Başımıza Gelenler

(1878 Osmanlı Rus Savaşı Hatıraları)

 

(Mehmet Arif Bey)

 

 

 (Tercüman 1001 Temel Eser)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

      

 

 

 

CİLT 1:

                                  

                             KİTAP ile İLGİLİ BİR KAÇ SÖZ

 

«Başımıza Gelenler» adını taşıyan bu eser, «93 Harbi» diye meşhur olan 1877-78 Osmanlı Rus harbinin Anadolu cephesinden bahseder. Yazarı, Mehmed Arif Bey, Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın yanında vazifeli olarak savaşın içinde bulunmuş, bizzat yaşadığı hâdiselerle, gördüğü ve duyduğu vakaları, hatıra şeklinde kaleme alarak kitabını yazmıştır.

 

Yine bu serinin yirmi dört numaralı kitabı olarak neşr edilmiş bulunan «Zağra Müftüsünün Hatıraları» da aynı harbin Rumeli cephesinden bahsetmekte idi.

 

Mehmed Arif Bey, Erzurum Divan-ı Temyiz başkâtibi iken, Anadolu Harp Ordusu başkumandanı müşir Ahmed Muhtar Paşa’nın isteği üzerine, onun maiyetine Mühimme başkâtibi tayin olunmuştur. Bu vazifesi kendisine, harp boyunca Paşa ile birlikte bulunma ve bütün vakaları yakından müşahede edebilme imkânını vermiştir.

 

Merhum Yazar «Başımıza Gelenler» adını verdiği harp hatıralarında, yalnız savaş menkıbelerini kaydetmekle kalmamıştır. Hatta bundan daha mühim bir şey yapmış, harp müddetince halkın, askerin ve subayların hallerini ve hislerini dikkatle tetkik ederek, gördüklerini, kimseden sakınmadan ve bir şey saklamadan eserine derc etmiştir.

 

Yazar, dindar, vatanperver ve mert bir zattır. Kendi aleyhine de olsa doğruyu yazmaktan çekinmez. Etrafında cereyan eden mühim tarihî hâdiseleri tesbit ve tahlilde ise büyük bir vukuf ve isabet göstermiştir.

 

Bilindiği gibi Balkan ve Cihan harbi musibetlerinden önce duçar olduğumuz 93 Harbi felâketi ile tarihimizin en büyük toprak kaybına uğradık, beş yüz yıllık yurtlarımızı en acıklı muhaceretlerle terk ettik ve büyük devlet olma vasfını kaybettik. Batı hududumuz Tuna’dan Edirne’ye çekildi...

 

Mazimizdeki mağlubiyet ve felâketleri, zaferlerimizden daha fazla bilmek ve öğrenmek mecburiyetindeyiz. Milletimizi acılara gark eden bu vakaların gerçek sebeplerini hiç bir şey saklamadan ortaya dökmek ve ibretle incelemek zorundayız. Aksi takdirde yeni ıztıraplara hazır olalım...

 

Esasen —görüleceği gibi— Merhum Yazar eserini, gelecek nesillerin ibret almasını temin maksadıyla kaleme aldığını beyan etmektedir. Şu satırların yazarı da, nâçiz çalışmasını aynı gâye ile yaptığını arz eder.

 

                                                                                                                                M. Ertuğrul Düzdağ

 

                                                               

 

 

 

 

 

 

 

 

                                                         BİRİNCİ KISIM

 

Tarih o kadar mühim o kadar dikkate değer bir ilim imiş iki, tarih bilmez ise, devlet gemisinin dümeni, istenilen semte doğru çevrilemez imiş. Tarih bilmezlik, siyasi olarak, devletçe büyük büyük noksan ve hataların vukuuna sebep olurmuş. Tarih, bir milletin bakıp bakıp da varsa ayıp ve noksanlarını görüp düzeltmesi için, bir ayna imiş. Hakikati gösteren ve ahlafın nazarları önüne konan bu ayna, ayıp ve kusurları olmayan milletlerin ise, ümmetlerin  mücadele yeri olan şu dünya pazarına, cemal ve kemallerine şükür ederek, yakışıklı bir kıyafet ile çıkmalarına yararmış.

 

Hakikaten öyle bir tarih, ölüleri mezardan çıkarır derlerse inanılsın. Lakin tarihteki yüce hisler ve ruh, aydınlık bir fikirle beraber olarak, akıllı bir mürşit ve mürebbi eliyle, gençlerin zihinlerine taşa nakş olunur gibi, yazılmalıdır.

 

Avrupalılar Her İşimize Karışıyorlar

 

Osmanlı ülkesinde yaşayan Hristiyanların << Gerek hükümetin idare tarzı sebebiyle, gerekse Türk, Kürt ve Çerkeslerin kaba ve mağrur olur tabiatlerinin neticesi olarak, hakim ve mahkum millet ayrılığına düşüp, bunun iki tarafın anlaşmasını önlediği ve neticede hakim milletin zulmüne karşı himaye edilmeleri >> bahsi Avrupalılarca eskiden beri ileri sürülüp dururdu. Fakat bu hususun devletlerin müdahalesine sebep olacak şekle girivermesi 1856 yılında oldu. Meşhur Kırım muharebesinden sonra , bu senenin içinde akd olunan Paris muahedesine Hristiyanların haklarının korunması gerektiği maddesi konmuştu.

 

<<Batıl hemişe batıl ü beyhudedir, veli

<<Müşkül budur ki sureti haktan zuhur ede.

(Batıl daima batıl ve faydasızdır. Ama güç olan, (işin kötüsü) hakikat şeklinde ortaya çıkmasıdır.

 

Tarihimizdeki hadiseler gösterir ki, biz de umumi efkar olmadığından, memleket meselelerimiz, iyi veya kötü, daima şahsi gayeye dayanan bir fikrin tesiri altında olarak şekilden şekile girip durmuştur.

 

                                                               İKİNCİ KISIM

 

Orduda Hudut Haritası Yok

 

Savaş bölgesine vardığımızda iki büyük sürprizle karşılaştık.Bölge komutanı köylülerin elinde bulunan kendimize lazım olan zahirenin Ruslara satılmasına müsaade etmişti.

  

Yazıklar olsun ki, ordu Erkanıharbiyesinden ve bütün askeri kalemlerden:İhtiyacı karşılayacak derecede sağlam ve doğru bir haritamız yoktur. Olanlarda Almanyalı meşhur Kibrt' in coğrafya haritasından kopya edilerek büyütülmüş şeylerdi.

 

Kars'a Varış ve Kars'ın Hali

 

Nisanın sekizinci günü Kars'a varıldı. Kars'taki askerin pek az bir miktarı karakol olarak istihkamlara konulmuş geri kalanları  ise şehir içindeki han, ev, ahır ve kahvehane gibi yerlere balık istifi olarak doldurulmuş halde bulundu. Bu askere yalnız halk yığıntısı denir, asker denilmezdi. Zira asker seferber halinde her tarafa hareket kabiliyeti olur. Bizim Kars'taki askerimiz ise bir tarafa hareket etme kudretine sahip değildi. Çünkü mekkare hayvanları ve diğer nakil hastalarına sahip olmadığından kötürüm bir haldeydi.

Ordu Levazımatını Taşıyacak Hayvan Yok

 

Çeşitli hizmetler de kullanmak üzere ihtiyacımız olanlar hariç iki bin beş yüz hayvan lazımdı. Bunların beş yüzü bile elde değildi. Gerçi bin beş yüz kadar demirbaş mekkare hayvanı var ise de bunlar, gülle, fişek vesair levazımat getirmek için iki gün önce mühimmat merkezi olan Erzurum'a yollamışlardı, dönmeleri en az on beş gün sürerdi.

 

Huduttaki Zahirelere El Koyma Hazırlığı

 

Kumandan paşa,Kars mutasarrıfı Şefik paşa ya Kars'taki Rusya konsolosuna hitaben bir yazı yazdırdı.Bunda mealen:İçerde zahireye olan şiddetli ihtiyacımız sebebiyle, dışarı çıkarılması daha önce yasak edilmiş ve hudut ötesine geçirilmeyip civardaki köylerde Rus tüccarları tarafından depo edilmiş bulunan zahirelere, Nisan'ın on ikinci Salı günü ölçülerek el konulmak üzere memur tayin olunmuştur. Sahiplerine, vaktin rayicine göre bedelleri ödenecektir. Zahirenin ölçülmesi sırasında zahire sahiplerinin de o gün ambarlarının başında bulunmaları lazımdır. Zikrolunan salı günü gelinmediği takdirde, memurlarımız onların gelmesini beklemeksizin zahireyi ölçüp kaldıracaklarından miktarı hakkında vereceğimiz haberi kanaat olması gerekecektir.Demekte idi.

 

Bu yazı konsolosa gittiği sırada kordonlarda bulunan Süvari ikinci alayının miralayı Rahmi Bey de etraftaki köylerden çıkarabildiği kadar araba ile bu Zahirenin, hududla Kars'ın tam yarı yolunda bulunan Subatan köyüne Salı günü nakledilmesi vazifesi ile yola çıkarıldı. Eğer bu iş sırasında Rusya hududu geçerse yanına verilen kafi miktardaki gaz yağı ile bu zahireyi yakacak idi.

 

Düşmanın Hududu Geçmesi

 

Moskof'un Nisan'ın on ikinci, yani doksan dört senesi Rebiulahir'inin dokuzuncu salı gecesi hududu geçtiği ve geceleyin kordonlardaki karakol kulübelerini abluka edip, bütün hudut boyunda karakol halinde bulunan Süvari ikinci alayı efradına kâmilen esir eylediği bildirilmişti.

 

Sonradan tahkik olunduğuna göre Kars'a doğru taarruza geçen ilk düşman ordusu topçu, süvari ve piyade olarak elli bin mevcutlu bir kuvvet imiş.İş sahileşince nutkum tutuldu

 

Bunları yazmaktan maksadım, geniş vakitte laf ile alemi feth etmenin insana pek kolay görüldüğünü bildirmektir.

 

Yukarıdaki tafsilattan da anlaşılmıştır ki, zahireyi yakmakla vazifeli olan Rahmi bey işi yetiştiremedi ve o kadar zahire düşman eline geçti. Sonraları çektiğimiz ihtiyaç ve sıkıntılar ilerde anlatılacaktır.

 

Kars Ahalisinin Kahramanlığı

 

Kars ahalisinin genci, ihtiyarı, orta hallisi; kimisinin elinde tüfek kimisinde bir tek tabanca, kimin de balta, kimin de sopa... Şehrin ve istihkamın dışına uğramışlar; akın akın askerin ve Kumandan Paşa'nın olduğu tarafa Allah Allah zikriyle, ve sair tehlil ve tekbirlerle koşuşup gidiyorlardı.Bakın gayreti ki, bu cemaatin içinde, ellerinde ekmek sepetleri su testileri olduğu halde, yer yer kadınlara da rastlanıyordu. Bu kadınların söylediği teşvik edici sözler erkeklerin hamiyetine dokunuyor, nazarlarında hayatın kıymeti kalmamış gibi görünüyordu.Serhaddeki memleketlerin kadınlarında da başka bir hal var. Memleketleri yüzlerce harp vakasının cereyan ettiği yerler olmasından mıdır, nedir; bunlardan bazılarının haline bakanlar, o vücudun mutlaka şeci ve hamiyyetli bir erkek ruhu taşıdığına hükmederler.

                                                       ÜÇÜNCÜ KISIM

 

Düşman Süvarisi İle Karşı Karşıya

 

Hızar, diğer adıyla Virişan boğazı denen geçit bulunuyordu. Bu geçit düşman eline geçer de Bardiz yolu kapanırsa, Erzurum tarafına geçilecek bir yolumuz kalmayacağından, artık Kars ovasının açık sahralarında düşmanın külliyetli Süvari kuvveti önünde perişan olmamız ihtimali belirecekti.

 

Ruslar Bizi Kırk Beş Günde Mağlup Edeceklermiş

 

Zira Rusya başkumandanı Loris Melikof ve onun rey ve fikrine dayanarak imparator ikinci Aleksandr'ın kardeşi ve Kafkasya hakimi Grandük Mişel, Hududu geçtiklerinin on beşinci günü Erzurum'a ve bir ay sonra Trabzon'a ineceklerini ve kırkbeş güne kadar Rusya devleti şanına ve saltanatına layık ve muvafık bir şekilde müsalaha akd edeceklerini bizim ahalimize ilan etmişler.

 

Aynı zamanda, Umum Panislavizm Komitesi'ne ve imparator a dahi bu yolda bilgi verirlermiş. Bu havadis ağızdan ağıza, bizim köylüler vasıtasıyla bize kadar geliyordu. Vaziyete göre, heriflerin bu tasavvurları ve hakikaten ahaliye öyle bir söz söyle neymiş bulunması mümkün görünüyordu.

 

Şimdi düşman o boğazı tuttuğu taktirde, bu maksatlarına erişeceğinde şüphe yoktur. Çünkü bizim Anadolu'da güvenilecek kuvvetimizin çoğu Kars'ta idi. Düşman iki fırka ile Kars'ı muhasara ve Muhtar Paşa'nın bir avuç kuvvet demek olan dokuz taburunu da maazallah perişan ettikten sonra, bir fırkasını da Ardahan'ın muhasarasında kullanırsa, geri kalan askeri ile hiç bir mani ve zahmetle karşılaşmadan Erzurum'a, Trabzon'a,Sivas'a, elhasıl Anadolu'da istediği yere gidebilirdi. Pasin köylerinde bulunan Şahin Paşa'nın altı Taburuyla, Erzurum'da bulunan bir alay kale topçusu mu, düşmanın geçişine mani olacaktı!

 

Hızar Boğazının Tutulması İçin Yürüyüş

 

Çünkü tedbirde kusur edip de takdirde kabahat bulanların aciz hallerinin, akıllı kimselerin nazarında daima ayıplanacağını pek ala bilenlerden idi. Şimdi madem ki, vaziyetimizde, hal ve mevkiimiz de bir tehlike vardır, öyleyse mümkün olan her tedbire başvurulması mecburidir.

     

Şu halde fennin ve aklın gösterdiği üzere, düşman süvarisi ne karşı, beraberimizdeki askerlerden bir kale yapılarak; askere, bu kalenin yürütülmesiyle yol aldırılması Kumandan Paşa tarafından beyan olundu. Müzakerede bulunanlar da bu fikri kabul ettiler. Şu halde gerekenin yapılması emr olarak, kale teşkil edildi.

 

Bulunduğumuz yüksek mevkiin sol aşağısında ve Kars ovasında bulunan, Erzurum büyük caddesine inilemez. Zira o yolun üzerinde bulunan Benliahmet köyü düşmanın Süvari fırkası tarafından tutulmuş. Ayrıca o ovalarda ve at oynayan yerlerde, piyadenin Süvari önüne düşmesine fennen cevaz verilemez imiş.Bu sebeple sağımızı dağa, solumuzu düşmanın bulunduğu ovaya vererek ve yapılan insan kalesinin şeklini bozmayarak Allah'a tevekkül edip fırkamızla umumi harekete başladık.

 

Kumandan hazretlerinin bu husustaki düşüncelerinden birisi de şu imiş ki, biz dağ eteğinden, düşman ovadan yola devam ederken; düşman birden sağa dönerek üzerimize hücum ederse, aramızda mesafe bulunmadığından ve askerimizin çoğu ise hiç talim görmemiş erattan ibaret redif taburları olduğundan böyle bir dar vakitte onları harp vaziyetine sokmak pek güç olacakmış... Bu sebeple kalenin yapılmasına lüzum görülmüş ve bu tedbir ise bulunduğumuz halin tek çaresi imiş.

Düşman İle Yarış

 

Süvarilerimiz topu topu yetmiş kişi idi. Bunlar da şeklin en dışındaki noktalarla gösterildiği gibi, kalenin öncü, yancı ve artçı piyadelerinin dışına öylece dağıtılmış idiler. Yukarıda da söylendiği gibi, düşman atının başını sağına çevirse yani azıcık bir taarruz niyeti anlaşılsa, kalenin sol kenarını teşkil eden tabura sadece; << Tabur dur ! Yarım sol ! Ateşe başla !>> kumandasını vermek kafi gelecekti.

 

Zaten askerin üç deste peksimeti, daha Bozkale' den kalkmazdan evvel kendilerine dağıtılmıştı. Bunları torbalarla ve onar deste fişekleri ile beraber sırtlarına yüklenmişlerdi. Şimdi ayak üzerinde yürürken bir taraftan da peksimetlerini yemek için çenelerini oynatmakta idiler. Yolun çamurlu ve kayıntısı ile askerin ayağındaki çarığın çamurundaki hali unutulmasın.

 

Yorgun Asker Suya Hücum Etti, Kale Bozuldu

 

Bizim seyyar kalenin cephesi suya ve köprüye geldi çattı. Kalemiz de tamamen bozuldu. Yorgun asker suyu görür görmez, suya doğru bir hücumdur etti. Artık alay, tabur, bölük intizamı kalmadı. Zabitler de intizamı bozdurmamaya muktedir olamadılar. Ortada kumandaya kulak asacak kimse görünmüyordu. Askerin kimi su içer, kimi köprüden geçer, kimi arka üstü yatarak dinlenir, kimisi de peksimetini ıslatır. Şaka değil, gecesi bir tarafa, gün doğduktan ikindi sonuna kadar hiç mola vermeden üstelik bulundukları kalenin nizamını da bozmaya çalışarak yol yürümüşlerdi.İşte böyle gayretini son derecesine kadar sarf etme hasleti, gerçekten Türk askerine mahsus iftihar edilecek bir meziyettir.

 

Müşavere Hakkında Tecrübeye Dayanan Bazı Görüşler

 

Müşavere her mühim iş için vacip ise de, hele harp işlerinde farzdır. Fakat şu şartla ki, bir kumandanın kendisiyle müşavere edeceği zat ne delicesine cesur olmalı ne de tedbir ve düşünceleri vehim derecesine varacak derecede ihtiyatkar bulunmalıdır. Bu muharebenin başından sonuna kadar içinde bulunduğum; çok çok şeyler gördüm; mühim mühim tecrübeler geçirdim. Olanları zihnimde muhakeme ederek, aklımın erdiği kadar çürüğünü sağlamından ayırmağa çalıştım. Sonunda şunu buldum ki, nasıl fıkıh kitaplarında ve yüce şeriat-ı Ahmedîyye de bir hakimin, güvenilir, anlayışlı, hikmet sahibi ve doğru olması şart koşulmuş ise; büyük küçük bir kumandanın ve onun müşavere edeceği zatların da aynı sıfatlara sahip bulunması ve hatta fazla olarak bunlarda bir de Şecaat hasletinin bulunması lazımdır.

 

Kumandan, Emrindekileri İyi Tanımalıdır

 

Kumandan olacak zat, bir orduya tayin oldu mu; evvela beraberinde bulunacak olan erkan ve ümeranın hepsinin fikrini, aklını, anlayış ve isabet derecesini,ahlakını evvelce bazı basit meselelerde yoklar. Bilhassa dalkavuk ve yüze gülücüleri de anlar. Bundan sonra zihninde bir defter açarak: Filan zatta aranılan sıfatlar yoktur; filan ehvendir, şu türlü işlerde kullanılabilir; filan da isteğe uygun ve tamam adamdır diye, herkesi sınıf sınıf yerleştirir. Seçtiklerine nişan kor. Artık hal ve işin icabına göre bu adamlarla işini görür.

 

Müşavere dairesine giremeyecek olanları büyük rütbe de olsalar da hesap dışı bırakır. Nasıl bırakmasın ki, o zat, kendi iktidarı kadar söz söyleyecektir. Bu sözleriyle ise ya kumandanın azmini sarsacak veya olmayacak yerde delicesine bir hareket yapmaya teşvik edecektir. Çünkü insan kulağından zehirlenir. İstişare edip akıl danışan zat, hatta böyle sözlerle azmi sarsılmayacak derecede karar ve irade sahibi olsa bile, işittiği evhamlı sözlerle istikbalin meçhullüğü birleşince hiç olmazsa <<Acaba nasıl olur? >> gibilerden bir tereddüde düşerek, merak ve sıkıntı içinde kalıp boş yere rahatsız olacaktır.

 

Elhasıl bu müşavere işi çok mühim bir meseledir. Her görülen insanı insan zannetmemeli. İş esnasında, bir tehlikenin baş gösterdiği sırada, bir adam bulabilmek için insan iki tarafına çırpınıp saldırıyor da, iş eri olarak pek az kimseyi görebiliyor.

 

İşbilir İnsanlar Nasıl Kötülenir

 

Fakat insanların kendilerini ve işlerini dev aynasında görme huyları ve herkesin aklını ötekinden üstün bilmesi, yaradılışın gizli bir sırrı icabıdır. Bu yüzden sıranın, kıdemin, yahut --bizde ekseriya olduğu gibi-- arkalanmak veya birinin adamı olmak gibi sebeplerin sevki ile, askerlikte bir büyük rütbe elde etmiş olan zat, şahsını gerçekten bir adam zannederek, kendi kendisini aldattığı gibi herkesin de aldanmasını istiyor.Aldanmayanlara, yani öyle bir zamanda kendisini olduğu gibi tanıyanlara da: <<Beni niçin tanıdılar!>> diye içinden kızarak, aleyhlerinde dedikodu etmeye başlar:

 

<<-- Filan kumandan kendi başına hareket eder; müşavereye tenezzül etmez. Ederse de kendi yardakçıları ile eder. Aklının erdiğine gider, devleti batırır, devleti mahveder. Bana sorsaydı, yahut bana bırakmış olsaydı, şöyle eder, böyle keser, böyle biçerdim.>> Gibi bir takım bayağı sözlerle kendi tarafındakileri kandırır.

     O biçareler de işi sahi zannederek:

<<-- Allah belasını versin! Filan kumandan şöyleymiş, böyleymiş... Ben işin içinde bulunanlardan öğrendim. Ah ne çare, paşalarımız haindir... Bizde hain ile sadık bir tutuluyor.>>

Gibi konuşmalarla o bir çare ve günahsız, İşbilir adamı dillerine dolarlar.

 

Fakat iş olacağına varır. Basiret sahipleri kimin ne olduğunu ve hangilerinin ne dereceye kadar işe yaradıklarını pek ala bilirler.Ama bu gibi sözlerden bazısı asker arasında da yayılarak, kumandanlarına karşı kalplerinde bulunması lazım gelen, hem de muhakkak lüzumlu olan itimat ve emniyeti sarsar. Bundan ise pek çok fenalıklar meydana gelir.

 

Lakin işi kime anlatırsın kimlere ne söylersin ? Ehlini seçme yok, ahlak ve terbiye bozuk. Rabbim güzel akibetler, ibret almalı ve itidal, ihsan buyursun.

 

Gelelim Asıl Mevzuumuza

 

Kader terazimizin kefeleri o gün, hayatla memat arasında birkaç kere gidip gelmişti. Fakat bu saatteki hiçbirine benzemiyordu. Çünkü şu anda ki meyli kati neticeyi belli edecekti. Bu sebeple gönderilecek olan fırkanın ufacık bir hizmetini bile tecrübe olunmamış bir ele teslim etmek Muhtar Paşa için çok zor idi. Halbuki beraberindeki erkan ve umeranın hepsini, henüz on beş gün önce yeni tanımış bulunuyordu.

 

Bir kumandana erkan ve ümerasını daha sekiz gün önce tanıdığı bir orduya kumanda ettirmek âdeti, zannedersem yalnız biz de görülen münasebetsizliklerdendir!

 

Bizde ise sıkışılıp  çaresiz kalınmadıkça işi düşünmek ve gayrete gelmek adet değildir. Böyle şeyler sakin ve rahat zamanlarda düşünülüp yapılmalı ki, milletin şerifi korunabilsin.

 

 Her ne hal ise, bulunduğumuz geçitten hedefimize varmak için daha bir saat kadar yolu yürümek lazım olduğundan, paşalar ve diğer zabitler, o yorgun askere:

<<-- Haydin evlatlar! Kumandan Paşa, bizi selamete çıkarmak için, topları alıp ileriye koşup gitti. Bizde gayret edelim, biraz yürüyelim. >>

 

Şeklinde verdikleri gayretle, hepsi yola konulabildi ise de, alay, tabur bölük nizami olmayıp, yalnız bir insan kalabalığı yolu doldurarak ümit noktasına doğru gidiyorlar idi.

 

Sonradan anlaşıldığına göre, bizi takibe memur olan düşman süvarisi, bizim askerlerden yaralanıp yollarda oturmuş veya yatıp kalmış olan, yüz yüzelli kadarını toplayıp esir etmiş. Bazı insafsız Kazaklar ise, o yorgun kalgın adamlardan bir kaçının hayatına bile kast etmişler.Hareket etmeye mecali olmayan o gibi zayıfları öldürmek vahşiliğini, bizim ahlakımız kabul etmez. Ama hasmımız buna da tevessül etmişti.

 

Askerde Görülen Perişanlık

 

Her birimiz bir tarafta dağılarak:

<<-Amanın kardaşlar! Şurada iki dakikalık yolumuz kaldı. Haydindi bir gayret edelim.Yoksa şimdi düşman gelir bu sefalet ve perişanlık içinde hepimizi kılıçtan geçirir. Kalkındı şu tepeye çıkalım da selameti bulalım rahat edelim.

   Yolunda, teşvik ve korkutmak için bir şeyler söyledikçe:

<<Allah'ın emrine razıyız>>

Cevabını verenler hesapsızdı.

<< Düşman düşmanın halinden bilmez>> derler; pek doğrudur. O sırada çok değil, bir bölük kazak süvarisi, eğer içimize dalmış olsaydı, bir ferdimizin sağ kurtulması veya hepimizin esir düşmemesi ihtimali tasavvur bile edilemezdi.

                                                       

                                           DÖRDÜNCÜ KISIM

                                                            

Zira, babam vaktiyle askerlik ederek, miralaylığa kadar terfi etmiş bin iki yüz otuzaltı tarihinden seksen beşe kadar dahili ve harici, devletin ne kadar muharebesi olduysa, hepsinde hazır bulunmuştu.Kendisi, vaktiyle Mısırlılarla yapılan muharebelerde bulunmuştu.

 

<< Mehmet Âli ordusunda kumandan olan oğlu İbrahim Paşa, sahip olduğu tulumu şişirir nerede olsa öylece yatar imiş. Buna mukabil bizim paşalarımız, azamet ve ihtişam vasıtalarını fazlasıyla muhafaza ederlerdi. İşte bu sebeple de, ordularımız İbrahim Paşa'ya karşı bozuldu ve hatta sadrazamımız bile esir olduydu.>> Derdi.

 

Beşi Yüz Yaşındaki Paşaların Göreceği İş

 

Yine merhum, bazen de: Sadrazam Reşit Paşa esir olduktan sonra, biz bozgun askerle Konya'dan kaçarak geçerken, kadınlar seyrimize çıkmışlardı: (Bu kadar kalabalık asker utanmadan niçin kaçıyorlar - Durup da düşmanlarına karşı koysalar olmaz mı ?)diye kadınlar birbirleriyle söyleşilerken, içlerinden bir ihtiyarcası demişki: (Hadi kızım hadi, beşi, yüz yaşındaki paşaların göreceği iş bu kadar olur ) Hakikaten bizim o vakit Hüsrev Paşa köleliğinden yetişmiş, gayet genç genç paşalarımız vardı.

 

Maksadın paşaların gençliğine ihtiras değildir, usulünce yetişmemiş ve şahsen de değerli olmadığı halde himaye ve arka ile yükselmiş olan amirlerin, devlet ve milletin varlığında açtıkları yaraları beyan etmek ve onlardan şikayet etmektir. İşte Mısırlılara karşı bozulmaklığımızın bir sebebi de budur. Mahvü perişan olduk, devletin namusunu bitirdik.>>

 

 Sıcacık Çay Beklerken

 

Yatsıdan sonra olduğumuz yerde çamurun içine beş on taş döktüler. Üzerine de bilmem ki nereden bulmuşlar biraz da kuru ot yaydılar. İstirahat imkanlarının açılmasını beklediğimiz Kumandan hazretleri o taşların üstüne çıkıp, kaputunu başına çekerek yatmasın mı!

 

Yaverlere, şunlara bunlara işi sorduğum da ,eski çamların bardak olduğunu ve herkesin nefsi nefsine, başının çaresini araması iktiza ettiğini anladım.

<<Yer demir, gök bakır çare-i halas yok>>. Mecburen başa gelen çekilir

 Bir kazadan kaçalım derken

<< Etme yılandan firar, görmeyesin ejderha>>

 

Düşman Bizi Yoklamış

 

Bir çeyrek saat sonra ise düşmanın bulunduğu mevkiin sağ tarafından bir takım süvarilerin bize doğru gelmekte olduğu görüldü. Herkes dikkatini o tarafa  çevirdi. Süvariler geldiler. Civar köylerde yerleşmiş olan Dağıstan muhacirlerinden bir kısmının, orduyu hümayunda hizmet etmek üzere bize katıldıkları anlaşılarak memnun kalındı. Düşmanın ne olup, nereye gittiğini onlardan sorduk. Daha geceden, gerisin geri gitmiş oldukları haberini aldık.

 

O sırada Kumandan Paşa hazretleri halimizin bir telgrafla İstanbul ve Erzurum'a yazılmasını emretti. Sabahın soğuğu, uykusuzluk ve yorgunluk hali ve kalbimin rahatsızlığı yüzünden parmaklarıma pek güççe kalem tutturabildim. Telgraf yazıldı bitti.

 

Erzurum Kars Yolları

 

Telgraf bir iki süvari ile, çekilmek için, Çıldır sancağı mutasarrıflığına merkezi olan Oltu kasabasına gönderildi. O kasaba, olduğumuz yere on iki saat mesafede idi. Telgrafımız tabii akşamdan sonra Oltu’ya varıp ancak çekilebilirdi.İstanbul ise iki üç günden beri Muhtar paşa'nın nerede ve ne işte olduğundan haber alamamış olduğundan, merak ederek, Erzurum ve Oltu'dan sorar dururmuş. Erzurum ise ne halde olduğumuzu bilmediğinden bir cevap veremezmiş. Bizi bulup bir doğru haber getirsinler diye bize doğru vazifeliler çıkarmış. Ertesi günü bu memurlar bize kavuştular.

 

Askerin Boğaza Yerleştirilmesi Ve Diğer Müdafaa Tedbirleri

 

Şimdi bu Bardiz nahiyesi de, harp tazminatı olarak Ruslara verilen topraklarla birlikte elimizden çıkmıştır.Toplandığı  bildirilen asker, toplanmamıştı

 

Şiddet-i berd-i şitadan şenliği gördükçe kalp Hoş gelir bülbül sadasından ona avaz-ı kelb

 

Bizim misafir olduğumuz ahır sekisi de, bize göre dünyanın en güzel köşklerinden daha ala olmasıyla, şairin bu beyti halimize münasıp düştü.<<Kışın şiddetli soğuğunda, meskun bir yer bulan kalbe, köpeğin sesi, bülbül sadasından hoş gelir.>>

 

Ordumuzun büyük noksanlarından birinin de Süvarisizlik olduğu, yukarıdan beri geçen sözlerden elbette anlaşılmıştır. Erzurum, Dersaadet ve diğer Vilayetlerle yapılan muharebeler sırasında, Çerkez Musa Paşa kumandasındaki dört alay Çerkes süvarisinin acele yetiştirilmesi istendi. Bu süvarilerin Sivas ve Samsun taraflarında vaktiyle tertip olunduğu ve Mirliva Çerkes Musa Paşa kumandasına verildiği işitilmişti.

Tertip olunduğu bir çok şaşaalı sözlerle, ilan-ı harpten çok önce, Erzurum valisi Kurt İsmail Paşa hazretleri tarafından Dersaadet'e bildirilen süvari ve piyade muavine askerleri meğer henüz toplanamamış imiş. Halbuki Kurt İsmail Paşa o havali ahalisinden olduğu için, muavine askerleri ve Ordu'nun ihtiyacı olan levazımatı daha kolay toplayabilir ümidiyle Erzurum valiliğine tayin olunmuştu.

 

Serhat Halkının Ahvali ve Mizacı

 

O havali eskiden beri serhat olduğundan, buraların eşrafıyla halkı arasındaki münasebetler, Anadolu ve Rumeli'nin diğer yerlerinde ki gibi değildir. Yerleri icabı, serhat ahalisi askerlikle meşgul ola geldiklerinden, halkın zabitleri yani memleketin ileri gelenlerine itaat ve hürmeti var. Bu hürmet ve itaatin bir sebebi de memleketin kalbur üstü kimselerinin timar ve zeamet erbabı, yurtluk ve Ocaklık olarak mülk sahibi, olmalarıdır.

    

Bu sebeplerle Tanzimat'tan önce asıp kesmek, dövmek ve hapsetmek gibi cezaları fazlasıyla kullandıklarından, nüfuzları ahali yanında tesirli olarak devam etmiştir.

 

Tanzimat'tan yani devletçe merkezi idarenin kurulmasından ve timar, zeamet, Mukaatt'a gibi şeylerin devlet hazinesince zapt edilmesinden ve böyle şeylere bir dereceye kadar son verilmesinden sonra, eşraf ile halk arasındaki büyüklük küçüklük münasebeti oldukça gevşemiştir. Fakat yine de o eşrafın vaktiyle bir kere büyük olarak görülmüş ve tanınmış olması ve hele Kürtlerle Gürcülerdeki ırki bağlılığın tamamen ortadan kalkmayışı, hükümetin de bunları işe yarar kimselerden saymasına sebep olmuştu.

 

İlhan-I Harpten Evvel Tertip Olunan Muavine Askerlerinin Hali Ve Miktarı

 

 Bunlardan Kars ile hudut arasında bulunan Şüregel ve Zaruşat kazaları ahalisinden rahatça on taburdan fazla asker toplanacağı hesap olunmuştu.

 

Bu iki kazanın halkı, meşrepleri farklı üç kavimden, yani Kürt ve Karapapaklarla yerli Türklerden ibaretti.

 

Kürtler, Kaskanlı, Zeylanlı, Camadanlı aşiretleri olarak anılırlar. (*) Reisleri Reşit Bey, Ahmet ve Maksut Ağalardır. Hepsi bin beşyüz, ikibin çadır kadar olabilir. Burada çadır demek hane demektir.

 

Karapapaklara gelince, bunlar Acemlerle Dağıstanlılar arasında hususi bir Milliyet gösterirse de, lisanları Azerbaycan Türkçesidir. Kıyafetleri acem gibidir. Lakin kapakları başka türlüdür. Bazısının mezhebi Sünni bazısının ki Şii dir. Bunlar da, adı geçen kazalarda ikibin, ikibin beşyüz hane halkı kadar olabilirler. Gayet yiğit ve cesur bir kavimdir. Pek iyi Süvaridirler. Hele at üzerinde silah kullanmakta bunlar kadar usta olanı pek az görülüyor. Nitekim bunlardan Mehrali adında birinin orduyu hümayuna nasıl hizmetler ettiği ve savaşlarda ne gibi yararlılıklar gösterdiği ilerde sırası geldiğinde görülecektir.

 

İşte nahiyeleriyle beraber bu iki kazadaki Karapapaklar, öteden beri İsmail Paşa hazretlerinin ailesini büyük tanımışlardır. Çünkü İsmail Paşa'nın babası Şerif Ağa, vaktiyle Şüregel kazasına bağlı Hacıveli köyünde ikamet eder ve Karapapak cemaatinde kumandası yürür bir zat imiş. İsmail Paşa'nın yeğeni ve yine o köyde sakin Mededbeyzade Yusuf Bey, Karapapaklardan beş tabur asker yazmış ve hatta defterlerini bile amcasına göndermiş imiş.

 

 

Gerçi ordumuz bu üç aşiret halkından, düşman taarruzunun ilk zamanlarında istifade edemedi ise de, savaşın ortalarında devam eden zaferlerimiz esnasında, yani ordumuz Kars'ın ilerisinde bulunduğu sırada bu üç küçük aşiretin birkaç yüze varmayan Süvari kuvvetinden güzel güzel hizmet ve yardım görmüştür. Hizmetlerini burada sitayişle anarız.

 

Bu Karapapaklardan Ardahan ve Çıldır kazalarında da bir hayli halk yerleşmiş olduğundan, onlardan da çıkarabildiği kadar muavine askeri toplamak ve bütün Çıldır sancağında bulunan diğer kazalardan da muavine celp etmek vazifesi ise Ardahanlı Hacı Hüseyin Paşa'ya havale kılınmıştı.

 

Muavine Askerlerin Toplanmaması Sebepleri

 

Muavine askerler kış vakti toplattırılıp da, boş yere yedirmek, giydirmek, yatırıp kaldırmak ve aylık vermek, bu kadar halkı bir veya birkaç yerde topluca bulundurmak külfetine düşülmemek için de, lüzumu halinde toplatılmak üzere hepsi evlerinde bırakılmıştı.

 

Bu sene ise, o havalenin meşhur olan kışı Mart'ın yirmisinden sonra hafiflemeye başladıysa da muavine askerlerin toplanmasına yine cesaret olunamadı.Zira:

<<--Toplarız da, ya harp olmayı verir veya iş birkaç ay daha uzadıktan sonra olursa: o vakte kadar bu askerin bakımı Ordu'nun ve hükümetin başına bela olur.>>Düşüncesi, celp ve toplanmaların da ağır olmasına sebep olmuştu.

 

Bu askerin Mart'ın yirmisinden sonra toplanılmasına başlanılsaydı bile, yine iş yetiştirilmeyecekmiş ya! Çünkü beş on gün sonra harp ilan olunacak ve toplanmış olanlar da, istila altına düşen çoluk çocuklarının muhafazası telaşına düşerek, hiçbirisi askerliği kendine mal etmeyecek imiş. Nitekim öyle de oldu.

   

Elhasıl, Mukaddime de yazıldığı gibi Ordu'nun erkanumerası ve hatta hükümet memurlarının bile ekserisi, gazetelerin ağzına bakarak ve devletin hal ve malını ve politikanın esasını akıllarınca ölçerek, harbin kat'i olarak vuku bulacağı zannında birlik değil diler.

 

Lakin Cenabı Hak kazasını infazın murat edince, gözler görmez, akıllar önündeki tehlikenin derecesini kestiremez olurmuş.

 

Düşmana Katılan Dostlar

 

Rusya erkânıharp generallerinden Kesmişof 1884 tarihinde neşr olunan <<Rusya'nın Kars tarafından hududu geçtiği gün, Osmanlı tarafı ahalisinden ve Karapapaklardan iki bölük Süvarinin, Rus ordusu kumandanını selamlayarak, onların (milisya)dedikleri askeri katılmış olduklarını>> yazıyor… İbret alın ey dostlar!

 

Eğer önce bizim asker hududu geçip Rusya'ya girseydi, yazılıp da gelmeyen o askerlerden başka, dünyanın her köşesinden kıyamet gibi yardımcı asker efradı üzerimize üşüşecekti. Fatihlik şanımız yine eskisi gibi Afak-ı tutacaktı.

 

Elhamdülillah iş yine Avrupalıların zannı ve düşmanımızın tahmini gibi olmadı ya! Devlet-i Aliyye, bu harpte dahi varlığını ve siyasi canlılığını gösterdi. Askeri şan ve şerefini dünyaya ilan etti.

 

Tecrübe ile sabittir ki, müdafaa da bulunan askerin kalp kuvveti, Taarruz ve hücumda bulunanın kalp metaneti ile bir olmuyor. Hücumda olan askerin her birinin yüreği arslan kafası gibi şişip, düşmanın kalbine korku salıyor.

Müdafaadaki askerin kalbi ise, aciz ve zayıf bir tavşanın yüreği gibi heyecanla doluyor. Hele bir de bozgunluk belâsına düçar olursa -Rabbim  göstermesin- gerçekten Tavşanlaşarak<<peh!>> desen ödü kopuyor.

 

Eşkiyadan Mehrali ve Tülü Musa'nın Afları

 

Fırkamız Zakim köyünde bulunduğu sırada, Kars kumandanı Hüseyin Hami Paşa bir mektup yazarak, Mehrali ve Tülü Musa gibi Rusya ordularında hizmet etmekte bulundukları zannolunan iki şakinin, Devlet-i Aliyye ordularında hizmet etmek üzere bize sığınacaklarından, devletin kanunlarına karşı evvelce işledikleri suçlarının affolunmaları lüzumunu iltimas etmişti.Muhtar Paşa hazretleri de: Eski suçları devletçe af olunmuştur, ordumuza gelebilirler. Cevabını vermişti.

 

Şimdi bu adamları, hal ve mevkilerine okuyucularıma tanıtmam iktiza ediyor: Bu iki kişi demincek zikri geçen Karapapak kabilelerindendirler. Bunlardan Kars'ın bazı kazalarında meskun olanlar bulunduğu gibi, Rusya'da da bir haylice vardırlar. Hazer denizinin batısında bulunan Şeki, Şirvan ve Nahçıvan ve daha beri taraftaki Revan beldelerinin batı tarafında, bizim hudutta ki Arpaçayı'nın ötesindeki arazi ve ekseriyetle Tiflis'in civarı olan köyler hep bu kavimle meskun gibidir. Bunların, İran'ın bizim Bâyezid sancağı civarında bulunan Makû ve ovacık kazaları ile civarında da yerleşmiş olanları vardır.

 

Rusya devleti harp sırasında, Dağıstan, Çerkes ve Kafkasya'nın diğer kavimlerinden teşkil eylediği Süvari alayılarını bize karşı olarak ordusunda kullandığı gibi Karapapaklardan da bir miktar suvari tertiplemiştir. Tülü Musa dediğimiz şahıs Rusya'nın askeri hizmetine girmişlerden ve Mehrali ise o hizmete girmek üzere hazırlanmışlar idiler.

 

Mehrali’nin Kaçışı

 

Nihayet işin Devlet-i Aliyye ile harbe doğru gittiği sırada, Rusya hükümeti, ordusunda hizmet etmek üzere, Lezgi, Çerkes ve Karapapaklardan, Mehrali gibi meşhur eşkiyaya af ilan eder.

 

Mehrali de bunu memnuniyetle kabul ederek, serbest serbest, beraberine gönüllü olarak süvari toplamaya başlar. Bu sırada bir taraftan da Kars kumandanı Hüseyin Hami Paşa'ya Karapapaklar vasıtasıyla ve gizlice bir mektup gönderir. Eğer bu tarafta da affolunursa tedarik ettiği yüz yirmi seçkin süvari ile orduyu hümayuna gelip, din uğruna harp ve cihad hizmetinde bulunarak can vermeye hazır olduğunu bildirdi.

 

Yukarıda hikaye olunduğu gibi bu taraftan da affolunduğu haberi kendisine bildirilince, o kadar süvari ile Rusya'dan pervasızca çıkıp Kars'a geldi.Koca herif! Hem kendisini affettirecek dar bir zamanı ve fırsatı buldu, hem de ordumuza büyük hizmetler etti.bunlar aşağıda sırası geldikçe görülecektir.

 

Tülü Musa'nın Hayatı

 

Gelelim Tülü Musa'ya:Bu adam da birkaç sene evvel, Erzurum'dan İran'a geçmekte olan bir transit kervanına hücum ederek mallarını gasp eden eşkiyanın reisi idi. Bin bela güçlüklerle tutularak, o vakit Erzurum'da kürek merkezi olan Taşhan'da onbeş sene müddetle küreğe konmuştu.Tülü Musa da muharebeden hayli zaman önce hapishanede isyan çıkararak yakayı sıyırmış ve şakiler için misilsiz bir sığınak haline almış bulunan Şüregel'deki Karapapakların yanına sığınmıştı.

 

 

Nihayet ilan-ı harpten sonra yine kendi gibi ve Karapapaklardan olan Mansur ve diğer şakilerle beraber Rusya ordusunda hizmete girerler. Bu sırada Mehralinin bizim tarafa iltica edeceğini işitip bu da sığınmak azim ve emeline düşmüş. Affa mazhar olarak Kars geldi.

 

Kars'ta süvariye ihtiyaç varsa da, bizimle beraber bulunan seyyar fırkaların bütün bütün Süvarisiz olduğu bilindiğinden, Hüseyin Hami Paşa, Mehrali'yi süvarisi ile birlikte Kars'ta alıkoymakla beraber, Tülü Musa'yı yanındaki birkaç süvarisi ile bizim tarafa gönderdi.

 

Bu herif Zakim köyünde birkaç gün kaldı ve bazı keşif ve haber hizmetlerinde kullanıldı ise de, bozuk mayasının icabı veya bilmediğimiz bir sebebin sevki ile, bir gün yine gönderildiği keşiften geri dönmedi. Tekrar Rusya ordusuna savuşup gitmek alçaklığını irtikap ettiği anlaşıldı. Sonunda, Rusyalılara hizmet ederek, Kars ovasındaki Çerkes köylerinden bir köy ahalisine bazı levazımatın tedariki için şiddetle musallat olduğu bir sırada, şahsını ve halini bilen Çerkeslerden birisinin kurşunuyla gebertildi. Her neyse, alem elinden ve şerrinden kurtuldu, kendisi de kötü bir nam bırakarak defolup gitti.

 

                                                      BEŞİNCİKISIM

 

Hacı Hüseyin Paşa, Çıldır nahiyesi taraflarındaki muavine askerleri toplarken Ahılkelek tarafından bir Rus fırkası hududu geçerek Çıldır'a ve oradan Meşe Ardahan'a doğru ilerlemiş olmasıyla Çıldır, Posof ve Şavşat kaza ve nahiyeleri ile civarının, toplanmış olan piyade ve süvari efradı dağılmıştır.Çünkü, yukarıda yazıldığı gibi, çoluk çocuklarının başı ucunda bulunmaları lüzumu, kendilerince ordunun hizmetinde bulunmaktan daha mühim sayılmıştır.

 

Hale Göre Bazı Düşünceler

 

Biz de bir memurun göreceği işin derece derece safhalara bölünmesi lazım geliyorsa, kendisine müsaade olunan son safhanın, o memurdan gizlenmesi icap ediyor. Çünkü korkulur ki, selahiyetinin son derecesini, hareketinin daha ilk adımında kullanmasın… O zaman işin başı ile son çare arasında pek tabii olarak bulunan istasyonlarda kalarak, vazifesini derece derece ifa etmesi gerekirken, birdenbire ya tepeden eteğe veya etekten tepeye atlarda işin esasına bir çok zararlar getirir.

 

Mesela bir zabite kumandanı tarafından:

<<--Şu kadar askerle filan yere git. Düşman gelirde karşı duramayacağın kadar çok olduğunu anlarsan, filan yere çekilerek orada müdafaada bulun. Şayet orada da barınamazsan, arazinin durumuna göre başka bir yer seç. Pek çaresiz kalırsan, son safha olarak gel bize iltihak et. Veya filan yerdeki kuvvetle birleş!<<

 

İşte bu şekilde son yapacağı iş kendilerine bildirilen zabitlerden bazıları, bin türlü yalan dolanla, orta yerdeki vazifelerin hiçbirisinin semtine uğramı yarak, tehlikesiz olan ta son vazifesinin icrasına koşuyor ve: <<Hepsini yaptım da çaresiz kalıp son sayfaya geçtim>>diyor.

 

Onun için bu gibi vazifelerin icrasına gönderilen zabitlerimiz, yiğit ve şahsiyetli, görüş ve fikir sahibi kimseler olmalıdırlar ki, memuriyetinin mevzuunu, neticesini ve bunun millet ve devletin umumi menfaatleri ile olan ilgisini bilsin de, halin icabına göre hareket etsin.

 

İşte böyle kıymetli bir zabitten ise, vazifesinin son safhasında kim müsaade saklanamaz. Saklanırsa kadir bilinmemiş olur. Hatta vazifeli olduğu işte muvaffak olamamasına ve kurban olup gitmesine de sebep olunur.

 

Ardahan’daki Muharebenin Tafsilatı ve İstihkamların Düşmesi   

 

 Ertesi gün düşman, Senger ve Kayabaşı istihkâmlarına doğru hücum için daha birkaç top atar atmaz, buralardaki askerlerimiz, bir zor ve hücum görmedikleri halde, mevkilerini terk ederek şehrin içine dalıp gitmişlerdir.

 

Askerin istihkâmları boşalttığını gören düşman kumandanı ise, ummadığı bir nimeta mazhar olduğunu bilerek askerini ileri yürütmüş ve bu iki istihkâmımızı zapt etmiştir.

 

Ardahan hükümet konağının önünde ve Kura nehri üzerinde, takriben üçyüz metre uzunluktaki bir ahşap köprü üzerinde, dehşete düşmüş olan ahali İle bozgunluk yüzünden başıbozuk ve âciz hükmüne girmiş olan askerler, birbirini İtip kakarak hınca hınç geçerlerken, köprüye bir iki düşman mermisi isabet etmiş. Yıkılan köprüden suya dökülen ahâli, asker ve çoluk çoluktan bir kısmı boğulmuş, bir kısmı yüzerek çıkmışlar.

 

O sırada mahşer gibi, âlem biri birine girmiş, kim kime! Kumandaya kulak asan yok. Öteki istihkâmlar ne halde! Orasını anlamak ve bilmekte en keskin kâhinlerin bile, telâş sebebiyle izhâr-ı acz edecek bir hâle gelmiş olacakları şüphesizdir.

 

Askerin Bozulmasına Dair Tecrübeye Dayanan Düşünceler

 

Halka ve askere bir kere ürküntü geldi mi, tedbir filân elden çıkıyor; kumanda, emir, yasak dinlenmiyor... Allah göstermesin, insanların ürküntüsü, koyunların kurt görünce ürkmelerinden daha fena oluyor. İleride anlatılırken de söyleneceği üzere, öyle vakitlerde akıl, vücûda hâkim olamıyor, bedenin hareketlerinden elini çekiyor. Meydan vehim sultanının kumandanları olan korku ve telâşın keyfine açık kalıyor. Öyle bir zamanda, insanın kâr ve zararını düşünüp ölçebilmesi imkânsızdır. Halka söz ve nasihat kâr etmediği gibi, tehdit de fayda vermiyor. Herkes vazife edinmiş gibi kendi mahvına doğru koşup gidiyor.

 

Bir kumandan, işin bu dereceye gelmemesi İçin evvelden çaresine bakmalıdır. Yoksa ürküntü meydana geldikten sonra uğraşmak boşuna gayrettir.

 

Defalarca edinilen tecrübelerle sabittir ki, bozgunluk önce bir kişiden başlıyor. Neferin biri, savaş hattından geriye fırlayıp kaçıyor, veya bir bahane ile savuşuyor. Zâbitler, bu birincinin çaresine derhal bakmazlarsa, bunlar hemen iki oluyor, üç oluyor, beş oluyor... Derken, hemen bütün asker birden ürküp yerinden kalkarak, düşmandan yüz çeviriyor, kaçmaya başlıyor. Artık o sırada zâbitler dahi önlerine geçecek olsa, çiğneniyor...

 

Hatta, malumdur ki, bizim sofralarımızda herkes yemek yemekle meşgul iken sofradan kalkan birisine «— Otur, ordu bozanlık etme» Derler.

 

Yâni, sofra başında teşkil ettiğimiz şu beraberlik halkasına onun açtığı gedikten, şeytâni ayrılık, cemiyetimizin içine girmesin, diye, aykırı giden o şahsı, arkadaşları azarlarlar... Demek ki ordular, bir kişinin geriye dönmesi ile bozulmaya başlıyor.Böyle olmasaydı, tıynetinin hamuru askerlikle yoğrulmuş olan Osmanlılar arasında, bu söz darbımesel hâline gelmezdi.

 

 Dolayısıyla, harp sırasında, bir veya iki neferin savaş hattından geriye geldiğini gören zâbit, bu hâlin iyi bir alâmet olmadığını bilmeli, ne yapıp yapıp onları derhal geri çevirmelîdir. Emrini dinletemez ve başa çıkamazsa, korku illeti yayılmasın diye derhal onların canına kıymalıdır. Zannederim ki, askerî kanun ve harp fenni de böyle der.

Elhâsıl, sakın ha!Dikkat etmeli, sâvâş safından özürsüz yere geri gelen bir İki nefer ihmal edilmemelidir. Eğer zabit bu husustâ gevşek dâvrânırsa, çeyrek saat sonra, önündeki ateş hattında bir nefer bile kalmıyacâğını muhakkak bilmelidir.

 

Ya o sırada zâbit efendi de, kurşunlardan uzak bir yere sinmiş de ayağa kâlkmaya takati kalmamışsa, veya saklandığı yerden askerin hâlini ve âteşi hattını göremez bir Hâlde ise, ne yapmalı?!

 

O vakit de, Ardahan köprüsünden, işte böyle paldır küldür suya dökülmeli, devletin ve mîlletin namusunu ayaklar altına almalıdır! Ya, Peygamber Efendimiz hazretleri, harp hattından geriye kaçmayı, niçin, kâsden adam Öldürmek gibi büyük günâhlardan saymışlardır! Bütün bir ümmetin ayaklar altında çiğnenmesine hu gibi firariler sebep olduklârı için değil mi?

 

Firar eden adamın fikrîne sâri bir hastalık düşmüştür, çâresine bakılmazsa az zaman zarfında hastalık sîrâyet eder, îş umumileşir.

 

Ardahan Vukuatının Sonu

 

Düşman, bizim askerin kendiliğinden bozulduğunu ve ummadığı şekilde zafer kapılarının açıldığını gördü. Asker ve zâbitlerimizin hâlini buna kıyas ederek, artık Ramazanoğlu tepesindeki kuvvetlere de aldırmıyarak, hem istihkâmlara hem şehre, ikisine birden girdi.

 

Ramazanoğlu'ndaki taburumuz ile kumandanı, kendilerinin dünyada mevcut olup olmadıklarını göstermediler. Bütün askerlerimiz «silâh sağ omuza» edip de Ardahan’ı terk ederek Yalnızçam yolunu tuttukları sırada, yine kumandan Hüseyin Paşa’nın gönderdiği emir üzerine, bura kumandanı da taburunu ve topçularını alarak bozgun askere katılmış. Hep birlikte Ardanuç kazasına doğru çıkıp gitmişler.

 

Ardahan'daki kumandanlardan Mirliva Ali Paşa esir olmuş. Zaptiye neferliğinden yetişerek alaybeyliğine ve oradan da her nasılsa nizâmiye askeri mirlivalığına yükselmiş olan ve bu evrakı kaleme aldığım sırada feriklik rütbesiyle Beşiktaş Muhâfızı bulunan Haşan Paşa da Ardahan'daki iş erlerinden biri idi Kendisi, başından hafifçe yaralı olarak bozgun askerin içine katılmış ve diğer zâbitlerle beraber Livana’ya kadar gitmiştir (*).

 

 Bu zâ'bitlerin bazısı, düşmanın kılıç artığı denmeye lâyık bir askerî topluluk içinde bulunmaktan ileri gelen bir ar ve utanç ile, yollardaki köylerde halkın nazarından kendilerini saklarlarmış! Hatta Livana kasabasına girdikleri gün, gerek asker ve gerek zabitler, kadınlara varıncaya kadar, bütün halktan pek ağır hakaretler işitmişler. Ekserisi, misafir kaldıkları yere kendi kendini haps ederek sokağa bile çıkamaz olmuşlar imiş.

 

Ama bunların içinde anasından babasından «Allah utandırmasın!» duasını alanlar ise, güyâ hiç bir şey olmamış ve belki de aksine, Rusya’nın büyük bir müstahkem mevkiini zapt etmiş fâtihler gibi, âleme tafra ve çalım satmaktan hayâ etmezlermiş!

 

Ardahan'da bulunan zabitlerden istihkâm bölüğü binbaşısı Ahmet Bey, fena halde sarhoş iken —yine düşman askeri tarafından— Ardahan sokaklarının birinde öldürülmüştür.Yaralı ve şehit olarak beşyüz neferden fazla tahmin olunan ümmet-i Muhammed, hastahâne ve içindekiler, bütün ambarlar, kışla ve istihkâmlarla memleket ve bu kadar mîrî mâl, ayrıca levâzımâtıyla beraber büyüklü küçüklü seksen kadar da top düşman eline düşmüştür.

 

Günahı arkadaşlarının boynuna olsun. İşitildiğine göre Hasan Paşa’nın başındaki yara, Ardahan'dan firar ederken atlamak icap eden bir duvara çarpmasıyla olmuş imiş!Sonradan doktorlar da yaranın kesici veya delici bir âletin eseri olmayıp ezici bir şeyden husûle geldiğini bildirdiklerine göre, herhalde bu rivâyet dikkate değerdir.

 

Ardahan Niçin Gitti?

 

Peki! Şimdi Ardahan bizim korktuğumuz gibi mevkiinin ve istihkâmının fenalığından mı gitti; yoksa içinde adam denilecek zâBit olmadığından mı? Eğer istihkâmlarının kötülüğü veya müdâfâaya elverişli olmadığından dolayı gideydi, bu kadar ucuz, be- dâva ve çabucak gitmezdi. Epeyi bir müddet dayanırdı. «Azdan az olur, çoktan çok» meşhur darbımeseldir. Muhâfızlârı, on tabur piyâde de olsa, bu on taburun kudretince düşmana zararlar verdikten ve kendileri de gayret ve fedakârlığın sonuna geldikten sonra «Allah'ın emrine razıyız» diyebilirlerdi.

 

Gerçi sonradan, kumandan Kasap Hüseyin Paşa ile bazı ümerâyı askerlikten tard ettik; rütbelerini aldık, küreğe koyduk; sürdük; şunu yaptık, bunu yaptık... Ama istersen bâzılarını veya hepsini ateşe yakalım, kurşuna dizelim; devlet ve mîlletin varlığında açılan yarayı ve kırılan uzvu iyi etmedikten sonra ne yaparsan yap!

 

Kumandan Kasap Hüseyin Paşa İle Beraberindekiler Hakkında Birkaç Söz

 

Benim işittiğime göre, bu Hüseyin Paşa, Ardahan’a kumandan nasp olunduğu sırada, daha İstanbul’da iken kendisini bu işe tâyin edenlere:

 

 «— Amanın canım ben beceremem, askere kumanda etmek benim elimden gelmez, zirâ vücutça mâzurum.»

 

Demişse de kimse dinlememiştir. Çünkü kendisi maktul serasker Hüseyin Avni Paşa’nın bacanağı olup, Sultan Aziz merhûmun hal’inde Harbiye Mektebi’nin dâhiliye müdürü olarak bulunmuştu. Mektep ise, hal’ vak'asının en mühim unsurlarından sayılı yordu. Bu yüzden Paşa’nın İstanbul’dan uzaklaştırılması, o vaktin politikası (!) icâbından idi. Serasker Redif Paşa, Hüseyin Paşa’nın rica ve beyanlarını, bînamaz özrü makamında tutarak katiyen aldırmamış ve Ardahan'a kumandan nasp ederek İstanbul’dan çıkarmıştır.

 

Peki! Şimdi Kabahat Kimde!

 

Hatta fakir, Muhtar Paşa hazretlerinden işittim ki, bu Kasap Hüseyin Paşa, Karadağ cihetinde yine Muhtar Paşa kumandasındaki askerin bir livâsı kumandanlığında bulunurken, fevkalâde korkaklıkla meşhur olduğundan, oradan İstanbul’a def etmiş imiş.

 

Yine bu Hüseyin Paşa’nın ahvâline iyice vâkıf olanların rivâyetine göre, bilmem ne vakit ve nerede, bunun başına bir ağaç parçası veya çadır direği düşerek beyninde bâzı hastalıklara sebep olmuş. Bu yüzden şuuru da tam değilmiş, hatta bunu kendisi söylediği gibi doktorlar da tasdik ederlermiş.

 

Bunun hâli işte böyle. Öteki nâzenînim Haşan Paşa ise ömründe askerlik etmemiş. Kumanda nasıl edilir, bilmez. Harp ne demektir. Bu tehlikeli işe neresinden girilir, neresinden çıkılır hiç haberi yok! Sadece iyi bir zâbıta memuru olduğu için, iyi bir asker de olması lâzım gelir miydi ki, Ardahan’a livâ kumandanı tâyin olundu?

 

Zabitlerimize Dair Bazı Düşünceler

 

Herkesin şehâdeti ve ileride okunacak harplerimizin delâleti ile mâlumdur ki, Türk askeri dünyanın birinci sınıf askerlerindendir. Ama başı ucunda adam olur ve bütün zâbitleri kanun ve kaide ile yetiştirilmiş bulunursa...

 

Hatta meşhur Sadrâzam Koprülüzâde Fâzıl Ahmet Paşa’nın:

«— İslâm askeri düşmandan yüz çevirmez. Meğerki başında himmetli ve hamiyetli zabiti olmaya...»Düstûrunu sık sık tekrar ettiği, bu fakir tarafından bazı tarihlerde görülmüştü.Rahat zamanlarda süslü püslü üniforma giymek,«— Biz askeriz ve imtiyazlıyız!»

 

Diye çalım satmak hevesiyle asker olarak, iltimasla zâbitliğe nâil olmuş zatlar, vatan sevgisiyle askerliği seçmiş, usûlüne ve kanuna uygun olarak yükselmiş olanlardan çok fazladır. Hatta bu İkinciler, bütün zabit sayısının üçte biri kadar bile yoktur.

 

Dikkat ettim ve gördüm ki, askerin, devlet ve milletin namusuna leke getirenler, hemen hep böyle heveslerle zâbit olup kestirme yoldan terfi edenleridir. Bunlar terfileri için nüfuzlu kimselere kapılanır; «Evdeki bacı sultana sayemde iftihar edeceği şeyler elde edeyim» diye, üstlerin karşı şeytanların bile  hatırına gelmeyecek meddahlık ve dalkavukluklar yaparlar.

 

Bazı Kalpazan Zabitlere Misal

 

Meğer hizmete çağırıldığı zaman, hemen gözlerine iltihap getirecek bir ilâç filân sürermiş.

    Sebebi! «Tek ben harbe gitmeyeyim ve hayât-ı şerifim sağ ve sâlim kalsın da, dünya ne olursa olsun!...diye. Bakındı hamiyetsize!

 

Daha bunun gibi neticelerini gördüm. Hele orduda bazı zâbitler de var ki, bir iş yapıp da kumandanın gözüne gireyim diye sahte olarak işgüzarlık  ederler. Gayret gösterir, her işe burnunu sokar. Bunların içinde hakikaten hamiyet ve gayret sahipleri de bulunacağından, onları ayırt etmek için pek çok iktidar ve adam tanımakta meleke sâhibi olmak gerekir... Sahtekâr olanlar terfi eder etmez, canı kıymetlenir, hava değişir. Artık hayatına bir zarar gelmeksizin, yeni aldığı bu cici rütbeyi sağlamca evine götürmek için bir yol arar; kıyı sularında gezinir...

 

Bir kazâya uğrayıp da ağzının tadı bozulmasın diye, işi şöylece ve tatlıca idâre etmek için hatır ve hayâle gelmedik yalan dolanlara koşar; iş gördürmek için yanına saf ve ahmak bir yardımcı arar. Böyle bir kumandanın maiyetindeki akıllı zâbitler ise onun bu hâlini görerek, kalpleri kırılır. Mühim bir vazifeyi candan ve istekle yapmaz, «Haydi bakalım, şimdi ne yapacaksın?» diye kumandana bırakıverirler. Sonra da işte böyle devletin büyük bir müstahkem mevkii ve namusu ayaklar altında kalır.

 

Haksız Zabit Tayinleri ve Bunun Ahlakımıza Tesirleri

 

Muhârebe sebebiyle terfi eden zabitlerin defterleri fırkadan, kumandanlığa geldi. O sırada, bir redif mülâzım da Kumandan Paşa'ya bir arzuhal getirdi : «Ben şu kadar zamandan beri mülâzımım hakkım, kıdemim ve hizmetim meydanda iken, dünkü gün Erzurum’dan gelen filân zâtın daha çocuk hükmünde olan oğlu, benim istihkakım olan yüzbaşılık yerine getirildiği ve bu suretle hukukuma tecâvüz edilmiş olduğundan» şikâyette bulundu.

 

Defterlere bakılması için, arzuhal fakire havâle kılındı. Baktığımda işi mülâzımın dediği gibi buldum.

 

Defterin altına ise, mirliva, miralay, kaymakam ve bir iki binbaşı, uzun bir mazbata yaparak: «Allah için şehâdet ederiz ki, yukarıda isimleri yazılı olan zevat, iki gün evvel vuku bulan harpte ve ondan evvelki harp ve askerlik hizmetlerinin hepsinde şöyle şöyle işler gördüler, her biri terfie Iâyıktır» diye sayfa dolusu tafsilât yazmışlardı.

 

Üstelik, bir de:«— Ne varmış? İş görmek, insâniyet etmek dünyadan kalktı mı? Bir adam sevdiği veya hatırından çıkamadığı bir kapı yoldaşının kırk yılda bir düşen işini görmez mi imiş? İki ahbap birbirinin işine, menfaatine yaramazlarsa, artık birbirlerini âhirette mi şefaat edeceklermiş?»Gibi bâtıl ve esassız bir inanç üzerine fikrini bina ettiği anlaşıldı.

 

Bir suçun fâili, yaptığının suç olduğunu bilirse, onu ıslah kabil olur. Ama, suç ve zulüm, âdet, hattâ insaniyete hizmet adına yapılıyorsa, işte büyük zorluk burada baş gösterir.

 

Muhârebe Namuslu Adam İster

 

Hey Yârabbi! Şeriatımızın ve Peygamber Efendimizin yolunun esasında, en büyük cinâyetlerden sayılan hakkı gizlemek ve yalan yere şehâdet, bizim indimizde nerdeyse mubah bir günlük âdet hâline girmiş! Bu iki mel’un vâsıta ile bir dosta karşı hak tanırlık ve vefakârlık edilmek isteniyor... Garp milletlerinin bâzılarında böyle bir iş yapana câni nazarıyla bakılıyorken, bizde, hiç şüphe yok ki, görenek ve cehâlet belâsıyla bir dosta iyilik ediliyor!...

 

«Bir millette yalancılık ve hukuka tecâvüz âdet  hâline gelirse; artık o cemaatten, o halktan kendi cemiyetleri adına ne beklenebilir?» Bu söz Peygamber Efendimiz’in bir hadîs-i şerifidir ve Câmi-üs Sagîr’de mevcuttur.                        

 

Her neyse, Kâzım Paşa da Şevket Paşa gibi bir mirliva olduğu halde, Şevket Paşa'yı yukardan aşağı iyice tekdir ettikten sonra, defteri düzeltmesi için yüzüne çarpar gibi iâde etti. Şevket Paşa ise iş büyür de Müşir Paşa'ya aks eder korkusuyla sesini çıkaramıyarak defteri alıp gitti.

 

Eh, şimdi buyurun bakalım! Bu oldu mu? Filân zâtın oğlu olmak veya falan hatırlı zâta mensup bulunmakla ve patırtı kütürlü ile iş güme getirilerek mülâzım efendi, yüzbaşı, yine öyle bir fırsattan istifade edip kolağası, derken binbaşı olacak ve bir iki sene içinde kumandasına yedi sekizyüz kişilik bir tabur, devlet ve milletin namusuyla birlikte teslim olunacak; sonra da, daha büyüyerek ibâdullahın başına belâ kesilecek ve sırf nefis ve cehâlet eseri olarak azamet taslamaktan başka hiç bir işe yaramıyacak... Hele, bunların bazıları da, memleketin canı ve milletin kanı İle tecrübeler yaparak noksanlarını tamamlıyacak da İş görecektir...

 

Bu vaziyette, usûlüyle, adım adım, kanunun ve İstihkaklarının yetiştirdiği; alay ve taburlarla dağ başlarında sürüne sürüne canı burnuna gelmiş olan zâbitlerde gönül mü kalır?!

 

Elhâsıl, muhârebe gerçekten namuslu ve haktanır adamlar istiyor, öyle, vazifesindeki uygunsuzluğu örtmek İçin mutlaka şarlatanlıkla ve çene zoruyla işe bir karagöz İndirip, üstlerini aldatan, sonra da şöyle uyduruverdim, diye yaptığı alçaklığı kendince bir hüner sayanları değil... Bu gibi şarlatanların şerrin den Allah’a sığınırız.

                                                        ALTINCI KISIM

 

Yine bu sırada bizim hâlimizi ve Rusya’nın taarruzlarının derecesini gözüyle görüp, olayların hakikatine vâkıf olarak, devletine doğru ve esaslı rapor ve haberler vermek üzere, İngiltere devleti tarafından General Kembil adında birisi gelerek Müşir Paşa hazretleriyle görüştü. Bir gece Soğanlı dağında kaldıktan ve hâlimizi gördükten sonra Erzurum’a döndü.

Samsun ve Sivas taraflarından bırakılmış olan  Çerkeş süvarilerinin takım takım Erzurum’a gelmekte oldukları haber alındığı gibi; Sivas, Halep, Diyarbakır vilâyetleri gibi civar vilâyetlerden ve Adana’dan da muâvine asker süvârller ve bu vilâyetlerin süvâri zaptiyelerinin toplanarak peyderpey gönderilmekte olduğu haberleri de alındı. Hesaba göre epeyce süvârimiz olacaktı. Ama bunların derlenip toparlanması en az İki aya muhtaç! Düşmanımızın ise bu kadar müsâdeli davranacağı şüpheli. Bakalım âyine-i devran ne gösterir, diye, günlük vak’a ve ihtiyaçların İcâbı olan şeyler yapılarak vakit geçirilirken, bâzı düşman süvârilerinin İki gün evvel bizim kaldığımız Bardız yolunda gezinmekte olduğu haberi geldi.

 

Çerkes Süvarisinin Söz Dinlemezliği

 

 Bu hal Musa Paşaya sorulduğu zaman o da :

«— Kumanda ettiğim asker, muntazam bir asker olmadığı gibi, kendilerine kumanda da tesir etmez. Hemen her ferdi kendi başına iş görmek ister. Üstelik bunlar farklı kabilelere mensupturlar. Her kabile kendisini diğerlerinden üstün saydığı için, başka kabileye mensup bir âmirin, bir kumandanın, bir zâbitin emrini de dinlemezler. Her kafadan bir ses gelir, kendi akıllarının erdiğine giderler. Velhâsıl bunları askerliğin istediği intizâma sokmak kabil değildir!»

 

Cevabını vererek, bunların idare ve kumandalarından aczini izhâr etti.Malûmdur ki, askerliğin rûhu ve hülâsası «itaat »tir. İtaat olmazsa, asker yok demektir.

 

Şimdi Çerkesler ordunun mevcudunu çoğalttıkları için cismen mevcut saylıyorlarsa da, istenildiği şekilde kullanılamadıklarından aslında yok gibiydiler.

 

Evvelce de söylendiği üzere bütün Anadolu ordusunun üç alay nizamiye süvarisi vardır. Bunların kullanılma yerleri ise, Kars, Van, Ardahan, Bayezid, Eleşgirt, bizim fırka ve Erzurum’dur.Her alay beşer yüz mevcutlu farz olunsa, bu mevkilerin her birine ikişer yüz nefer süvâri düşecektir.

 

Çerkezlerin Bazı Adetleri Ve Ahlakı

 

Bunların harpte tuhaf tuhaf âdetleri vardır. Bir Çerkeş yaralandı mı, o askerin içinde ahbap ve akrabalarından, yaralının haline ve ağırlığına ğöre, iki, üç ve bâzen dört nefer onu alarak ta memleketine ve evine kadar götürmeye mecburdurlar. Farz edelim ki, bir savâşta elli Çerkeş yaralandı, Bu elli yaralı en az yüz nefer sağlamın da ordudan ayrılmasına sebep olur. Kavmi ve milli adetlerinden bir şeyi fedâ etmektense ölünmü göze almak onlar için daha kolaydır.

 

Bin üçyüz bir ve iki senelerinde adliye müffettişliği ile Kastamonu vilâyetinde bulunmuş idim. Teftiş esnasında,Bolu sancağına bağlı Düzce kazasına giderek yirmi gün,bir ay kadar orada kaldı idim. Bu kazada Kafkasya’nın çeşitli kavim ve kabilelerinden otuzbeş bin kadar nüfus meskundur. Çerkeslerin orada bizzat gördüğüm âdetlerinden biride, bunların kendi tedavi usulleri gereği midir, nedir, bir yaralı hastayı gece uyutmazlar. Bu hastanın dostlarından birisi biz öküz keser.Etini, âdetleri üzere pişirdikten sonra hastanın evine getirirler.

 

Bütün civar,komşu, kız, kadın ve erkekler toplanıp o öküzü pasta ile yedikten sonra, kızlar kendilerine mahsus olan şarkı ve çalgı İle ta sabaha kadar hastanın yanında raks ederek onu uyutmazlar.Gündüz bilmem nasıl ediyorlar…Ertesi gece de, hastanın bir başka dostu bir inek kesiyor yine aynı âdeti icrâ ediyorlar. Bu hal belli bir müddet doluncaya veya hastanın cerrahı, artık uyumasının zararı olmadığını bildirinceye kadar devam ediyor... Ya cerrah efendi, keyfine zevkine düşkün bir adam ise... Demek ki kendini eğlendirmek için hastanın gece uyuklamasına râzı olmayacak!

Bizim Çerkes hemşehriler menfaatlerini de pek çok severler. Gerçi dünyada menfaatini sevmeyen adam olmazsa da, bunlarınki lüzûmundan fazladır.

 

Lakin harbe sokulmazdan önce ve harpten sonra, ordu kumandanına ve idarecilere verdikleri eziyete ve yürek üzüntüsüne tahammül olunabilirse, savaş sırasındaki cesaret ve kahramanlıklarına da <aferin!> deniliyor. Çerkesler, ağız tadıyla orduda kullanılamadılar. Tehdit edildiler, olmadı; yüzlerine gülündü hiç uygun gelmedi.

 

Çabuk kanar, hemen inanır bir acâip kavimdirler. Oldukça ıslah edilirler; derken, bir müfsidin fesadıyla derhal bozulurlar. Beylerinde dahi işlerin doğrusunu yanlışını muhâkeme edecek, fikir ve temyiz kabiliyeti yoktur... Sonunda bir kısas meselesi ve bir müfsidin fesâdı üzerine tamamen darılıp ve dağılıp gittiler. Sırası gelince ilerde yazılacaktır. Her ne hâl ise, Allah'ın yarattığını değiştirmek mümkün olmuyor!...

 

 Ordunun Horundüzü’ne Nakli

 

Ama arazinin bilinmemesi ve haritasızlık yüzünden, bu yerin neresi olacağı kestirilemedi. İlerde gözle görülüp de seçilmek üzere, hedef meçhul olarak – alabereketillah-ric’at olundu.

 

Şeyh Ubeydullah Efendi’nin Elli Bin Kürdü

 

Bayezid'den evvelce çıkan iki taburun, Bargiri’de duran Fâik Paşa fırkası ile birleştiği yazılmıştı. Fâik Paşa’nın bu fırkasına, hesaba göre, elli bin nefer de Kürt muâvine askeri katılacaktı. Çünkü Hakkâri tarafında Hâlidiyye tarikatı büyüklerinden Seyyid Tâhâ hazretlerinin oğlu ve o taraftaki bütün Kürtlerin itimat ve hürmet ettikleri bir zat olan Şeyh Ubeydullah Efendi'nin, piyâde ve süvari elli bin nefer asker ile ordu-yu hümâyûna geleceği âvâzesi âlemi doldurmuştu.

 

Bu şâyialar, zannıma göre, imkânsız bile olsa her güçlüğü, büyüklerine kolay göstererek, kazanacağı teveccüh ile menfaat ve kârını artırmaya bakan ve bunu âdet edinen bazı memurîn-i kirâmımızın eseridir. Bunlar Şeyh Ubeydullah’ın bu kudretini ve ahâlinin vatanperver hislerle dolu olduğunu öyle şa'şaaIı sözlerle Dersaadet'e kadar arz etmiş olduklarından, herkesle beraber Merkez-i Hilâfet dahi Şeyh Ubeydullah’tan öyle mukaddes bir hizmet beklemekte idi. Bu yüzden Fâik Paşa bir düzüye Şeyh Efendi ile muhâbere ediyor, onun isteklerini kolaylaştırıyordu. İlerde görüleceği gibi, sonra bunların hiç birisinin aslı faslı çıkmadı ya!Yalnız şu kadar var ki, daha sonraları Şeyh Efendi hazretleri, bizim ordunun Bayezid tarafından Rusya hududuna tecâvüzünü işittikten, yâni bizim beklediğimiz vakti iki ay kadar geçirdikten sonra, süvari ve piyade bir iki bin kadar muavine askeri ile  Musun gediğinde bulunan Eleşgirt fırkasına yani Bayezid ordusuna katılmıştır.

  

Hakkı Bey’in Penekten Savuşması

 

Hakkı Bey'e yazılan bu emir, kendisini, Oltu’nun dört beş saat gerisindeki Sivridağı’nda, Erzurum’a doğru kaçmakta iken bulmuştur. Meğer Hakkı ' Bey, düşmanın, kendisinin bulunduğu Penek noktasına gelmekte olduğunu işitir işitmez, yukarda bahsi geçen habernâmeyi Başkumandan’a yazdıktan sonra pılıyı pırtıyı toplayarak tabana kuvvet Erzurum'a doğ-ru çekilip gitmeye kalkışmış imiş! Hakkı Bey böyle yapar ve Hacı Râşit Paşa da Oltu’ya doğru giderken, bu iki kuvvet Sivridağı'nda birbirine kavuşmuşlar. Oraya kadar çalasırım yürütülmüş olan Hakkı Bey'in askerinde can kalmamış. Bunu gören Hacı Râşit Paşa teessüfler etmiş, Hakkı Bey'e Erzurum’a dönüp rahat etmesi için izin verdikten sonra, onun taburlarını da kendi kumandasına almış. Oltu’nun Erzurum’a kaçmakta olan hükümet heyeti de burada Paşa tarafından durdurulmuştur. Paşa, durumu anlamak için keşif kolları çıkarmış.

Oltu’nun Düşman Tarafından İstila Olunması

 

Gelelim düşmanın hâline :Ardahan kumandanı General Kamarof {*), bir alay süvârisi ve iki tabur piyadeden ibaret bir kuvveti keşif için Oltu ve havâlisine göndermiş. Bunlar etrâfı heyecana verecek ve gözlerine kestirirlerse Oltu’yu zapt edip, orada kalacaklarmış... Hakkı bey’in haber verdiği «büyük kuvvet» bu imiş!

 

Düşman müfrezesi, Hakkı Bey’in telâşla Penek’i terk edip gitmesi üzerine düdüğünü, trampetini çalarak Penek’e ve oradan da önüne çıkacak veyahut yolunu uzaktan olsun tehdit edecek kimseyi bulamadığı için aheste aheste yürüyerek Oltu'ya gelip girmiş. Redif debboyunu ve diğer mîrî emlâki zapt ve yağma etmekle beraber, müfrezenin kumandanı olan zat, hükümet konağında istirahate çekilip, beldenin Rusya devleti hesabına zapt olunduğunu, devletinin adâletinden ve herkesin kendi hukukundan ve canından emin olarak Rusya hükümetine itaat edilmesi lüzumunu ilânnâmelerle ahâliye bildirmiştir.

 

Şahin Paşa’nın Hâli

 

Bir de Şahin Paşa’mızın hâlini görelim :Zamanın ve zamânenin bir adama lâkap takması, umumi efkâr karşısında zatın hal, ahlak ve işinden dolayı verdiği imtihana mukabil aldığı bir sıfatla anılması demektir. Bunda halkın çok kereler isabet ettiği görülmüştür.

 

                                                   YEDİNCİ KISIM

 

Ruslar Kars’ın muhasarasını şiddetlendirdiler. Bu sırada orası ile muhâberemiz güçleşti. Yolsuz olarak çoban ve Kürt kıyafetinde dağdan dağa gidip gelen fedakârların gayretine münhasır kaldı.

 

Kars Kumandanı Hüseyin Hami Paşa’nın Delilikleri

 

Kars muhasara altına girince tabiî olarak adlî ve mülkî kanunlar kalkıp bütün emir ve yasak Hüseyin Hâmi Paşa’nın keyfî idaresine geçmişti. Bunu gören Paşa da, kendinden hâl ve istikbal mesûliyeti korkusunu atıp istibdâdı ele almış... Muhasara sırasında kimsenin hesap sormayacağını bilerek ve «Bir günün beyliği beyliktir» diyerek kaameti azdırıp, gizli olan cinnetini açığa vurmuş imiş. Adetâ âhir zamanda zuhûru beklenen Mehdî’nin zât-ı saadetleri olacağını ve kendisi sebebiyle büyük büyük fetihlere nâil olunacağının bâzı derviş ve erenlerce müjdelendiğini, mahrem olarak görüşüp konuştuğu zatlara haber verir olmuş. Hele bir de remil hesapları ve fal kitapları ile meşgul olmak gibi kötü bir âdete kapıldığından, kendi kendisini hazine-i gaybın anahtarcıbaşısı saymaya başlamış.

 

Her zaman ve her yerde kendi menfaatini halkın zararında gören kötülerden, orası da kurtulamadığı cihetle, bu gibiler, bizzat veya aracılarla Paşa’ya yanaşmışlar. «Dünyayı Mehdî'ye düzelttireceğiz» yolunda sûret-i haktan görünerek, ve onun keşiflerini teyit eden sözler söyleyerek ve rüyâlar görerek, bîçâreye haylice hendek atlattırmışlar. «Düşmana casusluk eder» diye ufacık bir şüphenin varlığı ile bazılarını astırıvermişler. Bazılarını da Kars kalesinde kumandan olan topçu miralayı Hüseyin Bey’in himmetiyle kalenin bulunduğu yüksek bir kayadan aşağı attırmışlar. Bu Hüseyin Bey de hem aldığı emri yapar, hem de mecnun Paşa’nın hâline gülermiş.

 

Elhâsıl, Paşam kükremiş aslana dönmüş. Hafiye memurlarının yalan yanlış, garazlı marazlı telkinleriyle bütün Kars ahâlisini kıstırıp koz kabuğuna sokmuş imiş. Halk yalnız Rusların memlekete attığı güllelerin değil, Paşa hazretlerinin infilâklerinin ve ahlâksız casusların savurdukları katır çiftelerinin de muhâsarası altında imiş.

Çünkü hal ve zaman icâbı, Paşa’yı şikâyet edecek Tanrı katından başka bir yer olmadığından, ahâliden aklı başında olanlardan bâzıları geceleri toplanarak, hâcetleri veren Cenab-ı Hak’tan, üzerlerine musallat olan bu iki belâdan birinin kaldırılmasını niyâz ederlermiş.

 

Kars Muhâsarası Vukuatı

 

İşte Kars ahalisi bu suretle iki ateş arasında kaldıkları halde sabır ve metâneti elden bırakmamışlardır. Bilhassa, bizzat silâha sarılarak mükellef askerle beraber düşmana karşı gösterdikleri savlet ve şecaâtleri, vatan evlâtlarının dâima dilinde dolaşsa ve târih sayfalarına süs ve ziynet olsa gerektir. Hakları inkâr' olunmaz. Kırım muharebesi sırasında vuku bulan meşhur Kars muhasara ve müdafaası esnasında dahi bu adamlar yine bu şekilde ve hatta daha ziyâde mertlîk ve kahramanlık göstermişler.

 

Muhârasadaki Halkı Canlı Tutmak

 

 Hatta «bir defa bu maksatla, meşhur Mehrali, yanındaki seçkin süvârilerden kırk ellisi ile Rus hatları arasında gezinip kısmet aramak için çıkmış. Bu sırada düşman ordugâhına getirilmekte olan ondört araba bakkal eşyasını arabalarıyla beraber zapt ederek, sürüp Kars'a getirmiş. Kars’a gelirken yolda önüne çıkan düşman süvârisiyle çarpışarak, onları da kaçmaya mecbur bırakmış* böylece mertliğini ve kahramanlığını da isbat etmiş. Bu başarısı, bütün ahâlinin ümidini yenileyip yüzünü güldürmüştür. Yine başka bir defa da bu Mehrali'nin, düşmanın binlerce koyununu ele geçirerek Kars'a soktuğunu unutmayalım!

 

Bozulan Asker Dehşet İçinde

 

Yaver Rıza Efendi gece yarısı oraya yetişti. Yazdığı telgraftâ, askerin bozularak, fevkaIâde bir dehşet içinde e Delibaba boğazına indiğini ve hatta Eleşkirt fırkasına katılmak üzere köprü köyünden iki gün evvel çıkarılmış olan  iki tabur askerîn de bu bozgun askere yolda rastlıyarak bozulduklarını bildirdi. Bu askerler bozulup kaçanlara rastlayınca dehşet almış ve tabi korku sirâyet ederek, düşmanın yüzünü görmedikleri ve düşman onlara üç dört saat mesafe İlerde ve uzakta bulunduğu halde, gerek yanlarında bulunan ve gerek Köprüköyü askerî idaresi tarafından fırkanın İhtiyacını gidermek için gönderilen peksimet, çadîr, cephane gibi levâzımâtın yüklü olduğu beygirlerin îplerini keserek, yüklerini yolda bırakmışlar. Neferlerin bazılarî bu beygirlere binerek geriye doğru firar etmişler. Hatta bu firârilerin Delibaba boğazında ve daha iki saat geride bulunan Tay hoca köyünde de durmayarak Aras nehri kenarına döküldüklerini, gözüyle gördüğünü, yaver haber veriyordu.

 

Muhtar Paşa’nın Eleşgirt Fırkasına Gitmesi

 

Erzurum valisi Müşir Kurt İsmail Paşa, hazretlerine telgraf çekerek, hemen hareketle Horum’a gelmesini, kendisine vekâlet etmesini ve tâlimatını ordugâhta bulacağını yazdı. İsmail Paşa’nın gelmesi ne kadar da bizimle buIunan, erkânıharbiye reisi Macarlı Ferik Feyzi  Paşa'yı vekâlete bıraktı.

 

Eleşgirt fırkası ile bizim fırkanın arasında ve tam orta  yerinde bir nehir vardır ki, adına Aras nehri derler. Bu nehir Erzurum’un güneyindeki Bingöl dağlarından çıkarak vilayetin dahilindeki öteki nehirlerin zıttına olarak doğuya doğru akar. Pasinler kazasındaki Horasan köyünün önünden geçer. Soğanlı ile Deli baba boğazı ve Haylaz dağ silsilesini bu nehrin teşkil ettiği vadi orta yerinden keserek Kars sancağının Kağızman kazasına ve oradan da Rusya’nın Revan beldesine girerek Hazar denizine dökülür. Bu nehir oldukça büyük sulardandır.

Fakat üzerinde köprüsü olmadığından ve yapılmak için dahi vakit müsâde etmeyeceğinden, iki fırkanın bağlantısına zorluk çıkarıyordu. Her neyse, Muhtar Paşa gece yarısı nehre varır, beraberinde olan asker suya uğratılarak tekmil geçirilir.

 

Halyaz Muharebesi

 

Ordunun sol cenâhını teşkil eden kuvvete, yâni piyâde taburlarına Mirliva Çerkeş Musa Paşa, ve sağ cenahına dahi Ferik Ahmet Fâzıl Paşa kumandan tayin olunarak gönderilir. Merkezi teşkil edecek taburları da Kumandan Paşa alarak hep birden ileriye doğru hareket ederler. Nizamiye, muavine ve Çerkes olarak ne kadar süvari varsa, onlar da Mustafa Safvet Paşa kumandasına verilir.

 

Allah korusun, harp etmek için ilerlemiş olan askerimizin ric’ati icap ederse, orada toplanılmak üzere, beş tabur ile Mustafa Câvit Paşa ihtiyat olarak bırakılmış ve şâyet muharebeden çekilen asker, orada durmayıp da geriye geçmek isterse, yol üstüne bazı bölükler çıkarılıp, üzerlerine ateş edilmesi emri dahi Mustafa Câvit Paşaya verilmiş imiş.

 

Kırım Muhârebesine Dâir İlâve Birkaç Söz

 

Kırım muhârebesi zamanında, yâni 1270 yılı (42) muharebesinde Zarif Mustafa Paşa kumandasında bulunan Anadolu’daki ordumuz, Rusya ordusuna bir taarruz icrâsında bulundu idi. Sonunda bizim ordu bozuldu, askerin önüne durmak kabil olamadı. Evvelden ikinci bir toplanma yeri tayin edilmemiş olduğundan, bozulan askerin ekserisi ta evlerine kadar gittiler. Ortada müdâfaa edecek hemen hiç asker kalmadı. Bilmem Rusya devletinin o zaman kuvveti mi yoktu, yoksa harbin veya politikanın icabı mı öyle idi, bizim askeri takip edip ilerleyemedi. Eğer ilerlemiş olsaydı, bütün Anadolu'yu çalkar ve istilâ ederdi.

 

O zaman devlet bir sene kadar uğraşır ve ancak tedârik olunan asker ve ordu ile ertesi sene savaşabilirdi. O muhârebe üç sene böylece devam etti. Her sene bir savaş oldu. Yâni bir sene mütemâdiyen çalışır, askerimizi ve ordumuzu tanzim eder, sonra bir harp ederdik. Hatta düşman ordusu, Kars'ın ilerisindeki Karayal, Hacıveliköyü, Subatan ve Gedikler’de bulunduğu halde, zaman olurdu ki, karşısında bizim bir neferimiz bile olmazdı. Düşman da kendi kendine oturur dururdu. Bu nasıl şeydir, orasına bir türlü akıl erdiremedim. Şimdi ise bir kere düşmanla takışıldıktan sonra ayrılmak ne mümkün! Ta neticeye varıncaya kadar, boğaz boğaza gitmelidir.

 

                                               SEKİZİNCİ KISIM

 

Yaralılarımıza Dair

 

Taburların, hekim ve cerrahları kâfi derecede olmadığı gibi, âlet, edevat ve seyyar hastahâne takımı da mevcut değildi.

 

“Zorlu Asker» lâkabıyla anılan Manastırlı Rifat elinden, baş parmağı ile işaret parmağının arasındaki etli kısımdan, kurşunla yaralanarak ta Erzurum’a kadar döndü. Rıfat Bey’in arkadaşları bu yaranın oluşu hakkında uzun, kısa çok söz söylediler. Günahı boyunlarına.-Tecrübe olunmuşu tekrar deneyen pişman olur!

 

Bir adam ki halk arasında temayüz etmiştir, benim inancıma göre boş değildir, elbette o adamda bir meziyet vardır. Bazılarının düşündüğü gibi, sırf talih ve baht dediğimiz tesadüfün hükmüdür diyemem.

 

Horum Muhârebesinden Önce

 

 O gece herkes uykuya vardıktan sonra ordumu-zun karakolları, Kars’ın Soğanlıdağı tarafında meskun olan, Dağıstan’ın Kumuk kabilesi muhacirlerinden birisini getirdiler. Bu gelen adam bir telâş ve feryat ile düşmanın üzerimize doğru harekette olduğunu haber verdi.

 

Kurşundan Saklanacak Yer Kalmadı

 

İsmail Paşa hazretlerinin yanına geldim. Kendisi bir iskemle üzerine oturmuş «Delâil-ülHayrât» okuyordu. Oracıkta kalarak, hayran hayran müntazır-ı inâyet-i Rabb-i müste'ân iken, sağımızda solumuzda bulunan çavuş, uşak, seyis, perakende asker gibi cemâatten bazıları düşman kurşunuyla yaralanmaya başladılar. Şevket Paşa yaveriyle bu durumu merkeze bildirdi.O yarığı kapatmak üzere ikinci hattân Halep redif taburu gönderildi.

 

Macarlı Baron’un Keşifciliği

 

Ayrılan bölükler taburlarıyla birleşti. Hesap edildi, yoklama olundu. Dörtyûz yetmiş kadar zâyiâtımız olduğu anlaşıldı. Bunun yüz altmış küsuru şehit ve üç yüz kadarı yarâlı idi.

 

Ordugâhımızda, Viyana’nın Nayefraye Prese Gazetesinin Muhâbiri Avusturya topçu yüzbaşılarından, Macarlı Baron İşloka nâmında bir zat bulunuyordu. Meğer bu adamcağız atına binerek, kendi hesabına, işi anlamak için ta karşıki dağların arkasına gitmiş, öğleden sonra döndü.

 

İlâve Birkaç Söz, Bir Düzeltme ve Hakikati Beyan

 

Bu muhârebe gününde düşmanın aleyhimize beş bin nefer süvari kullandığını «Ger Doryan» adında Fransızca tarih yazmıştı. Yine bu tarih, harp sırasında bizim ordunun erkânıharp reisi olan Macarlı Ferik Feyzi Paşa'nın, savaş günü ordunun idâre ve kumandasında fevkalâde gayret ve başarı gösterdiğini ve hatta bir aralık, mahv ü perişan olmak derecelerine düşen sağ cenâhımızı, kâfi miktarda asker alarak bizzat gîdip, yetişip düzelttiğini; velhâsıl Osmanlı Ordusunu düşünün bu muharebeyi sırf Feyzi Paşa’nın himmet ve tedbiri İle kazandığını yazmıştır.

 

Avrupalıların Aleyhimizdeki Taassupları

 

Feyzi Paşa’nın eski hâlini bilmem. Benim gördüğüm muhârebe sırasında yaşı yetmişe varmış, gözleri görmekten kalmış idi. Yaşının icabı olarak, hayatını ve sıhhatini fazlaca sevdiğinden, bütün davranışları ona göre idi. Fakat askerî namus ve terbiyesi yerinde olduğundan bizim bâzı zabitlerimiz gibi temkinini kaybetmedi. Muhârebenin devam ettiği sekiz ay zarfında Feyzi Paşa daima yalnız kalmıştır. Hic bir yerde onun reyiyle iş görülmedi, her yerde işi Türkler görmüştûr.

 

Avrupalılar Hiçbir İyiliği Türklere Yakıştıramaz

 

Canım bu Avrupalıların hâli ne tuhaftır! Her sanatta mütefennin oldukları kadar da yine her şeyde hemen hemen ahmaklığa yakın derecede sâdedildirler. Ama ne çâre ki, servetleri kuvvetleri ayıplarını örtüyor. Bizim ise fakrımız zâfımız bütün iyiliklerimizi örtüp, ayıplarımızı açığa çıkarıyor.

 

Avrupalılar hiç bir iyiliği Türklere yakıştıramıyorlar. İşte böyle ecnebi matbuatın bâzısı, ordumuzun zaferlerini, dediğimiz gibi Feyzi Paşa’nın kumandasına atf ederken, Rusların bâzı safları da, zaferimizi, ordumuzda muhâbir olarak bulunan İngilizli General Kembil’den bildiler.

Hatta bâzısı da 1870 tarihinde Fransa ile Almanya arasında vuku bulan savaşta Meç kalesini, çok sayıda askerle birlikte Almanlara teslim eden ve Fransızlar tarafından tard ve haps olunduktan sonra diyar diyar dolaşan Mareşal Bazain adındaki serserinin güyâ ismini değiştirerek gelip bizim orduya kumanda etmekte olduğu palavrasına kandılar.

 

Böyle yapacaksınız diye, elimizde bir tâlimâtımız mı var? Hayır yok, ama; hâlimiz, âdetimiz böyledir. Devlet-i Aliyye’nin, birbirini takip eden siyâsî hüsranlara düşmeye başladığı zamandan beri zuhur eden ustalardan öyle öğrendik. Hâlin gerektirdiği şekilde veya devletimiz nâmına hayırlı bir netice elde etmek düşüncesiyle iş görmeye alışmadık. Böyle şeylere, ciddî, keşif ve icâda kabiliyetli fikirler lâzımdır. İşin dışını parlatmak gibi kolaycılıktan başka bir şey ile bizim zihnimizin temrini yoktur.

 

 

CİLT 2:

 

                                                       DOKUZUNCU KISIM

 

Şeyh Hacı Fehmi Efendi'nin Kahramanlığı

 

Bizim süvârilerimizin çoğu Eleşgirt ordusuyla beraber olup, henüz bize yetişemedikleri ve derlenip toplanmaları daha bir iki güne bağlı olduğu için, öncü ve karakol hizmetini görecek kimse yoktu.İşte bu mühim vazifeyi, muhip ve müritlerinden yetmiş seksen kadar süvâri ile Erzincan’dan gelip orduya katılan, Erzincânî Hacı Fehmi Efendi hazretleri üzerine aldı. Bu zat sırf cihad ve gazâ farzını yerine getirmek ve Allah rızası için, müslümancasına orduyu hümâyûna gelmişti. Kendisi yüce Nakşibendî tarikati şeyhlerinden ve çok âlim bir mübarek kimse idi.

 

Şeyh hazretleri, Muhammedi güzel ahlâka sâhip olduktan başka, devletin iç ve dış işlerini bilir, hastalığımızı ve sebeplerini anlamış, uyanık, siyâsî, kâmil bir insan idi. Ulemâ ve şeyhler içinde benzerini görmediğim için, yüce zâtına olan muhabbetim pek fazlaydı. Dünyâda âlim ve fâzıl kimseler ve şeyhler pek çoktur, sayılmakla tükenmez. Fakat, biz neyiz, zaman nedir, Avrupa’nın hâli nasıldır, millet ve devlet neye muhtaçtır. Hâle ve zamana göre devletin siyâseti neyi icap eder? Bunu bilmezler. İslâm devletini, bin sene evvelki kuvvet ve şevketine sahip zannederek, siyâsî ve içtimâî bütün işlerini ona göre görürler.

 

Bu zâtın derecesinde olmak üzere bir de, Kastamonu’da, yine Nakşibendiyye tarikat-ı aliyyesinden Şeyh Seyyid Efendi hazretlerini görmüşümdür ki, hâl ve tavırları Hacı Fehmi Efendi merhumu andırırdı.

 

Gerçi dünyada verilmesi en kolay olan şeyin nasihat olduğunu söylerler, ki pek doğrudur. Ama Şeyh hazretleri böyle değildi. Bu Hazret, nefsinde bizzat tatbik ettiği yüce huy ve hareketlerden bahsederek halkı yüksek ahlâka teşvik ederdi. Dâima çuvaldızı kendine, iğneyi karşısındakine batırarak «Ete’mürüne-n nâse...»  tehdidinden sakınırdı.

 

Hazret-İ Şeyh, Ateş Parçası Bir Kahramandı

 

Kendisi, ıslahatın çevreden merkeze gitmesi fikrinde olduğu için, büyük şehirlerden çok, evvelâ köylülerin tahsiline ehemmiyet verirdi. Köylülerin hiç olmazsa, hükümetten gelecek bir emri okuyacak kadar okumaya; tahsildara verdiği vergiyi, alacağım, borcunu bilecek kadar hesaba vâkıf olmaları; dînin zarurî bilgilerini muhakkak bilmeleri için köy hocalarını teşvik ederdi.

 

Mektebi olmayan köylere mektep yaptırmak için yardım toplar, bu yolda halka yüz suyu dökmeyi de kendisine mukaddes bir hizmet sayardı. Konağında ve sofrasında her zaman beş on misafir ve garip bulunur, bunların hepsine bizzat hizmet etmesini severdi.

 

Kırım muhârebesinde de harp ilân olunur olunmaz atına binip, sözünün ve nazının geçtiği muhiplerini alarak yine Kars cihetine cihad farzını yerine getirmek için çıkmıştı. Şimdi yazmakta bulunduğumuz bin ikiyüzdoksan dört muhârebesinde dahi yine aynı şekilde çıka gelmişti. Aylık filân bir şey kabul etmeyerek, yalnız kendilerinin ve atlarının yiyeceğini ambardan alırlardı.

 

Hazret-i Şeyh’in o târihte yaşı altmış beşi geçtiği halde tüfeği omuzunda, rovelveri yanında, kama- Isı belinde, çevik, tetik, bir ateş parçası kahraman kesilmişti. Düşmana karşı en genç gazilerimizin gösterdiğinden daha çok yararlıklar gösteriyordu. Geceleri yatak yüzü görmez; askerî hareketler sırasında uykusuzluğu, rahatsızlığı ve kuru peksimetle kanaati, kendisi için ibâdetin en şereflisi sayar; askerlere de dâima sabır ve sebat tavsiyesinde bulunurdu.

 

Hazret-i Hoca'nın savaş yerinde, çeşitli ihtiyaçlar ve rahatsızlıklar içinde yaşadığı sırada, Osmanlı ülkesinde onun emsâliolan âlimler ve şeyhler, rahat döşeklerinde, sanki bu cemiyetin dışında, bambaşka bir topluluk imişler gibi keyiflerine bakıyorlardı.

 

Memleket İçinde, Halk Arasında Sözü Geçen Zatların Bulunmasının İyiliğine Dâir

 

Devlet-i Aliyye’nin, Tanzimat’ın ilânı ile birlikte, mecbûren merkeziyeti tesis ederek, eski zamandan kalma derebeylik usûlünü lağv etmesindeki isâbet ve faydayı anlatabilmek kabil değildir. Lâkin bilmem hep insanlar böyle midir; yoksa yalnız biz mi böyleyiz? Hâli düzeltecek olan her işi, en aşırı şekle vardırırız…

 

Halkımız Çobansız Koyun Gibi Kaldı

 

Bu gibi sefil mağrurların varlığını, memleketimizde, aziz şerîat-ı Muhammediyye yok etmiştir. Bunu şu anda da şükranla anarız. Maksadım, ihtiyaç hâlinde halka kösemenlik ederek, onları tehlikelere atılmaktan alıkoyacak birkaç nüfuz sâhibi iş erinin, devlete itaatli, kendisini saydırır adamların yetiştirilmesindeki faydaları işin başındakilerin dikkatlerine arz etmektir. Bu da, her nasıl âileden olursa olsun, kendini bilgi ile yükseltmiş, iyi ahlâkı ile kendini halka sevdirmiş ve milletin saadet ve selâmetini kendisininkiyle bir tutan, akıllı ve cesur kimselerin devletçe iltifat görmeleriyle hâsıl olur.

 

Rus Askerlerinin Batıl İnançları

 

Ruslar bu mektuplarında İki şeyden pek ziyâde şikâyetçi idiler. Birisi, hırıstiyanlar arasında uğursuz sayılan onûç sayısının şeâmetine uğradıklarından, yâni Haziran'ın onüçüncü günü savaşa sürülmelerinden; İkincisi, Türklerin gerçekten cehenneme benzeyet gayet şiddetli ateşlerine karşı tahammülün İnsan kudreti hâricinde bir şey olmasına rağmen, kumandanlarının nasıl bir belâ ile karşı karşıya olduklarını anlamayarak kendilerini İnsafsızca o ateşe yürütmelerinden.

 

Kumandanları dinsiz ve imansız olmasa, hiç asker öyle uğursuz bir günde savaşa sevk olunur muymuş! «Bize ne olduysa o meş’um sayıdan oldu. Sağ kalanlar sırf Hazret-i Meryem'in meded-irûhânîsine tesâdüf edenlerdir. Tanrı bir daha benzerini göstermesin !» diye, her biri bir çeşit tâbirlerle uzun uzadıya dert yanıp durmuşlardı.Tuhafı şu ki, tafsilâtını aşağıda yazacağımız Gedikler muharebesi de Ağustos’un onüçünde vuku bulmuştur. Bu savaşta da Moskoflar bozuldu, orduları zîr ü zeber oldu.

Onların bazı câhilleri bunu da, onüç adedinin uğursuzluğuna bilhassa rast getirdiğimizi iddia edeceklerdi.  Ama savaşı gerektiren haller mütalaa olunurken görülecektir ki, bizim öyle uğursuz veya eşref saatle alâkamız olmayıp, sırf hâlin icabına göre hareket edilmiştir.

 

Uzun söze ne haâcet! Bu harpte Nisan’ın onüçüncü günü Rusya ilân-ı harp ederek hududu geçmişti. Bu adet hakikaten uğursuz olaydı, harbin sonunda biz kazanmalı onlar mağlûp olmalı, gâlibâne bir sulh ile işin içinden çıkmalı idik.

 

Böyle şeyler, aklı başında kimseler için bir mesele değilse de, kazâ ve kaderin elinde bir oyuncak olan insanoğlu, fıtrî olan aczini, za’fını itiraf edemediği için, işlerin sonundaki iyiliği kendisine ve fenâlığı ise bir sebebe isnat etmek huyu ile yaradılmış garip bir mahlûktur.

 

Mola Yerinde Kars'a, Askere Ve Hâle Bakarak Bazı Düşünceler

 

Rusya'dan gördüğümüz zulüm, düşmanlık ve haksız olarak aleyhimizdeki tecâvüzlerinin ağız tadıyla öcünü, intikamını alamamışızdır. Moskof bizim cehlimizden gafletimizden, gurûrumuzdan çok istifâdeler etti. İstilâcı fikirleriyle komşusu olan nice nice hükümet ve milletlerin canını yaktı. Rusluğu mâmur etmek için âlemi yıktı, yüz milyonluk kuvvetli ve kudretli bir devlet kurdu. Bizim ise düşmanımıza karşı ettiğimiz hatâlar bir tarafa, iç işlerimizde bile saflıkla yaptığımız kusur ve hatâların had ve hesabı yoktur. Böyle bir düşmanın komşusu olduğumuzu ve dâima canımıza ve yuvamıza kasd etmek İçin fırsat gözettiğini unutarak, sırf cehâletimiz ve o cehlimizden doğan kötü idaremiz sebebiyle memleketimizi harap ettik. Millî servetimiz mahv oldu, onunla beraber siyâsî kuvvetimiz de tükendi.

 

Tedbirsiz ve kararsız oluşumuz yüzünden, hristiyan teb’amîz şöyle dursun, devletimiz, Türk, Arnavut, Kürt, Arap gibi çeşitli müslüman kavimlerden teşekkül ettiği halde, vatanın müdâfaası ve İslâmiyetin muhâfazası, şurada on iki milyondan fazla tahmin edemediğimiz Türkçe konuşan ahâlimizin hamiyetli omuzlarına yüklendi. Türkçe konuşmayan Osmanlı kavimlerinden millî ve dinî vatanın istifadesi pek mahdut kaldı. Vaktiyle Ulahlar, Sırplılar bile Osmanlı ordusuna katılırlardı. Şimdi ne hâle girdikleri mâlumdur... Devletimizi teşkil eden içtimâî topluluklarda sonradan ortaya çıkan ayrılığın sebepleri birer birer yazılacak olsa her biri, birer cilt kitap olur.

 

İngiliz General Zaferimize İnanmıyordu

 

Rusya devleti yüz milyon ahâliden asker alıyor. Biz ise Türkçe konuşan on oniki milyon kadar bir cemaatin verebildiği askerle, varlığımızı istilâ edip çiğnemek isteyen kuzeydeki iri düşmanımıza karşı müdâfaada bulunmak mecburiyetindeyiz. Serveti, kuvveti bizim on mislimiz kadar olan böyle bir devletin, idârînizâmının ve kanunlarının intizam ve şiddeti de göz önüne alınınca, uzaktan bakanlar, Türkleri, basit bir hamlenin ufak bir darbenin ezeceğine inanırlardı.

 

Eh! İşte, aklı eren herkesin, çok büyük tehlike içinde olduğunu söylediği bir ordu, kendi üzerine gelen istilâcı bir belâyı, sırf Cenab-ı Hakk’ın bir lütfü olan, kendi efrâdının kuvveti ve kalb sükûneti ile def ettikten ve yeniden hayat kazandıktan başka, fazIa olarak bir de bütün cihanın tahminleri hilâfına, galip bir şekilde düşmanı takibe kalkmıştı.

 

Yüzlerce seneden beri bir kere görülebilen böyle mesut bir hâdisenin ve ordunun içinde bulunan askerin, o sırada heyecana gelen kalblerindeki hisleri tarif etmek benim gibi bir âcize göre elbette pek güç birşey olur.

 

                                         

                                   ONUNCU KISIM

 

Mesuliyetten Korkan Yürüyemez

 

Her ne hal ise… İşte bunlardan da anlaşılıyor ki, bir kumandanın ilerdeki mesuliyetten korkması, korkmaması kadar tehlikelidir.

 

İcabına Göre Hareket Edebilmek

 

Fakirin, gençlik zamanımda Erzurum’da Solakzâde Ahmet Efendi nâmında aklı ve ilmi ile meşhur bir hocam var idi. Bir gün dersinde, bir münâsebetle demişti ki:

 

«— Beni mâhiyetimle, tamâmen tanıyan bir adamın kulu, esiri olmaklığı, beni dışımdan tanıyan bir zatın sultanı ve efendisi bulunmaklığa tercih ederim.»

 

Hakikaten de böyledir. Seni mâhiyetinle tanımış olan bir adamın azarlaması, yalnız görünüşü tanıyan sathî nazar'lı bir adamın iltifatından bin kat hayırlıdır.

 

Yirmibeş senedir devlet işi içinde yuvarlanıyorum. Hele bir sene de devamlı olarak harp hâli ile meşgul oldum. Görüp, düşünüp, muhâkeme edip sonunda şunu buldum ki: Her yerde işe yararlık ve bilhassa harp zamanı iyi bir askerlik, ancak icâb-ı hâle uygun hareket etmekle mümkün ve sâdece ondan ibarettir. İcâb-ı hal deyip de hafifçe geçmeyelim. Bu ne kadar mühim bir şeydir, altında neler vardır; orasını hikmet ve basiret sahibi olan tecrübeli ve bilgili zatlar pek iyi takdir ederler.

 

Değil yalnız harp işlerinde, bütün devlet dâirelerine memur olacakların güzel seçilmesi, memleketin iyi idâre edilmesinin en büyük şartıdır.

 

Ah! Hakikatperver dedim de hatırıma geldi. Bu yüce nam altında da pek çok kaltaban ve şarlatanlıklar gizleniyor; hakikatperverlik gibi güzel bîr hasleti de şahsî garazlarının icrâsına perde eden niceleri bulunuyor. İnsana, bunların çürüğünü sağlamından ayırma melekesi, bizzat görerek, zamanla, tecrübe ile biraz geliyor ise de, seçenin sâlim bir fikir ve doğru bir şahsiyete sâhip olması lâzımdır. İlim, akıl, zekâ, dehâ gibi insânî meziyetler başka, adam tanımak, taşı gediğine koymak hasleti ise tamamen başkadır. Adam seçmek kabiliyeti İlâhî bir vergidir.

 

Öyle ki, Cenab-ı Hakk’ın yardımı hangi kavmin saadet tâcı olacaksa, fetih ve zafer hangi millete nasip kılınmışsa, bu İlâhî hediye, o kavmin idârecisi olan zatların başlarında parıldar, demekten başka, işin gerçeğini anlatacak söz bulunamaz, vesselam.(57) «İşi ehline ver, tavsiyelerde bulunmayı bırak.»Dünyada insanların renk ve şekilleri ne kadar çeşitli ise, fikirleri de o kadar farklıdır.

 

Dedikodular İşbilir Adamı Mahv Eder

 

Bir iş erinin icraatı, şahsî bir sebeple bir başkasının hoşuna gitmeyebilir. Hiç bir garaza dayanmasa bile meşrep farklılığı sebep olarak, birinin fikri diğerininkine uygun düşmeyebilir. İşte az bir muhâlefet meydana gelir gelmez, derhal türlü türlü müzevirlikler başlıyor.

 

 İntikam fikri ile, söz ve fiil olarak her türlü taarruzlara kalkışılmakla beraber, meydana gelen kırgınlık sebebiyle, elde edilen taarruz silâhını tamamlamak üzere icat olunan yalan ve iftiralar da doğru kılığına sokularak, işin başındakilerin kulağına kadar vardırılıp iş bozuluyor.

 

Bakındı, herif Allah'tan korkmaksızın, sırf kendi garazı için hukuka ve namusa nasıl saldırıyor. Çünkü onun nazarında namusun değeri yoktur!

 

Meydana sürülen bu çeşit dedikodular, iş başındakilerden, o zâtı çekemeyen veya sevmeyenlerin de, hesaplarına uygun düşerek, bunlar işi Padişah “hazretlerine duyurmak için kapılar yapmaya başlıyorlar... Evvelce sûret-i haktan görünerek edindikleri taraftarlar vâsıtasıyla o zâtı mahvedeceklerdi ama, ne yapsınlar ki vukuat ve hâdiseler onların tasavvurlarının aksine yürüyor; çünkü ordunun muvaffakiyetleri devam ediyor. Şu halde fırsat gözleyerek, o iş adamının ayağının sürçmesini veya harp talihinin aksine dönmesini beklerler. İstediklerine uygun bir hal zuhûr edince de, vaktiyle tertip etmiş oldukları hücum kollarıyla hemen üzerine çullanarak işini bitirirler.

 

Tarihe dikkat buyurulsun, devletimizin geçmişi göz önüne getirilsin, bu tertip ve manevralar ile nice nice büyüklerin canına kıyıldı. Her biri gerçekten zamanın nâdir yetişen dehâlarından olan nice büyüklerimizin hânümânı kökünden söküldü. İşte bu gibi hallerin hepsi. Devlet-i Osmâniyye ve Ümmet-i İslâmiyye’yi pek büyük terakkilerden alıkoydu, nice fırsatlar kaçırıldı. El’an da ne fırsatlar kaçıyor!..Allahümme-rham ümmete Muhammed.Allah’ım, ümmet-i Muhammed’e acı !

 

Kürtler, Teslim Olan Ruslara Saldırdılar

 

Buracıkta Kürtlerin yine bir münâsebetsiz hallerini, tenkit ederek yazacağım. Herhalde gelecek nesillerin ibret alması için faydadan hâlî değildir:

 

Eleşgirt fırkası düşmanı takip ederken, Ruslar yolda vefat eden yaralılarını ve bilhassa Halyaz harp yerindeki ölülerini elbiseleriyle gömmüşler imiş. Bizim Kürtlerden bazıları bunların elbiselerini soymak tamahı ile cenâzeleri kabirlerden çıkarıp, çıplak ve açık saçık meydanda bırakmışlar, âlemi kokutup, sârî hastalıklara sebep olmuşlardır... Kim diyor ki bizim adamlarımız ticareti sevmez, hangi ağzı kara iftirâ ediyor ki bizim ahâli tembeldir, servet kazanma yolunu bilmez?.. İşte göz önünde, apaçık görülüyor kİ,ticaret ve menfaat elde etmek İçin tab'-ı selim sahiplerinin, hatta bütün insanların nefret ettiği mezar soygunculuğu sanatını bile yapanlarımız var!.. Böyle şeylere cesaret edenlerin tutulup kurşuna dizilmesi emri verildi, ama, düşmanı takiple meşgul olan fırkanın, bunları araştırıp meydana çıkarmaya vakti olmadı. Bu pis iş de, yapanların yanına kaldı gitti.

                     

                                                           ONBİRİNCİ KISIM

 

Kars’ın ve Perişan Askerimizin İhtiyaçları

 

Bu civar ahâlisi vaktiyle ordu namına ne vermişlerse, bedelini alamamışlardı. Bu yüzden bîzar olup alacaklarını bir hizmet olarak devlet hâzinesine terk ve teberru edenler vardı. Hatta halkın elinde tâ geçen harpten, yâni Kırım harbinden kalma birtakım alacak senetleri beklemekte idi... Köylülere mürâca- at edilince, «Yoktur!» cevâbı alınıyordu. Esasen bizim istediğimiz çok miktardaki zahirenin onlarda bulunmayacağı da belliydi ya!

 

Halk Fedakarlık Etti, Ama Çoğu Ziyan Edildi.

 

Nasılsa, vazifeşinaslık seciyesi bizde pek az olduğundan bütün işlerimiz ya ihmal veya suistimâlden kurtarılamıyor.Muhtar Paşa hazretleri her telgrafında Seraskerlik makamına ve Mâbeyn-i Hümâyûn'a parasızlıktan, erzaksızlıktan ve nakil vâsıtalarının azlığından şikâyet ediyordu. Oradan da etrafa, alınsın, yapılsın gibi şiddetli emirler gidiyordu. Fakat ilerde iyi idare edileceğinden emin olunsa bile, hepsinin yapılması zamana muhtaç; yol yok, şimendifer yok, en serî nakil vâsıtası öküz arabasıyla deve...

Çerkeş Süvârilerinin Ahlâkı ve Orduya Verdikleri Eziyetin Derecesi

 

Çerkeş süvarilerimizin ahvâli tatsız tutsuz giderken, bu sırada bütün bütün tadını kaçırdı. Yukarıda bir münâsebetle zikr olunduğu veçhile, bunların kumandanı olan Musa Paşa istifâ etti, bunları 'kullana- mıyacağına dair kat’î cevap verdi.Çerkeş süvarileri, her türlü eziyetten başka, köyler ahâlisine zulüm ve baskıyı da artırdılar. Kiminin koyununu, kiminin inek ve öküzünü çalarlar, yahut memleketlerine aşırırlar, ahâliyi dövmek, sövmek, yaralamak gibi ettikleri tecâvüzlerin ve işitilen şikâyetlerin haddi hesabı yok. Fâillerin meydana çıkarılıp cezalandırılmasına ise vakit müsâit değil. Olsa bile kumandanları buna muktedir olamıyacağını bildiriyor.Ahâlinin feryâdı ise ayyüka çıkmış... Hele bâzı. Ermeni köyleri bunların zulmünden kurtulmak için,. Rusya’nın muvaffak olmasını arzu ve buna yardım eder oldular.

 

Yine bu sırada Benliahmet köyünden bir Ermeni zorla aldıkları koyununu vermemek için direnince, zavallı fakiri öldürmüşler; Ermeniler toplu halde gelip, Kumandan Paşa'ya feryat ve şikâyetler ettiler. Tahkik olundu, katil meydana çıktı. Derhal Kars’taki nizamî mahkemede muhâkeme olunarak, kanun gereği, katilin idamına karar verildi. Kumandan Paşa da hükmün yerine getirilmesini emr etti. Katil mahkûmu Kars’ta astılar.Bu Çerkesin asılması, ileride anlatılacak olan süvâri muhârebesinin ertesi gününe tesâdüf ediyordu. Samsun cihetinden gelmiş olan altıyüzden fazla Çerkeş süvârisi o gün, mîrîye ait silâhlarını terk ederek, hepsi savuştular.

 

Sebebi? Çünkü asılan Çerkes bunların kabilesine mensup imiş. Niçin asılmış da, halka karşı kabilelerinin namusuna dokunulmuş imiş. Bakındı cehâlete! Göründü akılsızlığı!

 

Vardan istifâde etmek yolunu anlamazlar; yok, hiç bilmezler. Arpa, saman vesâir levâzımat için çıkardıkları müşkilâta canlar tahammül etmez. Bunları, böyle toplu halde âdetleri ve kavmiyetleri üzerlerinde iken harp işlerinde kullanmak büyük hatâdır. Ya dağıtıp, nizâmiye süvâri alaylarına taksim etmeli, yahut hiç kullanmamalı.

 

Gerçi bir savaş esnasında, heriflerin yiğitliklerinin ve cesâretlerinin pahası olmaz ve her birinin bir arslan kesildiğini inkâr edemez isem de, lâkin harbin ertesi günü bunların kumandasına memur olan zâtın da vay hâline!

 

                                                         ON İKİNCİ KISIM

 

Yine İhtiyaçlarımız

 

Ne halkın elinde ne de devlette hayvan yetiştirecek çiftliklerimiz var.Karşımızdaki hasmımızın Kafkasya ordusunun, dâimî malzeme ikmâlinden başka, ihtiyat hayvanlarını bile yetiştirmek üzere mîrî çiftlik ve kışlaları vardır.İran devleti, harbin başlarında gösterdiği bazı tavırlarla, bizi, Bağdat tarafında da tedbirler almaya mecbur eyledi ise de, sonra resmen tarafsızlığını ilan etti.

 

Elhâsıl Çerkeslerin bu hususta gösterdikleri haşinlik ve câhillik, bir gün önceki savaşta gösterdikleri cesâret ve kahramanlıklarının uyandırdığı memnuniyet ve takdir hislerini gölgeledi. Bu halleri pek çirkin ve münâsebetsiz görülerek, «Ne o hizmet, ne de bu minnet lâzımdır» dedirdi. Herkes bu muhâcirlere nefret nazarı ile bakar oldu.Bu savaşta ve bundan önce yapılan süvari harekâtlarında, şüvârilerin ellerinde bulunan Vinçester tüfekleri, Rusya süvârisinin ellerinde bulunan Berdan tüfeklerinden daha kısa menzilli idi. Rus tüfekleri, bizim süvâriye pek uzaktan zâyiat verdirmeye başladı. Bizimkiler, düşmana beş altı yüz adım kala sokulmak zorunda kalıyorlardı.Bu tecrübeden sonra, ateşe sokulacak süvârilerde piyade askerimizin elinde bulunan Martini Hanry tüfeğinden istediler, ki hakları da vardı.

Firarilerin Cezasız Kalması

 

(Çerkes firârîlerîni mecbûri olarak, nizâmiye hizmetine alıp istihdam etmek nerede kaldı? Hatta muharebeden ondörtsene sonra, hâlâ, kânûnîkur’aile bütün Osmanlı teb’asının her sene mükellef olduğu askerlik hizmetine bile sokulamıyorlar... Sebebini ne ben söyleyeyim, ne de siz sorunuz. Yalnız bu sırada «Kadınlar âleme hâkimdirler» cümle-i felsefiyyesini tekrar ile iktifa edelim.)

 

Bayezid ve Batum Kumandanlarının Hareketsizliği ve Buna Dair Bazı Ahlaki Mütaalalar

 

Muhtar Paşa tarafından yazılan cevapta, Cenâb-ı Hakk’ın tevfîkat-ı samedâniyyesine sığınıldıktan sonra, daimî olarak, istenildiği şekilde müteyakkız bulunulduğu beyan olundu. Ama, şu kadar ki, ordunun akçaya ve nakil vâsıtalarına olan ihtiyâcının henüz bertaraf edilemediğinden ve akça verilemediği için ahâlinin ekserisinin zahiresini, gizlice, yüksek fiat ile düşmana satmakta bulunduğundan şikâyet edildi...

 

Şöyle ki: Sohum tarafından alınacak olan on kadar tabur, az bir kuvvet olduğundan, bunların Rumeli'ye naklinden fazla bir fayda elde olunamıyacaktır. Halbuki bu taraftan çekilmelerinden doğacak olan zararın daha fazla olacağı fikrindeyim. Çünkü Sohum’daki Osmanlı askerine güvenerek isyan etmiş olan biçâre ahâlinin hepsi, şimdi, Rusyalının gaddar kılıcına düşeceklerdir. Ve bundan sonra Kafkasya'da hiç kimse, bu taraftan gidecek sözlere kulak asmıyacaktır.

 

Bizim cemiyetimizde, birisi iktidar mevkiine geçti mi, etrafı hemen birtakım dalkavukla dolar. Her biri bir menfaat umar. Çünkü bizde işlere kanun ve kaide hâkim olmadığından, işin böyle olması zarûrîdir.

 

Bu hazerâtın veya haşarâtın hepsi, reisin huyuna suyuna aykırı gelecek her çeşit söz ve hareketten fevkalâde çekinirler. Âmirlerinin söz ve düşüncesi, tamamen nefsânîbîr garaz eseri de olsa, onun mahz-ı savap ve ayn-ı isabet olduğunu o derece ispatlı delilli ortaya korlar ki, o zât-ı azîmüşşân dahi, kendi fikrinin hasetten, kibirden, alçaklıktan, cimrilikten, zayıf kalplilikten uzak ve tamamen hakkânî olduğuna inanarak ferah olur.

 

                                                    ON ÜÇÜNCÜ KISIM

 

Muhârebede Kullanılan Hayvanlara Dâir

 

Düşman, telef olan hayvanlarının yerini arkasında bulunan mîrî çiftliklerinden doldururdu. Bizde ise öyle çiftlik miftlik olmadığından topçu ve süvâri hayvanlarımız telef olacak diye ödümüz kopuyordu. Buraya, ilâve olarak yazacağım aşağıdaki kısım da dikkate şayandır.

 

İşbu Şemovil Mehmet Paşa, Kafkasya’da senelerce Rusya ile harp eden meşhur Şeyh Şâmil veya Şemovil hazretlerinin büyük oğludur. Pederi Şeyh hazretlerinin Mekke-i mükerremede vefat etmelerinden sonra Rusya'yı terk ederek Devlet-i Aliyye’ye iltica etmişti. Devletçe, uhdesine feriklik rütbesi verilerek, kabul olunmuştur.

 

Rus katanaları ise, cinslerindeki kuvvetlerinden başka besileri dahi yolunda olduğundan, harp sırasında bir tepenin üstüne top çıkarmada veyahut arızalı bir ârazide sağa sola top gezdirmekte hiç zorluk çekmezler, toplarını derhal istenilen yere götürürlerdi.

 

 

 

Bize gelince, savaşta topların yeri değiştirilmek veya bir yüksek dağ ve tepeye çıkarılmak veyahut ârızalı bir yerde sağa sola hareket ettirilmek icap ederse, Rabbim selâmet versin! Beygirleri, deh çüş, yaygaralarıyla gayrete getirmek için kıyametler koparılır. Kamçı ve sopalarla biçâre hayvanlar döğülür. Bu kadar gürültüler de yetmez. Piyâde neferlerimiz, sürütme denen halatlarla koşulur.

 

Orduyu Besleme İşindeki Tasarrufumuz

 

Hazînece, alınması kararlaşmış olan borcun henüz ele geçmemesi ve emvâl-i umûmiyyeden yapılan tahsîlâtın, masrafların onda bir kısmını bile idâreye kâfi gelmemesi sebebiyle ol taraf için idâreye kâfi akça yetiştirmek imkânı şimdiki halde olmamakla, orada çâresine bakılmak mütâlâasıyla şimdiden nazargâh-ı âlîlerine arz ü beyân-ı hâle mecbur oldum. Devletin hâlini tarife hâcet yoktur; burada bulunabilen meblağın gönderilmesinde ihmal gösterilemez; fakat orada Eylülün gelmesiyle kış hükmünü icrâya başlar. Muhârebenin daha ne kadar devam edeceği de meçhuldür.Dördüncü ordu efrâdına lüzumlu elbise ve ayakkabıların bir kısmı orduda imâl ettirilmekte olup, burada mümkün olan yardımın icrâsına gayret olunacağı muhakkaktır.

 

Elbise ve yakacak gibi, askerin soğuktan muhâfazasına lâzım olan şeylerin fevkâlade süratle icap eden yerlerden temin ve hazır edilmesi, ve askerin kış mevsiminde nerelerde barındırılacağı ve ne yapılması icap edeceği ve Kars’ta ne miktar asker ve erzak ve yakacak bulundurulabileceğinin ve Bayezid ciheti kuvvetlerinin ne hal ve harekette ve hangi mevkide kalacağının velhâsıl Erzurum mevkii de dâhil olduğu halde, bunların ihtiyaçlarına ve umûmî tertibatlarına dâir isabetli görüşlerinizin serî ve acele olarak iş’âr buyurulması ricâ olunur.

 

İlerde görüleceği üzere biz böyle hesap ederken, iş başka şekle döndü. Düşman kışın da askerî harekâtına devam etti ve bir kışlağa çekilmedi. Biz de askerimizi Erzurum istihkâmlarında ve çadırlar altında bulundurmaya mecbur olduk.

 

Sonunda ne devlet istenen parayı bulabildi, ne de civar vilâyetlerden talep edilen kürk, çorap vesâireyi beklediğimiz şekilde alabildik! Verilenler, gelenler de yoluyla kullanılamadı: yollarda, dağlarda, sokaklarda döküldüğünden, ekserisi kayıp ve mahv oldu.

 

Düşmanın Bizi Tuzağa Düşürmek İçin Başvurduğu Hileler

 

Rusya iş erlerinin umûmiyetle gayet hileci ve fevkalâde desiseci oldukları da hatırdan çıkarılmasın. Kaynağı Rus ordusu olmak üzere, hemen her gün bizim orduda bir havâdis yayılıyordu. Bunları yayanlar ise kasıtsız veya casus olarak bizim köylülerimizdi.

 

«Türk Ordusu Köstebek Gibi »

 

Bizi altüst edecek bu gibi evham ve şâyialarla askerlerimizin kalplerindeki metânete ve kumandanlarına olan emniyete dokunuyorlardı. Bunun altındaki mânevi kazancın Ruslar için pek büyük olduğuna şüphe var mıdır? Bu sözler, değil neferlerin, ekseri zabitlerimizin bile bir araya geldiklerinde konuşmalarının ilk mevzuu oluyordu.

 

                                                     

 

 

 

 

                                                   ON DÖRDÜNCÜKISIM

 

Hacı Raşit Paşa’nın Erzurum’a Gitmesi

 

Fakat askerî ve mülkî memurlar arasında öteden beri mevcut olan anlaşmazlık, işlerin intizâma girmesine mâni oluyordu. Avama mahsus olan «Biz, siz, demişsiniz, deriz ki, dediler ki*dedik ki» gibi dedikodulardan büyüklere kadar akseden ihtilâfın kaldırılması münâsebetlerin düzene girmesi ve yaklaşmakta olan kış sebebiyle ordunun muhtaç olacağı şeylerin tedâriki İçin, Hacı Akif Efendi ile birlikte hareket etmek ve nakliyâtıplânlamak memuriyetiyle, ordumuzun akıl ve zekâsıyla mümtaz olan erkânından Ferik Hacı Râşit Paşa, Erzurum'a gönderildi.

 

Gedikler Muharebesine Doğru

 

Kırım muhârebesi sırasında düşman, topluca bir kuvvetle, bizim Ardahan ve Bayezid’deki küçük küçük kuvvetlerimizi ayrı ayrı bitirdikten sonra Kars’ın üzerine hücum ile orayı da muhasara edip işini bitirmiştir. Bu defa da öyle yapmak istedi. Çünkü Ardahan’daki kuvvetimizi zâten evvelce bitirmiş ve oradaki fırkasını da bizim karşımıza getirerek, burasını takviye eylemişti.

 

Taarruz Kararı

 

Eğer daha iki üç gün geçirirsek, düşman Bayezid’deki maksat ve emeline nâii olarak, bütün Anadolu harp ordusu mahv olacak ve Memalik-i Osmâniyye bütün Anadolu kısmı ta Ankara ve İzmir’e kadar düşman ayağı altına düşecektir.

 

Kumandan Paşa Secdeye Kapanarak

 

İmsâktan sonra, Kumandan Paşa hazretleri,abdest alarak birkaç rekât namaz kıldıktan sonra secdeye kapanarak bârigâh-ı Kaadiyyülhâcât’a tazarrû ve niyazlar etti.

 

Muharebenin Oluş Şekli

 

Fuzûlî’nin meşhur mısrası burada hâle pek uygun düşüyor: «Dert çok, hemdert yok, düşman kavî, tâli’zebûn.»Her ne ise, bu müthiş hal ve acıklı tatlılı manzara bir veya birbuçuk saat kadar sürmedi, askerimiz muzafferen tepenin üzerine çıktı.

 

Bu tepenin zirvesine ilk çıkan süvariler, Şeyh Şâmilzâde Ferik Gâzi Mehmet Paşa’nın Dağıstan süvârileriile, Kars'ın Kürt aşiretlerinden Camadanlı, Zeylanlı, Kaskanlı aşiretlerinin ağaları, Maksut ve Ahmet Ağalar kumandasında gelmiş olan yiğitlerdir. Düşman askeri patır kütür tepenin öbür yüzünden aşağı dökülürken, arkalarından bizim askerin kurşunlarını yiyerek de dökülüyorlardı.

 

Henüz güneş doğmamıştı. Tepeyi zapt eden askerin «Allah Allah!» gulgule-i mahmûdesiyle karışık «Pâdişahım çok yaşa!>> sevinç ve müjde haykırışlarını işiten insan, Müslümansa, çelikten bir kalbi de bulunsa, gözünden sevinç ve meserret yaşları akıtmaması imkansızdır.

 

Düşman Karabulut Gibi Geliyor

 

Bu sırada ön tarafına düşen bir düşman güllesi patlıyarak, bir parçasıyla Paşa’nın hayvanını burnundan vurmuş. Biçâre hayvan yaranın tesiriyle kıç üstüne oturarak birkaç defa fırıl fırıl dönmüşse de yine kendisini toplamış. Muhtar Paşa ise hiç istifini bozmadan atın üstünde yine işine devam eylemiştir.

Muharebenin Neticesine Dâir Bir Mütâlaa

 

Eğer düşman, Hüseyin Hâmi Paşa’nın fırkasını bozarak onun yerine geçseydi, Allah korusun, üç ay sonra ordunun başına gelecek olan kazâ, üç ay evvel gelmiş bulunacaktı. Yalnız Kars ile değil, Kars’la beraber arkamızda bulunan mühimmat merkezimizle ve bütün memleketle bağlantımız kesilecekti.Ya bütün bütün esârete düşmek veyahut topları, mühimmâtımızı ve bütün levâzımâtımızı bırakarak, ayağına ve kuvvetine güvenen askerimizle düşman harp hattını yarıp çıkmaya mecbur olacaktık. Bu kuvvetten de sonradan hayır umulamazdı. Çünkü geride başka bir ihtiyat ordumuz olmadığından, bu asker tekrar tanzim olunarak bir ordu şekline sokuluncaya kadar bütün Anadolu elden giderdi.

 

Buna da, Allah ruhunu takdis etsin, Sultan Abdülaziz hazretleri merhumun, askerî terakkileri cidden arzu etmesi sebep olmuştur. Onun zamanını müsâit bulan Serasker Hüseyin Avni Paşa, orduların oldukça tanzim olunmasına çalışmıştır. İşte bizim doksan dört hicri senesindeki muharebemiz merhum ve mağfur Pâdişâh ile Hüseyin Avni Paşa'nın eserleri berekâtı ile mümkün olduğundan, her ikisini de buracıkta hayırla yâd ederiz.

 

Bu Harpten İbret Aldık mı ?

 

Lâkin mâlumdur ki, yalnız askerî ıslahat ile iş bitmez. En evvel adâlet, emniyet, maarif; ikinci derecede, ticâret ve ziraat gibi, idârî işlerin en mühim kısımlarını teşkil eden hususların hepsi, el'ân olduğu gibi, ayaklar altında yatıyordu.

 

Eyi ya! Şimdi doksan dört harbinden sonra da bir ibret aldık mı? Hayır!

 

Fakire kalırsa, zikr olunan zarûrî meselelerin hiç birine iltifat etmediğimiz gibi, askerlik bahsinde dahi ilerlemiyerek, sermâyeden bile yedik. Bugün ise (on- dört sene sonra demektir) o askerlik de kalmadı; o idârîintizam, o itaat dahi mahv oldu.

 

İnşaallah istikbâlimizin evlâtları, Devlet-i Osmâniyye ve daha doğrusu Ümmet-i Muhammediyye’yi gönüllerin arzu ettiği yüksek medeniyyet ve şeref içinde bulurlar da, asrımızın tarihini okurken, bizim çektiğimiz gönül üzüntülerine cesurâne dayandığımızı görerek, layık isek, bizi rahmetle anarlar.

 

Evet Sultan Abdülaziz hazretlerinin ruhu o cihetten takdis olunsun temennisinde bulunur isek de, hakikatlere vakıf olan bazı kalplerin dahi,merhum Padişah’tan incinmiş olduğunu saklayamayız.

 

Gedikler Muharebesinin Sonu

 

Akşama bir saat kala her tarafta ateş kesildi. Herkes yaralılarını taşımak ve ölülerini gömmekle meşgul oldu. Asker yoklama olunarak ölenler ve kalanlar anlaşıldı; bizimkiler birbirini tebrik etti. Nasıl herkes birbirini tebrik etmesin ki, Rusya devleti gibi iki yüz seneden beri hesapsız düşmanlıklarıyla müslümanların kalplerinde onarılmaz yaralar açan muazzam bir devlete karşı, büyük ve mühim bir meydan savaşı kazanılmıştı.

 

Yaralılar Ve Şehitler

 

Bizim şehit ve yaralılarımızın miktarı bin beşyüz nefer kadar olduğu gibi, düşmanın zâyiâtının dahi altı yedi bin raddesinde olduğu tahmin olundu. Çünkü düşmanın götüremeyip de meydana bıraktığı ve gömülmesiyle bizim askeri meşgul ettiği ölülerin miktarı bin altmışdört neferdir.

Muharebeden Sonraki Vaziyetimiz

 

Ama düşmanın dört atlı mühimmat arabaları, arkasında ve yakınında bulunan Gümrü kalesinden, aralıksız olarak mühimmat ikmâli yapıyorlardı. Bizim mekkâre beygirleri ile öküz arabalarının Kars'tan, bize gelmesi ise iki gün istiyor. Hele Erzurum’dan Kars'a ve Trabzon'dan Erzurum'a gelmek için geçirilecek günleri ve çekilecek zahmetleri hesaba katmayalım!

 

                                              ON BEŞİNCİ KISIM

 

Bu gibi kongrelerden, konferanslardan sâdır olmuş nice kararlar, hem de böyle insâniyete ait değil, dünyanın rahat ye emniyetine, siyâsetine ait pek çok kararlar, protokoller gördük; netice olarak şunu anladık ki:

 

Dünyada devletler arası kaide, zayıf olanların haksız oluşu, kuvvetlilerin haksız da olsalar mesul olmayışı, hatta o kuvvetlinin haksızlığına birçok da yardımcı ve yâverler bulunmasından ibarettir... Hele zayıf olan taraf bir de müslümansa, din ihtilâfı ile Avrupalılardan ayrılmışsa, artık o tarafa Rabbim selâmet versin, demekten başka çare kalmaz.

 

Allah’tan ve Kendimizden Başkasına Güvenmeyelim

 

Halbuki böyle tehlikeli yerlere, öyle pervâsızca hücumlar etmek, askerinin çokluğu sebebiyle kayıplarına aldırmayan Rusya gibi bir devlete münasiptir. Biz ancak halden ve fırsattan istifâde ile müdâfaada bulunmaktan başka çâreye mâlik değiliz. Ettiğimiz ve edeceğimiz hücumlar ve taarruzlar da hep müdâfaayı tamamlamak ve düşmanın üzerimize hücum edebilme imkânlarını kırmak içindir.

 

Noksanlarımıza Dair Birkaç Söz

 

Bize ne yaptıysa, «evet efendimcilik» ve dalkavukluk yaptı, el'ân da yapıyor! Yunanlılardan ibret alalım! Bir buçuk milyonluk bir millet iken siyaset alemindeki varlıklarını lâfla değil fiilen isbat ediyorlar. Halbuki bu devlet, bundan elli altmış sene evvel, Devlet-i Aliyye’nin bir vilâyeti idi. Birlik, beraberlik ve idârecilerinin tanzimi sâyesinde düvel-i muazzamaya(76) bile kendilerini saydırdılar. Âdeta Devlet-i Aliyye’ye de meydan okumaya başladılar. Ne uzağa gidiyoruz! Bulgarlar gözümüzün önündedir. Yazmakta olduğum muhârebe sırasında orası «Tuna Vilâyeti» nâmıyla bilinen bir vilâyet idi. Bu harp onları bizden ayırdı. Şimdi beş altı seneden beri, öyle mühim bir siyâsî varlık gösterdiler ki, velinimetleri ve sebeb-i devletleri olan Rusya bile şaşa kaldı...

 

Sırp Krâliyeti nâmıyla, yine bu harbin sonunda meydana çıkan devleti, geçen sene, Bulgarlar harp ile perişan ve mağlûp ettiler. Halbuki Rusya ile olan muhârebeden önce Sırplılar, Devlet-i Aliyye’ye karşı koydular ve âdeta ordularımızın dişine dayandılar idi... Bakındı işe ki Tuna vilâyeti halkına devlet iken mağlûp oldular. Gerek Yunanlıların ve gerek Sırp ve Bulgarların, çok değil, 1294 senesinden 1304 senesine kadar geçen on sene zarfında gösterdikleri garip ve acip halleri ve şu kısa zaman içinde aldıkları yolu, asrımızın tarihini yazmak vazifesini deruhte edecek zevât-ı kirâma terk ile maksada dönelim.

İdâremizde Düstur Nedir ?

 

Dikkat buyuruluyor mu ? Gönderilecek akça lira değildir; o miktarlık akçadır demek ki kaimedir. Kaimenin itibarı ise o kadar düşkün ki, İslâmî hamiyet ve millî muhabbetin tesirleri olmasa, hiç kimse yüzüne bakmıyacak derecede değeri düşecek idi; nitekim sonraları düştü;

 

Bir de cevaben yazılan işbu telgrafnâmenin alt tarafında «hakîmâne idâre-i maslahat etmekliğimiz zarurîdir» cevabı veriliyor. Çünkü hakîmâne idâre-î maslahat bizde, idâre ilminin anahtarı ve belki de hülâsası olarak meydana çıkmış olan, kısaca «Uyduruver!» cümlesinin, tumturaklıca yazılmışıdır, başka değildir. İşte bu uyduruver... sözü, şimdiye kadar nice nice zulüm ve haksızlıkları, güzel idare şeklinde, devlete ve memlekete gösterdi. Bu sözü, idâremiz âdeta hareketlerine rehber edinmiş, küçükler büyükleri ve büyükler de küçükleri <<değişmez>> halini alan bu <<düstur>> ile idare edegelmiş veyahut aldatmıştır.

 

Bayezid’deki Fırkamızın Hareketsizliği

 

Bu haberden sonra İsmail Paşa'dan gelen bir yazıda da, düşmanın Abbas gölü,Kulp ve Güllüce taraflarını terk ederek Iğdır’daki toplu kuvvetiyle birleştiği bildiriliyordu.

 

Bizim çok yerlerde, çok noksanımız olduğu gibi, düşmanın kuvvetini öğrenmek işinde de haber alma vasıtalarımız yok gibidir.

 

Haset ve Dedikodu Belâsı

 

Bir de umumî olarak müptelâ bulunduğumuz şahsî hislerimiz dahi muvaffakiyetlerimize mâni oluyor. Her nasılsa vazifeye riâyet hissi, şahsî hislerimize gâlip gelemiyor. Bunun da sebebi zannedersem kötü terbiyedir. Bu kötü terbiyenin menbaı da saadet ve şekavetin ilk sebebi olan görenektir... Meclis ve sohbetlerde adam çekiştirmeye alışan iyi kimselerin zamanla âdetâ saffetleri gidip fıtratları değişiyor. Gıybet ve mezemmeti işiten adam, aleyhinde konuşulan kimseyi hiç tanımadığı halde, duyduğu şeylerle ona düşman olmasa bile, ondan sonra artık pek de muhabbetle bakamıyor. Derken nefsânî olan hisleri kalbinde yerleşiyor.

 

Sonra garaz hastalığına düçar olanbu kalp maksadına varmak için yol arıyor, suizan gâlipgeliyor,iş hasetle netice veriyor. Artık düşmanına galebe etmek için, iftira edivermek, hasetçi bîr kalbe göre, pek kolaylaşıyor. Her ne kadar idâre-i kelâm ile içyüzünü gizliyorsa da, inikâs denilen mânevî bir akış, ile kendisine haset olunan da işi farkederek o da lâzım gelen mukabelede kusur etmiyor. İşte böyle böyle birçok üzücü sebeplerle kalblerimiz birbirine sarmaş dolaş takılıyor. Birbiriyle anlaşmış, sevişmiş dört kalbi bir arada bulmak güçleşiyor. Artık haddin varsa ümmetin işlerinin akışını durduran mânileri kaldır da, işe istenilen gidişini kazandır! Mümkün değil ki...

 

Garpta ileri gitmiş ne kadar ümmet varsa, hepsini bir kardeşlik noktasında birleşmiş görüyoruz. Sebebi, topluluklarında boş lâkırdı ile vakit geçirmeyi ve adam çekiştirmeyi ve Zeyd ü Amr'ın şahsî halleri üzerine konuşmayı âdet edinmemiş olmalarıdır. Bunlar toplandıkları vakit, o kadar saf ve o kadar doğru bir kalp ile, birbirlerine mukabele ediyorlar ki, kalplerinin, özlerinin, sözlerinin doğruluğunu, dışarıdan seyirci olarak bakanların umûmî ve alenî olarak göreceklerine şüphe etmiyorum.

 

Âmme işlerinin tanziminde maddî kuvvet ne derece önemli ise, manevî vasıtalar dahi o kadar ve belki ondan daha fazla lüzumludur. Bu mânevî vasıtalar ise ahlâktadır. Dünyanın ilmini öğrenmiş olsak, dünya siyâsetiniidrâk ve idâre edecek istidâdamâlik bulunsak, ondan sonra her ferdimiz Kahraman-ı Katil gibi cesur ve Rüstem-i Dâstân (80) kadar şanlı, canlı, kuvvetli olsak, cemaat olarak varlığımızı muhâfaza etmek için bu haller kâfi gelmez. Ahlâk edinmenin çâresine bakmalıyız. Zira komşu bulunan devletlerin midelerindeki kuvvet pek yakın vakitte bizi hazmeder, ve bizi hazmeden vücut, bizimle öyle bir kuvvet kazanır ki, hemen hemen dünyada tek sözü geçen olur kalır.

Çalışalım, çalışalım da, Peygamber Efendimizin emrine uyarak sağlamlaşalım ve bizi yutmuş olan kötü ahlâk ejderinin midesinde duralım, hazmedilmeyelim hürriyet ve istiklâlimizi kayp etmeyelim, nimet mevcut iken kadrini bilelim! Kaybolduktan sonra kadri bilinir ama, o vakit de iş işten geçmiş olur...

 

Demiryollarına İhtiyacımız

 

Orduların ihtiyacı meselesini yazıp durmak, asıl yazmak istediğim harp vukuâtını geri bıraktırıyorsa da, mâdem ki ahlâfa bir «unutulmayacak hediye» bırakmak arzusundayız; tekerrüründen sakındırmak için, nazar-ı dikkati çekip ibret verecek olan şeylerin hikâye edilmesini dahi vazifeden bilirim. Belki okurlar da, demiryollarının yapılmasını çabuklaştırırlar!

 

Mehrali’nin Rusya Memleketine Girip Çıkması Ve Aldığı Ganimetler

 

Bu sırada düşman memleketindeki telgraf tellerini kırıp bozmak ve halka bir dehşet vererek, düşman ordusundaki askerin cesaretlerini, mübâlagalı şâyialarla kırmak üzere yukarıda adını hayırla yâd ettiğimiz MehraliAğa yüzotuz kadar süvârisiyle düşman memleketine salıverilmişti. Yedi sekiz gün gezdikten sonra, dört şehit, sekiz yaralı ile geri döndü. Topçu ve süvâriye elverişli olarak ordumuza yüzelli baş kadar da Rus katana beygirlerinden hediye getirdi. Bu katana beygirleri, düşmanın mîrî çiftlikleri mâmulâtındandır. Düşmanın Gümrü ile Tiflis ve diğer askerî mevkilerine ait telgrafları dahi kırmıştır. Bunların kırıldığına inanılmaz düşüncesiyle birkaç kangal telgraf telini de alıp getirmişti. Her ne ise, Mehrali gibi bir yiğidi, analar pek az doğurur.

 

Geçim Temini İçin Asker Olanlar

 

İnsanın anasından asker olarak doğmuş bulunması icap eder. Yoksa rütbe alayım, âleme çalım satayım; bu vesile ile de geçimimi temin edeyim fikriyle asker olanlardan bir iş beklememeli, hele bu gibiler müstakil kumandanlığa hiç konulmamalıdır. Bunlar daima emir altında olarak kullanılmalıdırlar.

 

İşi görecek hüsnüniyettir.Hüsnüniyet olmadıktan sonra, işi savsaklamak çok kolaydır. Görülüyor mu ki,kalblerin birbirine doğru, ve samimiyetle karşı karşıya bulunmaması devlet ve milletin başına ne fenalıklar getiriyor!

 

Askerin Çoğu Yalınayak…

 

Paşa’nın hareket edememesi üzerine bu süvâriler, ordugâhımıza döndüler. Bu hâlin esbâb-ımûcibesini araştırmakta idim. Alınan yazı ve telgraflarda oradaki ordunun da, buradaki gibi çarıksız ve çoğu askerin yalınayak ve bazılarının çıplak oldukları, Van ve Erzurum’dan elen erzâkın günü gününe alınamadığı bildiriliyor. Bu hal devam ettikçe o ordunun müdâfaa hâlinde kalacağı âşikârdır. Çarık hazırlanılmasına beş aydan beri çalışılmakta ise de, her nasılsa getirtilmeye bir türlü muvaffak olunamamakta ve yalnız onda bir kişiye yetecek kadar arada bir alınabilmektedir. Bundan iki ay evvel İstanbul'dan istenilip o zaman gönderildiği bildirilen ve Trabzon'a geldiği işitilen beşbin yağmurluk da hâlen yollarda olup elimize geçmemiştir.

 

Ve gönderildiği emir buyurulan onbin kat elbisenin de nerelerde olduğu henüz anlaşılamadı. Yakında kar ve yağmur başlarsa nakliye işinin ne şekil alacağı tahmin buyurulabilir. Yalınayak askerin sağlıklı olması ve hareket edebilmesi mümkün değildir. Vilâyetlere bundan bir buçuk ay evvel mürâcaat ederek va’adler aldım ise de hâlen bir eseri görülmediği gibi, görüleceğinden de emin olamadığımdan, acele bir çâre bulunur ümidiyle keyfiyet arz olundu.

Sulh Yapılamaması İşinde Düşülen Hatalar

 

Fakir, harpten sonra İstanbul'a geldiğimde işittim ki:

Rusya devleti evvelce ilerliyerek Devlet-i Aliyye memleketlerini istilâ etti, sonra da Devlet-i Aliyye orduları, Anadolu’da Rusya ordularını hududa kadar sürdü. Rumeli'de de Rusya ordusu Tunâ'yı geçerek âlemi velveleye verdi. Demek ki iki tarafın da askeri nâmusu henüz sağlamdır. «Şu halde ileride münâsebetsiz bir vaziyete düşmektense, şimdiden sulh edilmesi çâresine bakılsa» diye düvel-i muazzamadan bâzıları aracılık etmek istemişler.

 

Bizimkiler ise : «Biz daha çok işler göreceğiz, ve hattâ düşman memâlikinden bâzı yerleri feth edeceğiz» gibi sakat bir düşünce ve ham bir emel ile kabul etmemişler imiş.

 

Hattâ ,muhârebe sona erip de, iki taraf murahhasları vâsıtasıyla Ayastafanos’ta muâhede yapılırken, hudutlara dâir bâzı izâhatlarda bulunması için Bayezid ordusu erkânıharbiye reisi Kütahyalı Âkif Paşa bizim murahhasların refâkatine memur edilmişti. Fakir, Âkif Paşa’dan işittim ki : Bir gün, o vakit hâriciye nâzırı bulunan Safvet Paşa ile bir arabaya binerek Ayastafanos’a gider ve hâl-i hâzır üzerine dertleşip konuşurlarken, Safvet Paşa’ya sormuş : «İş bu raddeye gelmeksizin Rusya devletiyle sulh etmek imkânı yok mu idi, ve acaba o yolda bir teşebbüs yapıldı mı?»

 

Nâzır şöyle cevap vermiş :«A gözüm! İmkân yok muydu, demek, ne demektir? Âdeta aracı da var iken, biz o teşebbüsü reddettik de şimdi bu felâkete giriftâr olduk».

 

Böyle diyerek gözlerinden yaş döktüğünü, Âkif Paşa nakl eyledi idi. Şimdi Sadrâzam’ın telgrafının ifâdesi de, o sırada sulh İmkânının olduğuna ve âdeta sulh sözünün de konuşulmuş bulunduğuna bir delildir. Harbin çıkmasına sebep olanlara beşyüz değnek vurmak lâzım gelirse, sulh akti için aracı bulmak teklifini reddedenlerin kurşuna dizilmeleri iktiza ederdi.Hükm-ü kaza ve kaderin tedbir ve tevekkürle önüne geçilmez diyelim de teselli bulalım.

 

Bazı Harp Vak’aları

 

Hattâ şu günlerde İsmail Paşa ordusundaki Hemand aşiretinden Şeyh Sait Efendi ve Kadri Ağa idâresinde birtakım Hemand süvarisi Güllüce ile Iğdır arasından Rusya memleketine doğru ilerlediler.

 

Hudut Üzerinde Meskün Ahalimizin Bazısına Dair Birkaç Söz

 

O olmasa bile, iki taraf ordularının bulunduğu arâzide oturan ahâli Kürt, Karapapak ve Ermeni’den ibarettir. Böyle olunca düşman casus bulmakta güçlük çekmez. Bunların içinde bâzı kıymetli ve gayretli olanları da, lûtf ederse, iki tarafa da, yâni bize de onlara da hizmet eder.

 

Ermenilerin nasıl bir maksada hizmet ettiklerini anlatmaya lüzum yok. Karapapaklardan ise hem bizde,hem de Rus ordusunda süvâri birlikleri bulunduğunu söylemek de onların ahlâk ve yaradılışlarını anlatmaya kâfidir. Yukarıda ismi hayırla anılan Mehrali Ağa Karapapakolduğu gibi, namlarını lânet ve nefretle andığımız Tülü Musa ile Mansur da Karapapak taifesinden idiler.

Kürtlerin Bizimle Olan Münasebetlerine Ve Hallerinin Islâhına Dair Düşünceler

 

Kürtlere gelince : Başka yerlerde oturan Kültlerin ahval ve ahlâklarını bilemez isem de Kars, Bayezid, Muş, Bitlis, Van, Dersim cihetlerindeki Kürtlerin ciğerlerindeki ince damarlarının tabiatine kadar vukûfum vardır. Bu Kürtlerin ekserisinin Osmanlılar aleyhine nasıl soğuk bir fikir beslemekte olduklarını târif edemem.

 Kabile ve oymaklarının çeşidi kadar da cehâlet ve Osmanlılara düşmanlıkta çeşitli ve farklıdırlar. Maazallah hele Dersim vilâyeti Kürtleri nazarında bir Moskof neferi bir Türk'ten bin kat daha ziyâde sevimlidir. Nefretin bu dereceye varmasında mezhebin de dahli vardır, bu hal ileride etraflıca anlatılacaktır. Kürtlerin bir dereceye kadar bize dost olanları da el’ân bizlere «Rûmî» ve «Osmanlı» derler de ayrı görürler. «Osmanlılar bîbahttır» sözü bunların arasında meşhur bir meseldir. İşte sevgi ve düşmanlıkları bu iki nokta arasında birtakım derecelere taksim olunur.

 

«Osmanlılar bîbahttır» demek : «Sözlerine güvenilmez, ahitlerinde vefa yoktur, işlerinin çıkışına bakarlar, başları bir sıkıya gelirse ve o işin seninle biteceğini anlarlarsa perestiş derecesinde sevgi gösterirler, işi görüldükten sonra hiç tanımazlar» demektir. «Bîbaht» tâbirini böyle tefsir ederler. Bu aşiretlerin hâlini hudutlarda olup da görmelidir. Ufacık bir şeyden Kürt ağasının canı sıkıldığı gibi aşireti ile beraber İran’a geçer; orada sıkılırsa Rus memleketine veya tekrar Devlet-i Aliyye’ye gelir. Hattâ bu muhârebe esnâsında, kırk elli seneden beri aşiretiyle beraber Rusya'da meskûn olan Zeylanlı Câfer Ağa’nın oğlu Eyüp Ağa, kabilesinden bizim tarafa geçmek arzusunda bulunan üçyüz hâne halkıyla çıkıp İsmail Paşa’nın Zor yaylasındaki ordusuna katıldı. Sonra aşireti oralarda iskân olundu. Câfer Ağa, Rusya’da General Câfer idi; Eyüp Ağa’ya da Muhtar Paşa tarafından yapılan inhâ üzerine devletçe mîrülümerâlık rütbesi verildi.

 

İşte efendim, Kürtlerimizin bazılarının hâli de böyledir. Ne yapalım; yine bizim cemâatimizdendirler, müslümandırlar, kuvvet ve kalabalıktırlar, kusurlarını afvedelim... Zira câhildirler, bilmezler, kusurlarına bakmamalı. Vaktiyle mülkî ve askerî memurlarımız adam olup da veya idare usûlümüz yolunda bulunup da bunların cehâletleri giderilmeli idi. Eğer Kürtlerin fikir ve şahsiyetçe gelişip terbiye olanları çoğalırsa cemiyete büyük büyük hizmet ederler. Çünkü kendilerinde yiğitlik cevheri vardır. İslâm âleminin onlardan büyük fayda göreceği muhakkaktır.

 

                                                    ON ALTINCI KISIM

 

İlâve Birkaç Söz

 

Tabur jurnallerinin verdiği bilgiye göre 15 Eylül sene 93 tarihinde sekiz bin beş yüz nefer hastamızın Kars hastahanelerinde olduğu muhakkaktır. Şaka değil, diğer lüzumlu şeyler bir tarafa, sekiz bin beş yüz yatak ister.Herif yeni getirdiği topçu livâsı ile birlikte, bize karşı üç yüze yakın top kullanacak. Bizim de son olarak Erzurum'dan istediğimiz iki batarya top gelip yetişirse, toplarımızın adedi sekseni bulabilecek.

 

Ordumuzun Son Vaziyeti

 

Hatta o sırada ordumuzun ileri karakolluk vazifesini ifâ etmek üzere muâvine ve zaptiye süvârisinden çıkarılmış olan onbeş atlı, ordunun ilerisinde bulunan bir köy civârında gezinirlerken, köyde hem karnımızı doyururuz, hem de biraz ısınırız emeliyle, köye ve bir iki odaya inmişler. Aradan bir saat geçer geçmez, anlaşılan köylüler düşmana haber vermeye mecbur imişler ki, bir iki bölük düşman süvârisi gelip bizimkileri ansızın basarak hepsini esir edip hayvanlarıyla beraber götürmüşler. Gafletin derecesine bakılsın!

 

Allah Cahilliğin Belasını Versin

 

Öyle vahşi, müthiş ve ıssız dağlar ve dereler arasında şeytanların bile güçlükle bulacağı yollarda General’e kılavuzluk edenler kimlerdi acaba? Hiç şüphe yok ki, İslâm ismi altında yaşıyan ve o havâlîde meskûn bulunan Karapapaklarla, dinî ve millî hamiyetten mahrum bâzı menfaatçi Kürtlerden başkası değildi. Allah cahilliğin belâsını versin!

Bir Tepedeki Kahramanlar

 

Şaka değil, tarihçi General Kişmişof’un ifâdesine göre, o gün Küçük Yahni’ye taarruz eden asker yirmi bir tabur piyâde, sekiz bölük Dragon, onsekiz bölük Kazak, iki bölük Çeçen ile doksanaltı toptan ibaret imiş.

 

                                                    ON YEDİNCİ KISIM

 

Bâzı Ahlâkî Hakikatler

 

Ah vazifesizlik, ah vazifesizlik! Günlük muâmelelerimizde, siyâsette ve idârede, hattâ şahsî hayatımızda bile ne belâlar gördük geçirdik ve daha neler görecek isek, hep vazifesizlik sebebiyledir.

 

Her ne zaman ki bizde, milliyetimizin devamını ve cemiyetimizin haklarını koruma fikirleri uyanır da zihinlerimizi aydınlatır ve şu âlemde bir siyâsî varlık hakkına hep birden mâlik olduğumuzu bilirsek veyahut demir elli bir «akıllı müstebit»eidâremizi teslim edersek, o vakit, beklediğimiz güzel ahlâkların hepsi, birbirini de getirerek meydana çıkarlar, yoksa bu hâlimizde o iş olmaz...

 

Şu anda tatbik olunan tahsil usûlü ile dinini, milliyetini hayatı kadar sevecek adam yetişmez.

 

Son asırlarda bizde adam olarak yetişenler, sırf tabiatin eseri olarak kendiliklerinden yetişmişlerdir, yoksa güzel bir terbiyenin neticesi değildirler. Ya türlü mükemmel yaradılışa sahip olan kimseler, bir de arzumuz derecesinde terbiye görmüş olsalardı, milletimiz, siyâset âleminde nâsıl bir yüce mevkie erişirdi... Orasını tahmin ve tasavvur etmek kadar lezzetli bir şey olamaz.

 

Bir Millet Ne İle Yaşar ?

 

Bir de şurasını iyice bilmeliyiz ki, milletlerin teşekkül sebebi ya din sevgisi veyahut vatan aşkıdır. Bu ikisinden biri bulunmadıkça bir milletin pâyidâr olamıyacağı âşikârdır'.

 

Din ile Millet Birdir

 

Bugünkü günde Almanya devleti bütün dünyanın siyâsetinin idâre merkezi oldu. Sebebi vatan sevgisi ve milliyet gayretinin icâbı olarak fertlerinde hâsıl olan İlim ve idrâk, ve bunun neticesi olmak üzere herkesçe adet hükmüne giren vazifeye riâyet seciyesidir. Ahâlinin millî şerefini korumak hususunda gösterdiği birlik ve beraberliğe ve çoğunun temyiz ve idrâk sâhibi olmalarına karşılık, hükümetin akıllıca ve uzak görüşlülükle hareketi de zarûrî bir iş olmaktadır. Böylece o idrâk ve birlik ile,bu iyi idâre birbirini zarûrî kılmaktadırlar.

 

İkibuçuk milyon askere, elli milyon ahâliye, yüzyirmi milyon gelire mâlik olan Almanya’nın yarısı veya üçte biri kadar öyle muntazam askere, yine onların yarı veya üçte biri kadar ahâliye ve dörtte biri kadar gelire sâhip olsak, biraz da vazife biisek, âlemin umûmî politikasına karşı tesirimiz, Almanya’nın şimdiki tesiri kadar hattâ ondan da fazla olacağında şüphe etmeyelim. Bu kadar kuvvet ve kudreti elde etmek, yalnız sahip olduğumuz imkânların hakkıyla ve yoluyla kullanılmasına bağlıdır.

 

Kaçırılan Fırsatlar

 

Çünkü muhakkak dışarıdan bir mürşidin veya bir âmirin emriyle iş görmeye alışmış olan ümerâmız kendiliğinden askerce fikirler ileri süremezler.Bir de,askerliği, devlet ve milleti düşünmek terbiyesiyle büyümemişler ki, işi yüksek ve ihatalı bir bakışla mütâlaa etsinler de ona göre davransınlar. İşte başımıza gelen sakatlıkların büyük kısmı da böyle böyle hataların yüzünden ileri geldi.Yırtıcı kuşun ömrü az olur >

 

Kahraman Şehit Habib Bey Vak’ası

 

İşte bizde nice nice iyi ve ehil kimseler, bir şahsî garaz uğruna harcanıp gitmiştir. Her şeyde olması lâzım geldiği gibi rütbe terfii hususunda da bir kaidenin olması lazımdır. Bu olmadığı için zabit yetişemiyor ve yetişmiyor.

 

«Sıdk ile kaçan merdânın arkasından bedduâ bile yetişmez!» darbımeseli birkaç yüz sene evvelki yeniçerilerden kalma meşhur bir söz olmalı.

 

Pür-âteşim açtırma sakın ağzımı zinhar

«Zâlimbeni söyletme derûnumda neler var!» Diyelim de sükûta varalım.

 

Gürcü Hacı Süleyman Bey’in Hasreti

 

Şehâdetinden bir gün önce, bir iş için fakirin çadırına gelmişti. Öteden beriden konuşulurken dedi ki  «— Bundan iki yıl önce Erzurum’da evlendim, binbaşı idim. Gerdeğe girdiğimizin ertesi günü taburumuz Sırp cephesine nakl edildi. Hemen o gün Dersaadet’e doğru yola çıktık. Haremimi de memleketim olan Livana’ya gönderdim. Sırbiye muhârebeleri bitti, Moskof muhârebesi çıktı, şimdi de bununla meşgûlüz.Sağ kalırsam, muhârebeden sonra birkaç ay izin alıp, gidip memleketimde rahat edeceğim.»

 

Sözlerinden, hareminin eli eline değmemiş olduğu da anlaşılmıştı... Ah insan! İçinde bulunduğu ân ve saatin ötesinde neler olduğunu bilmeyen ve başına neler geleceğinden haberi olmayan âciz ve gafil insan!

 

Hattâ vehmine mağlûp olanlardan ve bir teselli çâresi bulamıyanlardan, firar edenlerimiz de çoğaldı. İş böyle giderse hâl vahim olacağından, neferlerden tutulan bâzı firârîler taburların önünde kurşuna dizdirilerek herkese ibret gösterildi, bu suretle kaçmaların önü alındı. Her ne ise, insan birbirinden bozulup düzeliyor vesselam…

 

Neden oldu, nasıl oldu bilemem; o sırada bizim avcılar birdenbire geriye kaçtılar; ric’at değil, âdetâkaçtılar! Her ne kadar önlerine zâbitleri durduysa da döndürmeye muvaffak olamadılar...

İşte o avcıların bu muhârebeden yüzlerini geri çevirmiş olmaları, umum Anadolu ordusunun izmihlâlinin başlangıcı oldu.Korkaklık da, cesâret de nasıl sirâyet ediyor? Askerin tepeden aşağı dökülmesiyle beraber, öte taraftan Moskof askeri de tepenin üstüne çıktı; âlem birbirine karıştı.

 

CİLT 3

 

                                                  ON SEKİZİNCİ KISIM

 

Muhtar Paşa’nın Hali

 

Bütün Anadolu’nun yegâne müdâfaacısı yalnız bu ordu idi. Bu da gittikten sonra teselli bulmak için elde bir şey kalmıyor ki, teselliye muhtaç olan insan onunla avutulsun!.. Hâlimizin derecesi bir vukuât telgrafı ile o saatte İstanbul'a bildirildi.

 

İlave Birkaç Söz: Rumeli Cephesi

 

Bu vukuattan iki ay sonra Muhtar Paşa ile Erzurum’dan Dersaadet’e gelirken, yolda, Erzurum ile Bayburt arasında Purnekapan köyünde, devletine muhâbirlik etmek için ordumuza gelmiş olduğu yukarıda zikr edilmiş olan General Kembil ile karşılaştık. Plevne’nin düştüğünü ve Gâzi Osman Paşa hazretlerinin esir olduğunu haber verdi. Teessüfler ettik; kederlere gark olarak, bu olanların sebepleri üzerine hasbihaller eyledik.

 

Orada Muhtar Paşa hazretleri:

«— Şimdi Şıpka’daki askerin Edirne’ye ric'at ettirilmesi lâzımdır. İstanbul’a, Serasker’ebîr telgraf yazıp da ihtâr edelim. Zirâ askeri Şıpka’da bırakırlarsa, Moskof arkasını alır ve hepsini esir eder.»

 

Düşman Peşimize Düşseydi

 

Kalbleri o derece bir ürküntü istilâ etmiş idi ki, beşbin neferimiz, düşmanın bir süvâri bölüğüne teslim olarak, ağıla hayvan sevk eder gibi istenilen yere sürülüp götürülebilirdik...

 

Yürürken Bozulan Kahramanlara Ne Olmuş?

 

Küçük Yahni tepesinde Kaptan Mehmet Paşa kumandasında bulunan altı tabur askerden başka, elde muntazam askerimiz kalmadı.

 

Çekilen Asker Korkak Oluyor

 

Yine bir münâsebetle yukarıda zikr ettiğimiz veçhile, bizde ileri giden askerin kalbi pek kavi, ric'at edeninki pek zayıf oluyor. Burasına insan tabiatinin bir hususiyeti diyelim.

 

Ordumuzun Bir Kısmının Esir Düşmesi

 

Muhtar Paşa Vezin köyünün solundan ve uzaktan gide dursun, o sırada kendisine verilmek üzere, bir köylü bir pusula getirdi. Paşa’yı arıyordu. Pusulayı elinden aldım, okudum.Mirlivâ Musa Paşa'dandı:«Alacadağ’dakî asker Paşalarla beraber esir oldular, bâzı arkadaşlarla ben çıktım. Dağdan dağa yol bularak Soğanlıdağı'nın alt tarafındaki köylerden birine geldim. Emriniz nedir?»

 

Çünkü Musa Paşa, zâten Rus generallerindendir. Muharebeden on sene önce beş bin hâne kadar Çeçen kabilesi halkıyla Rus tâbiyetini ve hizmetini terk ederek memâlik-i Devlet-i Aliyye’ye hicret ve iltica etmiştir. Eğer bu defa yakası ele geçerse mutlaka kurşuna dizilecektir. Kurşuna dizilmese bile, düşmanın içinde bulunan eski arkadaşlarının yanına esir olarak gitmek gibi bir ara tahammül edemeyeceğinden teslim olmamaya iyice karar verir.

 

Musa Paşa’nın Kurtuluşu

 

Şimdi aşağı yukarı hesap edildi :Paşalarla beraber esir olan asker beşbinyediyüz nefer mevcutlu yirmi yedi piyâde taburuydu. Her alaydan olmak üzere perakendelerle beraber beş altı yüz kadar da süvâri vardı. Evliyâ tepesinde ve Vezin köyü bozgununda bırakılanlarla beraber altmıştan fazla top gitmişti.

 

İşte esâret zillet ve belâsını başımıza getiren şey, askerin nizâmının bozulması, kumanda dinlenecek bir hâlin kalmamasıdır.

Muhtar Paşa’nın Kars’ı Muhasaraya Terk Ederek, Dokuz Taburla Çıkması

 

«Şu vaziyette Anadolu’da en mühim iş, bundan sonra Erzurum'u muhâfaza etmektir. Fakat bu işi yapacak kimseyi göremediğimden kendim oraya gitmeye mecburum. O takdirde de Kars'ın kumandasına emniyetle bırakılacak erkândan kimse yoktur. Yâni Kars'ta kalırsam Erzurum'dan hayır yok, Kars'tan çıkarsam Kars’tan hayır yoktur. Bana kalırsa Kars'ın kumandasını artık Allah'a emânet ederek, eskisi gibi Hüseyin Hâmi Paşa'ya bırakıp Erzurum'a gitmem münâsip olacaktır. Yirmidört saate kadar, buna muhâlif bir emrinizi almazsam, Erzurum’a gideceğim. Çünkü yirmidört saat sonra burası tamamiyle kapanacaktır, artık çıkamam.»

 

Anadolu Ordusunun Devletçe Takviye ve Tamir Olunmasına Dair Verilen Karar

 

Canım pek âlâ! Madem ki kırküç tabur çıkarmaya muktedir idik, niçin evvelce davranmadık, yâni bu taburlar niçin ordumuzun bozulmasından önce gönderilmedi ?

 

Bu asker evvelce elde olsaydı, hem ordu bu neticeyi bulmaz ve hem de gâlibâne muhârebeier edilirdi. Nakliye vâsıtaları için de bir çâre bulunarak, belki düşman arazisine de girilir ve o sırada bir taraftan da sulhün çâreleri aranılırdı ?

 

Rus Askerinin Dayanıklılığı

 

Meğer kışı beklemek abes imiş! İleride görüleceği gibi, dağlarda iki metre kar varken bile düşmanımız hareketini tâtil etmedi. Öyle dağlarda askerini çalıştırarak yollar açtı; toplarını, erzak ve mühimmat arabalarını öyle yerlerden aşırdı ki, görülmüş olsa hayrette kalınır. Buralarda yaz günü bile yol yaparak dağlardan top aşırmak, takdir olunacak derecede büyük büyük himmetler ister; nerede kaldı ki kışın, insanın nefesinin donduğu ve tükürüğünün yere buz olup düştüğü bir zamanda askerî harekât icrâsına kalkışılsın!... Bu gibi meşakkatleri kabul edip girişmekte, Rusların benzeri yoktur. Avrupa ahâlisinden hiç biri ve hiç bir devletin askeri böyle yorgunluk ve zorluğa tahammül edemezler zannındayım. Bizim askerin dayanıklığı ise Ruslara nisbetle ikinci derecede kalır.

 

Bir de, harpten sonra Fransızca tarihlerden öğrendiğimize göre: Ruslar, bize karşı bulunan bu ordularıyla, muhârebeden önce, iki sene mütemâdiyen, kış mevsiminde manevraların envâını icra etmişler. Askeri ve hayvanları açıkta yatırmışlar, yol yaptırmışlar, dağlara çıkarmışlar, ovalara indirmişler; elhâsıl kış mevsiminde mümkün ve mutasavver olan zorlukların cümlesine askeri ve zâbitlerini alıştırmışlar imiş.

 

                                                    

                                                   YİRMİNCİ KISIM

 

Başıbozuk Askerinin Bazı Münasebetsizlikleri Üzerine Bir Mütalaa

 

Tuhaftır, bir gün evvel bu köyde, Müşir Paşa hazretlerinin ikamet ettiği, bir ahır içindeki odanın, oldukça oturacak yeri, pencere ve kapısının intizâmı vardı. Muharebeden sonra yine o odaya dönüldüğünde, burasının harap edilmiş olduğunu gördük.

 

Sebebi araştırıldı. Meğer biz oradan çıkar çıkmaz, muâvine askerinden bâzı Kürt süvârileri o odaya dalmışlar. Ev sâhibinden, yakmak üzere biraz odunla, yağ ve yumurta gibi şeyler istemişler. O da getirmemiş mi, yoksa biraz geciktirmiş mi, her ne ise... Herifler kızarak, kapıyı, pencereyi, döşeme tahtalarına varıncaya kadar söküp yakmışlar; sonra da defolup gitmişler.

İçimize Bir Casusun Girmesi

 

Reşit Bey, bizim ordu orada iken, bize hizmet etmiş, bizim ric’atimizden sonra da, hizmet etmek üzere Rus ordusuna alınmıştı.

 

                                                YİRMİ BİRİNCİ KISIM

 

Kürdistan’ın Haline Dair Esef Verici Düşünceler

 

Ordularımızın, din ve devlet düşmanı karşısında, taştan ve ağaçtan adam aradıkları sırada, bizim Kürt ağaları ahâlininâsâyişini bozmasınlar diye taburlarımızı harpten alıkoyuyoruz! İşin felsefesi düşünülürse, bizim askeri harpten alıkoyan kuvvet, Rusların menfaatine yardımcıdır. Demek oluyor ki, lâilâheillâllâh kelimesinin altında toplanan ve Devlet-İ Aliyye-i Osmâniye tâbiyetinde bulunan cemâatten, cehâletleri yüzünden Ruslarla birlik olan teb'amız da vardır!...

 

Hainliğe mi Şaşalım, Cahilliğe mi ?

 

Ne uzağa gidiyoruz; Kırım muhârebesi sırasında devletin orduları Rusya muhârebesiyle meşgul ve Kars kalesindeki din kardeşlerimiz çevrilmiş iken, Diyârbekir’in Behtan aşireti Kürtlerinden İzzettin Şîr Bey nâmında bir alçak, etrafına topladığı haşarat İle civârında bulunan köyleri yaktı, yıktı. Sonra da Siirt şehrine hücum ederek, memleketi ve hükümet konağını ve bütün memur hânelerini yağma etti, bâzısını da öldürdü.

 

Garabetin idareye ait olan hatalı bir kısmı daha vardır. Bu İzzettin Şir Bey’i tuttuk; İstanbul’a getirdik; bir müddet mahpus ve menfî kaldı. Sonra bu zâtı mükâfat olarak mutasarrıflıklara tâyin ettik!? Ergiri'de, Preveze'de, elhâsıl Yanya vilâyetinin ekser sancaklarında ve Rumeli'nin daha bâzı yerlerinde istihdâm ettik, rütbeler verdik! Gûyâ ettiği hizmeti beğenip, kendisini akranları arasında mümtaz kıldık!... İzzettin Bey hazretlerinin hâinliğinden çok, iş erlerimizin cahilliğine şaşmak lâzım değil mi!?

 

Elhâsıl efendim, bu Kürdistan'ın ahvâli her halde dikkate şâyandır. Yazmakta bulunduğumuz doksandört senesi muhârebesinde bile Dersim vilâyetinin Kürtleri aldı yürüyüverdi! Dersim'e civar köyleri yakıp yıktılar, hükümete karşı isyan hareketine cür’et ettiler. Gerçi onlar dâimâ vahşet hâlinde iseler de, şu asırda ve şu zamanda, öyle Anadolu'nun ve her tarafı oldukça medenî memleketlerin orta yerinde, böyle vahşî cemaatlerin bulunması ayıbı, hükümetimize aittir...Afrika çöllerinde mi bulunuyoruz» yoksa Sibirya sahrâsındamı ? Zaman onların bile çârelerine bakmak tasavvurlarında iken, bizim Kürdistan kıtasının hâline acımamak mümkün değildir...

 

Canım bu adamların faydasından vazgeçtik. Bâri devletin meşgul olduğu bir sırada zarar vermeseler, en büyük menfaat ve faydaları bu olmuş olur...

 

Almanyalı Mösyö Aşmit İle Bir Konuşmamız

 

 Bu hatıraları Mısır’da yazdığımı birkaç yerde söylemiştim.

 

•— Var olunuz Almanlar! Aferin Almanlar! Sizde ve sizin askerlerinizde bu yükselme arzusu, askerlik fikri, vatan muhabbeti ve milliyet gayreti mevcut oldukça dünyada size galip gelecek hiç bir hükümet ve devlet tasavvur etmeyiniz. Elbette şeref ve saadetin son derecesine yükseleceksiniz!»

 

Sözlerini gayri ihtiyarî söylemiş, öyle bir terbiye ve ahlâka mâlik olduklarından dolayı kendilerini tebrik etmiştim. Şimdi görülsün ki, millî ve askerî fikirler ne imiş ve vatan sevgisi nasıl oluyormuş!...

 

Deve Boynu Muharebesi

 

Yolda piyade ve süvari birçok ahali dahi silahlı olarak, şehir dışındaki Gümüşlükünbet yoluyla ve «Allah, Allah» naralarıyla Deveboynu’na doğru koşup gidiyorlardı.

 

Fakat asıl taarruz noktası, sağ cenâhımızı teşkil eden Topalak köyünün önündeki fırkamızın bulunduğu yerdi. Bu hâli gören ahâli, hep ordunun sağ cenahına doğru çekilip gittiler, oradaki kuvvetimize yardım etmek üzere ateşe saldırdılar. Asıl taarruz noktasına Ferik Rifat Paşa kumanda ediyordu.

 

Ordumuzun Merkezinin Bozulup Dağılması

 

Düşman tepeye daha hayli mesafe uzakta iken tepenin üstündeki taburlarımızın, hep birden, tepeden aşağı patır kütür dökülmekte ve geriye doğru kaçmakta oldukları görülmesin mi!

 

                                               YİRMİ İKİNCİ KISIM

 

Yaralı Kaymakam Celal Bey’in Bir Tuhaflığı Ve Onun İçindeki Hikmet

 

Derken nasibimiz olan kurşunun tesiriyle patır kütür attan aşağı yuvarlardım, sersemleyip yattım. Beni öldü zannederek bîzîm asker arkadaşlar, çizmelerimi çekmeye, saatimi almaya, elbiselerimi soymaya kasd ettiler. «Bırakın be, daha ölmedim...» diye canımı dişime alıp bağırdım; çil yavrusu gibi etrâfımdan dağıldılar. Her ne ise, bildiklerden bir iki kişi rast gelerek, kafamı, gözümü sardılar, beni kaldırıp hastahâneye gönderdiler. Öyle görüyorum ki, hekimler bizi bu defalık da Cennete salıvermeyecekler. Dedi.

 

İşte bizim neferlerin içinde, böyle vurulan kumandanını soymaya kalkışacak kadar rezil olanlarına da rastlanıyor. Ne çâre, et kemiksiz olmaz, deyip de zorlaya morlaya yutuverelim.

 

Bir Bozguncunun Yakalanması

 

Arkadan gelip yine kapı önüne yığılan neferler gürültü etmeye başlamışlar. İçlerinden birisi çıkarak: ­<--İş işten geçti, ordu altüst oldu. Bundan sonra kapıyı kapamak ne demektir ; bu budalılığı yapan kimdir!»Diye barbar bağırıp, ağzına gelen hezeyânı savurmaya başlar.

 

Mustafa Efendi, bu herifin sözlerinin İstihkâm kapısını tutan karakol askerine dehşet ve fütur vereceğini dışarıdaki bozgun askeri ise cesaretlendireceğini düşünerek:

 

«— Bu adam casustur. Amanın asker şunu tutalım!» Diye karakol zâbitini ve askeri teşvik eder.

 

Herif gürültü ederken, kapının aralığından birdenbire yakalayarak içeriye alırlar. Meğer topçu miralayı Arif Bey imiş. Mustafa Efendi onu tanır, sarhoş olduğunu da anlar. Tanıdığını belli etmez. Miralaya birkaç tokat aşk ettikten sonra, kapının arkasında bulunan karakol kulübesine haps ettirir.

 

 Bir iki saat sonra gelen Kumandan Paşa’ya hâdiseyi anlatması üzerine Mustafa Efendi takdir edilir. Arif Bey dahi celp olunarak yüzüne tükürülüp tekdirle beraber yine mahpesine gönderilir.

Zafer Müjdesi Getiren Şaşkın

 

Vak'anın sonunu öğrendik: Bizim ordunun merkezi tamamen bozularak mevkiini terk ettiğinden, düşman orasını topları ve mühimmâtıyla beraber zapt etmiş. Ordumuzu ikiye ayırmış... Artık oraların geri alınması ümidi kalmamış olduğundan, sağ cenahtaki İsmail ve soldaki Kaptan Mehmet Paşaların Erzurum'a ric’at etmeleri emri verilmiş imiş.

 

Ali, Mehmet’i kaybetmiş; Mehmet, Veli'yi arar; kimisi «Filân tabur nerde!» diye bağırır; öteki «Filân memleketliler!» sesiyle feryat eder; bir taraftan da zâbitler askerin tanzimine çalışır. Elhâsıl dehşet verici bir hal... Neuzübillâh, Cenâb-ı Hak, ümmet-i Muhammed’e, hiç bir vakitte, bir daha emsâlini göstermesin...

 

Ordunun sağ cenâhı âdeta gâlip iken, merkezimizin mağlûp olmasıyla iş tamamiyle aksine döndü.

 

Şaşırtıcı Vak'alar

 

Bu muhârebe, bize hayli zararı dokunan muharebelerden biridir. İrili ufaklı kırk kadar Krup topu kayp ettiğimiz gibi birçok mühimmat vesâire de zâyi ettik. Miktarı meçhul ise de, epeyi de esir verdik.

 

Birkaç gün sonra yapılan yoklamada, şehit ve yaralılarımızın altıyüz kadar neferden ibâret olduğu anlaşılmıştır.

 

Bozgunluğumuzun Sebepleri ve Oluş Şekli

 

Demek ki bu muhârebede biz, Rusya devletinin büyüklüğüne ve askerlikteki  mahâretine mağlûp olmadık. Ancak kendi noksanlarımız ve şimendiferlerimizin olmaması yüzünden hezimete uğradık.

İyi zabitler hep şehit oldu.Başımıza gelen belaların ekserisi zabitsizlikten geldi.

 

Erzurum Ahâlisinin Bâzı Temennileri

 

Bu mektubun gelmesinden ve bilhassa Ermeniler vasıtasıyla memleket içine salıverilen dehşetli havâdislerden dolayı, ahâlinin bir kısmında ve hele ulemâ gürûhunda bir ürküntü peyda oldu. Memleketin içinde bir iki bin hâne de Ermeni bulunması hasebiyle, Kumandan hazretleri ahaliye şu ilânda bulundu :

 

«Bizim burada muhâsaraya girmek ve her türlü zarûrete düşmek ihtimâlimiz olduğu gibi, düşmanla muharebe sırasında memlekete güllelerin isâbet etmesi de mümkündür. Çoluk çocuk içinde, bu gibi vakalar, aile sahiplerinde telâş ve heyecana sebep olacağından, bu gibilerin, bu günden itibaren memleketi terk edip çıkmaları lâzımdır.»

 

Bunun üzerine, memleketin müftüsü Ömer Efendi ve meşhur ulemâsından Solakzâde Ahmet ve Hacı Abdurrahman Efendilerle ulemânın ve memleketin ileri gelenlerinden bâzıları âyandan Abdülvâhit Bey’in hânesinde toplanmışlar. Bu zevâtın: «Böyle âniden çıkan bir hal üzerine memleketi terk edip çıkmaya meydan olmadığı gibi çoluk çocuk içinde muhârebelerin vukuu dahi birçok elîm hâdiselere sebep olabileceğinden, askere şehir dışında ve münâsip bir mevkide muhârebe ettirilerek, memleketin düşmanın şerrine uğrattırılmaması niyâzını» taşıyan bir yazı ile Kumandan Paşa hazretlerine müracaat edecekleri haber alındı... Bu havâdisin, asker arasında duyulduğu takdirde dehşet ve ürküntü uyandıracağı muhakkaktı.

 

Hele bereket versin, iş etrâfa yayılmadan, Abdülvâhit Bey’in muhâlifi olan Arapzâde Ali Efendi vâsıtasıyla başka bir toplantı yapılmış. Ekseriyeti temsil eden bu İkincilerin seçtikleri ve Paşa hazretlerine gönderdikleri zevat:«— Bizler vatanımızın uğrunda, kanımızı, canımızı ve hattâ evlâd ve iyâlimizi fedâya hazırız. Memleketin nâmusuna dokunacak şekilde, Abdülvâhit Bey’in hânesinde toplanıp meşveret eden birkaç hamiyetsizin te’dip olunmasını talep ederiz.»

 

Erzurum ahâlisi, Deveboynu muhârebesinde, millî hamiyet ve şecaatlerini gösterip isbat etmişlerdi. Bundan sonra yazılacak olan Topdağı muhârebesinde dahi, onlardan pek çok kahramanlar canlarını feda ederek, şehâdet şerbetini nûş eylediler.

 

Erzurum Ahalisinin Temennilerinin Muhakemesi ve Kumandan Paşa’nın Bu Baptaki Fikri

 

 Kumandan Paşa, şehirleri muhafaza için, yakınlarına istihkâm yapılmasının hatâ olduğu fikrinde idi. Muharebelerin ahâliden uzak ve açık yerlerde yapılmasını ve müdâfaa mevkilerinin mutlaka yolların birleştiği açık yerlerde olmasını ve meskûn yerlerden uzak bulunmasını isterdi.

 

                                               YİRMİ ÜÇÜNCÜ KISIM

 

Halin Ehemmiyetini Tasvir Eden Bir Telgrafname-İ Hümayun

 

Efrada tesirli bir ibret gösterilmek üzere, bâzı taburların önünde ve Başkumandan’ın ikametgâhı olan topçu kışlasının meydanında bu firarilerden on nefer birden kurşuna dizildi. Bununla askere, feci ve müessir ve Osmanlılığın askerî şan ve şerefi için pek ağır gelecek bir ibret gösterilmesine mecburiyet hâsıl oldu.

 

Ahlaka Dair Birkaç Söz

 

Bizdeki ahlâk bozukluğu, bizi, hiç bir müşterek menfaatimizi muhâfazada veya bir umûmî zararı gidermede birleşmeye bırakmaz. Görünüşümüz pek âlâdır. Sahte bir edep ve terbiye ile, İtaat ve iyi niyetin son derecesine sâhip olduğumuzu herkese göstermek işini pek iyi biliyoruz.

Malûmdur ki bir işin muvaffakiyetle bitmesi, iyi niyete bağlıdır. Hüsnüniyet olmadıkça teşebbüs olunan bir işi istenildiği gibi yoluna koymak imkânı yoktur. Bizde, büyük Paşalar hazerâtı, gösterdikleri itaati, niyetlerinin sağlam olmamasıyla berbat ederler. Zâhirde her ne kadar «Başüstüne» tavrını gösterirlerse de, içleri : «Haydi bakalım koca başkumandan! Böyle tehlikeli bir işin nasıl altından kalkacaksın. Acaba hangi feci vak’a ikbâlinin sonu olacaktır!» gibi kötü temennilerle doludur.

 

İki tanesi bir araya gelirse, müzâkerelerinin en mühim kısmı bir üçüncüyü çekiştirmekle geçer. Bu gidişle muvaffakiyetin mümkün olamıyacağını, esbabı mûcibeleriyle uzun uzun isbat da ederler... Dışından iyi davranmakla insan içyüzünü gizleyemiyor. Kalblerin birbiriyle mânevîbîr irtibatı vardır. Bu yüzden, dışardan ne kadar iyi davranılsa da, karşıdakinin kalbi, berikine ısınamıyor. Bir kere de araya soğukluk girdi mi, kalbler birbirine takıldı mı, artık birbirini aldatmak ve avutmak da bir san'at bir dirâyet hükmüne giriyor... Bütün bu fenalıkların sebebi iyi huylarımızı kaybetmiş olmamızdır.

 

Çeşitli İtikatların İşe Şiddetle Tesir Ettiğine Dair Bazı Mütalaalar

 

Bizim askerimizin kalbini bozan sebatını kıran sebeplerin biri de, askerin ayni mezhebe sâhip olmamasıdır. Ahmet, Mehmet, Ali, Hüseyin adlarıyla gördüğümüz kimselerin hepsini bir mezhep ve bir mesleke sâlik zannetmiyelim. Bu mezhep ayrılığı tâbirinden, Şâfiîlik, Hanefîlik gibi doğru İslâmî mezhepler anlaşılmasın. Taburlarımızın yarısını diyemez isem de, hele dörtte birini teşkil eden efrat bambaşka yollardadırlar. Bunların bir kısmı Şiilik, Bektaşilik veya putperestliğe benzer, ehl-i sünnetten uzak yollardadırlar. Bir kısmı ise, bunların hepsinden birer parça şeyin katılmasıyla vücuda gelmiş, karışık ve bambaşka bir İtikadın hizmetkârıdırlar.

 

Bunlar, vaktiyle Fatımîlerin ve sonraları Anadoluda Celâlî yâdigârlarının ve daha sonraları İran Safevî devleti misyonerlerinin, sırf siyâsî olarak, İslâm ümmeti arasında kendi menfaatlerine uygun buldukları tefrikayı vücuda getirmek İçin yaydıkları mezhep ve meslek mensuplarıdırlar. Şimdi o mülhitlerin kendileri kalmadı ama, Ümmet-i İslâmiye içine ektikleri nifak ve şikak tohumu, hâlâ bu güne kadar meyve verip duruyor.

 

Moskofu, Bizden Üstün Tutan Kızılbaşlar

 

Bu adamlar «ehl-i sünnet velcemâat»i  «Yezîdî» olarak tanırlar, her vakit lanet ve hakaret ederler. Devlet-i Aliyye'nin askerlik hizmetini bir angarya ve eziyet sayar, dînî bir mükellefiyet telâkki etmezler. Askerde bulunmaları ve durmaları ceza korkusundandır. Yoksa diyânetin şevkiyle değildir. Bu cihetle her gün her saat, ehl-i sünnet velcemâat mezhebinde bulunan umum müslümanların yere geçmesi ve Devlet-iAliyye-i Osmâniye binâsının — Allah korusun — göçmesi saatini beklerler. Nazarlarında bir Moskof neferi, dindar ve hamiyetli bir ehl-i sünnetten bin kat hayırlıdır. Onun için, muharebede ölmek, onlarca, kendi kendine intihar etmek kadar feci bir şey sayılır.

 

Bunlar gözünü her gün ordunun bozulmasına dikmişler ve selâmetle evlerine kaçıp gitmeyi en büyük sevap addeylemekte bulunmuşlardır. Hiç köpek zor ile ava gider mi, ve götürülürse işe yarar mı?! Harpte bulunan askere kaçmak fikri en evvel bu makûle dinsiz ve hamiyetsizlerden sirâyet ediyor. Bunlardan birkaç tânesi savaş hattından geriye fırladı mı, artık alt tarafı çorap söküğü gibi işleyip duruyor. Huy ve ahlâkın sirâyet ettiği ve insanın yanındakinin tesirinde kalacağı bütün ahlâk kitaplarında yazılı değil midir?

 

İşte bizim askerimizin içinde bulunan bu adamlar Anadolu'nun bâzı yerlerinde «Kızılbaş» ve bâzısında Çerapof, Vazalak veya Sofi gibi isimlerle yâd olunur. Bunların itikatlarına dâir olan kendi araştırmalarımın neticesini, İslâmî ahlâk ve siyâsetedâir seçip derlediğim «Binbir Hadîs-i Şerîf» (*) de, sekizyüzdoksanikinci: El-mü'minulil-mü'minikelbünyâniyeşüddüba'duhuba'dan»şânı yüce hadîsinin şerhinde haylice derç eylemişimdir.

 

Ahali Yatağan Bıçaklarıyla

 

Ama o gün, gerek istihkâm içinde ve gerek düşmanı takip ederken dışarıda yalnız ahâliden mecruh ve şehit olanların miktarı dörtyüz elli ilâ beşyüz arasında tahmin olunuyordu.

 

Uykuda Süngülenip Ölenler

 

Düşmanın, istihkâm içinde kalan cenâzelerinin miktarı yedi sekiz yüz kadar tahmin olunuyordu. Takip olunurken öldürülen ve Bahri Bey’in bulunduğu istihkâma hücum ederken terk-i hayat eden düşman cenâzelerinin miktarı bu hesaptan hâriçtir. Onların da bin binbeşyüz nefer kadar olacağında şüphe yoktur. Bizim de nizamiye askerimizin o günkü muharebedeki yaralı ve şehidi  hemen bin üçyüz kadar olmuştu. Ahâlinin kaybı buna dâhil değildir.

 

Erzurum Valisi İsmet Paşa’nın Tarih-i Harbi ve Şairliğe Dair Birkaç Kelime

 

Şu kadarcık bir icmâl ile düşündüğümü beyân edeyim ki: Bizim şiirimiz de ahlâkımız kadar bozuktur. Kötü İdâresinin hikâyesi kitapları dolduracak kadar uzun bazı ileri gelenleri medh eden kasidelerin ciltleri doldurması, zannedersem, bizde dâima görülmekte olan yolsuzluklardandır.

 

Amanın ümmet-i Muhammedi Bu çarpık iş, bu münasebetsiz hulûskârlık, bu feci ahlâksızlık, bu his ve görüş yanlışı, bizde ne vakte kadar hüküm sürecek?... Medenî milletlerin, aklı başında ümmetlerin içine çıkacak yüzümüz kalmadı! Ahlâkına, yüksek hislerine ve hürriyetine sahip medenî memleketlerin mütefekkirleri, hâlimize bakıp da gülüyor. Bir kısmı da bizi âdeta insanlık hissine sâhip milletlerden addetmiyor.

 

Misal mi istersin ?!... Bu bapta pek çoğu gösterilebilirse de, yalnız birisini söylemek nümûne olmak için kâfidir.

 

Mısır idâresiyle berbat ettiği, bu kitaba zeyl olarak yazılan parçada görülecek olan mecnun-u âkil nümâ Hidiv Ismâil Paşa’nın zamanında kendisine takdim olunan kasîde ve medhiyeler, mübâlağa olmasın ama, birkaç yüz cilt kitap teşkil edecek derecede imiş. Milletin fikrine rehberlik edip, eserler verecek; mürebbî ve mürşidi olacak, zihinleri aydınlatacak olan; böyle olması lâzım gelen bu edip ve şâirlerin hepsi de, o zâtın hırsını, tamahını zulmünü, velhâsıl bütün fenâlıklarını bildikleri halde, birkaç kuruş kapmak veya bir rütbe ve nişan kazanmak, veyahut bir iltifat görmek için, bile bile, vicdanlarının hilâfına söz söylemek ve yazı yazmak yolunu seçiyorlardı. İşte böyle haller, birtakım yeni edebiyat heveslilerine kötü misâl oldu. İş, birbirine baka baka haddini derecesini aştı, taştı. O asrın ehl-i edebi denilen birtakım hulûskârân, bütün aklı başında insanlara karşı gülünç oldu.

 

Zabitlerimizin İçyüzünü Gösteren Müessif Bir Vak’a

 

«Makam-ı Seraskeri’ye   «Düşmanın geçen gece Aziziye istihkâmına vuku bulan hücumu ve kışlaya kadar girmesi sebeplerini araştırdım. Elde olunan mâlûmatın neticesi şudur: Bu istihkâmda Tokat müstahfaz ve Mâden'insâlis taburları olup, bunlar her nasılsa yerlerinde oturmakta iken, düşman tarafından Türkçe bilir birkaç adam, başına fes koyarak, istihkâmı merdivenle aşmış ve nöbetçi neferine, nöbetçi zâbitini sormuşlar. Binbaşının olduğu yeri anlayarak, gûya bizim tarafın devriye karakoluymuş gibi yürümüşler. Binbaşının kılıcını alarak onu tehdit ederlerken bir taraftan da düşman askeri merdivenlerle istihkâma girmişler. O sırada iş anlaşılarak, asker silâh başı etmiş ve bazıları da davranmış iseler de, bâzı zâbitan iş işten geçtiğini efrada anlatarak teslim-i silâha karar vermişler.

 

Çok geçmeksizin sabah açılmış; düşmanın oraya girdiği anlaşılıp da bizim hücum kollarının yaklaştığı sırada, esirlerimizi götürmekte imişler. Bizim kollar İstihkâmı geri alınca, Rusyalılar, yetiştirebildikleri kadar esiri süngülemişler, geri kalan kurtarılmıştır. Düşmanın oradan götürdüğü esirler, zâbitanla birlikte beşyüzden fazladır. Rusların, geri iade ettikleri kırktan fazla yaralımız içinde bulunan bir çavuş ile üç neferin ifâdesinden anlaşıldığına göre, esir zâbitan, vazifede kusur ettiklerinden dolayı Rusya zâbitanı tarafından tahkir olundukları gibi, orada bulunan Çerkes,Lezgi ve sâir ehl-i İslâm tarafından dahi fevkalâde azarlanmışlardır. Şimdi bu taburdan elimizdeki bir mülâzımdan başka zâbitanın hayat ve memâtından haber yoktur. İşte zâbitanımızın içyüzünü gösteren müessif bir vakayı daha arz ederim.(1 Teşrinîsâni sene 93 (113) Gâzi Ahmet Muhtar)

 

Harpten Sonra Hesap Sorulmadı

 

Bu gibi haberleri verenlerin bulundukları hal ve mevkiin değişik olmasıyla söylenenlerin dahi başka olacağı yukarıda zikr olunmuştu. Bu telgrafnâmede Rus ordusundan gelen neferlerin sözleri de biraz ihtiyatlıca telâkki edilmelidir. Çünkü fakir gözlerimle gördüm ki, bu istihkâmın ateş hattındaki askerin cenazeleri, ileri geri olmayarak hepsi bir sıra üzerine piyâde kademesinin boyunca yatıyorlardı. Silâh başına geçip de davranmış olan askerin cenâzeleri bu şekilde yatamaz. Mutlaka ilerili gerili karmakarışık bir halde olacaklardır. Bilhassa, istihkâmın içine girmiş olan bir askere silâhla karşı koyacaklarından, bu halde istihkâmın ateş hattına çıkmalarına lüzum yoktu. Ateş hattı, istihkâmın içine girmemiş, dışarıdan henüz gelmekte olan düşmana karşı istihkâmı müdafaa için yapılmıştır. Düşman istihkâmın içine girdikten sonra, en ziyâde işe yaramayan yer ateş hattı olmuş olur. O vakit ateş hattında bulunan asker düşmana arka vermiş demektir.

 

Bu delillerden anlaşılıyor ki: Süvari zâbiti «Düşman geliyor» haberini Bahri Bey’e verdiği sırada, bu asker de ötekilerle beraber istihkâmın ateş hattına çıkarılmış. Düşmanın gelmesi biraz gecikince, zâten uykudan kaldırılmış olan askerin uykusu galebe ederek, hepsi oldukları yerde ve silâhı kucağında olarak uyumuşlar. Bu sırada ilerleyen düşman, beraberinde getirdiği merdivenlerle istihkâmın hendeğine inip öte taraf siperine çıkmış. Uyanık olanlar bu hâli görünce şaşırıp teslim olmuşlar. Uykuda bulunanlar ise düşman askeri tarafından, hiç uyandırılmaksızın sırasıyla süngülenerek diyâr-ı ademe kadar gönderilmişlerdir.

 

                                                   YİRMİ DÖRDÜNCÜ KISIM

 

Bütün âlim ve mütefekkirlerin ittifâkıyla malûmdur ki, bir memlekette ceza ve mükâfat ne kadar dikkat ve itibar görürse, o devlet ve memleketin salâhı, emniyeti, terakkisi, itibârı da o mertebece kemâle erer. Hikmet-i hükümetin bu iki sağlam esâsı bizde yoluyla hüküm süremediği için Garp milletlerine karşı za’aflar ve acizler içinde kaldık.Her ne ise, Cenab-ı Hakk’ın lütûf ve yardımı ile Topdağı yâni Aziziye muhârebesi de kazanıldı. Çünkü Topdağı bütün Erzurum istihkâmlarının kilididir. Burası düşman elinde olursa, memleket yok demektir. Öteki münferit ve muttasıl istihkâmlar da bir işe yaramazlar. Çünkü burası hepsine hâkimdir.

 

Erzurum İle Kars Arasında Düşmanın Muvasala Yolunu Tehdit İçin Düşünülen Tedbirler Ve Buna Dair Bazı Mütalaalar

 

Bu kuvvetin Muş mutasarrıflığı emrinde toplanması için icap edenlere buyrultular yazıldı. İcap eden emirler neşr edildi. Bu kuvvetin fazla bir iş göremiyeceğimâlum idiyse de, hiç olmazsa düşmanın bu yoldaki emniyetini kaldırmak ve gidiş geliş serbestliğine mâni olmak mümkün olabilirdi. Fakat düşman bir kere memleketimizin içine yayılmışken ve ahalimizin pek çok tecrübeden geçmiş ahlâkı da mâlûm iken bu gibi tedbirlerin işe yarayamıyacağı muhakkaktı.

 

Eğer ordumuz Rusya hududunu geçip, biraz da üstünlük göstermiş olsaydı, Kürdistan'daki evlerde adam kalmamak üzere hemen hepsi orduya gelip dökülürdü. Lâkin iş aksi olunca, bunlardan beklenen cihad hizmetinin de tersine döneceği tabiidir. Çünkü bu ahâlinin henüz o derece gözü açılmamıştır; muhârebe şahsen Pâdişâhınmuhârebesi olarak düşünüldüğünden, millî bir nazarla görülmemektedir. Bu cihetle askerlik, ekser ahâlimizin indinde, daha, hükümetin bir angaryası hükmünde tanınıyor.

 

Avrupalıların millî davranışlarını, millet gayretlerini kitaplarda görüp de bizim memleketimizde de tatbikine kalkışmak, bugünkü cehâletimizle mümkün değildir. Ne zaman ahalimize bir cemiyet fikri, bir medeniyet anlayışı, bir hâkimiyet lezzeti gelirse, o vakit hükümetin delâleti olsun olmasın tabiatin şevkiyle Rus ordusunun muvaffakiyeti aleyhine, tek ve toplu olarak, söz veya fiille harekete geçerek, hiç olmazsa çete şeklini alıp Moskof ordusuna çeşit çeşit rahatsızlık verirler. Bir cemaat ve bir millet aleyhine hareket etmek ne imiş, onu pek pahalı olarak düşmanımıza gösterirler.

 

Ordumuzun Umumi Ahvaline ve İhtiyaçlarına Dair Bir Telgraf Daha

 

«Şu yedi aydan beri devam eden muharebeler tabiî olarak ordumuza kayıplar verdirdi. Bu ordunun redif efrâdının çoğunu vahşi mizaçlı Kûrtler teşkil etmektedir. Bu zaman zarfında mûtemâdiyen vuku bulan firarlarda bir nefer bile yakalanamamıştır. Vasâyâdan bu güne kadar henüz bir semere görülemedi. Bunun sebebi ise, çıkan emirlerin memur tabakalarınca birbirine havale edilip takip edilmemesi ve unutulup gitmesidir.

 

«İhtiyaçlarımızın birisi de nakil vasıtası olup, bu defa Erzurum’a dönüşümde yapılan tahkikattan anlaşıldığı veçhile, ahalinin hamiyetlileri bu işte de haylice himmet sarf etmiş ve pek çok hayvanlar dahi verilmiş ve gelmiştir. Fakat muntazam bir idare kurulamadığından, bunların hepsi mahv ü hebâ olup, ne oldukları mâlûm değildir. Şimdi ise tekrar nakliye vâsıtası bulmak imkânsız gibidir. Şu halde ilkbahar için bu havâlide düşünülen tertibatın vücûda geleceğinden emin değilim.

 

Kırk gönden beri irâde-i seniyyeye karşı yine tenbellik edip askerimizi göndermeyen memurlar hakkında ne yapılmak lâzım ise ifâsı için arz ve beyân-ı hâle mecbur oldum, ol bapta.                                                                                                            2 Teşrinisânî sene 93   Gâzi Ahmet Muhtar»

 

Yardımların Ziyan Olması

 

Erzurum'da ise sokaklara dolup kalmış olan hayvanlar yoluyla idâre olunup beslenemediğinden lâgarlaşarak, beş kuruşa kadar bir hayvan satılmış ve memleketin bütün çöplükleri hayvan lâşeleriyle dolmuştur. Hele erzak ve mühimmattaki zâyiâtın ve suistimâlin derecesini hiç sormayınız. Etraftaki kazâ ve sancaklardan gelmiş olan zahire, peksimet ve sâir ordu levâzımâtı, sokak ortalarında, yağmur ve çamurlar içinde gark olup kalmıştır.

 

Bunların nakline memur olanlar ise, bir ayak evvel işlerini bitirip de dönmek için ekserisi getirdiği şeyi anbara teslim sırasını almak için anbar memurlarına ve ölçecek adamlara rüşvet vermeye mecbur olurlarmış. Bâzıları da hiç bir şey teslim etmeksizin, «Şu kadar şey anbara teslim olundu» diye kâğıt alırlarmış.

 

İşte bunun sebebi de yine cemâat ve millet şuurunun olmayışıdır. Devlet başka millet başka zannediliyor. «Devletin malı deniz, yemeyen domuz» darbımeselini zihinlerden çıkarmak için daha pek çok zamana muhtacız.

 

Erzurum’daki Kuvvetimiz

 

Bayezid'den beri ricat eden fırkanın, zâyiâtı dahi içinde olduğu halde bin beşyüz kırk dört neferinin kayıp bulunduğu anlaşılmıştır. İşbu kayıp bulunan neferlerin gerek Hasankale'de ve gerek Deveboynu ve Topdağımuhârebelerındesekizyüz kadarının esir olduğu zannedilip, geri kalanı firaridir...

 

Yardımcı Askerlerden İstifade Olunamaz

 

İşbu telgraftan sonra ordumuza düşmüş olan tifo hummasından sonra hastahanelerimizin mevcudu oniki bine kadar yükseldi. Ölümler dahi fevkalâde çoğaldı. Lâkin hastaların yüzde ne kadarının vefat ettiğine dâir bir istatistik kaydına rastlamadım.

 

Düşman Ordusunda Şenlik

 

Düşman Kars şehrinin içine yağmur gibi gülle yağdırmakta imiş. Hattâ memleketin âciz kadın ve çocukları şu kış mevsiminde, açık saçık, memleketten çıkıp istihkâmlara gitmekte ve buralarda düşman güllesinden sâlim kalabilecek menfezlere sokulmakta imişler. Evlerdeki şehit ve şehideler, sipersiz olan mezarlıklara defn olunamayıp, her mevta kendi evine gömülmekte imiş.

 

Kars’ın Kaybına Dair Telgraf

 

«Ferik Hâmi Paşa, onbeş tabur kadar askerin önüne düşüp, istihkâmlardan çıkarak, iki saat yürümüşse de kardan asker yorulmuş, silâhlı olanlar dahi silâhlarını atmışlar. Arkalarından, düşmanın birkaç alay Dragon süvârisî yetişmiş ve bunları tamamen çevirmişler. Yalnız Hâmi Paşa, yanında bir iki yüz süvari ile kurtulup yola devam etmiş. On saat takip olunmuşlar. Hayvanı dinç olanlar kurtulup Oltu tarafına gelmişler. Hâmi Paşa şimdi Tortum kazasında bulunmaktadır. Yarın veyahut öbürüsü gün Erzurum'a geleceği tahmin edildiği arz olunur.

 

Kars Kalesi Kumandanı Hiyanet mi Etti ?

 

Kars kalesinde kumandan bulunan topçu miralayı Sirozlu Yusufpaşazâde Hüseyin Bey'i, o sırada halk hiyânetle itham etti. Yalnız, bütün istihkâmlar düşmüş olsa bile, Kale onlara yardım edebilirdi. Kale'yi niçin teslim etti ? İstilâdan sonra Rusya’nın erkânıharbiyesiyle beraber bütün mahzenleri, anbarları, cephâneleri gezip, onları Ruslara gösterdi. «Hiç evvelden hiyâneti olmasa, böyle şenî bir vazifeyi deruhte eder miydi!* dediler. Lâkin bunun da aslı meçhuldür. Zira Hüseyin Bey istilâdan sonra Rusların elinde esir olduğu ve bilhassa Kale'nin kumandanı olmak sebebiyle, bütün mahzen ve cephâneierin hâl ve mevkiini de bildiği için, onları teslim etmek üzere beraberce gezip göstermesi, bir mecburiyetten ileri gelmiş olacağı da şüphesizdir. Kalenin müdâfaasındaki kusuruna gelince: Hüseyin Bey esâretten döndükten sonra divan-ı harbe çekilerek istintak olundu; sonra on sene kadar da mahpus kaldı. Ama sonra ne olduğunu tahkik edemedim!

 

Kars'taki Kayıplarımız      

 

Kars'ta mevcut askerimizin miktarı, 2 Teşrinisâni sene 93 târihiitelgrafnâmede yazılmış idi. Bu asker tamamen esir edildi. Büyük küçük Kars istihkâmları üçyüzkıt'a topla mücehhez idi.

Onlar da hep düşmana kaldı, Diğer silâhlarla mühimmâtın miktarı da, mevcuda göredir. Kars'ta mevcut olan bu kadar seyyar topçu, süvâri ve mekkâre beygirleri gittiği gibi, müstahfazların beş altı aylık erzâkı dahi tamamen düşman eline düştü.Elhâsıl Kars'ın gitmesi devlet ve milletin varlığında büyük rahneler açtı. Osmanlıların kalbinde kıyâmete kadar unutulmayacak teessüftü te'sirler bıraktı.

 

Kars vukuâtı üzerine devletçe alınan tedbirleri ve işin tesirleri, o vakit Mâbeyn-i Hümâyun başkâtibi olan Sa’id Paşa ile Muhtar Paşa arasında, telgraf makinesi başında cereyan eden muhâbereevrâkında bulunduğundan, onları ayniyle buraya derc ediyorum. (Bu Said Paşa, sonradan defalarca sadrâzam olan ve bu «devlet-i ebed-müddet» te pek çok faydalı müesseseler vücuda getirmeye cidden çalışan Said Paşa hazretleridir.)

 

                                                YİRMİ BEŞİNCİ KISIM

 

Diğer bir telgraf  (Mabeyn-i Hümayun’dan) 

 

Bu harita muhârebeden önce yapılmış olup, Erzurum'un husûsî bir mevki haritası idi. Bütün istihkâmlarımızın şeklini hâlini gösterdiği gibi, husûsî çoban ve sürü yollarına varıncaya kadar gösteriyordu. O yolları bizim işerlerinden henüz hiç birisi bilmiyor İdi.

 

İrade-i Seniyye

 

Asya kıtasının kilidi Erzurum olduğundan, bir kere oraya düşman girecek olursa, artık millet-i islâmiyyenindûçar olacağı tehlikenin büyüklük derecesini Mevlâ'dan başka kimse kestiremez. Ve şimdiye kadar çekilen bunca zahmetlerin hepsi hebâ ve heder olur. Bu sebeple olanca kuvvet ve kudreti, buranın muhâfazası uğruna hasr ü sarf etmeliyiz. Yoksa Erzurum elden çıkarsa, oradan dağılacak olan askerle harp noktaları olan Bayburt ve Erzincan'ı tutmaya çalışmak mümkün olmaz. Kars’ın son müdâfaasının aynı olur. Eğer düşmanın kuvveti, kuvvetimizin birkaç misli ise, ona mukavemet beşer kudretinin hârîcindedir. Lâkin ne Kars'ta ve ne de Erzurum karşısındaki Rusya askerinin miktarı o kadar ehemmiyetli olmayıp, karşı durulmamasına bâzızâbitan ve efrâdın korkaklık ve sebatsızlıkları sebep olmuştur.Civârınızdaki vilâyetleri din ve vatan muhâfazası için vazifeye dâvet ediniz. Kur'a neferlerini ve redif ve müstahfazları toplayıp Erzurum’un kavi ve sahih olarak muhâfazasına ve bugünden sonra düşmandan yüzünü çeviren her kim olur ve hangi rütbe ve milliyette bulunursa bulunsun bilâaf hemen idam eylemeğe mezun ve memur olduğunuz, irâde-i seniyye ile tekrar olunmuştur.

 

Cevap

 

Bu günleri görmemek için harp meydanlarında aradığım şahadeti de maatteessüf bulamadım. Düşman kuvvetini ikimislimize çıkardı.

 

Harp, kulunuzun san’atidir. Hem de bi-havlillâhiteâlâsan’atime güvenirim ve muhabbetim vardır. Ve bu haller de azmime asla yeis ve fütur getirmez. Lâkin hâl ve mevkiimizin derecesini arz etmeyi de kulluk ve dürüstlük icabı bilirim. Askerimizin içinde Velinimetimiz ve din ve vatanımız uğrunda kanlarını saçmaya hazır bir hayli bendegân varsa da, din ve millet tanımayan birçok Kızılbaş Kürtler dahi mevcut olduğundan, Rabbim o gibilerin şerrinden emin eylesin.

  

Bu türlü bâtıl mezhep mensubu câhillerin orduya nasıl zararlarının dokunduğu yukarıda bir münâsebetle yazıldığı sırada, bunların sulh zamanında ıslah olunmalarının çâresine bakılması da söylenmişti. Rahat ve emniyet zamanlarında uykuya yatarak sıkışıldığı vakit «El-garîkuyeteşebbesubi-külli haşiş» (125) sözü uyarınca, taştan topraktan imdat ve yardım aramak, ancak bizim meslek ve gidişimize mahsus olan lâübâliliklerdendir. Allah bir milletin ahlâkını bozmasın, kimseyi düşkünlük belâsına müptelâ eylemesin, işte bir kere o belâ yüz gösterdi mi, tedbir kalmıyor. İstikbal hiç düşünülmüyor; halk, birbirinin aleyhinde boğaz boğaza şahsî garazlara düşüyor. Nihâyet bu kötü işlerin neticesi olan şu kötü hâle düşülüyor.«Boğulmakta olan çere çöpe sarılır.»

 

Erzurum İstihkâmlarının Bir İşe Yaramıyacağı

 

Erzurum, Kars ve Ardahan istihkâmlarını Fosfor Mustafa Paşa yaptırmıştı. Bu harp sırasında Seraskerlik makamında bulunan Mustafa Paşa’ya, kendîsinin on oniki sene milyonlar sarfıyla vücuda getirdiği bîr istihkâmın işe yaramaz olduğunu işitmekkadar güç bir şey olamaz.

 

Mâmâfih maksadım Mustafa Paşa’nın hata ettiğini söylemek değildir. Zira Mustafa Paşa, Kırım muhârebesinden sonra, bütün Anadolu'nun müdâfaa hatlarını gezerek, hangi noktalara ne yapılmak lâzım geleceğini tâyin eden ve devletin meşhur mühendislerinden ibâret olan bir keşif komisyonunun gösterip tâyin etmiş olduğu mevkie, yine onların resimlerini bile yapmış oldukları istihkâmları inşâ ederek vücuda getirmeye memur edilmişti. İstihkâmlara karşı yapılan itirazlar Mustafa Paşa’ya âit değilse de, ötekilerin eserine fiil ve sözle iştirâk etmiş olduğu için, bunların işe yaramıyacağınıiddiâ edenlere karşı biraz hatırı kırılsa gerektir.

 

Büyük şehirlerdeki müdâfaanın zarar ve tehlikesi fiilen görüldüğü halde, yine bunlar düşünülmüyor da, şimdi şu evrâk-ı perîşânın bu noktasını kaleme aldığım bin üçyüz yedi senesinde bile, Erzurum istihkâmlarının ıslâh ve ilâvesiyle uğraşılıyor. Yolların birleştiği müdâfaa mevkilerine hafif istihkâmlar yapılmıyor. Niçin ?... Orasını bilemem!

 

Vazifeye Riâyete dâir Bir Mütalaa

 

Şu asırda, askerliğin kuvvet ve intizâmınınnumûne ve misâli olan Almanya'da, her zâbit kendi aslî vazifesini icrâda hür ve müstakildir. Herkes muayyen vazifesinden mesul olduğu için, üstler, astları olan ümerâ ve zâbitanaumûmî şekilde emir verirlermiş.

Umum Almanya’nın erkânıharbiye reisi bulunan meşhur Moltke, ümerâ ve zâbitandan birisini bir işe tâyin ettiği vakit, «Acaba şöyle mi gideyim, böyle mi yapayım» diye izahat isteyen olursa, katiyyen cevap vermiyerek «Biz icraatın teferruâtını bilemeyiz, orası senin bileceğin şeydir; biz umûmî olarak emri veririz, o emrin tatbik ve icrâsı sana aittir» der imiş. Ve zâbitanı kendi içtihadı ile iş görmeye ve imâl-i fikr ederek idrâkini genişletmeye alıştırırmış.

 

Bizde Üstler Astlarını Ezer

 

Yâilâhelâlemîn! Bu kadar ahlâk bozukluğuna rağmen, dünyâda Muhammedîlerin isbât-ı vücut etmelerinin, ancak hâtır-ı Muhammediyye hürmetine olduğuna şüphe yoktur. Ya biraz ahlâkımızı düzeltir de, cidden adam olmaya gayret edersek, elde edeceğimiz saadet ve şerefin derecesini hangi kalem tasvire muktedir olacak ?...

 

Düşmanın, Birtakım Zayıf Ve Hasta Askerlerimizi Kars’tan Salıvermesi

 

Düşmanın Kars'ta esir ettiği askerle, Kars hastahanelerinde mevcut olan hasta ve yaralıları muayene ederek, ihtiyar, zayıf ve hasta olan veya yaralı olup da henüz iyiliğe yuz tutmuş bulunanlardan ikibinbeşyüz, üçbin kadar adam ayırarak ve yolda yemeklerini temin için ellerine birer de Ruble vererek, Erzurum'a doğru kapıp salıvermiş olduğunu, ve bu gelenlerin onların hayli canlıca bulunan İlk kafilesi olup, arkasının da peyderpey işleyeceğini söylediler.Hakikaten arkası işledi durdu. Bunlardan Erzurum’a ikibin nefer kadar geldiyse de, düşmanın bize doğru salıverdiği eşhâsınhaddizâtında adedi kaç idi, orası meçhuldûr.

 

Dağlarda yollarda birbuçuk arşından fazla kar var; açık, çıplak, zayıf ve halsiz bir alay adama bu hâl ile on, onbeş gün dağınık, perişan ve yaya olarak yol yürütürsek, yol üzerinde hastalık, soğuk, yorgunluk ve açlıktan ne kadarının telef olacağını zihnimizde tasavvur ederek, kendi kendimizde bulabiliriz.

 

Rusya'nın bunları salıvermekten maksadı, bizim hastahanelerin mevcudunu çoğaltıp telâşımızı artırmak ve ahlâkı bozulmuş, hayatından usanıp bıkmış birtakım adamları mevcut askerimizin içine sokup, onların da zihnini ve ahlâkını bozmak, erzak ve levâzımat sarfiyatımızı da çoğaltmak idi. Kendisi de beyhûde yere bu kadar İşe yaramaz adamı beslemek külfetinden kurtulmak istediğinden şüphe mi vardır!

 

Ordumuzda Tifo Hummasının Zuhuru

 

Hastahanelerimizin eski mevcûdundan başka, günde hemen üç dört yüz nefer, hekimlerin muâyenesine muhtaç oluyordu. Bunlardan ikiyüzikiyüz ellisinin hastahaneye yatırılması lüzumu tahakkuk ediyordu.

 

Ölümler o kadar çoğaldı ki, hastahanelerde gasil ve tekfine memur olan imamlar, sabahtan akşama kadar hiç durmadan çalışıyorlarsa da, cenâzeler bir taraftan mütemadiyen gelmekte olduğundan, yetiştirilemeyenler, odun kütüğü gibi birbirinin üzerine yığılarak sıra bekleniyordu. Bir aralık, kefenlik bez tedâriki için dahi haylice zahmet çekildi. Hattâbâzıcenâzeler, üzerindeki don ve gömleklerle gömüldü. Sonradan, tüccardan bâzılarıimdâdımıza yetişti de, veresiye olarak orduya bir haylice kefenlik bez verdiler.

 

Tabiplerimizin Hâli ve Gayreti

 

İşin en ziyâde güçlük veren bir ciheti de şudur ki, sayıları zâten ihtiyacımızın pek altında olan tabiplerimiz de bu hastalığa tutuldular.Sekiz on bin hastanın muayene ve tedavisi, yirmi yirmibeş tabibin boyuna yüklendi kaldı.Bu muhterem tabibler hep vatan evladı idi. İçlerinde nadir olarak ecnebi bulunuyordu.

 

Seraskerin Yine Uzaktan Kumandaya Kalkışması

 

Bu telgraftan on gün sonra düşman, Çobandede dağında İki metre derin bulunan karları kürüyüp yol yaparak, Erzurum'u muhâsara etmek İçin Pasin'deki Kösemehmet ve Hin köylerine top ve asker aşırdı. Bir de, düşman odun bulamaz diyor ki, bu da abestir. Zira bizim köylülerin evleri ne gün için duruyor? Fazlasıyla verdiği akça mukabilinde evleri ahırları söküp söküp yakıyor. Evini vermeye râzı olmayana da bir göz Belerttiği gibi değil evin hatta bütün mâmelekini bile elinden alıyor.

 

                                               YİRMİ ALTINCI KISIM

 

Telgrafın diğeri ise şudur: Bayburt’a ve Erzincan’a tâyin olunan bu kumandanların memuriyet yerlerine gelmesine vakit kalmadan Rumeli cihetinde İşler fenalaşmış ve düşman İstanbul'a teveccüh eylemiş olduğundan mütâreke ve arkasından da müsâlaha vuku buldu. Acaba mütâreke olmayıp da bu adamlar memuriyet mevkilerine gelmiş olsa İdiler, üzerlerinde vazife ifâ edebilecekleri bir asker bulabilecekler miydi ? Heyhat !...

 

Muhtar Paşa’nın İstanbul’a Çağrılması

 

Akşamdan sonraya kadar da herşeyimiz hazır oldu. Şu kadar var ki, Mehrali yaralı olarak muharebeden döndüğü zaman, şâyet Kumandan Paşa’nın Erzurum'dan çıkması lâzım gelirse, kendisinin de beraberce çıkarılmasını rica etmişti. Çünkü hem düşmanlarının gürültü ve şamatasını işitmek istemiyor, hem de diri olarak ellerine düşmekten çekiniyordu. Muhârebeden evvel ve sonra Moskof'a ettiklerinin cezasının pek ağır olacağını biliyordu.Mehrali için bir kızak yaptırıldı; yatsıdan evvel, kendisi yatağıyla beraber kızağa yatırılarak yola çıkarıldı.

 

Trabzon Kadınlarının Muhtar Paşa Hakkındaki İtikatları

 

Bütün muhârebelerde, işinin icabı, en tehlikeli ateş hatlarında dolaştı durdu. Şimdi halkın ağzında, adının böyle insafsızca bir hezeyan ile yâd olunması, mutlaka cehaletten, doğruyu yanlışı ayırt edememekten ve ahlâk fesâdından dolayıdır.

 

Umûmi Ahlâka Dâir Bir Mütâlaa Efkârıumûmiyesi bu gibi bâtıl sözleri derhal ve sür'atle kabule hazır olan böyle bir milletin içinde, mevki sahibi olup da çekinmeden iş görmek gerçekten pek güç bir şey imiş» diye, kendi kendime teessüfler ettim durdum.

 

Meydana gelen bir iyilikten, bir milletin en ehemmiyetsiz bir çobanı bile iftihar hissesi alarak, kendisini o güzel İşin en mühim icrâatçılarından sayıyor da koskoslanıyor. Ama umûmî olarak gelen bir fenâlıktan ise herkes teberrî eyleyerek; o fenâlık, velev mevhum olsun muayyen bir şahsa isnat edilmek ve derlenip toplanıp bir adamın kucağına konmak isteniyor.

 

Şu kadar ki, garplıların idâredeki intizamları umûmî efkârın öyle münâsebetsiz yere heyecanlanmasına mâni oluyor. İş erlerinden dâima milletin menfaatına uygun semereler alınıyor, ve o zatların da umum nazarındaki kadr ü şerefi artıyor. Lâkin bizim idâremiz, intizam ve kaideden çok, baht ve tâlihin hevesine mahkûm olduğundan, zarûrî olarak milletin yüzünü ekşitecek ve hatırını kıracak vukuat peşpeşe olup duruyor. Bu ise, iş başındakilerin ihânet ve hiyânetle tanınmasına sebep oluyor.

 

Geçmişteki vak’alâr da bir kere göz önüne alınsın. Devlet-i Aliyye her ne zaman bir muhârebeyikayp etmiş ise, bu sırada işin başında bulunanlar iftirâya uğramışlardır. Bunlar için, ya «Karşı taraftan rüşvet almıştır» veyahut «Babası, ecdâdı veya kendisi müslüman olmadığı için bu belâyı devletin başına kasten ve hiyâneten getirmiştir; yoksa umûmun hiç bir kusur ve hatâsı yoktur. Her şeyimiz her levâzımımızlüzûmundan bile fazla iken, sırf bu adamın hıyânetî sebebiyle bu musîbete düşülmüştür» şayiası çıkarılmıştır. Efkârıumûmiyyenin hırsı bu sûretle bir veya birkaç muayyen şahıs üzerinde teskin olunmuştur. Devlet dahi mecbûren o şâyiaların akıntısına uyup giderek nice günahsızların kanına girmiştir.

 

Deniz Kuvvetlerimize Dair Birkaç Söz

 

 İki gün sonra Trabzon’dan hareket edecek olan Nemse’ninLoyid kumpanyası vapuruna binmek kararını verdik ve etrâfa böyle duyurduk. Bütün eşyâmız o vapura yüklendi. Fakat Paşanın kendisi yalnız olarak, bir gün önce kalkan bir Fransız vapuruna binerek açıldı. Yâverler ve diğer alâkalılar da benimle beraber Nemse vapuruna kaldı. Her ne ise, günü geldi, biz de Nemse vapuruyla Trabzon’dan hareket ettik.

 

Donanmamız Kuvvetli İken Rusya’nın Mahkumu Olduk

 

Gerçekten de hiddet edilecek şeydir. Çünkü o sırada Deviet-i Aiiyye’nin deniz kuvvetleri, adet, kuvvet ve sağlamlıkça Rusya donanmasından üstün idi. Karadeniz'in bizim donanmanın bir manevra havuzu hükmünde olması, ve hele zırhlı vapurlarımızın Karadenizdeki bütün Rusya sâhilierini tehdit etmesi lâzım gelirken, aksine biz tehdit olunduk. Ondan fazla olarak da Moskof’un iki çürük ahşap vapuru, bizim koskocaman bir posta Vapurumuzu yakalayıp götürdü. Buna insanın nasıl canı yanmaz, Osmanlı ve İslâm hamiyeti olan bir göz, bu hâle karşı nasıl kan ağlamaz...

 

Donanmamızın öyle kuvvetli bir zamanında Karadeniz’de Rusya'nın mahkûmu olmuş idik.Çünkü o muhârebeden sonra Moskof, Karadeniz’deki donanmasını en yüksek dereceye çıkardı!

 

Muhtar Paşa’nın İstanbul Muhafazası Memuriyetiyle Çatalca’ya Gitmesi

 

Muhtar Paşa İrâde-İ seniyye hükmüne uyarak Çatalca'ya gitti. Bir iki gün sonra da, olduğu yere fakiri istedi. İstanbul'a Rumeli muhâcirlerinin döküldüğü ve yollarda muhâcircenâzelerinin serilip kaldığı ve hattâ şimendifer katarlarının dahi ne yapacaklarını şaşırdıkları bir sırada, Sirkeci'den hareket olan vagonsuz yalnız bir lokomotife binerek Hadımköyü'ne gittim. Orada sevk memuru Tayyar Paşa'nın gösterdiği kolaylık sâyesinde Çatalca ordusuna merkez ittihaz olunan Örcünlü köyünde Paşa hazretlerine mülâki oldum. Artık burada Rumeli cihetinden İstanbul’un müdâfaası İmkânlarını ikmâl etmekle meşgul olup kaldık.

Güncel Haberler