Rize’li Molla İsmail, Sarıkamış Muharebelerinin ardından yaşadığı esaret hayatını şöyle anlatıyor: Bir yanda kar, bir yanda soğuk, bir yanda kirlenmişlik, bir yanda bit, açlık. En kötüsü, ne yapacağımızı bilememek! Küçük guruplar halinde ormanda dolaşıyoruz, bazen savaşıyoruz, bazen çekiliyoruz. O kadar dolaştık ki ormanda, bazen ilk kaldığımız, altında ateş yaktığımız, geceleri gecelediğimiz ağacın altında gene farkında olmadan yine geldiğimiz oluyordu. Ama gurubumuzdan kayıplar olduğunu da görüyorduk.
Bu soğuk cehennemden sağ çıkacağıma inanmıyordum. O zaman ne yapmalıydım. Ölüme hazırlık yapmaya karar verdim. Ta başından beri, ustura taşırdım, traş oldum!.. Aynı gün çamaşırlarımı temizledim. Kirli çamaşırlarımı parça parça karla yıkayıp çam altı ateşinde kuruttum. Kur’an da okudum. Yani ölüme tam tekmil, kendiliğimden hazırlandım. Hiç kimseye “şehit olursam beni gömün” diyemiyorsun. Kürek yok, kazma yok. Karın üstünde kalıyor şehit. Yeniden yağan kar örtüyor şehidi.
Üç kişilik bir gurup kurduk. Üç kafadar, serbest dolaşmaya başladık. Kâh gizleniyorduk, kâh ateş ediyorduk. Kendimizi korumaya çalışıyorduk. Bazen ormanda, korkunç bir ses duyuluyordu. Bilhassa ayazlı gecelerde bu çok oluyordu.
Yakalanıyoruz
Üç kişilik kafadar gurup, bir yamaçtan aşağıdaki düzlüğe bakıyoruz, bir kuşluk vakti. O karlı ovada, az da olsa bir canlılık var. Bunlar bizden mi? Yoksa Rus mu anlayamadık. Oradan karavana hazırlandığı, aç askere yemek verilmekte olduğu duyuruluyor, yemeğe davet ediliyor, yüksek sesle ilan ediliyordu. Hayret ettik. Rüya görmüyorduk. Türkçe konuşuluyor. 26 gündür ordu yemeği yemedik. 2 aydır sıcak yemek yemedik. Bu ne haldir acaba! Durumu iyi yönden yorumlamaya başladık: Her halde bizim kolordunun sağ kalmış bir birliği buradadır, biz de ona yakın gelmişiz. Uzaktan bakıyoruz. Kıyafetler aynen bizim asker gibi. Onların yanına gitmeye karar verdik. Silahlarımız ellerimizde onlara yaklaştık.
Tam yaklaştık ki etraftan kalkan askerler üzerimize atılıp bizi yakaladılar, silahlarımızı aldılar. Hem Türkçe konuşuyorlar, hem başka lisanla da konuşuyorlar. Yani biz esir olduk! 1915 senesinin Ocak (Kanunisâni) ayının ortalarına doğru esir olduk. Yemek verdiler, yedik ama orasını Allah bilir! Bizi bir korku kapladı ki anlatması mümkün değil. Hayatımızda böyle korku görmedik. Her tarafımız titriyordu!..
Silahsız olmak ne korkunç şeymiş meğer! Biz bunu bilmiyorduk. Biz açlığın ve soğuğun en kötü şey olduğunu zannediyorduk. Meğer en kötüsü “silahsız olmak” imiş. Allahüekber dağlarında, silah elimizde 26 gün dolaştık. Hiç korkmadık. Rus bize kurşun atarsa biz de ona atardık, nitekim atıyorduk. Ölmek varsa öldürmek de vardı. Silah ve kurşun olduktan sonra, düşman vız gelir askere! Düşmanın azı, çoğu önemli değil. Önemli olan silahtır.
Halbuki şimdi sadece ölüm korkusu var. Kendimiz artık asker değiliz. Kendimizi artık asker değil de, kadın gibi görmeye başladık. Bize her şey yapılabilir ve biz onlara hiç karşılık veremezdik. Eyvah!
Yemek verdiler bize, ama biz de yemek yiyecek ağız kalmadı. Korkudan titriyorduk. Biraz sonra ne olacak acaba! Yemeği ağzımıza götürecek el, kol kalmadı. Her yanımız titriyordu. Türkçe bilen, Müslüman olduğunu söyleyen Rus askeri bizim bu halimizi görünce, bizi teskin etmeye çalıştı, bize cesaret verdi biraz.
Oradan bir başka yere götürdüler bizi. Bu yeni yerde 10-12 kişi daha esir vardı. Bizi esir alanlar Türkçe biliyorlardı, Tatar Müslümanları imişler. Bizimle iyi konuşuyorlardı. Korkmamayı telkin ediyorlardı. Din kardaşı olduklarını söylüyorlardı.
Demek ki Ruslar, harp sahasını, cepheyi temizlemek için Tatar askeri getirmişler. Tabii Rus zabiti de var, Tatar zabiti de var. Sigara ikram ettiler, ben zaten içmezdim. Kimlik tespiti yaptılar, yani künye aldılar. Bize esir numarası verdiler. Kaçmaya teşebbüs edilmemesini tembih ettiler. Zaten kaçıp nereye gidebilirsin ki. Bizlere kimsenin yaklaşmasına fırsat vermememizi söylediler. Aralarında Ermeni asıllı askerler bulunduğunu, onlar Türkçe konuşarak, esirlerin arasına girerek, fırsat olunca esirleri öldürdüklerini, bunun için tedbirli olmamızı bize iyice anlattılar ve akıl verdiler. Kısaca bize sahip çıkmaya başladılar. Birkaç yeri gezdirdiler bize; nedenini anlayamadık.
Bir aralık, bir yerde sivil bir kişi bize yaklaşarak Türkçe konuşmaya başladı: adımızı sordu, nereli olduğumuzu sormaya başladı. Çevre de kalabalıklaşmaya başladı. Esir sayısı 15 kişiyi bulmuştu. Tatar askeri bu sırada başka işlerle meşgul oluyordu.
Başımızdaki Tatar askerlere seslendik. Geldiler, o sivilin üzerini aradılar. Koynundan bıçak çıkardılar. Ona adamakıllı bir dipçik salladılar. Bu sivil Ermenilerdenmiş. Tatar Türkçesi ile Ermeniyi azarladılar. Anladığım kadarıyla şöyle diyorlardı Ermeniye ve oradakilere:“Bu gördüğün esirler var ya! Bunlar Türk askerleridir. Bunların üstlerine başlarına bakmayın, Allahüekber dağlarında bunların bir tanesini, bir tabur Rus askeri ile tutmak zordur. Bunlar yiğit askerlerdir. Bunlar açlıkla harp ettiler, soğukla harp ettiler, bitle, tifo ile tifüs ile harp ettiler, gene de bunlarla baş edemiyorduk. Harp talihidir bu, esir düştüler. Biz şimdi bunlarla kardeşiz” diyerek o Ermeniyi hem dövdüler, hem de kovdular. Bunu da gördük. Biz bu konuşmayı, onların Türkçesi ile anladık.
Bu nutuk çeken, meğer onların zabiti imiş. Bir yerde yıkandık, esir elbisesi giydirdiler bize. Sonra bizi Tiflis’e götürdüler. Tiflis’te esir işlemleri iyice tamamlandıktan sonra ve birkaç gün bekledikten sonra bizleri trenlere bindirdiler.
Esaret Başlıyor: “Yesir Olduk Urus’e”
Tiflis’e geldikçe esir sayısı artı. Trenle kuzeye doğru uzun bir yolculuk başladı. Nereye gittiğimizi bilmiyorduk. Uzun yolculuğun sonunda çok büyük bir şehre geldik. Bu şehrin Kazan şehri olduğunu öğrendik. 1915 senesinin Şubat ayındayız. Kazan şehri soğuk bir yerde, düz bir arazide. Her yer buz. Tiflis’ten gelinceye kadar pek bir şey hatırlamıyorum. Halbuki trenin geçtiği yerler Rusya’nın en işlek yerleridir. Buna rağmen bir şey hatırlayamıyorum. Zira savaşın vermiş olduğu bitkinliği henüz atlatamamıştık. Kazan’da trenden indik ve bazı ihtiyaçları giderecek alışveriş ettik. Tekrar trene bindirildik. Sibirya’ya gitmek üzere tren yola çıkarıldı.
Trenin vagonları, kısmen yük vagonu, hayvan nakliye vagonu gibi. Yani iyi vagon değiller. Kanepeleri yoktur. Pencereleri dar ve yukardan, döşemeleri tahtadan, döşeme üzerinde hem oturuyor ve hem de yatıyorduk. Halbuki Tiflis’ten gelirken vagonlar iyiydi. Bu tren yolculuğu 46 gün sürdü. Biz önceleri bu yolun bu kadar uzun olduğunu ve sürenin bu kadar uzun olacağını bilmiyorduk. Salim kafa ile düşünmek bile düşünemiyorduk. Güneşin doğduğu istikamette tren ilerliyordu. Uzun bir katar. Tamamen esirlerle dolu. Demek ki Ruslar bunu esir treni olarak hazırlamışlar. Bu kadar Türk esiri var mı? Bilmiyoruz. Sonradan öğrendik ki Alman-Avusturya esirleri de var.
Trende günler geçiyor ve Sibirya’da Omsk ve Tomsk şehirlerini geri bırakmış doğuya doğru ilerliyorduk. Uzun yolculuktan sonra tren Baykal’da mola verdi.
Baykal’dan Notlar
Baykal’da kaldığımız müddet içinde çevreyi rahatça dolaştık. Dümdüz bir ova gördük. Meğer orası gölün üstü imiş, buz tutmuş. Buzun üzerinde kızakla dolaşılıyor. Nakliye işleri kızakla yapılıyor. Üzerinde balık pazarı kuruluyor. Balık hem orda tutuluyor, hem de satılıyor. Kızakları köpekler çekiyor.
Kısaca o bölgede Türkçe şöyle böyle anlaşılacak kadar konuşuluyor. Balık aldık, pişirdiler ve yedik. Orda pişirenler de var.
Nihayet tren Baykal’dan hareket etti. Gene uçsuz bucaksız boş araziler. Karlı memleket. Uzun yolculuktan sonra Viladivostok’a geldik. Yol boyunca çok değişik şeyler gördük. Öyle yerler var ki kadın erkek ayrımı yapmak zorlaşıyor. Çünkü erkeklerin yüzlerinde saç yok. Bazı ihtiyarların sakalında birkaç tüy var, bazılarında o da yok. Bazı yerler çok soğuk. Kargalar uçamıyorlar.
46 gün sonra Viladivostok şehrine geldik. O mıntıkaya “Mançurya” deniyor. Viladivostok deniz kenarında bir şehir. Oraya gelince kışlalara taksim ettiler bizi.
1915 yılının ilkbaharındayız. Kış ile yaz başlangıcı arası. Burası geçtiğimiz diğer yerlere göre daha az soğuk bir yer. Veyahut biraz daha sıcak denebilir.
Daha önceden yapılmış binalara yerleştirdiler bizi. Orta yerde büyük sobalar yanıyordu. Odun bol. Ağaç setler yapılmış. Onların üstünde hem oturuyor, hem de yatıyorduk. Basit de olsa yataklarımız vardı, örtünecek bir şeyler de vardı. İçerisi sıcak oluyordu. Dışarısı soğuk olsa bile! Gün geçtikçe hayat şartları düzeliyordu.
Ancak biz Türklerin barakaları bir arada idi. Alman ve Avusturyalıların barakaları da bir arada idi. Yani onlardan da esir vardı. Bulgar bile vardı aramızda. Hatta bizim barakada bile vardı Bulgar. Söylendiğine göre 10.000 civarında esir varmış.
Çevredeki tel örgünün dışına çıkmamak şartıyla, geniş alanda dolaşabiliyorduk. Zabitler, önceleri aynı tel örgü içinde, fakat ayrı barakada bir arada kalıyorlardı. Sonra ayırdılar onları. Mesleği olmayan her esiri Müslümanlarla beraber, amele sınıfına ayırdılar. Yani sanatı olmayanları amele yapıp Mançurya ormanlarında ağaç kesme işine gönderdiler. Beni de tabiatıyla ormana ayırdılar.
Bana: Be adam, sen memleketinde ne yapardın? dediler. Ben de: Sizin papazlarınız, ne yapıyorsa ben de onu yapardım, öyle geçinirdim! diye cevap verdim. Bu kere Rus amiri çok sinirlendi bana ve de “şimdi sana bir de kilise mi yapalım burada!” diyerek öfkesini belirtti.
Bir gün üst makamlardan bir yazı geliyor ki: “Onu Müslüman esirlere imam yapın” diye. Bir de bir maaş takdir ettiler. Ben o günden sonra Müslüman kampının imamı oldum. Maaş verdiler bana. Kadere bak ki esir kampında da imam oldum. Sanki bana çok derinden bir talimat verilmiş de esir kampında imam olmak için savaşa gönüllü gitmiştim. Kadere bak! Allah’a çok şükrettim, imamlık görevimi çok rahatça yaptım!
Esaretin ilk yaz aylarından biri idi. Bir gün kamp amirinden bir haber geldi:-Sizin paskalyanız, perhiz ayınız yok mu? Perhize başlayacak varsa isimlerini yazdırsınlar, ona göre perhiz yemeği verilecek diye.
Buna kimse inanmadı ve çok az kişi ismini yazdırarak oruç tutmak istediklerini bildirdi. Nihayet Ramazan ayı geldi; oruç tutmaya başladık.Biz oruca niyet eyledik ve başladık. İftar yemeğimiz normal oluyordu. Fakat sahur için kadayıf, hoşaf, diğer tatlılar çıkmaya başlayınca kampta bir şaşkınlık ve heyecan başladı. Bu kere herkes oruca yazılmaya başladı. Velhasıl çok az esir hariç ekseriyetle oruç tuttuk!
Teravih namazlarını kıldırdım. Cemaat çok kalabalık oldu. Sıra geldi bayrama. Kendi imkânlarımızla dış sahada, toplu halde bayram namazını kıldırdım. Bayram namazında, bayram hutbesi okunur, bayram hutbesi de okudum. Bu hutbelerde tüm milletin şanlara, zaferlere ulaşması için Allah’tan yardım istenir, asakir-i İslamın mansur ve muzaffer olması için Allah’tan yardım istenir. Ve daha bir çok şey istenir. Bunların hepsini yaptım. Esir cemaat bu dualara can-ı gönülden iştirak etmiştir. “Amin!” sedası göklere kadar yükselmiştir. Amin sesleri gök gürültüsünü andırıyordu.Bu disiplinli ve toplu halimiz Türklerin bu hareketi çevrede geniş bir tesir ve saygı uyandırmıştır. Kamp dışından ziyaretçiler de gelmiştir.
Tren İstasyonunun Şefi
Ben de tren istasyonuna inip şefle sohbet ediyordum. Dünyadan haber alıyordum. O kadarı bile yetiyordu. Şef beni, adeta Viladivostoklu bir hemşerisi, bir yakını gibi kabulleniyordu.
Kampta ajansları da dinliyoruz. Bir gün haberlerde sıra geldi Türk-Rus cephesine! Dikkatle dinliyoruz. 1916 yılının 6 Mart günü Rize işgal edildi! Rus askeri bizim memlekete girmiş. Rus askeri Mapavri’ye (Çayeli) girmiş. Mapavri kelimesini kullanıyor. Rus askeri Yaka mahallesine girmiş. Bizim Yaka mahallesi. Daha birçok yer adından bahsettiler. Benim köyüm de Rus işgaline maruz kaldı demek ki. Çeçeva, Polodya, Maranglı, Arpik, Musadağı gibi yer isimleri tekrarlanıp duruyor ajanslarda. Her gün yenileri ekleniyor listeye. Gün be gün batıya doğru gelişiyor işgal hareketi.
Memleketimiz düşman eline geçmesin diye Hasanale’de, Narman’da, Bardız’da, Allahüekber dağlarında Ruslarla çarpıştık. Şimdi ise memleketimiz düşman eline geçmiş. Hem de üç kolordu asker kırıldıktan sonra. Bu da felaketin cabası. İşte bu insana ayrı bir hüzün veriyor. Üstelik bu haberi işgalcilerin ülkesinde, esarette, onların ajanslarından dinliyoruz. Kahroluyor insan.
Evlere Dağıtılma ve Angarya İşler
Bir gün kamp amirliği bir kısım esirlerin çalıştırılmak üzere köylere götürüleceğini bildirdi. İstekli olanları tespit etmeye başladılar. Bir çok arkadaşımız istekli olarak köylere gittiler.
Mesele şudur. Rus çarlığı büyük savaşa girmiştir. Eli silah tutanları, bilhassa genç erkekleri silah altına almışlar. Bu yüzden köylerde genç erkek sayısı azalmış. Erkeklerin yapacak oldukları hizmetleri yapamaz olmuşlar. Esir kampında ise bu işleri yapacak çok esir var. Binaenaleyh, onlara, yani bu esirlere eksik kalan işleri yaptırmalı. Bu maksatla esirlerden faydalanmayı düşünmüşler. Nasıl olsa esirler kaçamaz Sibirya’dan.
Rus Çocuğuna Cenaze Namazı
Kampın yakınında bir Rus evi vardı. Evin genç bir kadını, bu kadının bir kız, bir de erkek çocuğu vardı. 6 yaş civarlarındaki erkek çocuk hasta oluyor. Fakir düşmüş ailenin çocuğu ölüyor, hep üzüldük. Şimdi sıra geldi cenaze işine. Kilise kendisinden kadının ödeyemeyeceği kadar para istiyor. Aramızda topladık, kadına verdik ve de kendisine, “Bu parayı sen kiliseye verme, bununla kendi ihtiyaçlarını karşıla, senin çocuğuna İslâm usulüne göre, yani biz esirlerin usulüne göre cenaze merasimi yapalım. İyi olur senin için” dedik. Bizim teklifimizi kabul ettiğini bildirdi. Hemen cenaze işlerine başladık. Kazanlarla su ısıttık. Sabun, lif, kefenlik bez aldık. Elimizde tahta vardı. Bir de tabut yapıldı. Teneşir tahtasını kurduk. Çocuğu güzelce yıkadık, kefenledik.
Esirlerin içinde bir kısım vardı ki bu işe sinirlendiler. Hıristiyan çocuğuna bu merasime ne gerek var diye, onlara vaaz verdim. Şöyle: “Doğuştan herkes Müslüman doğar, yedi yaşına kadar herkes Müslümandır. O zamana kadar İslâm kurallarına göre davranılır ona. Rüştünü ispatladıktan sonra İslâma girmezse o başka” diye vaaz verdim!
Çocuğu tabuta koyduk. Kıbleye döndük. Anasının görebileceği yerde tabutu yerleştirdik ve cenaze namazına durduk. Bütün esirleri namaza davet etmiş olduğum için cemaat çok kalabalıktı. Namazı kıldırdım. Büyük bir kalabalığın saf tutmasını, yapmış olduğum Türkçe duaya herkesin bir ağızdan “amin!” demesini annesi de karşıdan gördü, duydu. Bu arada vaaz da verdim. Yarı Türkçe, yarı Rusça anlattım. Bu kadının çok hoşuna gitti. Esasen Müslümanların yaptığı bu merasimi Hıristiyan esirler de dikkatle seyrettiler.
Tabutu götürüp İslâm mezarlığına defnettik. Mezarı süsledik vs. çok güzel bir merasim yaptık!.. Halk da bizi seyrediyordu.
Papaz bu kadını çağırmış. Bizim yaptığımız cenaze merasimini şehirde herkes duymuştu. Papaz da bu işten huylanmış ve kadını azarlamış, “Sen kiliseye para vermedin. Parayı ver yoksa çocuğu Hıristos dövecek” demiş papaz. İşte kadın bunun için ağlıyor; kadını teselli ettim. Ona, çocuğunu Allah’ın çok sevdiğini söyledim. Kadın papaza gitmiş, bunları anlatmış, papaz da ona hak vermiş, nihayet böylece kadın da rahatlamış.
Uzak Bir Köyü ve Papazı Ziyaret
Rusçayı öğrenebilmiş bir esir arkadaşımla bir gün Viladivostok’tan bir hayli uzakta bir köye gittik. O köye pek gidilmezmiş. Kilise tam anlamıyla kalabalık idi. Biz de kiliseye girdik. Herkes ayakta idi. Papaz ise kendi yerinden nutuk çekiyor, Hıristiyanlara nasihat ediyor, aynı zamanda toplantıyı yönetiyordu. Bildiğimiz kadar Rusça ile dinledik ve anlamaya çalıştık. Ne diyor acaba?
Papaz nasihat ediyor: Hırıstos şöyle diyor, Hırıstos böyle diyor vs. Konuşmanın bir yerinde bütün cemaat yere kapandı. Biz iki kişi sipsivri ayakta kaldık. Mahcup da olduk. Cemaat bizim yabancı olduğumuzu anladı. Türk olduğumuzu söyledik onlara!
İşte o anda etraf bir kaynaştı “Turko, Turko” demeye başladılar. Bu ses uzaklara kadar yayıldı. “Turko” deyip bizi görmeye geliyorlar. Uzaktan gelenler, topluluğu yararak bize doğru ilerlemeye çalışıyorlar, ellerini başlarının iki yanına koyarak boynuz işareti yapıyorlar. Yani “boynuzlarınız nerde” demek istiyorlardı. Demek ki Türkleri boynuzlu, boğa gibi, koç gibi güçlü ve acayip varlıklar zannediyorlardı. Velhasıl boynuzlu, kuyruklu, yeleli, iri yapılı insan türü zannediyorlardı. Bunun bir başka anlamı Türkler güçlüdür idi.
Yesir Olduk Urus’e, Sürdü Bizi Sibir’e
Trabzonlu veya Giresunlu bir İsmail vardı. Çok temiz ve akıllı idi. Türkü söylerdi. Aynı zamanda şair idi. Esarette yanık türküler söylerdi, ben onları unuttum. Sadece dörtlüklerden sonra gelen bir nakarat hatırımdadır. “Yesir olduk Urus’e, sürdü bizi Sibir’e” diye. Bu nakaratı esirler, her işte tekrarlayıp dururlardı. İsmail orda öldü. Ölüsü sanki bizlere gülümsüyordu. Allah rahmet eylesin.
Rusya’da ihtilal oldu. Esirler üzerindeki baskı gevşedi. Kaçarak ülkemize dönmek istiyoruz, ama nasıl dönebiliriz? Hangi yoldan, hangi para ile, hangi güvenlik altında? Benim yeterli param var. Ben Allah’a hem şükrediyorum, hem de yalvarıyordum. Memleketime dönmek için bana ışık tutmasını, yol göstermesini, imkân vermesini istiyordum. Benim yeterli param vardı.
Rabbim beni kaç çeşit felaketlerin acı sonuçlarından korumuştur. Bu kere de yine yardım istiyordum. Ben de Ulu Allah’a söz vermeye karar verdim şöyle ki:
1. Memleketime sağ salim dönersem, halka yapacak olduğum sağlık hizmetlerinden dolayı asla kimseden maddi menfaat temin etmeyeceğim, ancak ilaç ve malzemeyi hasta kendisi getirecek.
2. Memleketimde imamlık yaptığım takdirde bu meslekten dolayı ücret almayacağım, namaz kıldırmak, cenaze defin işleri vs. tüm dini ve diğer sosyal hizmetlerden para almayacağım.
3. Devletime, milletime ve İslâm ümmetine asla isyankâr olmayacağım, yapabildiğim kadar hizmet edeceğim.
4. Memlekete dönünce yuva kuracağım; yetişecek çocuklarıma tecrübelerimi aktaracağım ve onları muasır okullarda sonuna kadar okutacağım! Çocuklarımı, kimsenin hak ve hukukuna asla tecavüz etmeyecekleri tarzda yetiştireceğim. Çocuklarımı, devletin ve milletin malına asla el sürmeyecekleri, devlete ve millete hizmetten asla kaçınmayacakları tarzda yetiştireceğim. Amin!
Dönüş Başlıyor
Tren istasyonundaki şefle sohbet sırasında bir durum değerlendirmesi yaptık. Şef, Rusların o günkü politik durumunu apaçık ortaya serdi. Ülkede ayaklanma olduğunu, Sibirya’ya kaçan Nikola’nın öldürüldüğünü anlattı. Rusların her cephede geri çekildiğini, Türkiye’den de Rus ordusunun çekildiğini, artık harbin bitiğini anlattı. İç savaşın da artık bitmek üzere olduğunu, kısa zamanda onun da biteceğini söyledi.
Ben de memleketime dönmek istediğimi kendisine açıkladım. Bu hususta ne düşündüğünü kendisine sordum. Beni çok sevdiğini ve kendisinin o bölgenin yetkilisi olmadığını söyledi. Şayet ben orada kalırsam bana bir kardeş gibi yardım edeceğini söyledi. İllâ ki Türkiye’ye dönmek istersem, o zaman da gerekli yardımı yapacağını vaad etti. Ben döneceğimi bildirdim. O zaman bana yol göstermeye başladı.
Önce trenle Kazan’a gidilecek. Kazan’da Müslüman cemiyetleri var (Tatar Müslümanları). Sonra oradan trenle Çariçin’e (Stalingrad) gidilecek. Çariçin’de de İslâm cemiyetleri bulunduğunu, onların yol göstereceklerini, ona göre hareket etmemi tavsiye etti. Bütün bu seyahatlerde lüks mevkide seyahat etmemi söyledi. Elbiselerimi değiştirdim. Esir kıyafetimi attım, yeni Rus elbisesi ve şapkası aldım. Yalnız iç çamaşırımı değiştirmedim.
Rize’den İstanbul’a, daha doğrusu İstanbul’dan Rize’ye, köyüme dönercesine hazırlığımı yaptım. Şef bana trende iyi bir yerde bilet verdi ve Rus kimlik kartı çıkarttı, yani kınışka almış oldum. Bu kınışkaya göre ben Rus vatandaşıyım. Bu kınışkayı alıp bilahare çok kullandım. Şefle vedalaştım, helalleştim. Bayağı üzüldü.Kışlada arkadaşlara bunu anlattım, onlar da hem üzüldüler, hem de sevindiler. Çeçeva’dan Kibaroğlu Nazım ile Karadere’den Eyüpoğlu Abdullah hem üzüldüler hem de sevindiler.
1920 yılında bir bahar sabahı yola çıktım! Trenin iyi bir koltuğunda oturuyorum. Gene kırk güne yakın süren bir yolculuktan sonra Kazan’a geldik. Artık Rusça konuşabiliyorum, Trende diğer yolcularla sohbet edebiliyorum! Kazan’da birkaç gün kaldım. Niyetim Stalingrad’a inmektir. Tren gününü bekledim. O arada Türkçe konuşan Müslümanlarla konuştum. Bana bilgi verdiler. Çariçin’de savaşın devam ettiğini anlattılar ve iç savaş bitinceye kadar Kazan’da kalmamı tavsiye ettiler.
Akşam oluyordu ki aradığım İslâm Cemiyeti’nin merkezini buldum. Kapısındaki Arapça yazıyı okudum. İçeri girdim. “Selâmun aleyküm” diye selâm verdim. Tatar lehçesi ile “Aleykümesselâm” diye selâmımı aldılar. Beni hoş karşıladılar. Başımdan geçenleri taa Hasankale’den başlayıp Viladivostok’a kadar anlattım. O gün olanları da anlattım onlara. “Geçmiş olsun kardaş, hoş geldin kardaş” dediler. Beraber vakit namazı kıldık. Onların da derdi çokmuş. Bu iç savaşta, bilhassa o günkü çarpışmada, oranın İslâm büyüklerinden birkaçını kaybetmişler. Onların misafiri oldum. Gece hatim indirildi. Ben de Kur’an okudum.
Ertesi gün cenaze namazı kılındı. Gene misafirleri oldum. Ben derdimi anlattım, niyetimi bildirdim. Onlar da her türlü yardımı yapacaklarına dair söz verdiler. 5-10 gün orada misafir kaldım. İç savaşın durumundan bahsedildi. Deniz yolu kapalı. Deniz seferlerinin açılmasını beklemek lazım. O da çok zaman alır. Bir ara, orda kalmamı teklif ettiler. Onlara din adamı lazım. “Burada kal, seni burada evlendirelim, elimizde güzel kızlar var, bizde para var, mal var, erkekler öldürüldü, erkek azaldı iç savaşta. Sen burada kal, seni kimse elimizden alamaz. Hayata yeniden başla”.
Memleketime dönmek istiyordum. Kendilerinden yardım istedim. Bana şöyle yol gösterdiler:
1. Şimdilik Karadeniz’i aşmak mümkün değildir. Buradan Volga nehrinden aşağı, nehir vapurlarıyla Astraha’a inilir. Astrahan Türk şehridir.
2. Astrahan’dan Bakü’ye, yahut İran’a geçilir. İran’dan da Türkiye’ye geçilebilir.
Ben ise Astrahan’a inmeyi kararlaştırdım. Ona göre bana bilet aldılar. Günü geldi. Kendileriyle helâllaşarak ayrıldım. Beni vapura koyup yolcu ettiler. Volga’da işleyen vapurlar, altı düz teknelerdir. Nehir aşağı akıp gidiyorlar, onlara bindik. Çok rahat bir yolculuk oldu. Bir hafta içinde Astrahan’a indik. Orada halkın hepsi selâmlaşırlar. Orda da hemen İslâm Cemiyeti’ne gittim. Selâm verdim. Aldılar, kabullendiler beni, hiç yabancılık çekmedim. Çok iyi karşıladılar beni.
Astrahan’da önce birkaç gün dolaştım. Cemiyet vasıtasıyla oradaki Müslümanlarla tanışmaya başladım. Derken Çeçeva (Haremtepe Köyü)’dan iki kişiye rastladım. Dükkânları var Astrahan’da. Dükkânlarına uğradık. Dükkânlarında karpuz kestik ve yedik. Oraya yerleşmişler, evlenmişler çoluk çocuğa karışmışlar. Evleri var. Ticaretle uğraşıyorlar.
Asrahan’da çingene de çoktur. Haddinden fazla çingene var. Onlarla da tanıştım. Çingeneler Türkçe konuşuyor ve beni kendi obalarına götürüyorlardı. Arada bir namaz kılanları da oluyor. Ben onlarla çok kaldım. Gündüzleri Astrahan’a iniyorum, akşam olunca doğru çingene obasına geliyorum. Gece onlarda kalıyorum.
Astrahan’da yine endişeli günler başladı. Hem şehirlerini geziyorum, hem de İslâm Cemiyeti’ne gidiyorum. Azerbaycan Konsolosluğu’na uğruyorum. En çok İran Konsolosluğu’na gidiyorum. Günler geçmek bilmiyordu adeta.
Bir gün İran Konsolosluğu’ndan müjdeli haber aldım:Astrahan’dan İran’a deniz yolu seferleri başlamış. Bana Acem kimliği verdiler Mehmet oğlu Abdullah diye. Vapura bilet aldım. Bana tembih ettiler: “Acem olmadığın hiç belli olmasın” diye.
Gemi denize açıldı. İran’a gidiyoruz. Beni Acem Mollası diye biliyorlar. Herkes Türkçe konuşuyor, yolcular aralarında.Uzun yolculuktan sonra Bakü’ye geldik. Bakü’de İran bölgesinde indim. Bakü’de Türk bölgesine geçmeyi düşünüyorum. Enver Paşa’nın dayı ve amcaları olan Nuri ve Halil Paşaların bölgesi var Bakü’de. O bölgeye Türk bölgesi deniyor. Orayı araştırıyorum.
Tenha bir yolda yürürken arkamda bir ses duydum. “Asker” diye hitap eden bu sese hiç aldırış etmedim. Dönüp bakmadım bile. Çünkü aynı sesle Ermeniler de hitap etmesini biliyorlar. Bunu bildiğim için hiç aldırış etmedim bu sese.
Tekrar “Asker” diye aynı sesi bir defa daha duydum. Anlamamazlıktan geldim. Çünkü ben artık Acem idim! Biraz daha dolaştım, bu kere önümden bana doğru bir kişi yaklaştı ve; Sana asker diye sesleniyorum, niye dönüp bakmıyorsun? Sen Türk değil misin? dedi. Ben de çevreye baktım ki kimse yok. İçimden bir hesap yaptım, ula İsmail, bu adam Ermeni olsa ne çıkar, nasıl olsa gebertirim onu diyerek karşımdaki adama cevap verdim:
- Türküm, ne olacak! Sen kimsin, arkamda geziyorsun, beni takip ediyorsun böyle, söyle ha!... diye sert çıkış yaptım ve elimi de belime salar hazırlığında bulundum. Yani gözdağı da verdim ona.
Bu kere karşımda duran adam;- Ben Türk subayıyım. Buralarda kalmış Türkleri toplamakla görevliyim. Ben Türk fedaisiyim. Arkamdan gel, gel amma bana fazla yaklaşma, geriden gel. Beni takip et dedi.
Tenha bir yere gittik ve bu yerde beş altı kişinin daha toplanmış olduğunu gördüm ve rahatladım. Hepsi Türktü, onlara katıldım. Bizi oraya getiren zabit ortadan kayboldu. Meğer zabit o kargaşalık içinden Türkleri toplayıp oraya getiriyor, sonra da Türk bölgesine geçiriyormuş.
Bir müddet sonra bir kişi daha getirdi. Bizi yokuş yukarı bir tepeye çıkardı. Tepeden karşıda bulunan bir karargâh gösterdi bize: “İşte orası Türk askerinin bulunduğu karargâhtır, oraya korkmadan gidin, selametle!” deyip bizi uğurladı ve kendisi yine geri döndü.
Ben burada bu adamın yaptığı işe hayran kaldım. Kalabalık arasında, kimin Türk olduğunu hemen anlıyor. Adeta sihirbaz gibi aradığını buluyor, bulduğu Türk’ü hemen oradan çekip çıkarıyor. Allah razı olsun ondan! Fedai Türk zabiti böyle oluyor demek ki!
Tepeyi aşarken, grup olarak oturup konuştuk. Konuşmalar şu merkezde idi: Artık milletimize kavuşuyoruz. İşte bayrağımız karşıda… Şimdiye kadar hep yabancı ülkelerde dolaştık… Dinimizin kurallarının yürürlükte olmadığı ülkelerde kaldık… Oralarda dinimizin kurallarını ihlal ettiğimiz durumlar olabilir. Şimdi adeta camiye giriyor gibiyiz…
Bu halimizle İslâm topraklarına basmaya hakkımız var mı acaba?... Ülkemizin topraklarına, bayrağımızın gölgesindeki topraklara ayak basabilir miyiz acaba?... Ne yapmalıyız şimdi?... Bu soruları birbirimize sorduk. Bazıları her türlü günahı işlediklerini kabul ettiler. Tövbe ederek sınırı geçmek istediler. Onlara tövbe istiğfar işlemini tamamlattım. Bana gelince dinimizin kurallarını aşmadığımı söyledim. Fakat ben de her zaman yaptığım gibi yine tövbe istiğfar ettim. Dua okuyarak Türk birliğine doğru yürüdük. Nizamiyeye yaklaştıkça dur ihtarını aldık. Durduk, geldiler durumu anlattık.
Ordumuza katıldım, şükürler olsun…
Orduda bize yemek verdiler. Gece orada kaldık, istirahat ettik, askerimizi gördük. Pür silah, dimdik duruyorlar. Hiç korkuları yok. Bayrağımız dalgalanıyor! Biz yenilmiştik. O halde buradaki ordumuz ne oluyor? Rus çekilip giderken Nuri ve Halil Paşa Bakü’ye kadar gitmiş, ordaki Türkleri bir araya toplamış, Ermeni zulmünden halkı korumuş, korumaya devam ediyor. Halil Paşa silahlarını teslim etmeyecekmiş. Ama en sonunda o da silahlarını teslim edecekmiş. Bunları dedikodu olarak askerlerden duyduk. Bu kere çok üzüldük!
Halil Paşa’nın askeri, oranın yerli halkındandı ekseriya. Aralarında Anadolu askeri de bulunmakla beraber, toplama askerler de vardı. Azerbaycan hükümeti ile beraber hareket ediyor. Kendi başına hareket ettiği de oluyormuş. Güya Türkiye’yi de İngilizlerden kurtaracakmış. Bunları askerden öğrendik. Halil Paşa, bizleri orta yere çıkardı. Bizleri askere tanıştırdı ve tebrik etti. Bizleri anlatmaya başladı askerlere.
Şu şekilde tanıtıyor bizi askerlere:- Bu gördüğünüz kardeşleriniz var ya! Bunlar Erzurum’da, Hasankale’de, Narman’da, Bardız’da, Allahüekber dağlarında, Sarıkamış’ın varoşlarında düşmanla savaşmış kahramanlardır. Bunlar gazilerdir. Bunlar oralarda sadece düşmanla değil, bunlar açlıkla, yoklukla savaştılar. Bunlar bitle, tifo ile, tifüsle savaştılar…
Sonra bize silah verdiler. Ne var ki ben orduda kalmaya hiç ama hiç niyetli değilim. 33 yaşımda iken gönüllü olarak savaşa katıldım. Şu anda yaşım kırka yaklaştı. Evimde ne var? Kim öldü, kim kaldı? Kardeşim Ahmet ne oldu? Burada durmanın faydası yok. Padişah pes edip ordularını terhis, silahlarını teslim ediyormuş. Hudutların dışında, Bakü’de askerlik yapacağım… Aklım almıyor bu işi.
İki gün sonra askeri kamptan ayrıldım. Bir yolunu bulup trenle Batum’a indim. Batum demek komşu il demektir. Batum’da sözde Gürcü idaresi var. Bir sokakta Türk, diğerinde Gürcü. İngiliz’de var. Karma karışık bir şehir.
Sarıkamış’ta Sibirya’da benimle olan Kibaroğlu Nazım da, başka yollardan kaçarak gelmiş. Batum’da ona rastladım. Ayrı ayrı Rize’ye dönmeğe karar verdik.
Asayiş yok. Herkes istediğini yapabiliyor. Tanıdık hemşeri de çok. Şehirde otorite yok. İnsan “kim vurduya” gidebilir. Bir iki gün kaldım. Memleketten bilgi aldım. Deniz kenarına indim. Sahilde dolaşmaya başladım.
“İsmail Efendi, ne yapıyorsun burada?” diye bir ses duydum. Aa….! Bizim Mapavrili arkadaşlar. Deniz motoru ile gelmişler. Batum’dan memlekete nakliye yapıyorlar, mal almışlar vs. Hemen birbirimize sarıldık. Ne zaman gideceklerini sordum. Bir gün sonra döneceklerini öğrendim. Ben de hemen motora yerleştim. Gece de motorda kaldım. Mevsim Ağustos sonları, hava sıcak. Hiç dışarı çıkmadım motordan. Ne olur ne olmaz. Ertesi gün Rize’ye doğru yola çıktık. Deniz seyahatimiz iki gün sürdü.
İki gün sonra Mapavri’ye (Çayeli) geldik. Sahil hep o sahil. Dağlar yine o dağlar. Ağaçlar hep o ağaçlar! Ama insanlar değişmişler. Genç yaşta olanlar yok! Savaşa gitmişler, ölmüşler! Çocuklar delikanlı olmuş. Orta yaşlılar yani savaşa gitmeyenler duruyor. İhtiyarlardan ölenler de var, kalanlar da.
Yaşı benim yaşıma yakın olup da savaşa gitmeyenler, yani savaştan kaçmış olanlar, iş sahibi olmuşlar. Savaş kaçakları dinç, güçlü ve varlıklı olmuşlar. Onlara sorarsan akıllı davranmışlar. Onlara sorarsan vatan, millet aşkı var onlarda. Tabii savaşa gitmemek ayrı iş!
Ama savaşa gidenlerin (en az 500 kişidir Çayeli’nden) yüzde doksan beşi şehit oldular. Onların evleri fakir düştü. Çocukları öksüz, karıları dul kaldı. Vatanını sevenler yoksullaştı. Kaçanlar da varlıklı oldu.
Çayeli’nde hoş-beşlerden sonra köydeki evime geldim. Normal hayata başladım.”
İsmail Efendi’nin Ölümü ve Cenaze Merasimi
Babam, 1950’li yıllardan itibaren sık sık hastalanmaya başlamıştı. 1957 yılında İstanbul’a tedaviye geldi. Ancak yapılması gereken ameliyatı reddetti. Ben o zaman İstihkâm Okulu’nda yedek subaylık eğitimi alıyordum. Rize’ye gemi ile dönmek üzere, Karaköy’de Tophane rıhtımında, deniz yolları salonlarında hatıra fotoğrafı çektirdik.
1960 yılının sonuna doğru tekrar İstanbul’a götürdüm babamı. Bu kere doktorlar operasyon yapmayı reddettiler. Kısaca babamın rahatsızlığı giderilemeyecekti. Kendi durumunu anlayan babam, Beyazsu köyünde, dededen kalma eski köy evinde, ömrünün son günlerini geçirmeye karar verdi. Her türlü hizmeti yapılıyordu.
O sıralarda ben Rize’de Bayındırlık Müdürü idim. O günün mevzuatına göre köy yollarının yapımı ve bakımı işleri ve hizmetleri Bayındırlık Müdürlüğü’nün uhdesinde idi. Ben de Çayeli’nin ve bize yakın köylerin hemen hepsinin yollarını yaptırmaya giriştim. Öyle ki babam yol çalışmalarını, çalışan dozeri görüyor ve onun zemini yırtarken çıkardığı sesi duyuyordu bile. Her iki günde bir kere muhakkak uğruyordum köydeki eve, yani babama. Çalışmalardan memnun olduğunu belirtiyor ve dualar ediyordu.
İsmail Efendi Beyazsu köyündeki evinde ve Kibaroğlu Nazım ise Haremtepe köyünde, kendi evinde hasta yatıyorlardı. Babamın ömrü sonuna geldi ve 1961 yılı Ocak ayının 28. günü Hakk’ın rahmetine kavuştu.
Beyazsu Camii’nin kuzey tarafında, mülkiyeti bizlere ait arazide, cami duvarına bitişik olarak kabir hazırladık ve babamı defnettik.
Cenaze namazına gelen cemaat çok kalabalıktı. Halk Sarıkamış gazilerini uğurlamaya gelmişti. Nazım Dayı’nın tabutunun da orada olması, cemaatin daha da kalabalık olmasına sebep olmuştu. İki hoca dua okudu. Köyde mikrofon olmadığı için kalabalık cemaate dua sesini duyurabilmek için iki imam hizmet gördü.
İki gaziyi dini merasimle uğurladık. Nazım Dayı Haremtepe köyünde defnedildi. İsmail Efendi ise 30 sene imamlık yaptığı caminin hemen arkasında yatmaktadır. (revak.org.tr)