YAZAR HAKKINDA KISA BİLGİ :

 

Saffet Ulusoy, (d. 1930, Trabzon - ö. 23 Şubat 2012; İstanbul), Türk yönetici ve iş adamıdır. Ulusoy Holding'de ulaştırmadan sorumlu olan Saffet Ulusoy; Ulusal Nakliyeciler Derneği (UND) yönetim kurulu başkanlığı görevi yapmış; 17 Ağustos Depremi'nde depremzedeler için yardım kampanyası düzenlemiştir.

 

Saffet Ulusoy, Ro - Ro alanındaki uluslararası başarısı nedeniyle Italya'nın en büyük onur ödülü olan "Commendatore" nişanına layık görülmüştür. Aynı zamanda 2002 yılında kurulan RO - DER Derneğini'nin de başkanlığında bulundu. Ayrıca 18 Ocak 2002 tarihinde Almanya Flenburg şehrinin Valisi ve Belediye Başkanı tarafından şehrin tershanesine verilen Ro -Ro gemileri sipariş ve iflas etmekte olan tersanenin faal duruma geçmesi nedeniyle "Liyakat Nişanı" ile ödüllendirilmiştir.

 

Aktif iş yaşamından vakit buldukça anılarını kaleme alan Saffet Ulusoy'un yayımlanmış bir de kitabı vardır. 1954 yılında Of'un tanınmış ailesi Sarallar'dan Aziz Saral'ın kızı Süreyya Hanım ile evlenen Saffet Ulusoy'un Selma, Haluk, Sevim, Berrin ve Sevilay adlarında beş çocuğu vardır. Çocuklarından Haluk Ulusoy Türkiye Futbol Federasyonu Başkanı olarak görev yaptı.

 

Ünlü iş adamı 23 Şubat 2012'de 82 yaşında vefat etti. Cenazesi Ulus Mezarlığı'na defnedilmiştir.

 

 

KİTAP HAKKINDA KISA BİLGİ :

 

İstanbul 19. yüzyılın ortalarından itibaren pek çok Batılı entelektüelin kendini adeta uğramak zorunda hissettiği bir yerdi.

 

Saffet Ulusoy bu kitabında hem aile hikayesini hem de yaşadığı olaylardan çeşitli hatıraları naklediyor.

 

Bir dönemin şahidi olarak Türkiye’nin gelişme yıllarına ışık tutuyor.

 

 

KİTAP HAKKINDA KANAAT:

 

Bir çok olaya şahitlik yapan Ulusoy’un hatıralarında Yakın Tarihimizin bazı dönemlerini ve önemli şahıslarını bulmak mümkün.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

                                        

TAKDİM

 

Medeniyet kayıtla başlar.Kayıt altına alınmayan her gerçek zaman içerisinde kaybolmaya yüz tutar. Bazı yaşam öyküleri vardır ki  onlar mutlaka geleceğe aktarılmalıdır.Özellikle yaşama dair kavgası bir ömür boyu süren İnsanların hayat öyküleri,dönemlerine  ilişkin tanıklıklarıyla birleştiğinde, daha da kayda değer bir hayat olur.

 

Saffet Ulusoy ile yaklaşık 13 yıl kadar önce bu duyguları paylaşmıştık. O da bu süre boyunca gerek geçmişinden hatırladıklarını ve gerekse günlük yaşamını notlar halinde yazmıştı. Artık elimizde Ulusoy tarafından kitaplaştırılmak üzere alınmış notların yanısıra onun hala keskinliğinden bir şey kaybetmemiş hafızası vardı.

 

Elbette hiç bir yaşam yalnızca bir kitaba sığacak kadar az yaşanmış  değildir. Fakat "Aklımda Kalanlar", Saffet Ulusoy’un zorlu,renkli,zengin  ve alabildiğine dolu hayatının en önemli kesitlerini içermektedir.(s.3-4)

 

                                                            ÖNSÖZ

 

Benden geriye yalnızca servet bırakmak istemedim. Öğrendiklerimi öğretmek istedim. Samimi, dürüst ve açık olarak anlattım,yazdım ve yazdırdım.İstedim ki; bana Özenen başarı kovalayan insanlar  başarının tanımını doğru yapsın. Başarı para kazanmaksa bunun yolları bu kitapta var. Gençlerimiz bunları bilsin. Para kazanmanın aynı zamanda para kazandırmak olduğunu anlasın. Tek başına mutlu olamayacağını görsün. Önce kendisinden başlayarak ailesi,yakın çevresi ülkesi ve sonunda dünya için çalışması gerektiğini kavrasın.(s.5)

 

                                                AİLEMİZİN KÖKLERİ

 

1929 yılında Trabzon-Rize arasında bulunan Solaklı Deresinin önü Çaykaradan Of yönüne doğru gelen beş kilometrelik bir toprak kayması baraj gibi kesilmiş ve su birikmeye başlamış.O günlerin imkanları ile tahliye edilemeyen bu suyun oluşturduğu basınç önündeki toprakları yıkarak büyük çaplı bir sel felaketine dönüşmüş.Yaklaşık 30 kilometrelik bir mesafede etkili olan bu felaket sonucu  5 bin kadar insan hayatını kaybetmiş.(s.17)

 

Kardeşim Yılmaz'ın doğduğu yıl(1941)Annem “Tüccarın rızkı İstanbul’dan, memurun rızkı Ankara'dan!" diyerek, aileyi İstanbul’a götürmeye çalışmışsa da başaramamıştı. Başlangıçta bu kararı destekleyen hatta İstanbul’da bir ev satın alınmasına bile izin veren babam ve  diğer aile fertleri, daha sonra bu değişim için henüz erken  kararını vermişlerdi. Bağlarbaşı Gümüşyol Sokak No:28 Üsküdar'daki bu evin adresini Ali Osman ağabeyimden duymuştum ve hiç unutmuyorum. (s.24)

 

                                                   ÇOCUKLUĞUM

 

15 Ağustos 1930’da Of’da yaşayan ailemin o yaz için göçtüğü Çaykaranın İpsil Yaaylasında doğmuşum.Çocukluğumu Of’a bağlı ismi "Leka Humruk" olan 41 haneli bir köyde yaşadım. Altı yaşıma  kadar vaktimin çoğu benden küçük olan kardeşlerime bakmak, onları oyalamak, Camiye gidip dini dersler almakla geçti. Evin işlerine yardımcı olmak, sekiz-dokuz yaşlarına kadar benim görevimdi. Biraz daha büyüyünce, bir üst seviye işler devralınır ve daha ağır sorumluluklar üstlenilirdi.

 

Eve su getirmek de  bu görevlerin en önemlisiydi. Çünkü su kaynağı, evimize 150 metrelik bir mesafedeydi. İneklerin otlatılması, 1,5 kilometrelik uzaklıktaki su değirmenine mısırların götürülüp mısır unu olarak geri getirilmesi ya da tavukların bakımı  bana düşen işlerdi.Bunlardan arata kalan zamanlarda  ağabeylerimin  kitaplarını karıştırır bir şeyler öğrenmeye çalışırdım.Bu çabalarım sonuçsuz kalmadı ve okuma yazmayı henüz okula gitmeden öğrendim.Babamın eski av tüfeğini çok iyi kullanırdım.Sonbaharda olgunlaşan mısırları kargalardan ve domuzlardan korumak için bu tüfeği çok ateşlemişimdir.Sadece gündüzleri değil gece olunca kümeslere gelen çakalları da bekler ve bu tüfekle kovalardım. (s.77)

 

                                             ASKERLİK YILLARIM

 

Ben askerde Trabzon’da bulunan 48.Tümen komutanı Hüsnü Göktuğ Paşa’nın makam aracının şoförüydüm.O dönemlerden aklımda iyice yer eden hatıralardan bir tanesi  alayın çamurudur. Giydiğimiz askeri potinlerin görevi, sanki bu çamurları ayağımızda toplamaktı. Sarıkışla’nın çamuru çok fenaydı. Bir gün Üsteğmen bana "Öne çık! Alayda beş tane cip var ama dört tanesi çalışmıyor.Bunların onarımını yap çalışır hale gelsinler” dedi. (s.91)

 

Bir gün Göktuğ Paşa, Amerikan askerlerinin harp oyunlarını izlemek üzere Erzurum'a gideceğimizi bildirdi. Önümüzdeki  zorlu yolculuk, Zigana Dağları’na yağan kar nedeniyle kabusa dönüştü. Kar,Gümüşhane-Bayburt yolunu yorgan gibi kaplamıştı. O günlerde yolların durumu berbattı.(s.93)

 

Bir sabah Paşa'yı almak üzere evine gittiğimde aşçısı Salih, “Aman Saffet, kendini kolla. Paşa, hanımı ile kavga etmiş bana dayak attı seni de haşlamasın dedi. (s.95)

 

                                          İŞ HAYATINA BAŞLANGIÇ

 

Of ve Trabzon'daki hayatımızda özellikle 1940-1950 yılları arası benim en net hatırladığım dönemdir. Tabii o dönemlerde yoksulluk diz boyu…Bir düğün-dernek olsa üzerine doğru-dürüst, elbise giyip insan içine çıkabilecek birkaç kişiden fazlasını bulamazdınız. Bu öyle bir fakirlik ve yokluk yıllarıydı ki örneğin şeker kolay kolay bulunmazdı.Doğum olduğu zaman komşular bizim eve gelip şeker alırlardı.Misafirleri gelse bizim eve gelip ödünç yatak alırlardı.Yünün bile az bulunduğu  o yıllarda yün bulsan içine dolduracak kaput bezi bulunmazdı. (s.100)

 

Para çok az kişide bulunurdu. İnsanlar işsiz güçsüzdü.Tarlası olan ancak kendi karnını doyuracak kadar üretim yapabilirdi. Tarla sahibi  olmayanların çoğu  başkalarının tarlalarında çalışır,hamallık veya  çobanlık yapardı. O dönemde ev olarak adlandırılan mekanlar genellikle tahtadan yapılmış, konforu olmayan barınaklardı. (s.101)

 

1947 yılının son aylarıydı.Hava muhalefeti nedeniyle yolcular vapur ile Samsun’a gidememişler perişan  bir vaziyette bekliyorlardı.Ali Osman ağabeyimin kullandığı kamyona 35-40 yolcuyu bindirip Samsun'a gitmek üzere yola çıktık. Yol üzerinde pek çok dere vardı. Üstelik köprü de olmadığı için çoğu zaman suyun içinden geçiyorduk. Oysa motora su giderse ıslanan kablolar yüzünden duracak motoru dere içinde çalıştırmak hiç de kolay olmayacaktı. Bu nedenle araçlar dere içinden geri-geri  geçiyordu. Yolumuz üzerindeki Fatsa-Terme arasında ise hiç yol yoktu.Bu nedenle bu yolculuğun en zorlu kısımları bu arada yaşanıyor,aracımız  kumlara saplanıp kalıyor ve çıkarmak çok güç oluyordu.Güzergahta  yol olmadığı gibi hiç bir yerleşim yeri ve konaklama alanı da mevcut değildi.Trabzon'dan ayrıldıktan sonra yalnızca Araklı'da, Halit Ağa isimli birinin fırınından ekmek alınır ve yola devam edilirdi. Bu yolculukta Trabzon’dan Samsun’a varmamız tam beş gün sürdü. (s.108)

 

1948 yılında Mehmet Ali Ağabeyimle Erzurum’dan Van’ın Özalp İlçesine tuz götürüyorduk. Yolun ortalarında bir yemek molası verdik. Öyle şimdiki gibi tesis falan yok. Tanıdık bir bakkal yada onu gibi derme-çatma yerlerde çörek, peynir ekmek yerdik.Oturduk önümüze konulan yoğurt için de kaşık bekliyoruz.Adamcağızın kaşığı unuttuğunu zannediyorduk.Adam bunu anlamış olmalı ki, bize dönerek; "Kaşık getirmemi bekliyorsunuz ama bizim nahiyede kaşık yoktur." dedi. Biz de yoğurdu çöreği kaşık yaparak yedik. Ülkemiz, bu günlere işte buralardan geldi. (s.115)

 

Çavuşoğlu Mehmet'den 1948 modeli Chevrolet marka bir kamyon almıştık.9 bin 700 liraya aldığımız bu kamyona 3 bin liraya kasa yaptırıp  otobüs haline getirmiştik. Erzurum-Kars arasında bu otobüsle  altı yedi ay çalıştık. (s.116)

 

1953-1954 yılları arasında yine kamyonla Trabzon ile Doğu Beyazıt arasındaki taşımalarımız devam etti. Trabzon’dan Kars’a 32 günde gidip geldiğimiz zamanları hatırlarım. (s.120)

 

1939 yılında elma sandıkları  ile yüklü kamyon Kop Dağı’na girdiği zaman bir virajı alamayarak devrildi. Bu kazada kamyonda bulunan yahudi bir tüccar kafasına çarpan elma sandığından dolayı hayatını kaybetti. Bu olaydan sonra da  bu virajın adını ‘Yahudi virajı ' koydular. Bu gün halen bu mevki aynı isimle olarak anılmaktadır. (s.123)

 

Özellikle 1953 yılındaki yoklukları hiç unutamıyorum.Araç lastiği bulunmuyor,bizm araçlarımızn dışındaki bir çoklarının bundan dolayı araçları çalışmıyordu. (s.123)

 

Araç lastiği o kadar değerli ve az bulunuyordu ki dört lastik bir araç değerindeydi. Bu yüzden Hükümet lastikleri il il tahsis ediyordu. Van'da fazla sayıda araç  olmadığı için oradan lastik almak daha kolay oluyordu. (s.124)

 

Muş Belediyesi'ne ait 1946 modeli Scanıa  marka bir otobüsün satıldığı haberi gelmişti. Bu otobüs çok eski  olduğundan satışa  çıkarılmıştı. Otobüste altı tane iyi durumda lastik var demişlerdi. Ben otobüs için değil lastikleri i almak için ihaleye girmiştim. (s.124)

 

1950'lere gelirken Trabzon'da bini aşkın şoför olmasına rağmen ancak 15-20 araba vardı. Trabzon'a yakın büyük kentlerden biri olan Erzurum’da tüccar yoktu.Esasen Erzurum’un tüccarı Karadeniz’den gitmişti.Burada ağırlıklı olarak Sürmeneliler ticaret yapardı.Ama Erzurum yine de Doğu’nun ticaret merkeziydi.Kars, Karaköse, Van Tüccarları gelip Erzurum’dan mal alırlardı.Erzurum’da hayvancılık çok yaygındı ve etkin bir ticaret hacmi oluşturuyordu. (s.131)

 

O zamanlar ticaret daha fazla güvenle yürür çok fazla batık para sorun yaşanmazdı.Ürünleri satar, rakamlar belli miktara yaklaştığında tahsilat yapmaya başlardık.Bu günlerde uygulanan teminat, banka mektubu, ipotek gibi iş hayatının olmazsa olmaz koşuşları yoktu.Geçerli olan tek teminat tüccarın geçmişi ve bilinilirliği idi.Kısacası güven esastı. (s.137)

 

                                              HACC YOLUNDA

 

1963 yılında karayolu ile hacc ziyaretine  izin verildiğini öğrendiğimizde Ulusoy olarak biz de hac seyahati organize etme kararı aldık.  İlk kafile için hacı adaylarını kayıt etmeye başladım. 600 hacı adayı topladım ve 18 otobüs hazırlayıp hiç bilmediğim  bir yolculuğa başladım.Bu ilk hac seyahatimizde, babam ve annem de hacc görevlerini yerine getirmek üzere kafileye katıldı. (s.154)

 

Arap ülkelerinin bizden çok daha geri bir yaşam düzeyinde olduklarını biliyorduk. Ancak bu kadarını da beklemiyorduk.

Yüzyıllarca Osmanlı egemenliğinde yaşamış, devlet geleneği olmayan çalışma hayatını henüz düzene oturtamamış, sürekli yaşanan sıcaklık nedeniyle durağan bir toplum düzeniyle karşılaştığımızda bir şok yaşadık.Burada zaman yavaş işliyor hatta bazen duruyordu.Arap memurlar Osmanlı döneminde aramızda yaşanmış olayların etkisiyle bize soğuk davranıyorlardı. (s.155)

 

İlk yolculuğumuz dualar eşliğinde ve güle-oynaya başladı. Zevk duyarak ve merak içerisinde devam eden yolculuğumuz, ülkemiz sınırlarının aştığımızda buruk bir heyecana ve bilinmez toprakların verdiği endişeye dönüştü. Yorgunluğun ilk izleri ve  yaşanacak sorunların ilk belirtileri, Ürdün topraklarına girdikten sonra ufak tefek-tartışmalar şeklinde kendini gösterdi. (s.155)

 

Kafilemiz, Ürdün topraklarını 200 kilometre geçtikten sonra çöle girdi. Çöl yollarında ilk seferin de getirdiği acemilikle aracı  sürekli kumlara saplıyorduk. Yol boyunca kuma saplanan araçları haci adaylarımız çekerek çıkarmış bundan dolayı yorgun düşmüşlerdi. Bir akşamüzeri güzergahımızın dışına çıkıp önce yolu sonra kendimizi kaybettik.Araçları bir tepe üzerine çıkarıp nerede olduğumuzu anlamaya çalışırken ortalık zifiri karanlığa bürünmüştü. (s.156)

 

Tebük vilayeti, bizim sıradan bir köyümüz büyüklüğünde düz bir sahra yerleşiminden başka bir şey değildi.Gelen hacı adaylarının pasaport ve giriş işlemleri de burada kurulmuş olan 40-50 kadar çadırda yapılıyordu.Bu işlerin tamamlanması 2 gün sürdü.Burada bir de kutsal topraklara giriş için fakir fukara ve karantina parası ödemek zorunda olduğumuzu öğrendik. (s.157)

 

Takip edilecek hiç bir işaretin olmadığı uçsuz bucaksız ve yolu olmayan çöle bir rehber almadan girme gafletinde bulunmuştuk.Amansız sıcak ve kum deryasının ortasında bir türlü ilerleyemiyorduk.Bazı günler ancak 10 kilometre, şanslı olduğumuz günler ise 15-20 kilometre yol alabiliyorduk.Rastgele gittiğimiz bu yolda bir ot bile yoktu.Sadece uçsuz bucaksız kum ve bu kumların meydana getirdiği camları delen kum fırtınaları arasında yaşıyorduk.Aslında trafik işareti olmayan bu yolların kumluk bölgelerinde  bazı yerler büyük taşlarla işaretlenmişti.Hatta bir yerde kırık bir araç kovanını dikmişlerdi.Biz ise meğer geçilmez anlamına  gelen bu işaretleri yol gösteriyor diye takip ediyorduk. (s.158)

 

Sonunda bir Arap şoför kamyonuyla çıkageldi.Yanımızda Arapça bilen adama durumumuzu anlattık.Adam Arap şoföre yolu kaybettiğimizi  tercüme etti.Arafat’a  yetişmeleri için bu hacıların  sizin yardımınıza ihtiyacı var dedi. Arap şoför bizi çölden çıkarmak için 10 bin riyal istedi.Oysa 100 bin riyali de istese vereceğiz. Sonuçta 7 bin 500 riyale anlaştık. Arap şoför kendi başımıza gitmemeleri için bizim şöforleri uyardı. Tüm tecrübesini bizim için kullanmaya başlayınca ilerlemeye başladık.Adam yolu öyle iyi biliyor ki; kumun renginden, batıp batmayacağımızı anlıyor. Bu şekilde bizim için birkaç gün daha sürecek 25 kilometrelik çöl yolunu iki üç saatte aşıp asfalta çıktık ve Tehma’ya ulaştık. (s.159)

 

Rehberle yaptığımız bu yolculukta, 16 günde ve türlü badirelerle geçtiğimiz çölü üç günde aştık.Geçekleştirdiğimiz bu hacc ziyareti tam 42 gün sürdü. (s.160)

 

1964 yılının hac yolculuğu olaysız bitti. Suudi Arabistan’da Türklere karşı sergilenen soğuk davranışlar da, Cumhurbaşkanı  Cevdet Sunay’ın 1960'lı yılların ortalarında Mekke'ye gidişinden sonra değişmeye başladı. Daha sıcak ve yardımsever  davranmaya başladılar. (s.162)

 

1972 yılındaki Hacc Döneminde ortaya çıkan Kolera salgınından hepimiz çok korkmuştuk. Üstelik salgın o kadar etkiliydi ki ölenler için tabut bulmak bile imkansız hale gelmişti. Tabut ancak karaborsa fiyatlarıyla bulunabiliyordu. (s.173)

 

Bizim  zamanımızda da Arafat’dan aşağıya inmek bile çok zordu. 20 kilometrelik yolu herkes yaya olarak iner ve çıkardı. Şimdilerde her şey değişti. Mekke'ye Medeniyet geldi. 1967'ye Kadar hacca karayoluyla giden hacılar  hacılığın kıymetini en iyi bilen hacılardır. (s.174)

 

                                                    POLİTİKA DENEYİMİ

 

Bizim memlekette hatırı sayılır ailelerin başında Çakıroğulları ve Sarıalioğuları gelirdi. Çakıroğulları Demokrat Partiyi destekler, Sarıalioğuları ise CHP’yi desteklerdi.

 

İkinci Dünya Savaşı yıllarında hazineye kaynak oluşturmak için uygulanan Varlık Vergisi, büyük tepki çekmişti.Vergisini ödemeyenlerin Kop Dağı'nda yol yapımında  çalıştırıldığını hatırlıyorum. (s.178)

 

17 yaşlarındayken DP'ye ilgi duymaya başladım ve yakama altın bir  Demokrat Parti rozeti taktım. Halk Partililerin çoğunlukta olduğu  eski dönemlerde Demokrat Partili olmak bir suç gibi algılanıyordu.Hiç unutmam Üçüncü sınıf öğretmenim CHP'li Hasan Tahsin Saral beni Çarşıbaşı’nda görmüş "Yakana neden bu rozeti takıyorsun?diye sormuştu. Verdiğim cevap gayet sade ve içtendi," Biz artık bu idareden bıktık yeni bir idare istiyoruz. (s.178)

 

1947yılıydı. Menderes Türk siyaset sahnesinde önemli bir yer edinmeye başlamış bu arada ben de DP'li olmuştum. DP’nin Trabzon il başkanı Kemal Atal’ın konuşmasını dinlemek üzere Erzurum’a gitmiştik.Kemal Atal henüz konuşmasının başında “Ey İsmet İnönü bir kişiye bir kilo mısır veriyorsun.Bir kilo mısırı insan tavuğa vermeye utanır.Ne hakla bu milletten rey istiyorsun?” deyince polis Atal’ı apar topar kürsüden indirip gözaltına aldı.Böylece Başkanla gittiğimiz Erzurum’dan başkansız dönmüştük.(s.178)

 

1950'li yıllara gelinirken DP'nin yükselişi hızlanmıştı. 1948 yılında yaptığımız bir seferde yaşadıklarım bana CHP’nin sonunun yaklaştığını hissettirmişti.Samsuna yolcu götürmüştük.CHP’nin mitingi olduğunu duyunca meydana gittik. Kürsüde konuşma yapan CHP’li siyasetçinin  sözü , kendisine laf  atan bir dinleyici tarafından kesildi. Adam "Sizi çok dinledik,çok.Bakın orada bir eşek yürüyor.Siz bu lafları o eşeğe anlatın” deyince halk alkışlamaya başladı.Ondan sonra kürsüye DP’li Tevfik İleri çıkınca meydan alkıştan yıkıldı. (s.179)

 

Halkın Hükümete karşı bu kadar tepkili olmasının altında yatan sebep bizim açımızdan bakıldığında  tam istibdat devri uygulamaları ile karşı karşıyaydık.  Haber alma özgürlüğü bile kısıtlanır durumdaydı.Demokrat Parti’nin  çıkardığı gazetelerin satılması ve dağıtılması  yasaktı. Biz gençliğin verdiği heyecanla-üstelik araba yolundan giderken yakalanmayalım diye yaya olarak- o gazeteleri Çaykara'nın köylerine götürüp dağıtırdık. (s.180)

 

Adnan Menderes’in iktidarı sırasında Karadeniz’deki sulak yerlerin ıslahı sonucunda insanlar sıtmadan kurtuldu.Yeni yollar yapıldı.Tarımda makineleşme ve traktör alımının önü açıldı.Dışarıdan buğday alan Türkiye 1954 yılında buğday ihracatına başladı.Bu gelişme bile ülkeye büyük oranda iş potansiyeli oluşturdu. (s.181)

 

İhtilalden sonra her şey değişti. DP'lilere isimler takıldı.Aşağılanmalarının  yanı sıra üçüncü sınıf vatandaş muamelesine maruz kaldılar. (s.182)

 

O günlerde  Cemal Gürsel bir demecinde "Yassıada'ya denizin altından tünel kazarak yol yapıyorlar.Mahkumları  kaçırmayı planlıyorlar." dedikten sonra “Türkiye’yi et yığınına döndürür taşı taş üstünde bırakmam. "diye  bir uyarıda bulundu. (s.184

                               İSTANBUL’DA BÜYÜME ve LİDERLİK

 

O zamana kadar bizim araçlarımızın üzerinde ‘Büyükada, Yeşilova’ gibi isimler olurdu.Bu otobüsler kamyondan bozma olduğu için üzerlerine otobüs kasasını yapanların adı yazılırdı.Oysa yüzlerce mensubunun gururla taşıdığı bir adımız vardı,neden kullanmamıştık bu zamana kadar?Benim yoğun ısrarlarım sonucu soyadımızı araçların üzerine yazdırmak konusunda başarılı olduk. (s.204)

 

Trabzon-Samsun arasındaki seyahatler çok yoğun değildi. "Ulusoy olarak ilk tarifeli seferlerimize 1948 da başladık. O günlerde tarifeli seferler yoktu.Otobüsler yolcu yazdırarak günlerce bekler 20-25 kişiye ulaşınca yola çıkardı. Kalkış saati belli olmayınca varış saati de belli olmazdı.Yoldaki duruma göre konaklayarak giderdik.İnsanlar da şikayet etmez.”Niçin burada konaklıyoruz?” diye sormazlardı.Yollar yol değildi ve Türkiye otobüsle yeni tanışıyordu. (s.205)

 

Yolcu taşımacılığı yaptığımız dönem içerisinde  en büyük sıkıntıyı Merter Terminali'ni yaparken yaşadık. O günlerde ANAP İstanbul İl Başkanı olan Baki Albayrak, kardeşim Cemal'den  yeni temeli atılan Esenler Otogar'ından para ödemeden üç tane yazıhane istemiş.Kardeşim Cemal de bu talebi reddetmiş. (s.210)

 

1984 yılında Ulaştırma Bakanı Veysel Atasoy'la İran’la karayolu anlaşması yapmak için İran'a gitmiştik. Veysel Atasoy karayolu problemlerini bilmediği için her şeyi bana soruyordu.Toplantıda İranlı bürokratlar da hazır bulunduğundan  İranlılar protokolün başlığında “Allah'ın ismiyle” yazılması talep ettiler.Bakan Atasoy "Olmaz.Biz Tanrıyı kalbimizde taşırız dedi. Böylece iki bakan da toplantıdan ayrıldı. (s.278)

 

Hayır işlerinin çoğunu, memleketim Of'a yaptım.Her yıl zekatımı doğduğum ve sevdiğim toprakların yoksul insanlarına gönderdim. Memleketimden gelen hemşehrilerimden hiç birinin isteğini geri çevirmedim. İş verdim,hastasına baktım. Hayatımda bir kez memleketimden oy istedim. Maalesef bana bir oyu çok gördüler. 22 yıl sonra karşıma aday olarak bugüne kadar destek olup koruduğum bir Of’lu çıktı. (s.288)

 

Almanya'nın Münih şehri parlamenterleri 1982 yılında Ulusoy’un  davetlisi olarak Türkiye'ye geldi. Antalya ve İstanbul’un turistik yerlerini gezdirdik. Memleketlerine yolcu etmeden de bir akşam yemeği verdik. Dönemin İstanbul Belediye Başkanı Abdullah Tırtıl  Paşa, kendisine söz verilince "Bizleri ağırladınız, sizlere çok teşekkür ederiz. Ama bizim çok uykumuz geldi. Müsaade edin, otelimize gidip uyuyalım” dedi. Bu konuşma herkesin çok tuhafına gitmişti. (s.301)

 

Türk Dünyasının ileri gelenlerinden oluşan 40-50 kişi ile Sabancı Center’de yemekli bir toplantı davetiyle toplanmıştık.Yavaş yavaş yemeğin rengi değişiyordu.Sabancı ülkeni iyi yönetilmediğini ve yeni bir  yönetim ve Hükümete ihtiyaç olduğunu  söyledi. Sonra da, "Eskiden politikayla uğraştın, sen ne diyorsun? Cem Boyner'e ne dersin? diyerek, bana söz verdi.Bunun üzerine yaptığım konuşmada “Ortamın çok karışık olduğunu Türkiye'yi yönetecek yeni insanlara ihtiyaç olduğunu” belirttim.

 

Cem Boyner söz aldı.Adeta ilkokulda ders verir konuları ayrıntılı olarak dile getirdi.Erbakan ve onun misyonunun önü kesilmezse iktidar olacağını söyledi.Ben söz alıp bu işin işadamlarının dışarıdan desteklemesi ile yürümeyeceğini söyledim.  (s.304)

Güncel Haberler