlardı. Aslında onlar bunu yapmakla Müslüman toplumun mümkün olabildiği kadar az problem yaşayarak yeni rejim altında yaşayabilmesini de sağladılar.
Bu iki zümrenin Türkiye Cumhuriyeti toplumsal ve kültürel tarihinde oynadığı büyük sosyolojik ve tarihî rol, bugüne kadar pek kimsenin farkında olmadığı, üzerinde düşünüp kafa yormadığı çok önemli bir tarihî vâkıa idi. Bunun üzerinde ciddî bir şekilde çalışmak ve söz konusu zümrelerin temsilcileri olan insanları unutulmuşluktan tarihin ışığına çıkarmak gerekirdi. Ama bu hala yapılmadı, yapılamadı ve ne yazık ki o insanlar, o isimsiz fedakâr şahsiyetler toprak oldular.
Türkiye'de İslâm adının geçtiği her şeyden uzak durmayı kendilerince çağdaşlık, modernlik olarak kabul eden üniversite mensubu sosyal bilimciler, o insanlarla birebir, yüz yüze konuşarak yaşadıklarını kayda geçirerek gelecek nesillere aktarmak gibi büyük bir tarihî fırsatı kaçırdılar. Bu satırların yazarı olan kişi de maalesef o sıralar yaşının küçüklüğü sebebiyle bugünkü şuuruna sahip olmadığı için, bu talihsiz sosyal bilimcilerden biri oldu.
Son Osmanlı bakiyyesi o insanlar ne yaptılar? Onların bir kısmı zaten söz konusu ulemâ ve sufivve kesiminin ikisine de birden mensup idiler. Yani hem medrese tahsili yapmışlar, hem de bir tarikat çevresinden geliyorlardı. Dolayısıyla her iki çevrenin ilim ve ahlak anlayışına birden sahip idiler. Onlar Kur'an-ı Kerim ve dini ilimleri ve o ilimlerin dili olan Arapça'yı gerek camilerde, gerek evlerinde gizli gizli öğretmeğe çalıştılar.
Bir kısmı yaptıklarının, işledikleri suçun (!) karşılığını ya hapishanelere atılarak veya İstiklal Mahkemeleri'nce idama mahkûm edilerek hayatlarıyla ödediler. İzmirli İsmail Hakkı ve Mehmet Âkif gibi çok azının dışında, onların çoğu aslında gelişmiş sömürgeci modern Batı dünyasının İslâm toplumlarının önüne yığmaya başladığı "modernite" problemlerinden ve İslâm'a meydan okumalarından habersiz, laik rejimin İslâm karşıtı eğitim projesinin ve uygulamalarının sebebiyet verdiği inanç yıkıntılarını tamir etmek, İslâm inanç, ibadet ve ahlak kurallarının öğretilmesini ve muhafazasını sağlamaya çalışmakla uğraşıyorlar ve hayatlarını buna adıyorlardı.
Bir kısmı, Tek Parti dönemi zamanında gizli Kur'an kurslarında ve 1950 sonrası açılan İmam-Hatip okullarında hocalık yaptılar, talebe yetiştirdiler. Buralarda modern Cumhuriyet okullarında pozitivist ve İslâm karşıtı bir laiklik anlayışının güdümündeki eğitimin yol açtığı inançsızlık ortamında, ister istemez muhafazakâr bir anlayışla bu misyonlarını sürdürdüler. (Ergin,2016:12:13)
ÖNSÖZ
Kitabımıza konu olan iki muhterem zât, Dedikhasan Mehmed Şakir Hoca Efendi, 1853, Ahmed Şevki Ergin Hoca Efendi ise 1906 doğumludur. Her ikisinin de çocukluk ve tahsil yılları Osmanlı Cihan Devleti'nin son dönemlerine denk gelmektedir. İktisab ettikleri dinî tahsil ve icra ettikleri meslek itibariyle daima halk içinde bulunup, nesiller arasında köprü vazifesi ifa etmiş kişilerdir.
Bu Hoca Efendiler, İslâm Medeniyeti'ne Osmanlı Devleti döneminde ilim, kültür ve tasavvuf alanında oluşan müktesebata varislik yapmışlardır. Onlar; Cumhuriyet idaresinin kurulmasıyla tevarüs ettikleri bu değerlerden vaz geçip, sokağa atmamışlar, unutulmaya da terk etmemişlerdir. Daha önemlisi ise, bu bahtiyar insanlar; sahip oldukları birikimlerini Cumhuriyet uygulamalarıyla ters düşmeyecek bir akıl yolu kullanarak, sorumluluğunu taşıdıkları iki dönemin gereklerini de bazen gizli, bazen âşikâr yaşayarak ve yaşatarak, yeni nesillerin de manevî donanımlarla yetişmesinde rehber hizmeti görmüşlerdir. (Ergin,2016:17)
GİRİŞ
Tarihin on birinci ve on ikinci asırlarından itibaren başlayan Türk - İslâm yücelmesi ve Türk - İslâm Medeniyeti'nin perde arkasında hiç şüphe yok ki Horasan Erenleri'nin ruh ve gönül bağıyla başlattığı, Anadolu velîlerinin/erenlerinin devam ettirdiği sosyal hareketin çok büyük etkisi ve katkısı vardır. Bunlar, her zaman ve mekânda kendilerine değer verip muhabbetle bağlanan halk ve devlet ricaliyle beraber ve ümerâ'nın yanında, yolları aydınlatan birer kandil olmuşlar, Devlet'in perde arkasında, güçlü manevî birer destek ve rehber görevi yapmışlardır. Yine bunlar birçok sefer ve fetihlere daha başlamadan, zaferle neticeleneceğinin müjdelerini vermiş, Hak dostu, Peygamber (s.a.v.) varisi ve milletlerin geleceğinin ümîdi, manevî önderler olmuşlardır.Anadolu insanının gönül dünyasında müstesnâ bir yer edinen, kalplerde derin izler bırakan ve halkı irşad eyleyip onları iyiye, doğruya ve güzele yönlendiren bu Allah (c.c.) dostları her dönemde çeşitli yollarla çok büyük hizmetler yapmışlardır. Gönüllerde taht kuran bu âbide şahsiyetler, âdemoğlunu Hazret-i İnsan ve halkı Hakk'a kul, yığınları Ümmet-i Muhammed (s.a.v.) ve yurdu vatan yapma hususunda ruhlarıyla ve Anadolu toprağını İslâm mayasıyla mayalamışlardır. (Ergin,2016:23)
Bu ağır yükün bir vebal olduğunun idrakinde olan bu din adamlarından her birisi kendi başlarına, görünmez birer üniversite olmuşlardır. Her türlü ezâ ve cefayı göze alarak hayatları pahasına, taşıdıkları sorumluluğun gereğini edâ etmek üzere, bulundukları çorak bölgenin gözlerden uzak mütevazî bir noktasında gönüllere girmek ve gönülleri nebevî bir ruhla eğitmek için gayret sarfetmişlerdir. Böylece ruhsuz dünya sakinlerinin manevî eğitimiyle meşgul olarak unutulmaz hizmetler ifâ etmişlerdir. Aynı zamanda nice mânâ ehli halk ve Hak dostu velîlerin yetişmesine de vesile olmuşlardır.Yine, hayatları boyunca varlık âlemine muhabbet gözüyle bakan, yaratılanı yaratandan ötürü Allah (c.c.) aşkıyla kucaklayan, insanları yaratılış gayesi istikametinde bir hayat yaşamaya sevk eden, Peygamber âşıkı ve vârisi, kutsal gönüllü bu güzel insanlar tarih boyunca ümmet-i Muhammed'in gönül mimarları olmuşlar ve halkı Muhammedî hakîkatin ışığıyla tenvir etmişlerdir.
Bu güzel insanlar, âdeta yağmur olup gönüllere yağmışlar, güneş olup karanlıkların bağrına doğmuşlar, yarınlara irfanî bakışlarla nazar etmişler, sözleriyle-sohbetleriyle, tebliğlerini temsil eden hal ve hareketleriyle, satırlara ve sadırlara yazdıklarıyla nice kâmil insanlar yetiştirmişlerdir. (Ergin,2016:24)
HOCAEFENDİNİN HOCALARINDAN MUSTAFA HULÛSİ EFENDİ (K.S.),
Mustafa Hulûsi Efendi (k.s.), 1940 yılından itibaren imam-hatiplik görevini Üsküdar Ayazma Camii'ne nakletmiş, bu esnada da mânevî hizmetlerini ve irşâd vazifesini kemâl-i saâdetle 7 yıl devam ettiği bu görevi sırasında, Şeyh Mehmed Esad Erbilî Hazretleri (k.s.)'nden sonra onun hilâfet tahtında meşîhat eylemiştir. Şeyhzâde Ahmed Efendi (k.s.) ile tanışması ve ona hilâfet vermesi de bu döneme rastlamaktadır.
Yaşının ilerlemesi ve imam-hatiplik yapmasına sağlığının müsâde etmemesi sebebiyle Temmuz 1947 yılında daimî mezunluğa (emekliliğe) ayrılma talebinde bulunmuş ve 1 Ağustos 1947 tarihinden îtibâren de Evkaf Meclisi'nce daimî mezûniyete sevkedilmiştir.
1948 yılında ilk defa izin verilen Hac Yolculuğu'na İstanbul'daki ulemâ, meşâyih, hâfız ve hocalardan oluşan büyük bir kâffeyle çıkmış ve Kutsal Topraklar 'a giderek Hac görevini edâ etmiştir.
Bu ilk hac kâfilesi tren yolu güzergâhındaki yerleşim yerlerinde büyük bir sevgi ve coşkuyla karşılanmış ve uğurlanmıştır. Şehzade Ahmed Efendi (k.s.) de uğurlamak üzere Yozgat-Yerköy istasyonunda trene binerek onlara bir süre refakat ettikten sonra Niğde'den onları uğurlayarak Yozgat'a dönmüştür.
Mustafa Hulûsi Efendi (k.s.), Ekim 1950'de ağır bir rahatsızlık geçirmiş, bir ay kadar komada kaldıktan sonra 10 Kasım 1950 tarihinde 79 yaşındayken rahmet-i Rahmân'a kavuşmuştur. Bu büyük Velî, mahşerî bir kalabalığın iştirâkiyle Karacaahmet Mezarlığı'ndaki âile kabristanına defnedilmiştir. Kabrinin kıble tarafında oğlu Abdullah Efendi ve torunu, kuzey kısmında ise eşi ve gelininin kabirleri bulunmaktadır. (Ergin,2016:42)
Ahmet Şevki Efendi, İstanbul’da askerlik görevini yaparken bir hafta sonunda ikindi namazından önce Mustafa Hulûsi Efendi'nin evinin sokağına gelip nasıl olsa cami'ye gitmek üzere çıkar, ben de yolda arkasından yaklaşır selâm verir, kendimi tanıtır, derdimi anlatırım diye beklemeye başlamış. Biraz sonra, evden çıkan nûranî veçheli, heybetli görünüşlü Hoca Efendi'yi rüyasında gördüğü zât olarak hemen tanımış ve yürüyerek arkasından yaklaşıp selâm vermiş.
Hoca Efendi, geriye dönüp hafif bir tebessümle selâmını almış. Uzanıp elini öptükten sonra, Yozgat'lı olduğunu, Yozgat'tan Müftü Mehmed Hulûsi Efendi (k.s.)'nin selâm ve tavsiyesiyle geldiğini ve kendisine bende olmak istediğini arz etmiş. Hoca Efendi selâmı aldıktan sonra söze başlayarak: 'Evlâdım, seninle bu işi sonra konuşalım. Şu anda senin Yozgat'ta acil bir hastan var. Oraya gitmen gerekecek. Sen Yozgat'a git. Geldikten sonra tekrar görüşelim' buyurmuşlar.
Yozgat'la ilgili hiçbir haberi olmayan Efendi Babam, akşamüzeri kıtasına döndüğü zaman, evden bir telgraf almış. Telgrafta şöyle yazıyor: 'Amcan Edhem Efendi ağır hasta, acele Yozgat'a gel-Annen '
Gündüzün yaşadığı olay ve akşam vakti aldığı telgraf, Efendi Baba'mı bir başka etkilemiş. Derhal mazeret izni alarak şiddetli bir kış gününde Yozgat'a hareket etmiş ama Yozgat'a ulaşması 24 saati geçmiş. Eve geldiğinde İbrahim Edhem Efendi'nin vefat ettiğini, şiddetli kış ve kar yüzünden aile kabristanında kendisi için önceden hazırladığı sandık mezara ulaşmak bile mümkün olamadığı için Dedesi'nin türbesinde amcası Şeyh Sadreddin Efendi (k.s.)'nin kabrine (üzerine) onun da defnedildiğini öğrenmiş. (Ergin,2016:107)
Bir ziyaretinde de odadaki sehpanın alt tarafında tavla oyun tahtası gözüne ilişip bunun Hoca Efendi'nin evinde ne işi var diye taaccüp etmiş. Biraz sonra içeri giren torunu küçük kızdan, “akşam sizde misafir mi vardı?” diye sormuş. O da “hayır kimse yoktu” derken peşinden Hoca Efendi odaya girmiş ve biraz sohbetten sonra:'Ahmed'im, şurada bir tavla tahtamız var. Canımız sıkıldıkça bazen hanımla tavla oynarız. Hanımla kumardan başka her türlü oyun serbesttir.' Demiş. (Ergin,2016:108 )
'Bir defasında da çok içki içen, yanlış işleri olan sıhrî yakınlarımızdan bir arkadaşımı zorla ikna edip Hoca Efendi'nin elini öper, duasını ve himmetini alırsa belki ıslah olur diye Hocamın evine kadar götürdüm diye anlatmıştı. Her gittiğimde kapıyı kim açarsa açsın beni, ev halkından hattâ evlâtlarından birisi gibi kabul edip üst kata kadar içeri alıp kabul eden Hoca Efendi, bu defa aşağıya inerek kapıyı bizzat kendisi açılan kapı kanadının içini haşmetli cüssesiyle sanki tamamen kapatırcasına doldurmuş, saç ve sakallarının her teli diken diken kabarmış,bizi öyle bir celâlle karşıladı ki, onu bu kadar celâlli hiç görmemiştim. Dehşetinden ben ürperdim ve şaşakaldım, arkadaşım korkmuş. Sadece ziyaret için geldiğimizi varsa bir emirleri onu almak istediğimizi arz ettim. 'Soğuk bir teşekkürden sonra bir ihtiyaçları olmadığını belirterek' bizi uğurladı. Ben vaziyeti anladım. Hocam bu arkadaşı getirmemden hoşlanmamıştı. Ama arkadaşıma bir şey de söyleyemedim. Zaten o da olmamıştı ve bana;'Ahmet, bu gördüğümüz sahiden senin hocan mıydı, insan mıydı? Yoksa cin miydi, melek miydi neydi? Ben şimdiye kadar böyle birini hiç görmedim.' demişti.
Birkaç gün sonra yalnız başıma ziyarete gittiğimde yine eskisi gibi sıcak karşılandım, içeri alındım, üst kata Hocam'ın odasına girdiğimde bana; 'Ahmet sen geçen günkü adamı buraya neden getirdin. Evlâdım öyleleriyle arkadaşlık yapma. Bir arada bulunmanız bile size zarar verir.' buyurdular diye anlatmıştı. (Ergin,2016:108:109)
AHMET ŞEVKİ ERGİN HOCAEFENDİ ve GENÇLİK YILLARI
Aşağıda tafsilâtlı olarak anlatılacak olan Ahmed Şevki Ergin Hoca Efendi'nin ecdâdı, Horasan Erenler'inden olup dedesi Çerkeş'e bağlı Halvetî-Şa'bânî Tekkesi'nin kurucusu Büyük Şeyh Hacı Ahmed Efendi'dir. Babası Şevki Efendi Medresesi Müderrisi Abdullah Arif Efendi, annesinin babası ise Nakşibendî Şeyhi Gümüşhaneli Ahmed Ziyaeddin Efendi'nin halifelerinden Kastamonulu Hasan Hilmi Efendi'nin halifesi Müderris Mehmed Ali Efendi, amcazâdesi ve kaimpederi ise müderris Hafız İbrahim Edhem Efendi'dir. (Ergin,2016:49)
Cumhuriyet'ten sonraki dönemde ve bilhassa ikinci Cihan Harbi yıllarında, Anadolu'da pek çok cami, maksadı dışında (asker barınağı, tahıl ve erzak deposu gibi) olarak kullanılmıştır. Bu sebeple camiler ve ona yakın olan medrese ve tekkelerin bir kısmı, bu kullanımdan zarar görmüş, tahrip olmuştur. Nitekim Yozgat merkezindeki Demirli Medrese ve Kütüphanesi'ndeki pek çok kıymetli yazma eser, Köseyusuflu'daki Abdullah Ağa Medresesi ve Kütüphanesi'nde bulunan nadir yazma eserler medrese avlularında yakılarak imha edilmiştir. Bakiyesinin de toprağa gömülerek yok edildiği, mahallinde hâlâ söylenmektedir.
Harp sonrasındaki siyasî iktidarın harf inkılâbı ile ilgili katı uygulamaları neticesinde, tekkelerde ve hatta mensupların evlerinde ve ellerinde eskiye dair kitap, defter ve teberrükât eşyası cinsinden ne varsa, mevcut olanlar türlü yollarla elden çıkarılmış, geride kalanlar da jandarma korkusuyla mezarlıklara gömülerek veya yakılarak imha edilmiştir. Bununla da yetinilmemiş, Tuğra ve Armalarla ilgili 1057 sayılı kanundan sonra Meydan Yeri'ndeki mermer Hamidiye Şadırvanı üzerindeki âyetler ve edebî şiirler kırılıp kazınmış, okunmaz hale getirilmiştir.
Maalesef, bu imhâdan Şeyh Hacı Ahmed Efendi'nin zatî metrûkâtı da nasibini almıştır.Bu sebepledir ki, Şeyh Hacı Ahmed Efendi'nin hayatı hakkında bildiklerimiz ve yazılanlar, en yakını olan torunlarından Abdulkâdir Sönmez Bey'in ve Efendi Babam Şeyhzâde Ahmed Efendi'nin elli-altmış sene sonra, parça parça yazdıkları notlara ve anlattıkları şifahî bilgilere dayanmaktadır. (Ergin,2016:58)
Her yerde olduğu gibi, Yozgat'ta da ailelerin eli silâh tutabilecek çocuk ve gençleri askere alınmış, memlekette genç nesil kalmamıştı. Şehirde sadece sakatlar, yaşlılar, kadın ve çocuklar kalmış. Bunu Efendi Babam şöyle anlatırdı:"Haftada bir gün posta gelirdi. Her ailenin çocuk ve kadınları, gurbette ve cephedeki yakınlardan bir haber alabilmek için erkenden Saat Kulesi dibindeki meydanda toplanırlardı. Oraya gideceği zaman annem elimden tutar, beni de beraberinde götürürdü. Herkesle beraber binadan çıkarılacak posta torbasının açılmasını heyecanla beklerdik. Posta torbası açıldığı zaman heyecanlı bekleyiş soğuk bir sükûta dönerdi.
Görevli, torbadan çıkardığı mektup zarfının üzerindeki isim ve adresi teker teker dikkatle, yüksek sesle, bağırarak okur ve elindeki zarfı havaya kaldırarak; "At at bu tarafa at!” diye sahip çıkacak sesi beklerdi ve memur elindeki mektup zarfını heyecanlı çığlıkların geldiği tarafa fırlatır fırlatmaz, zarfı havada kapabilmek için kalabalık arasında itişip kakışanlar sebebiyle bir kargaşa ve dalgalanma başlar, havada uçan mektubu kim yakalarsa elden ele sahibine ulaştırırdı. Mektubu alan kişi büyük bir coşkuyla zarfı öper, koynuna koyar ve onunla birlikte gelen mahalleliyle birlikte cepheden, kiminin evlâdından kiminin kardeşinden ya da eşinden ve sevgilisinden gelen hayırlı haberleri bir an önce diğer aile efradı ve yakınlarıyla paylaşmak üzere mahallenin ve evin yolunu tutardı. Birçok bekleyenler postadan mektup çıkmadığı için ümitlerini bir dahaki haftaya tehir ederek meydandan me'yûs ve mükedder olarak ayrılırlardı. Bizim de, çok kere böyle boş döndüğümüz olurdu. (Ergin,2016:69)
İlim tahsili için kapı kapı gurbet gezen nice vatan evlâdı gibi Ahmed Şevki Efendi de, Osmanlı'nın harp yorgunu olup bîtâb düştüğü son dönemde, memleket kurtarmak için maarifte, birbiri ardınca ıslahat yapma adına açılıp kapatılan okullarında dolaşmış, başladığı tahsilini tamamlayabilmek için çırpınıp durmuştu. Nihayet, son girdiği İstanbul İmam ve Hatip Mektebi son sınıf öğrencisi iken yeni bir ümit ışığı belirmiş.
Mısır Hidivi'nin aile fertlerini Kahire'ye götürmek üzere bir gemi Dolmabahçe açıklarına demirlemiş günlerdir bekliyor. Mısır’a okutmak için birkaç talebe de götürecekleri şayiası öğrenciler arasında fısıltı olarak yayılmaya başlamış, okul arkadaşlarından birkaç kişiyle beraber o da bu gemi ile Mısır'a gitmek için müracaat etmişti. Etmiş ama kader orada da peşini bırakmamış. Bu sırada şiddetli bir karın ağrısı ve karın zarının su toplayarak karın şişmesi sonucu hastaneye kaldırılmış. Kısa bir süre sonra, ameliyat edilerek elim ıstıraptan kurtulmuş.
Daha hastanede ameliyat sonrası tedavisinin devam ettiği günlerde, İstanbul'a beraber geldikleri ve Mısır'a gitmek için beraber müracaat ettikleri Yozgatlı arkadaşı Hacı Azizzâde İhsan [İhsanoğlu] (1902-1961) Efendi hastaneye gelerek derdini anlatmaya başlamış:"Hidiv ailesi bizi gemiyle götürmeyi kabul ettiler, ancak yaşımın ilerlemiş olması sebebiyle beni gemiye bırakmıyorlar, ben gidemiyorum. Sen de ameliyat oldun kaldın, gidemiyorsun. Senin nüfus kâğıdını ben alayım, hiç olmazsa senin yerine ben gideyim…” diye ricada bulunmuş ve oradan ayrılmış.
İhsan Efendi, bir müddet sonra o gemi ile Kahire'ye gitmiş, Mısır'a gittikten sonra da bir daha Türkiye'ye dönmemiştir. İhsan Efendi'nin Anadolu ve Rumeli'den gelen gönüldaşlarıyla Mısır'da geçireceği zorlu yıllar ve sonu gelmeyecek esrarlı ve uzun bir macera böyle başlamıştır. İhsan Efendi, 1961 yılında Kahire'de Hakk'ın rahmetine kavuşmuş, kabr-i şerifi Kahire-Cebel-i Mukaddem'de Abbâsiye semtindeki Gâfir kabristanındadır. Kabrin bulunduğu yerdeki duvara tesbit edilmiş (aşağıdaki resimde görülen) iki mermer plâka üzerine tâlik hatla yazılmış Türkçe ve Arapça iki kitabe vardır. Mezar taşındaki Türkçe kitabede şunlar yazılıdır:
Hüve'l-Bâkıy Medfûn bu yerde zâir Bir muğterib muhâcir İHSAN Efendi ilâmı
Şer'-i mübînde tahrîr Türkoğlu Türk bir üstâd Emsâli şimdi nâdir Rihletle nâ-be-mevsim
Bir ibret etdi takrir Bir bir çıkdı esfeleTârîhi oldu sâdır Rahmân'a göçdü İHSÂN
Cennet'tedir mücâvir. (Ergin,2016:74:75)
GÜMÜLCİNELİ MUSTAFA EFENDİ
Efendi Babam Gümülcineli Mustafa Efendi ile tanışmasını şöyle anlatırdı:"Beyazıt Kütüphanesi'ne her gittiğimde orada kenarda bir masada yaşlı nurânî çehreli bir zatın önünde kocaman bir kitapla meşgul olduğunu görür ve kendi kendime; 'bu yaşlı zat başka bir kitap bilmiyor mu da, her gün aynı kitaba bakıp duruyor derdim.' Sonradan öğrendim ki bu zât 'Ayaklı Kütüphane' lâkaplı Gümülcineli Mustafa Efendi'ymiş. Önündeki meşgul olduğu koca kitap da Erzurumlu İbrahim Hakkı Efendi'nin çok mühim bilgiler ihtiva eden Ansiklopedik eseri Ma'rifetnâme imiş. (Ergin,2016:73)
İstitrad: Söz Gümülcineli Mustafa Efendi'ye gelmişken, kitap basılmadan önce müsveddesini okumak lütfunda bulunan aziz ve değerli kardeşim Prof. Dr. Ahmed Güner Sayar'ın 1967 yılına ait bir hatırasını ve bir notunu kendi İfadesiyle buraya koymak bizim İçin bir cemile oldu: 'Yıl 1967.Bir Yozgat ziyaretimden İstanbul'a dönerken Efendi Hazretleri 'ne uğrayıp bir emri olup olmadığını sormuştum. Bana buyurdular ki “Fatih Camii’ne gidiniz, orada Gümülcineli Mustafa Efendi 'yi bulun ve ellerini öptüğümü ve selâmlarımı söyleyin " demişti. 'Ben bu zâtı camide buldum ve 'Efendim size talebelerinizden Yozgatlı Ahmed Efendi'nin selâmım getirdim" demiştim. Bu zât 1968 yılı Eylül ayında vefat etti. Edirnekapı'da Necati kabristanında İbrahim Halebî Efendi 'nin yanına defnedildi. (Ergin,2016:86:87)
ARABACI İSMAİL AĞA
[*l A. G. Sayar'ın notu: "Nizameddin Nefesli anlatmıştı: '1927 yılının Temmuz ayında bir gün Ankara'ya gidecektim. Amcam Yusuf Bahri Efendi'yi ziyaretle Ankara'da bir emirleri olup olmadığını sorunca buyurdular ki: 'Hacı Bayram Civarında Cihan Kıraathanesi var. Oraya git, Arabacı İsmail Ağa'yı bul ve benim selâmımı söyle'. Amcamın dediği yere gittim ve İsmail Ağa'yı sordum. Gösterdiler. Baktım Temmuz sıcağına rağmen, dizlerine kadar çekilmiş yün çorabı ve esnaf kıyafeti ile İsmail Ağa gözümü doldurmadı. Amcamla bir bağ kuramadım.
Ertesi gün gene kıraathaneye gittim. İçim rahat değildi. Benim amcam hâkimdi, bu efendi ise kılık kıyafeti ile bana güven vermeyen bir arabacı idi. Üçüncü gün gittiğimde, İsmail Ağa gene köşesinde oturuyordu. Beni görünce âdetâ ok gibi yerinden fırladı, yanıma geldi ve 'Evvelâ şu üzerindeki selâmı ver' dedi. Nizameddin Bey'den dinlediğim bu vak'ayı Yozgat'ta Ahmed Şevki [Ergin] Efendi'ye anlatınca buyurdular ki:1929 senesi kış aylarından birinde, bir Ankara yolculuğunda, şöhretini epey zamandır duyduğum Arabacı İsmail Ağa'yı görmek için Cihan Kıraathanesi'ne gittim. Şiddetli bir kulak ağrısından muzdariptim. Kıraathane'de oturduğum yerden masasına bakıyordum. Bir ara göz göze geldik. Yerinden kalktı, yanıma geldi ve aramızda şu konuşma geçti. 'Yozgatlı mısın?'; 'Yozgatlı'yım'; 'Muallim misin?', 'Muallimim'; 'Kulağın ağrıyor mu?' 'Ağrıyor”. (Ergin,2016:82)
DEDİKHASANLI MEHMED ŞAKİR HOCAEFENDİ
Ahmed Şevki Efendi, köy öğretmenliğinde bulunduğu ve Şakir Efendi (k.s.)'nin himayesinde geçirdiği günler ömrünün ve yetişme çağının en feyizli ve bereketli günleri olduğundan bahseder, ona yakın va da yanında bulunarak kendisinden âzami istifade etme çabasında olduğunu söylerdi. Bu düşünceyle bir gün Hocası'na:'Efendim, Maarif idaresi birçok köylerde yeni okullar açma faaliyetinde. Bu köyde (Dedikhasanlı'da) okul yok. Müracaat edelim de burada da okul açılsın, köylü de okur, çocuğunu okutur. Ben de bu köye tayinimi yaptırır, size daha yakın olur ve hizmetinizde bulunurum.' dediğimde 'Yok oğlum yok, şimdilerde bu köye ve bu köylüye okula gerek yok, sen de buraya gelme.Benimle görüşmek içinse; ben geceleri uyumam. Ne zaman aklına düşersem, ne zaman gelmek istersen gece yarısı bile olsa çık gel beni uyanık bulursun.'
Gerek okulda ve gerekse zor ve darlık içindeki ev ve köy şartlarında çoğu zaman sıkıntılarını paylaşacak ne akran ne de emsâli olmadığı için Şakir Efendi (k.s.) hem hoca, hem baba ve hem de tecrübeli bir müderris ve şeyh efendi olarak Efendi Babam'ın tek sığınağı olmuştur. Birbirleriyle o kadar uyum sağlamışlar ve yakınlaşmışlar ki, hoca- talebe olma sınırları aşılmış, baba-evlâttan daha yakın ve sır ortağı/mahrem-i esrarı olmuşlardı. Efendi Babam, her derdini ve sıkıntısını ona anlattığı gibi, her memnuniyetini ve iyiliğini de ona söylermiş.
Bir resmi bayram günü okulda tören yapıp öğrencileri dağıttıktan sonra, kıyafet değiştirmeden yeni diktirdiği lacivert takım elbisesiyle atına binip Şakir Efendi (k.s.) hocasını ziyarete gitmişti. Öğle namazı vakti yakın. Atını odanın avlusuna bağlayıp camiye geldiğinde Şakir Efendi (k.s.)'yi cami avlusunda ayakta bulmuş. Bundan sonrasını şöyle anlatırdı:'Hemen eline uzandım ve öptüm, tuttuğu elimi bırakmadı ve beni çekerek caminin yoldan taraf duvarının dibine kadar götürdü. Duvar dibinde sıralanmış taşlardan birinin üzerine kendi oturdu ve bir diğerine de beni oturttu. Bu da yetmedi, kim bilir nice zamandır köy yolunun pudradan ince tozlarının yerleştiği duvara iyice yaslanmam için beni geriye doğru çekti. Hocam'a göstereyim diye çıkarmadan geldiğim lâcivert takım elbisem önlü arkalı değirmene girmiş de un çuvalı taşırken sağa sola sürünmüşüm gibi bomboz oldu. Ezan okundu kalktık. İki ellerimle çırparak kaba tozları temizleyip, öğle namazını camide utanıp sıkılarak güç bitirdim. Namazdan sonra bana: 'Oğlum Ahmet, köylünün bu yokluk ve kıtlık zamanında sanki gösteriş yapıyor gibi, takım elbiseyle gelip aralarına girmek bizim kitabımızda yok. Bir daha nereye gidiyorsan oraya uyumlu giyinmen gerekir.' dediğinde hemen aklıma: "Gittiğin yer kör ise; sen de gözlerini kıvıştırarak yürü "dizesi geldi ve anladım ki hocam bana irfan kitabından sosyal ahlâk dersi verdi.'Diye anlatır, bize de böyle hususlara dikkat etmemiz gerektiğini tenbih ederdi.
O yıllarda 1930'ların başı, köyler ve kasabalar arasında muntazam yol yoktu. Vasıta kağnı veya at arabası, motorlu araç zaten yoktu. Toprak ve çoğu zaman da dağ yollarında en hızlı ulaşım vasıtası at arabası ve daha hızlısı at idi. Efendi Babam, ihtiyaç halinde Yozgat'a gelip gitmeye, hem de Hocasının köyü Dedikhasanlı'ya daha sık ve rahat gidip gelebilmek için ahırda at besliyor. Kadılı Köyü'nde yarış atı beslemekle meşhur bir arkadaşından satılığa çıkardığı o seneki yarış birincisi olan atı büyük bir meblağ da ödeyerek satın alır ve o atla Hocası Şakir Efendi'yi ziyarete gider. Köye girince atı Hocası'nın görmeyeceği bir kuytuya bağlar ve odaya gelir. Devamını kendisinden dinleyelim.'Odaya girdim, elini öptüm fakat elimi bırakmadı. Beni çekti yanına oturttu. Mühim bir şey söyleyeceği zaman böyle yapardı. Hoş-beş edip biraz muhabbet ettikten sonra bana dönerek: 'Oğlum Ahmet, duydum ki güzel bir at satın almışsın, hayırlı olsun. Hem de yarış atı imiş. Oğlum, böyle yarış atlan binicisine gurur ve kibir verir. Bu at sana yaramaz. Sat onu, elden çıkar.' Dedi. (Ergin,2016:89:90)
AHMET ŞEVKİ ERGİN HOCAEFENDİ’NİN ÖĞRETMENLİK YILLARI
İmam ve Hatip Mektebi çıkışlı, şehrin saygın ailelerinden birine mensup Şeyhzâde lâkaplı genç bir muallim gelince, bütün köylü Muallim Efendi'ye kucak açıp sahip çıkmışlar. Erzurum muhacirlerinden Ağa Efendi kendi odasını Muallim Efendi'ye tahsis etmiş, köy halkı da zaman zaman yiyecek erzak, meyve-sebze, kışlık yakacak tezek, odun ihtiyacım karşılamaya başlamışlar. (Ergin,2016:90)
Zaman içinde, köyün çocuklarını mektepte okutan muallim, hem din hocası, hem muhtarı, hem de hâkimi olmuş. Bu köyde görev yaptığı 16 yıl boyunca köyde mahkemelik bir vaka şehre intikal etmemiş. Herkes, huzur içinde kardeşçe geçinip gitmiş. (Ergin,2016:92)
Halk içinde kâmil bir mürşid, kerâmeti zahir, nefesi ve himmeti güçlü ve daim olarak bilinen Dedikhasanlı Şakir Efendi (k.s.)'nin ilim yönünden Hacı Azizzâde İhsan Efendi'ye, maddî zenginlik yönünden Topaçlızâde Hacı Efendi'ye, mâneviyat yönünden de Şeyhzâde Ahmed Efendi'ye teveccüh edip, mânevî mirasını böyle taksim ettiğini anlatırlar. (Ergin,2016:101)
Şeyhzâde Ahmed Efendi, birinci askerliği döneminde Erbilli Es' ad efendiyi iki defa ziyaret etmiştir. Bu dönemler, Es'ad Efendi için takibat yılları olduğundan kendisine intisap fırsatı olmamıştır. İkinci ziyaretine dair şöyle bir hatırası da vardır. Erenköy'deki devlethaneyi ziyarete geldiğinde, kapı önünde kalabalık bir cemaatin ziyaret için beklediklerini ve evin merdiven başında bekleyen bir zatın da, bekleyenleri teker teker sırayla içeriye aldığını görmüş. Bu beklemelerle ziyaret imkânı olmayabileceğini düşünerek, bir pusulaya; 'Yozgatlı Şeyh Ahmed Efendi'nin torunu ziyaret etmek istiyor’ diye yazıp kapıdaki zâta uzatmış. Kapıdaki zât içeri girip çıktıktan biraz sonra yukardan bir münâdî: 'Yozgatlı Şeyhzâde gelsin!' diye çağırmış ve hemen içeri alınmış. Huzura girerken Es 'ad Efendi Hazretleri, Ahmed Efendi 'yi 'Gel Şeyhzâdem gel!' diye iltifatla karşılamış. Kısa fakat feyizli bir görüşmeden sonra, ayrılırken de: 'Evlâdım buraları polis, jandarma takip ediyor, bir dahaki gelişinde olur ya, seni çevirir de sorgu, sual ederlerse, yakın akrabamdır, ziyaretine geliyorum ' dersin diye ayrıca, akrabalık iltifatında bulunmuştur. (Ergin,2016:106)
Gezicilik dönemine rastlayan o yılların köy hayatı, Anadolu halkının, önce büyük bir darlık, yokluk ve mahrumiyet, daha sonra bit, pire ve tahtakurusu gibi birçok haşeratla boğuşmanın yanı sıra, karın ağrısı diye tarif edilen sıtma ve ince hastalık diye isimlendirilen verem (tüberküloz) gibi hastalıklarla başa çıkmak için mücadele verdiği zamanlardı. Bunların hepsi, köy ve kasabalarda insanların yaşadığı çevrelerde yeteri kadar temizlik kurallarına riayet edilemediği, kimyevi madde ve ilâç yokluğu ile en mühimi de fakirlik sebebiyle beslenme eksikliğinden kaynaklanmaktaydı.
Her türlü hastalığın tedavisinde kurumlarının verdiği Kinin, her türlü haşeratla mücadele için de DDT’den başka bir şey bulunmazdı. (Ergin,2016:111)
Bugünkü Cumhuriyet İlkokulu (şimdiki Rektörlük Binası) ve Kapalı Spor Salonu'nun bulunduğu arsanın tamamı şehrin 'Büyük Mezarlığı' idi, arsanın doğu tarafına Cumhuriyet Mektebi yapılınca arsanın orta yerinden saat kulesi istikametine yol açılmıştır. Mezarlık kaldırılmış olmasına rağmen Efendi Babam hürmeten bu yolu kullanmaz tâlî yolu tercih ederdi. (Ergin,2016:112)
Çocukluk yıllarımızın geçtiği zamanlarda Yozgat’ın nüfusu on yedi bini geçmiyor ve şehir halkının hepsi de hemen hemen biri birini tanıyordu. (Ergin,2016:115)
AHMET ŞEVKİ ERGİN HOCAEFENDİ’NİN YOZGAT YILLARI
Şeyh Efendi ve çocuklarının vefatlarından sonra aile dağılmış, harp yıllarında herkes başı derdine düşmüştü. Vakıf yönetimsiz, mülkler sahipsiz, evler harap kalmış, duvarlar yıkılıp bahçeler târ u mâr olmuştu. Devir değişip Cumhuriyet kurulduktan sonra, şehir merkezinde bir kısım resmî binalar ve okullar yapılırken, şehir merkezinde kalan kabristanların çoğu kaldırılmış ve başka yerlere nakledilmişti. Yerlerine de parklar, okullar ve bir kısım resmî binalar yapılmıştı. Tip projeyle Cumhuriyet İlkokulu (şimdiki Rektörlük Binası) yaptırılacağı zaman, buradaki Büyük Müslüman Kabristanı sökülmüş ve bu kabristanda mezarı bulunan aileler kemikleri ve kabir taşlarını yeni kurulan Sarı Topraklık'a ve değişik kabristanlara taşımışlardı. (Ergin,2016:116)
Yine bir zaman geldi, Belediye Meclisi şehir içinde kalan kabristanların da kaldırılması kararı aldı. Şeker Pınar, Develik ve Tahta Cami altındaki kabristanları kaldırdılar. Şeker Pınarı Kabristanı'nın yerini önce park olarak ağaçlandırdılar. Aradan 15-20 sene geçtikten sonra da parktaki ağaçları keserek bir kısmına Karakol binası, geri kalan yere de Ortaokul ve İstiklâl Lisesi yapıldı. Tahta Cami'deki kabristanın yerine doğrudan ilkokul ve daha sonra öğretmen okulu, Develik' tekinin yerine de Sağlık Ocağı ve Hastane yapıldı. Bahçenin tapusu vardı ve müstakildi. Ancak, kabristanın ayrıca pusu yoktu. Kabristan, bahçenin bir dönümlük kısmını işgal ediyordu. (Ergin,2016:118)
Bu dönemler, muhalefetsiz tek parti yönetimince halk üzerinde ağır baskı uygulandığı, din ve dinî değerlerin toplumdaki etkinliğinin halk üzerlerinden kaldırılmaya çalışıldığı yıllardı. Aynı zamanda Osmanlı kültürünün izlerini tamamen silmek için çaba gösterildiği bir devirdi. Bu uğraşlar, aynı zamanda yeni Cumhuriyet rejiminin, altı ok rejimi olduğu söylenerek yeni rejimin halk içinde iyice yerleşmesini sağlamak için yapılıyor ve buna dair bilgiler, zaman zaman resmi ifadelerde dahi yer alıyordu. Nitekim aşağıdaki iki örnek bunu anlatmaya yeter kanaatindeyiz.
Örnek: 1: "Harf devriminin tek amacı ve hattâ en önemli amacı okuma yazmanın yaygınlaşmasını sağlama değildir. Devrimin temel gayelerinden biri yeni nesillere geçmişin kapılarını kapamak, Arap-İslâm dünyası ile bağları koparmak ve dinin toplum üzerindeki etkisini zayıflatmaktı. Yeni nesiller eski yazıyı öğrenemeyecekler, yeni yazı ile çıkan eserleri de biz denetleyecektik. Din eserleri eski yazıyla yazılmış olduğundan okunmayacak, dinin toplum üzerindeki etkisi azalacaktı. " (Ergin,2016:108:119)
Aynı baskının resmi dairelerde ve memur tabakasında ciddî bir şekilde uygulanması da madalyanın ikinci yüzünü ortaya koymaktaydı. İl ve ilçelerde en büyük mülkî âmirin davetiyle periyodik toplantılar yapılıyor, bu toplantılara memurlar eşleriyle davet ediliyordu. Cumhuriyet Bayramı'nı kutlama balolarına büro amirleri, bir kısım memurlar ve tüm öğretmenler eşleriyle katılmaya mecbur ediliyorlardı. (Ergin,2016:108:120)
Raporlu olmasına rağmen Efendi Babamım Cumhuriyet Bayramı balosuna katılmaması sebebiyle kendisine uygulanan ve aslı özlük dosyasında bulunan ceza yazısının el yazısıyla yazılmış Kanûn-ı Sânî 928 tarih ve 1809 sayılı belge fotokopisidir.
Belgenin okunuşu aynen şöyledir:No: 1809
Muhtâc-ı istirahat olmadığınız halde vazifenizi terk etmeniz teessürle karşılanmıştır.Daha ağır inzibâtî bir cezayı istilzam eden bu hareketiniz, şimdiye kadar vazifenizde gösterdiğiniz gayret nazar-ı itibare alınmış ve bu defalık 'ihtar'la tecziyeniz tensib edilmiştir. Kânûn-ı Sânî (Ergin,2016:108:121)
Efendi Babam, evimizin gözetlenip, kontrol ve takip edildiğinin farkına vardı. Birçok geceler, meçhul kişiler, evimiz etrafındaki arsada gezerler, 20-25 metrelik bir mesafeden resmî kıyafetli kişiler silûet ve karaltı olarak görünürlerdi. Ne konuşur, ne de yaklaşırlardı. Varlıkları ev halkı tarafından hissedildikten sonra uzaklaşır, giderlerdi. Sanki “biz buradayız” dercesine yaptıkları bu psikolojik baskı ve tâciz, zaman zaman fasıla vererek aylarca sürerdi. Efendi Babam, bazen geceleri kalktığında, imamlığını yaptığı camisine gidip gelirken gördüğü bu takipçilerden hiç yılmadı ve korkmadı. Onlara da rapora kaydedecekleri bir fırsat bırakmadı. Evimizde elektrik yoktu. Önce, 7 numara, daha sonraları 14 numara bir gaz lâmbası ile oturma odası ile aynı zamanda ebeveyn odası olarak kullanılan mekân aydınlatılırdı. (Ergin,2016:108:122)
Pof. Dr. Mehmed Yaşar Kandemir bir yazısında onu anlatırken şöyle diyor: "Ahmed Efendi Hocamın ipek gibi yumuşak, yağmur suları gibi saf ve berrak bakışları, sanki gözünüze değil gönlünüze bakardı. Onun huzurunda, olmadığınız gibi görünmeyi aklınızdan bile geçirmez, foyanızın meydana çıkacağı endişesiyle ne iseniz öyle olurdunuz. Bir 'Allah adamı'yla karşı karşıya olduğunuzu bilir, ona teslimiyetle boyun eğerdiniz." (Ergin,2016:108:134)
Kendisine gelen özel mektupların pullarını ıslatarak çıkarıp biriktirerek pul koleksiyonu yapmaya başlamıştı. 1950'lerde PTT'nin çıkardığı damgalı ve damgasız serî hatıra pulları da alarak yeni bir koleksiyon meydana getirmişti. Daha sonraları koleksiyona yenilerini almayı bıraktı ve pul koleksiyonunu da kardeşim Muhammed Esad'a verilmesini vasiyetnamesine bir madde olarak yazdı. Böylece biz çocuklarına da koleksiyon yapmayı öğretmiş ve hayatımızda güzel bir örnek olmuştur. (Ergin,2016:108:137)
Daha sonraki yıllarda da Hacı Samî Efendi (k.s.) ve Hacı Musa Topbaş Efendi (k.s.) ve İskenderpaşa Dergâhı'nda Mehmed Zahid Kotku Efendiler (k.s.) zamanlarında Yozgat havalisinden kendilerine gidip müracaat eden bir kısım insanları:'Yozgat'ta Şehzade Ahmed Efendi kardeşimiz var. O'na gidin. Orada Ahmed Efendi varken bizim sizleri kabul etmemiz uygun olmaz, ayıp olur.’ diye Yozgat'a gönderdiklerini ve gelenlerin bunları anlattıklarını söylerdi. Bu anlatılanlara bizzat benim de şahidi olduğum kişiler olmuştur.Dinin ancak tasavvufla beraber güzel yaşama biçimi alacağım söylerdi. Tasavvuf:'Dünya hayatında dini güzel ahlâkla yaşamak, halkta Hakk'ı görmek, Hakk'ın İsmini ve zikrini halkın dilinde yüceltmek ve artırmaktır.' Derdi.(Ergin,2016:108:173)
Nakşibendî, Halvetî ve Kadirî tarikatlarının her üçünden yetkili bir mürşid olmasına rağmen, en çok Nakşibendî usûlüyle dersler verirdi. Efendi Babam, “Halveti’lik Anadolu'ya girdikten sonra çok kültürlü zümrede, mevki ve makam sahipleri arasında intişar ellili' olmasına rağmen, daha sonraki yıllarda bazı silsilelerde kopukluklar olmuş, bazan da na-ehil ellerde kalmış olması sebebiyle, müntesiplerinin uygulamaları arasına bid'at karışmış” yorumunu yapardı. Bu sebeple, Kadirilikten sonra en az olarak ders telkin ettiği yolun Halvetî usul ve tarz olduğunu biliyoruz.
Ders telkininde erkek-hanım ayırmaz, ancak kocasının veya velisinin izni ve rızası olmadan hiçbir bayana da ders telkin etmezdi. Bundan daha mühimmi; (mahremleri hariç) hiçbir bayanı karşısına alıp ve karşılıklı konuşarak ders telkini yapmazdı/yapmamıştır. Ders almak isteyen bayanın durumunu beyi veya aracı olan velisi anlatır, görülürse gerekli hususlar o kişi tarafından ilgili bayana iletilirdi. Şayet, ders almaya namzet olan bayan, velisi veya mahremiyle beraber tesettürlü olarak huzura gelmiş olsa bile, bayanı konuşturmaz, sadece dinlemesine müsaade ederdi.
Taraftar toplamak gibi bir hırsı ve gayreti yoktu. Hacı Bayram misali, bir buçuk müridi de olsa, halisâne îman, ibadet ve güzel ahlak ile yaşamasını temenni ederdi.Yasaklamalar sebebiyle ilk dönemlerde yer altına gizlenen tarikat ve tasavvuf mensupları yavaş yavaş gün yüzüne çıkarken, buldukları kanunî fırsatlardan istifade ederek veya siyasî destek sebebiyle, kendilerine maddî imkânlar sağlayacak ticarî kuruluşlar ve şirketlere oldular. İşin içine madde ve para girince de tasavvufta liyakat unsur olmaktan çıkıp, adam kayırma ve ticarî kazanç ön plâna çıktı. Bu durumu da gören Efendi Babam:'Bu işin de suyunu çıkarttılar artık. Bundan sonra Allah (c.c,) için bir Şeyh Efendi de kolay kolay yetişmez' buyurmuştu. (Ergin,2016:174-175)
AHMET ŞEVKİ ERGİN HOCAEFENDİ’NİN YOLCULUKLARI
Pasaporta böylece vize de alındıktan sonra, Avrupa'ya da gitmeye gerek kalmadan, doğrudan Türkiye'den o sene (1959), hem de resmî izinli olarak pasaportla, hacca giden sayıca çok az kişiden birisi de Efendi Babam olmuştu. O yıllarda, oralar gelişmemiş, birçok hizmet ve gayretler noksan, hattâ ibadetler bile nâ-müsait şartlarda yapılmasına rağmen (belki de tenha olmasından), çok feyizli bir hac ibadet yaptığından bahsederdi.
Efendi Babam, haccında Kâbe'nin içine girmek nasip olduğunu şöyle anlatırdı:'Altınoluk karşısında Kâbe'ye müteveccih oturuyordum. Metâfa birden jandarmalar (onun jandarma kıyafetinde gördüklerinin hepsi polistir) doluşup, Kâbe'nin etrafını çepeçevre boşalttılar. Mühim bir şey olduğunu anladım ve ben de yakından görebilmek için Kâbe kapısının dibine doğru jandarmalara kadar sokulup bekledim.
Ne olduğunu sorduğumda, “Melik-Melik” dediler. Kral'ın geleceğini anladık ve beklemeye başladık. Biraz sonra, kapının eşiğine yaklaşacak kadar basamakları olan bir kürsü getirdiler. Daha sonra da, misafir heyetiyle beraber Suûd Kralı geldi. Yollar açıldı ve kürsüden Kâbe kapısı açıldı ve içeri girdiler.
Arkasından halk hücum etti ama jandarmalar girişi tuttular kimseyi bırakmadılar, en ön sırada olmama rağmen ben de giremedim. Aklıma Büyükelçi'nin verdiği mektup geldi. Belimdeki kuşak kemerimde muhafaza ettiğim mektubu çıkarıp, birinci basamakta duran cüsseli ve rütbeli olduğunu tahmin ettiğim zâta, elimi sallayarak uzattım. Kâğıda bir göz attı ve hemen bana doğru uzattığı koluna sarılmamla beni basamaklara doğru çekti. Basamakları çıkarken arkamdan da itelemesiyle kapıdan Kâbe'nin içerisine girmem bir oldu. Ne büyüksün Ya Rabbi! Sana binlerce hamd ve şükürler olsun deyip, secdeye kapandım. Ne ulvî bir secdeydi o... Secdeden kalktım herkes her tarafa namaz kılıyor. Ben de dört cihete tahiyyat ve şükür namazları kıldım. Kapı yarı kapalı, içeride loş bir aydınlık var. İçerdeki direkleri inceledim. Her birinde 'Yâ Hannân', 'Yâ Mennân', 'Yâ Deyyân' yazılarını okudum. Başka yazı yok. Tavan kapısı/kapağı açık, çoğunluk Kâbe'nin içinde yan duvarına bitişik merdivenden yukarı satıha çıktı, ben de arkalarından çıktım. Yerler çok sıcak olduğu için burada fazla duramadılar. Dört bir tarafa bakıp, Altınoluk'un olduğu yere elimi ayaklarımı sürüp ben de aşağıya indim ve daha sonra da dışarıya çıktım. O gün, çok az insana nasip olabilecek bir mazhariyeti de bu iki satırlık mektup sayesinde yaşadım.Yüce Rabbime binlerce hamd ü senâlar olsun. (Ergin,2016:184)
Efendi Babam, gezdiği ve ilk defa uğradığı yerlerde gördüğü yüksek tepelere bakar, oralarda mezar, türbe, herhangi bir kalıntıyı kastederek birileri var mı diye sorardı. Oralarda bir şeyler olsun olmasın, yükseklere kadar çıktıktan sonra 'Cenâb-ı Hakk'ın füyûzatı yükseklerde çok tecelli eder' diyerek çıktığı yüksek yerlerde ezan okutup, namaz kılma âdeti de vardı. (Ergin,2016:189)
Halil İpek Hoca Anlatıyor:
Mekruh vakit çıktıktan sonra, kalkarak İşrak Namazı edâ edildi ve sonra Hacı Sami Efendi kalktı, tekrar selâmlaşıp musafaha yaptı, Türbe-i Saâdet’i dıştan ziyaret etmek için adamlarıyla beraber oradan ayrıldılar. Efendi Hazretleri:"Biz arkaları sıra gitmeyelim, burada kalalım daha sonra çıkarız!" dedi ve orada oturduk.
İşte, orada otururken Efendi Hazretleri bana; "Halil Efendi, bu gece müstesna bir geceydi!” dedi ve ilâve etti: 'Bu gece Peygamber Efendimiz (s.a.v.)'in Hâne-i Saâdetleri'nin kapısı açıldı ve her taraftan gelen seçkin kimseler kapıdaki bir münadînin ismen çağırmasıyla teker teker huzura kabul edildiler. Sıra bana gelip benim adım çağrıldığında, dedesiyle beraber gelsin, buyruldu'. Ve Huzûr-u Samet'e beraber kabul edildik!"dedi ve iki gözünden damla damla yaşlar dökülerek ağlamaya başladı. O kadar duygulandı ki, olayın devamını anlatmaya imkânı olmadı ve sonunda sadece yaşlı gözleriyle, dudakları titreyerek şu kısa cümleyi ifade edebildi:"İşte bu gece müstesnâ bir geceydi!” dediler.
[Efendi Hazretlerinin muhterem dedeleri Şeyh Hacı Ahmed Efendi de kibâr-ı evliyâdan olup, yüz yirmi üç yıl yaşamıştır. Halvetîliğin Şa'banî-Çerkeşî kolundan Yozgat'ta tekke kurmuş ve uzun ömründe halka irşat yoluyla hizmet etmiştir. Efendi Hazretleri'nin yetişmesinde büyük mânevî desteği olmuştur.] (Ergin,2016:231)
Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak Anlatıyor:
Buraya bir başka hatıramı mutlaka eklemek istiyorum ki, bana göre çok önemli bir tespiti ihtiva ediyor: Fransa'da 1974-78 arası Strasbourg’da doktora yaparken yaşadığım bir olay bu... Bir gün, evimize doktora hocam olan Fransız Profesör‘ün asistanı, genç bayan geldi. Çalışma masamın üstündeki, Şeyhzâde Ahmed Efendi'nin (bana Şakir Ağabey tarafından verilen, bizzat onun çektiği) beyaz cübbe sarıklı siyah beyaz fotoğrafı gördü ve aynen şöyle dedi: "Bu kim Ahmet? Yüzünde çok hoş, manevî ve ruhanî tatmine ermiş insanların ifadesi var!” Ben şaşırdım kaldım. Bir Katolik Hıristiyan olan bu hanımın bu isabetli teşhisi, doğrusu hayret vericiydi. Bunu hiç unutamam. (Ergin,2016:234)
Medeniyetler Çatışması isimli meşhur kitabın yazarı dünyaca ünlü Amerikalı siyaset bilimcisi, siyaset sosyologu Samuel Huntington, bu kitabında Türkiye'de yaşanan kültür şokuyla ilgili olarak aynen şöyle diyor: "Eğer Batılı olmayan toplumlar modernleşmek istiyorlarsa, bunu tıpkı Japonlar gibi kendi gelenek, kurum ve değerlerini kullanarak ve geliştirerek yapmak zorundalardır. Toplumlarının kültürünü temelinden yeniden şekillendirebileceklerini düşünen siyasi liderlerin başarısızlığa uğramaları mukadderdir.
Böyle liderler Batı kültürünün kimi öğelerini alsalar bile, eski kültürü büsbütün ortadan kaldırmaya ve sonsuza dek bastırmaya güç yetiremezler. Bu liderler sadece bölünmüş toplumlar yaratırlar ve bu toplumları ve ülkelerini kültürel bir şizofreniye sevkederler". (Ergin,2016:235)
Taha Akyol Anlatıyor:
Aklım ermeye başladıktan sonra, kafamda sorular, şüpheler olmuştu, lise sonda ve üniversite yıllarında... Bu, geleneksel muhafazakâr değerlerle yetişmiş bir gencin, pozitif bilimlerle karşılaşmasının yarattığı zihnî ve ruhî problemlerdi...
Cevap bulmak için okuduğum tefsir kitapları, bırakın cevap oluşturmayı, soruları temelli içinden çıkılmaz hale getiriyordu. Latin harfleriyle yayınlanmış Tibyan Tefsiri'nde Zühre Yıldızı'nın (Jüpiter Gezegeni) ceza olarak Allah tarafından taşlaştırılmış bir kadın olduğunu yazıyordu! Ömer Nasûhi Bilmen'in tefsirinde bile dünyanın durduğu, güneş'in dünya etrafında döndüğü ve "fusûl-i erbaa” nın (dört mevsim) sebebinin bu olduğu yazıyordu!. (Ergin,2016:238)
Merhum Şeyhzade’nin unutulmaması gereken bir hususiyeti de siyasetten fiilen de, kavlen de uzak durmasıydı; hem kendisi siyasetin dışındaydı, hem siyasetten konuşmazdı. Dinin siyasî bir doktrin ve bir parti haline getirilmesini yanlış bulurdu. İsim vermeden, dinin siyasileştirilmemesi gerektiğini anlatırdı. Bunu son derece önemli buluyorum. Onun için kitlelerin her cinsine manevî ışık verebilmiş, İslâmî terimlerle "tefrika” değil "ittihad” sebebi olmuştur.
Eski Yozgat gibi içine kapanık, kasaba görünümünde küçük bir Anadolu şehrinde, benim tarihe ve mimariye ilgi duymamda da himmeti büyüktür. Her bayramda ziyaret ettiğimiz "türbe”, çocukluğumda benim için sadece esrarengiz bir uhrevî mekân iken; tarihî ve kültürel bir mîras olduğunu zamanla anladım. Ahmed Bey Amca'dan dinlediğim dinî kıssalar, tarihî olaylar, benim tarih araştırmalarına yönelmemde etkili oldu. (Ergin,2016:240)
Prof. Dr. Ahmet Güner Sayar Anlatıyor:
Ahmed Efendi'nin belki anne-babası Mehmed Ali Efendi'nin de yolu o ası hasebiyle, Gümüşhanevî silkine karşı yakın bir ilgisi vardl. Bir sohbetimizde bana dedesi Mehmed Ali Efendi'nin Gümüşhaneli Ahmed Ziyaeddin Efendi'nin halifelerinden olduğunu söylemişti. Yıllar sonra bu bilgiye Mustafa Fevzi’nin "Menakıb-ı Haseniyye”sinde de ulaştım. O silsileden Zaferanbolulu İsmail Necati Efendi'nin oğlu İstanbul Müftüsü Mehmed Fehmi (Ülgener) Efendi 1924 de kendisini İstanbul'da Beyazıt'ta Kapalıçarşı'nın içindeki camiye imam olarak tayin ettiğini söylemişlerdi.
Güçlü bir vefa duygusu içerisinde bulunan Ahmed Efendi, Mehmed Fehmi Efendi'nin oğlu İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'nde asistanı olmamı sevinçle karşılamış ve "Sizi yanına aldığı için o zâta tebrik ziyaretinde bulunmak istiyorum" demişti.
Gene hiç farkında olmadan Ahmed Efendi, temsil ettiği tipoloji ile velâyet-siyaset ikileminden siyasete hiç sürtünmeden bütün ruhuyla velâyete yönelmesi ve onu tezyin etmesi, benim önümde canlı bir örnektir. (Ergin,2016:243)
Prof. Dr. Ahmet Avcı Anlatıyor:
Bir defasında Konya'ya gelen Ali Şakir Ergin Hocamla birlikte Tıp Fakültesi'ne giderek değerli dostumuz Prof. Dr. Mehmet Okka Bey'i ziyaret ettik. Mehmet Okka Bey'in yanından ayrılırken bir başka dostumuz olan değerli cerrah, Prof. Dr. Âdil Kartal Bey de bizim hastanede olduğumuzu duymuş ve görüşmek arzusunu bildirmişti.
Memnuniyetle deyip biraz sonra da değerli Prof. Âdil Kartal hocayı makamında ziyaret ettik. İkram ve hal-hatır sormadan sonra, Ali Şakir Hocamız'ın Yozgatlı ve Yozgatlı Şeyhzâde Ahmed Şevki Ergin Hoca Efendi'nin mahdûmları olduğunu duyunca, ona hitaben “babanızla ilgili bir dostumdan dinlediğim özel bir hatırayı size anlatayım” diyerek söze başladı:
"Konya eşrâfindan Ekrem Selçuk Bey dostumuz, bir defasında hacda iken: 'Konyalı bir gurup arkadaşla beraber hacca gelmiştik. Arkadaşlar kendi aramızda kim çok tavaf yapacak diye, yarış halinde tavaflar yapıyorduk. Tavafta bir zât gördüm. Devamlı oradaydı. Günün herhangi bir saatinde, ne vakit Kâbe'yi tavaf için kalabalığa karışsam önümde orta boylu, nûr sîmâlı o zâtı görüyorum.. Bir sonraki seferde ondan önce tavaf yapayım diye gayret ediyorum, ne kadar gayret etsem, bu defa ondan önce geldim derken, sonunda yine o zâtı benden önde görüyorum. Bir türlü ondan önce tavaf yapamadım. Bunun üzerine ben, o zatın kim ve nereli olduğunu merak etmeye başladım. Yabancı zannettiğim, ülkesini ve dilini bilmediğim biriyle anlaşamayacağımı düşünerek, sormaktan ve konuşmaktan da çekindim, soramadım. O sene hacda olan ve o sıralarda Altın Oluk karşısında bulunduğunu tahmin ettiğim Mehmed Zahid Kotku Hazretlerine bunun hikmetini sormaya karar verdim ve gidip ona sordum. Bana,
-Sor bakalım; ne yer, ne içermiş? dedi.
Ben de bu durumu önce birlikte olduğumuz Konyalı arkadaşlara açıkladığımda, bana,-'Sorup da ne yapacaksın. Âlemin bedevisi seni nerden anlayacak, kim bilir hangi millettendir. Senin Türkçeni kim anlayacak' diye önemsemeyerek bana itiraz ettiler.
-Bunun üzerine, ben de tek başıma tekrar tavaf mahalline gittim. Baktım ki; o zât yine orada. Gayret edip arkasından O'na yaklaşmak üzereyken, arkaya döndü ve gülümseyerek elimden tuttu, bana doğru eğilerek 'Zemzem yer, Zemzem içerim' dedi.
Kendisini her gün tavafta gördüğümü, nereli ve kim? Olduğunu merak ettiğimi, söyledim.
Yozgatlı olduğunu, Ahmed Ergin [Efendi] dediklerini, söyledi.
İkamet ettiğimiz eve döndüğümde, olayı arkadaşlarıma anlattığım zaman, arkadaşlarım daha önce söylediklerine pişman olup, çok hayıflandılar ama Ahmed Efendi ile tanışamadılar.” dediğini bize anlattı.
Bu olayı değerli Hocam Adil Kartal'dan dinledikten sonra, olayı bizzat yaşayan Ekrem Selçuk Bey'i bulup ziyaret ederek aynen yukarı da anlatılan şekilde kendisi bir defa daha anlattı. Ben de onun izniyle anlattıklarım ses cihazıyla kaydettim ve ondan teyid aldım. Ekrem Bey, ilâve ederek bana:Bu tanışmadan sonra Allah razı olsun Ahmed Efendi bizi bırakmadı. Birkaç defa daha ziyaretine gidip, Hoca Efendi ile görüşerek sohbetinde bulundum ve duasını almak nasibim oldu.. dediler.Şeyhzâde Ahmed Efendi Hazretleri'ni Konya'da tanıyan çok insan vardı. Zaman zaman vesilelerle ziyaretine gidenler de olurdu. Rahmetli Ali Kemal Belviranlı Bey de bunlardan biriydi. Ben kendisiyle çok görüşürdüm. Benim Şeyhzâde Hazretleri'ni ziyarete gittiğimi duyunca bana:'Eğer Türkiye'de Hazret-i Peygamber (s.a.v.)'in sünnet-i seniyyesiyle yaşayan iki kişi varsa mutlaka onun birisi Yozgatlı Şeyhzâde Ahmed Efendi'dir' haberiniz olsun demişti. (Ergin,2016:246:247)
Prof. Dr. Ali Coşkun Anlatıyor:
Bir keresinde, şehir dışından geldiği anlaşılan iki kişi ve bendenize yanlarında, evinde sohbet ediyordu. Söz, Bediuzzaman Said Nursî Hazretleri'ne geldi. Bunun üzerine o rüyasında Bediüzzaman'la karşılaştığını ve ona niçin sakal bırakmadığını, niçin Hacda gitmediğini ve niçin evlenmediğini, sanki vâkıada görüşme yapıyorlarmış gibi sorduğunu nakletti. Cevap olarak, Bediuzzaman'ın Nurcu çevrelerde çok iyi bilinen bir cevap olarak, insanların imanlarının tehlikeye girdiği bir zamanda, bunlara fırsatının olmadığını naklettiğini haber verdi. Benim o sırada dikkatimi çeken husus, görüşmenin bir rüyada değil de sanki bir vâkıada gerçekleşmiş gibi anlatılmasıydı. (Ergin,2016:248-249)
Avusturyalı Müslüman Muhammed Müller Anlatıyor:
Münih İslam Merkezinde Ahmet Hoca aracılığı ile Müslüman olmuştum. Ancak dini vecibelerimi yerine getirmiyordum.
Dört yıl böyle akıp gitti. İman etmiştim, ama ibadetim yoktu. Hiçbir Müslüman'ı benim ibadetsiz oluşum rahatsız etmiyordu.
Öyleyse niye Müslüman oldum..?
Bir defasında yolum Pakistan'a düştü. Orada samimi bir Müslüman ile karşılaştım. Bir cümlesi beni derinden sarstı:Madem şeriatı yaşamayacaktın, neden Müslüman oldun. (Ergin,2016:252)
Osman Hakan Kiracı Anlatıyor:
Bedri Rahmi Eyüpoğlu, bir şiirinde aynen şöyle der:
“İnsan dediğin derya misali / Uçsuz bucaksız olmalı” (Ergin,2016:256)